EVRENSEL "Köşebaşı" -9 Aralık 2025-

 Emperyalizmin modern silahı: Borçlandırma -Uğur Zengin- 

Zihnimizde dış borca dair iki çarpıcı bilgi var. Birincisi, bağımlı ülkelerin dış borçta tarihsel olarak zirveyi gördüğü, ikincisi de dış borcun sermayenin egemenlik ve kontrol mekanizması olduğudur.

Birkaç gün önce yayımlanan Dünya Bankası verileri gelişen borç felaketini ortaya koydu. ‘Düşük gelirli ve gelişmekte olan ülkeler’ bir yılda 415 milyar dolar faiz ödedi ve bir rekor kırdı. Bir başka deyişle bugün dünyada 6.5 milyar insanın yaşadığı -ki dünya nüfusunun yüzde 80’idir- toplam 119 ülkenin 8.8 trilyon dolar dış borcu var.

Neden borç alıyorlar? Kalkınmak iddiasıyla. Neden faiz ödüyorlar? Çünkü borç aldılar. Peki, neden borçlular? Çünkü yoksullar. Peki neden yoksullar? Kalkınamadıkları için. Neden kalkınamıyorlar? Yoksul oldukları için…

Bu acayiplik, borcun boyutları ve ekonomik büyüme göz önüne alındığında, bu kaynağın aslında gerçek ‘kalkınmayı’ desteklemediğini ortaya koyuyor. Borç, yalnızca faiz ve ana para ödemelerini karşılamak için daha da büyüyor ve bu durum, kapitalist sistemin “çevre” olarak adlandırılan ekonomilerinde yoksulluğu derinleştiren, emek sömürüsünü artıran ve gelişmeyi tıkayan kısır bir döngü yaratıyor.

Angola, Mısır ile beraber son yıllarda IMF’den en çok borç alan iki ülkeden biri. Yaz aylarında yapılan IMF karşıtı protestolarda rejim 22 eylemciyi öldürmüş, 1200’ünü tutuklamıştı. Angolalı bir kadın, “Neden bize bu kadar acı çektiriyorsunuz? Çocuklarımızı nasıl doyuracağız? Fiyatların düşmesi gerekiyor” diyordu. Bir öğretmen BBC’ye konuştu: “İnsanlar bıktı. Açlık her yerde ve yoksullar sefilleşiyor.”

Kronik hiperenflasyon ve borç batağına saplanmış durumda olan Arjantin, son dört yılda IMF’den 170 milyar dolar borç aldı. İşçi sınıfının kazanımlarını budayan Milei’nin buna rağmen nasıl seçildiğini hatırlayın; Trump yanlısı hükümet, Arjantin halkına, eğer iktidar partisini desteklemezse, büyük bir devalüasyon için son darbeyi vurarak ekonominin tamamen kontrolden çıkmasına izin vereceğini söyledi. IMF-Trump şantajıyla yeniden seçilen Milei bugün iş gününü 12 saate çıkarmanın planlarını yapıyor.

Avrupa’nın en büyük IMF borçlusu Ukrayna. Aralık 2024’te IMF, Rusya’nın tam ölçekli işgaline başlamasından yaklaşık bir yıl sonra, mart 2023’te kararlaştırılan 15.5 milyar dolarlık bir programın parçası olarak Ukrayna’ya 1.1 milyar dolar ödedi. Bu, Ukrayna’ya yönelik 148 milyar dolarlık borç paketinin bir parçası olup, IMF’nin tam ölçekli bir savaşa dahil olan bir ülkeye ilk kez büyük çaplı konvansiyonel finansman sağlaması anlamına geliyordu. Bu arada en az 10 milyon Ukraynalı yerinden oldu. Savaşta kaç kişinin öldüğü ise belirsiz.

Asya’da IMF’den en çok borçlanan ülke olan Pakistan ise 230 milyonluk nüfusuyla derin bir siyasi-ekonomik çöküş yaşıyor. 126 milyar dolar dış borcu bulunuyor ve bunun 80 milyarını üç yıl içinde ödemek zorunda. Rupi yüzde 50 değer kaybetti; rezervler 4.5 milyar dolara indi; enflasyon yüzde 38.

IMF’nin sık sık övgüsüne mazhar olan Nijerya, iç savaşlar, yolsuzluk ve kötü yönetilen enerji gelirleri nedeniyle ağır bir kriz içinde. Doğrudan yabancı yatırım 3 milyar dolardan 468 milyon dolara geriledi; 2019-2025 arasında 13 milyon kişi daha yoksullaşacak.

IMF ve Dünya Bankasının yanında düşük-orta gelirli ülkelerin borcunun yüzde 56’sı büyük ölçüde BlackRock gibi Batılı akbaba fonları ve İngiltere’nin HSBC’si ve Fransa’nın Crédit Agricole’ü gibi bankalara. Latin Amerika ülkelerinin borcunun yüzde 67’si, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinin borcunun yüzde 40’ı, Güney Asya ülkelerinin borcunun yüzde 31’i, Sahra Altı ülkelerin borcunun yüzde 41’i bu banka ve finans tekellerine…

Dış borçlanma, kapitalist sistem içinde çevre ülkelerine “Büyüme için zorunlu finansman” olarak sunulsa da gerçekte bu ülkelerin bağımlılık ilişkilerini yeniden üretiyor. Borç, insani kılıklarla ülkeye girerken, şeytani bir kılıkla ülkeden çıkıyor. Mevcut veriler bu mekanizmanın üretici güçlerin gelişimini değil, borç çevrimini beslediğini ortaya koyuyor. Bu borç ve krediler, değer transferiyle, sadece faiz ve ana para ödemelerini karşılamak için yeniden borçlanmaya yol açıyor.

Bu durum, emperyalist merkez ile çevre ülkeleri arasındaki hiyerarşik ilişkileri güçlendiriyor, Arjantin örneğinde açık faş edildiği gibi egemen olana bağımlılığı artıyor. Kâr arayışını hızlandıran sermayenin küresel ölçekteki genişlemesi kolaylaşırken, çevre ülkelerde yoksulluğu derinleştiren, sınıf ilişkilerini daha da eşitsizleştiren ve emeğin sömürüsünü artıran bir baskı aracına dönüşüyor. Böylece dış borç, çevre toplumlarını kalkındırmak bir yana, onların artı değer üretimini uluslararası sermayeye aktaran yapısal zincirin bir halkası oluyor.

 Ya büyüme istihdam yaratmazsa…-Koray Y. Yılmaz- 

Büyüme iktisatçıların Mekke’sidir. Buna tabii olarak politikacıları da eklemek gerekir. Ekonomi büyüyecek ki, yeniden üretim genişleyerek devam etsin, yatırım artsın, üretim artsın, istihdam artsın vb. diye devam eder kurgu… Büyümenin bütün maliyetine çalışıp para kazanmak için katlandığımızı düşünelim ve büyüme üzerindeki diğer bütün tartışmaları bir yana bırakarak şöyle soralım: Peki ya büyümeye rağmen istihdam artmıyorsa? Büyümeye rağmen, büyümenin tüm maliyetine katlanmaya rağmen çalışıp para kazanacak bir iş bulamıyorsak… Ne anladım ben böyle büyümeden demez mi insan… İstihdamsız büyüme literatürde çokça tartışıldı. Kapitalizminin ciddi bir problemi. Türkiye açısından da öyle.

Sanayi, özellikle de imalat sanayi ülke ekonomileri için oldukça önemli. Uzun bir dönem için sanayinin gelişimi ülkenin kalkınması ile neredeyse aynı anlama geliyordu. 80 sonrası bu görüş darbe yese de günümüzde önemi yeniden hatırlanmak zorunda. Üretim tarzı ne olursa olsun Marx’ın da dediği gibi zenginliğin temeli kullanım değeri üretimidir. Bu noktada da imalat sanayinin özel bir önemi vardır. Bu kısa yazıda üretim ve istihdam bağlamında Türkiye ekonomisi için 2025 yılı imalat sanayinin gelişimine kısaca bir göz atmak istedim.

2025 yılı sonlarına yaklaştığımız bu günlerde Türkiye imalat sanayi, sektörel üretim dinamikleri ile istihdam yapısı arasındaki uyumsuzluğun giderek belirginleştiği kritik bir dönemece girmiş görünmektedir. Mevsim ve takvim etkilerinden arındırılmış veriler, Ocak–Eylül 2025 döneminde üretim artışı gösteren sektörlerle üretimi daralan sektörler arasında belirgin bir ayrışma yaşandığını ortaya koyuyor. Ancak daha çarpıcı olan, genel olarak üretim artışlarının nispeten düşük istihdam kapasitesine sahip, yani ekonominin genel istihdam yaratma potansiyeline sınırlı katkı sunan alt sektörlerde yoğunlaşmış olmasıdır. Buna karşılık, istihdamın yüksek olduğu sektörlerde 2025 boyunca belirgin bir üretim daralması yaşanmıştır.

Bu tablo, Türkiye’nin imalat sanayi üretimindeki büyümenin istihdamı destekleme kapasitesinin zayıfladığını işaret ediyor. Örneğin, gıda, tekstil, giyim, deri, plastik ve kauçuk, kimi makine ve ekipman imalatı, mobilya gibi yüksek istihdamlı sektörlerin tümünde 2025 başından eylül ayına kadar %5–%22 arasında düşüşler görülüyor. Bu sektörler, sadece ihracat performansı değil aynı zamanda iç talep kanalıyla da toplam istihdamın önemli bir bölümünü oluşturur. Bu nedenle üretimdeki gerileme, doğrudan işsizlik riskini artırıyor. Daha da önemlisi, bu sektörlerdeki daralma aylık bazda da süreklilik arz eder nitelikte; 2025 boyunca çoğu sektörde negatif ya da durağan aylık değişimler gözlemleniyor. Bu durum, söz konusu gerilemenin geçici değil, yapısal bir nitelik kazanmaya başladığını düşündürmekte.

Öte yandan, üretimi artan sektörler arasında örneğin Eczacılık %14,1 ile başı çekerken bu sektörün imalat sanayi istihdamı içindeki payı ancak %1 civarında. Eczacılıktan sonra en yüksek artış %8,7 ile metalik olmayan mineral ürünlerde, bu sektörün aynı bağlamda istihdam payı ise %5-6 civarında. Onu %6 üretim artışı ve hemen hemen aynı istihdam payı ile motorlu taşıtlar izliyor. Üretim artışı görülen bu sektörlerin istihdam kapasitesinin nispeten düşük olduğu söylenebilir. Dolayısıyla, bu sektörlerdeki büyüme ekonomiye katma değer sağlasa bile geniş kitleler için istihdam yaratma etkisi oldukça sınırlıdır. Kaldı ki üretimi artan sektörlerin üretim rakamlarına son birkaç ay için bakıldığında baz etkisinin görüldüğü Ağustos’u bir yana bırakırsak hemen hepsinde bir gerileme olduğu görülmektedir. Eylül ayında ise bu sektörlerin çoğunda üretim bir önceki aya göre azalma göstermiştir.

Hülasa, resmin bütünü imalat sanayi açısından ‘büyümenin istihdam elastikiyetinin’ azaldığı, geniş tabanlı bir soğumayı gösteriyor. Daha kötü haber ise gerek uluslararası gerekse de ulusal ölçekteki gelişmelerin Türkiye kapitalizminin rekabet gücünü iyice törpülediği bir süreçte bu gelişmelerin kalıcı olma riski taşıyor olmasıdır. Bu durumda sola düşen özel sektörün rekabet gücünü artırmasının yollarını aramak değil, istihdamı özel sektörün kâr güdüsünden kurtarmanın politikalarını üretmek olmalıdır.

 ABD’nin bir buçuk bile olmayan, tek parti sistemi -(II) -Aras Coşkuntuncel- 

Trump 2025 yılında Somali’yi resmi rakamlara göre 49 kez bombaladı. Artık haber bile olmuyor, çünkü Somali’yi Bush, Obama, Trump, Biden hepsi bombaladı; Harris seçilseydi o da bombalayacaktı. İki parti kodamanları son günlerde Venezuela’yı bombalayıp Amerikan yanlısı bir darbe için gün sayıyor. Trump yönetimi, Venezuela açıklarında sorgusuz sualsiz kayıkları bombalayıp içindekileri öldürürken, Demokratların yükselen yıldızlarından eski CIA Ajanı Senatör Elissa Slotkin, Trump’ın Venezuela politikasını destekleyip özetle “Ama Senatodan onaylı bombalasanız daha iyi olur” dedi. Geçen hafta, Demokrat Parti ile Cumhuriyetçi Parti arasında  hemen hiçbir alanda çok bir fark olmadığını, ABD’de görüntüde iki ama aslında tek parti sistemi olduğunu vurgulamıştım. Özetle, söylemde ve görünüşte Cumhuriyetçi Partinin açık emek düşmanı, ırkçı ve savaş yanlısı platformundan ayrıymış gibi yapan Demokrat Partinin bu sistemdeki rolü, toplumsal hareketleri içinde eritip makulleştirmek, enerjilerini emip öldürmek ve sanki iki farklı parti varmış illüzyonunu yaratmak. Trump’ın bir farkı, kapalı kapılar arkasında söylenen ya da sessiz geçilen kısımları kameralar önünde sesli söylemesi. Örneğin geçtiğimiz günlerde Kongo ve Ruanda ile yapılan ikili anlaşmalarla ilgili konuşurken “ABD kritik madenlere erişecek… bazı büyük ve harika şirketlerimizi yollayacağız… nadir toprak elementlerini ve bazı varlıkları alacağız” dedi. Demokrat bir başkan bu anlaşmaları yine bu amaçlarla yaparken bu sözlere takım elbiseler giydiriyor; farkları bu. Avrupa ile ilişkilerde de durum bu.

Emekçiler de farkında

Kamala Harris, Trump’ın karsısına Gazze’deki soykırımdan göçmenlere kadar hemen her konuda tabiri caizse “Ben daha çok Trumpçıyım” platformuyla ve savaş suçlusu Dick Cheney’in kızı Cumhuriyetçi Liz Cheney ile birlikte çıkınca, kendi doğal seçmeni bile sandığa gitmedi. ABD seçimlerinde bir o partiye bir bu partiye doğru sallanan kritik eyaletlerin çoğu, tarihsel olarak işçi kentlerini barındırıyor ve bu eyaletlerdeki işçi aileleri Demokrat Partinin neoliberalizmi ve Cumhuriyetçilerin faşist uygulamaları ve sahte popülizmi tarafından ihanete uğradıklarını düşünüyor. İşçi Sınıfı Politikaları Merkezi'nin (CWCP) yeni yayımlanan araştırmasına göre ekonomik adalete odaklanan işçi sınıfı odaklı bir siyaset, bütün bu kritik eyaletlerde etkili ve bu eyaletlerdeki seçmenlerin çoğu iki partinin dışına çıkacak “yeni bir siyasi güce” ve “bağımsız bir siyasi işçi birliği” kurulmasına destek veriyor.

İki partinin kökenleri

ABD’nin iki partisi de, dolayısı ile parti sistemi de siyahların ve işçilerin endişe ve taleplerini gündemden uzak tutmak için kurulmuş ve süregelmiş partiler. 1792’de Thomas Jefferson önderliğinde Federalistlere karşı kurulan Demokrat Parti, ABD’nin en eski partisi. O zamanlar Demokrat Parti köleciliği destekleyen, aşırı ırkçı ve hakim partiydi. Cumhuriyetçi Parti ise 1856’da kölecilik karşıtı bir parti olarak kuruldu ve siyahların desteğine sahipti. Bu durum neredeyse 1960’lara kadar böyle devam etti. 1960’larda Kuzey’de Demokrat Parti, Kuzey şehirlerine yoğun göç eden siyahlara hitap etmek için “sivil hakları” hareketini desteklemeye başladı. Aşağı yukarı aynı dönemlerde Cumhuriyetçi Parti de, bu kez beyazların oylarını ve Güney eyaletlerini kazanmak için ırkçı söylemlere yöneldi. Bu ırkçılığı besleyen tarihin bir sonucu, Demokratların, adı sırf Cumhuriyetçi Parti değil diye siyahları, işçileri, göçmenleri cepte görüp hâlâ muhafazakar ya da merkezde ama aynı zamanda da kararsız beyaz seçmenleri kendilerine çekmeye çalışması ve dolayısıyla iki partinin de bu söz konusu kitle için var olduğu bir seçim ve siyaset ortamı.

Anayasa

ABD anayasası tarihsel olarak köleciliği savunmuş, uzun süre sadece mülk sahibi beyaz erkeklere oy hakkı tanımış, hâlâ başkanı halkın değil seçiciler kurulunun seçtiği bir seçim sistemi getirmiş, seçilmemiş ve başkan tarafından ömür boyu atanan yargıçların halkın isteklerinden bağımsız yasa iptal etme yetkisinin olduğu, antidemokratik bir anayasa. Liberallerin övgüyle bahsettiği ifade özgürlüğünü düzenleyen 'Birinci Ek Madde’nin de neyi ne kadar düzenlediği, Filistin yanlısı fikir beyan edenlerin üniversite kampüslerinde protesto haklarının ellerinden alınmasında ya da sokak ortasında maskeli polislerce kaçırılmasında detayıyla mevcut. Bunun dışında eğitim, sağlık, konut gibi temel hak ve ihtiyaçlar ise zaten yok.

Para ve şirketlerin partisi

Geçen haftaki yazıda Gore Vidal’in 1970’lerde “ABD’de tek parti var, o da mülkiyet partisi…” sözünü alıntılamıştım. Vidal’in bu alıntısının devamı da oldukça yerinde: “… ve bu partinin iki sağ kanadı var: Cumhuriyetçiler ve Demokratlar. Cumhuriyetçiler, Demokratlardan biraz daha aptal, daha katı ve laissez-faire kapitalizmlerinde daha doktrineler. Demokratlar ise daha sevimli, daha güzel ve biraz daha yozlaşmışlar... yoksullar, siyahlar ve antiemperyalistler kontrolden çıktığında küçük ayarlamalar yapmaya Cumhuriyetçilerden çok daha istekliler. Ama özünde iki parti arasında hiçbir fark yok.”

ABD’nin kurucularının ve ilk başkanlarının hemen hepsi köle sahibiydi, aralarında yerlilerin soykırımında rol oynayanlar vardı ve yazdıklarından, tartışmalarından getirdikleri uygulamalardan açık ki hemen hepsi halka güvenmeyip işçilerden nefret ediyordu; öncelikleri demokrasi değil sermayenin egemenliğiydi.

Bugün de hâlâ böyledir. Görünürde birbirine zıt iki başkan, Bush ve Obama’nın 2008’de konut sektörü ve finans piyasalarının çökmesi sonucu ne yaptıklarına bakalım. Bush evlerini kaybeden çoğu siyah aileler yerine sadece bankaları kurtarmak için direkt bankalara ve belli şirketlere şartsız şurtsuz 700 milyar dolar aktardı. Peki Bush’un antitezi iddiasıyla gelen, ABD’nin ilk siyah başkanı Obama ne yaptı? Evlerini kaybedenlerin, işsiz kalanların, yoksullaşanların yüzüne bile bakmayıp yine bankalara ve şirketlere, bu sefer 830 milyar dolar aktardı. Trump’a karşı seçilen Biden da, örneğin, Trump’ın şirketlere getirdiği vergi indirimlerini aynen devam ettirmiş ve şirketlerin çıkarlarını korumak için demir yolu işçilerinin grevlerini yasaklamıştı. Örnekler çoğaltılabilir çünkü ABD’de başkan adaylarını büyük şirketler belirliyor, dolayısıyla iki parti de milyarderlere ve şirketlere daha çok nasıl hizmet ederim diye yarışıyor. Ya da İsrail lobisi AIPAC’ten kimlerin milyonlar aldığına bakalım; iki partinin hemen her temsilcisi. Biden tüm siyasi kariyerinde AIPAC’ten 11 milyon dolar aldı. Trump da AIPAC ve benzeri İsrail lobilerinden şimdiye kadar 14 milyon dolar almış.

Bu durumu derinleştiren sebeplerden biri, 2010 yılında Anayasa Mahkemesinin “Citizens United” olarak bilinen kararı ile şirketleri de insan sayıp seçim kampanyaları için harcanan dolarların ifade özgürlüğü kapsamında olduğuna hükmetmesi. Bu kararla şirketlerin istedikleri adaylara sınırsız para vermelerinin, istemedikleri aleyhine de kampanyalar finanse etmelerinin önü açıldı. Bu harcamaları düzenlemeye çalışmak, bu kararla anayasaya aykırı hale geldi. Bunun sonucu olarak büyük bağışlar yapanların politikacılar ve kamu politikaları üzerindeki hakimiyeti daha da arttı. Araştırmalara göre hangi parti olursa olsun, iktidarlar Amerikalıların çoğunluğunun tercihlerine değil, bu bağışçıların tercihlerine cevap veriyor.* Çoğunlukla en çok parayı toplayanın, harcayanın seçildiği bu sistemde seçmenler değil, dolarlar seçiyor.

Savaş partisi

Trump’ın karşısına “ben Trump değilim”den başka bir mesajla çıkmayan Kamala Harris, Trump’ın göçmen karşıtlığı karşısında el arttırarak “en güçlü sınır yasa tasarısını” yasalaştıracağının sözünü verdi. “Her zaman İsrail’in kendini savunma hakkını savunacağım ve her zaman İsrail’in kendini savunabilme yeteneğine sahip olmasını sağlayacağım” diye her konuşmasında tekrar etti; çevre, idam cezası, genel sağlık sigortası ya da asgari ücretin iyileştirilmesinden ya hiç bahsetmedi ya da daha önce dönem dönem Demokrat Partinin söylemlerinde olan bu vaatlerden geri adım attı. Dış politika ve güvenlik konusunda da “Amerika’nın her zaman dünyadaki en güçlü, en ölümcül savaş gücüne sahip olmasını sağlayacağım” diye kampanya yürüttü. Yani iki parti, son seçimlerde söylemde bile farklılaşmadı. Emperyalist savaş ve müdahaleler iki partinin de temel politikası; iki partinin de görünürde en fanatik politikacılarının üzerinde keyifle uzlaştıkları konuların başında savaş ve yağma geliyor. İkinci Dünya Savaşı'ndan beri ABD, kendi hegemonyasının tesisi ve devamı için uluslararası hukuka aykırı sayısız savaş ve müdahalelere girişti. “İnsan hakları”nı en öncülleyen başkan olarak anılan Jimmy Carter bile İran’da arka arkaya darbe girişimlerinde bulunmuş, Bush’a karşı barış söylemiyle seçilen ve seçilir seçilmez Nobel Barış Ödülü verilen Obama ise sadece son senesinde 5 ayrı ülkeye 26 bin bomba atmış; Libya’yı harabeye çevirmiş, Afganistan, Yemen, Suriye, Somali, Irak, Pakistan dahil birçok ülkeyi bombalamıştı.

Ronald Reagan’ın “uyuşturucuya karşı savaşı” ve “Yıldız Savaşları”, Clinton’un Balkanları bombalaması, Bush’un “teröre karşı savaşı”, Obama’nın insansız hava araçlarıyla bıraktığı bombalar, Biden’ın İsrail eliyle Filistinlileri soykırımdan geçirmesini bugün Trump da hem soykırımı hem de bombalamaları devam ettirerek izliyor. Trump’ın “güçle gelen barış” doktrini dümdüz savaş ve soykırım doktrinidir.

Dışarıda yürütülen bu savaşlar ve emperyalist müdahaleler içeriye de özgürlüklerin kırpılması olarak dönmeye devam ediyor: Polislerin militarizasyonu, fişlemenin alabildiğine yayılması, ifade özgürlüğünün fiilen ortadan kaldırılması, grevlerin yasaklanması, sınır polisinin şehirleri terörize ederek göçmen emekçileri ve siyahları hedef alması, sorgusuz sualsiz gözaltılar ve sınır dışılar.

Kara Panterler'in önderlerinden George Jackson, ABD’de düzenin devrimci öfkeyi, mevcut iktidar yapısı için gerçek bir tehdit oluşturabilecek talepleri/arzuları “basınç boşaltma” işlevi gören “boş çıkışlar”a yönlendirdiğini, bunun için egemenlerin ellerinden gelen her şeyi yaptıklarını söylemişti. Seçmenlerin başkanı bile seçemediği, şirketlerin adayları alıp satabildiği, halkın taleplerinin görmezden gelindiği bu sistem olsa olsa tek partili plütokrasi olur.

ABD’nin bir buçuk bile olmayan, tek parti sistemi-(I) https://www.evrensel.net/yazi/98185

* “Democracy and the Policy Preferences of Wealthy Americans;” Martin Gilens, Affluence and Influence: Economic Inequality and Political Power in America.

 Ukrayna’da savaşanlar barış pazarlığında!-Mustafa Yalçıner- 

Kuraldır; savaşanlar barışır. Hele emperyalistler söz konusu olduğunda barışmasalar bile barışmaya uğraşırlar. Öyle bir barıştır ki uğraştıkları, gerçekte barış değil ateşkestir: İki savaş arasındaki ateşkes.

Özeti şudur ki, emperyalistler sürekli kavga halindedir. Güçleri az-çok birbirini dengelediğinde ya da savaşa hazırlandıklarında ateş keserler ve adını da “barış” takarlar!

Ukrayna’da olan budur.

Ukrayna’da Rusya saldırıp işgale girişerek savaşı başlattı. Ancak hafızası güçlü olanlar hatırlayacaktır; savaşın ateşini harlayan en başta ABD ile İngiltere’ydi. Özellikle bu ikisi, Ukrayna’yla AB’yi genişletme peşine düşen Almanya ve Fransa gibi Avrupalı emperyalistleri de yanlarına alıp bu ülkeyi NATO’ya davet ederek kışkırtmalarının üzerine “Rusya saldırdı, saldıracak” propagandasını ekledi. Ukrayna’nın NATO ve AB üyeliğinin, destekledikleri Meydan Darbesi’nden bu yana homurdanan Rusya’nın iyice tahrik olup kuşatılmasına itiraz edeceğini biliyorlardı. 2014’te zaten Kırım’ı ilhak eden Rusya resti gördü ve saldırdı.

Sonra savaşın Rusya’yla Ukrayna arasında olduğuna dünyanın inanması istendi. Ancak her şey öylesine açıktı ki, ABD ile Avrupalı emperyalistler kışkırtma ve tahrikle yetinmeyip neredeyse tüm gövdeleriyle savaşa katıldı.

Önce Rusya’ya tarihteki en sert yaptırımlardan birini uyguladılar. Almanya örneğin boru hatlarını kapatıp ekonomisine ciddi bir rekabet gücü kazandıran ucuz Rus doğal gazından bile vazgeçti. Sonra bir asker göndermedikleri kaldı, onu da tartıştılar, ama göndermediler. Silah ve cephane ABD ve Avrupa’dan aktı Ukrayna’ya. Milyarlarca dolarlık füze ve akıllı patlayıcılar Ukrayna’da savaşın belirli bir denge tutturmasını sağladı. Bu akıllı silahları kullanacak eğitmen adı altında binlerce uzman NATO askeri çok sayıda paralı askerle birlikte savaşın demirbaşı oldu. Sözde savaşmıyorlardı ve savaş bir Ukrayna-Rusya savaşıydı!

Ukrayna’nın ise savaşmasının nedeni özgürlük düşkünlüğü falan değildi, NATO’yla AB’ye katılmak istemesiydi. Darbeyle iktidara gelen burjuva fraksiyon Batıyla işbirliği yanlısıydı. Rusya da “olmaz” diyordu. Özetle, savaş nedeni de Rusya ile Ukrayna anlaşmazlığı değil, ama Rusya’yla NATO ve baş patronu ABD anlaşmazlığıydı.

Doğal ki, olan, en başta Ukrayna halkına oldu. Birinci dereceden kurban onlardı. Üst üste tertipler halinde askere alınan Ukraynalı gençlerle birlikte çok sayıda sivil bomba ve füzeleriyle katledildi. Ruslardan da az ölen olmadı. Ve tabii ki Avrupa halkları savaşın acısını iliklerinde-kemiklerinde hissetti. Başta Almanya olmak üzere Avrupa’da pahalanan enerji girdisi nedeniyle sadece sanayide maliyetler artmakla kalmadı. Isınma da pahalandı. Üstelik, Avrupa hükümetleri silahlanma bütçesini artırdıkça yükü tekellerin değil ama halkların sırtına yıkıldı.

Savaş Rusya’yla Ukrayna savaşı değilken, bir süredir başlayan barış pazarlıkları da başlıca ABD ile Rusya arasında yürüyor. Beyaz Saray’da herkesin gözü önünde Trump’ın anasından doğduğuna pişman ettiği Zelenskiy ve başkanı olduğu Ukrayna bir yana, Ukrayna’ya neredeyse ABD’ye eş değer silah ve mühimmat sevk eden Avrupalı emperyalistler bile dikkate alınmadıkları için mızmızlanıyor. Avrupalılara Ukrayna’yı savaşı sürdürmeye cesaretlendirme dışında yapacak şey kalmazken Zelenskiy’nin sözünün hiçbir değeri yok.

Zelenskiy’nin fikrini bile sormadan Alaska’dan başlayarak Putin’le barış toplantıları düzenleyen, savaşan taraflardan birinin gerçek lideri Trump.

Görüşmeler, Trump’la Putin pazarlıkta anlaşamayınca kesintiye uğrayıp barış gecikiyor. Ve ek olarak, Avrupalı emperyalistlerin barış görüşmelerini sabote etmeleri sürecin gecikmesine neden oluyor. Çünkü Trump sadece Zelenskiy ile Ukrayna’yı değil Avrupalı emperyalistleri de barış görüşmelerinden dışlayarak Putin’le anlaşmaya varma çabasında. 28 maddelik barış planıyla amaçladığı, Rusya’ya işgal ettiği toprakları verip nadir toprak elementlerine el koymak. Barış dedikleri de bu: Ukrayna’nın bölüşülmesi!

Doğrusu bu yılki Nobel Barış Ödülü’nü, Türkiye’deki barış çabaları nedeniyle Bahçeli ve Filistin barışı için onca gayreti dolayısıyla Netanyahu’yla birlikte Trump’la Putin el ele çoktan hak ediyor! Ellerinden kan damlıyor ve barış diyorlar!

 Ukrayna’da emperyalist pazarlık masası -Yücel Özdemir- 

Sadece Avrupa değil, dünya basını bu haftayı ‘Ukrayna barışı’ için ‘kader haftası’ ilan etti. pazar günü Florida’da ABD ve Ukrayna heyetleri, kamuoyuna açıklanan 28 maddelik planı görüşmek üzere bir araya geldi. ABD Dışişleri Bakanı Rubio, Trump’ın Özel Danışmanı Witkoff ve Trump’ın damadı Kushner’in katıldığı bu görüşmeden sonra savaşın biteceğine dair umutlu mesajlar verildi. Her iki taraf da üzerinde anlaşmaya varılabilecek maddeler listesi hazırlandığını ima etti. Ayrıntı verilmedi.

Ukrayna heyetiyle yapılan pazarlıklarda çıkan sonuçları alıp Moskova’ya doğru yola çıkan Witkoff ve Kushner, salı günü Rusya Lideri Putin ile pazarlık masasına oturdu. Putin, görüşmeden sonra ABD tarafının ilettiği “27 madde”yi görüştüklerini söyledi. Bu, ilan edilen maddelerden birisinin Florida’da silindiği anlamına geliyor. Gerçi, daha önce Cenevre’de Avrupa ülkelerinin katıldığı toplantıda madde sayısının 19’a düşürüldüğü de açıklanmıştı.

Pazarlık, taraflar arasında satranç masasındaki karşılıklı hamlelere dönüşmüş durumda. Trump’ın 27 maddeye düşürülen “barış planı”na, Putin dört madde ekleyerek, ABD heyetini Washington’a yolcu etti. Şimdi düşünme ve karşı hamle yapma sırası Trump ve ekibinde. Karşı hamle için Ukrayna heyeti bir kez daha Florida yolcusu. Putin’in eklediği dört madde de şimdilik sır gibi saklı...

Anlaşılan o ki sahada savaş sürerken masada karşılıklı hamleler bir süre daha devam edecek. Öyle ya, savaşı başlatmak kolay, ama bitirmek o kadar kolay olmuyor. Hele ki, hiçbir tarafın yenilgiyi kabul etmediği ya da etmek istemediği savaşları...

Bir de pazarlık masasına oturanlar gerçekten tüccar olunca işler adeta “at pazarlığı”na dönüşebiliyor. Dikkat edilirse ABD adına pazarlık masasında oturanlar dışişleri diplomatları değil. Birisi Trump’ın golf arkadaşı, diğeri damadı. İkisinin asıl işi New York’ta milyonlarca dolarlık emlak tüccarlığı. Trump’ın barış için iki tüccarı görevlendirmesi aslında meseleye nasıl yaklaştığını da özetliyor. Üstelik Witkoff ve Kushner sadece görünenler. Bir de görünmeyenler var. Der Spiegel’in “Wall Street Journal’den aktardığına göre birçok ABD’li tekelin yöneticisi pazarlıkların arka planında rol üstlenmiş durumda. Örneğin Exxon’un yöneticileri Rus petrol tekeli Rosneft ile temasa geçmeye başlamış. Muhtemelen Rus enerji kaynaklarının dünyaya pazarlanmasındaki rol kapılmak isteniyor. Nadir elementler bir diğer önemli konu.

Bütün bunlar, ABD ile Rusya arasındaki “Ukrayna pazarlığı”nın sadece Ukrayna’nın değil, birçok şeyin yeniden paylaşıldığı, düzenlendiği bir süreç şeklinde ilerlediğini gösteriyor. Bu nedenle iki haftayı aşkın bir süredir üzerinde pazarlıkların yapıldığı 28 madde üzerinde kolay ve hızlı bir uzlaşmanın çıkması zor görünüyor. Üstelik savaş uzadıkça ABD her halükarda kazanmaya devam ettiği için acelesi de yok. Ortada tam da tüccarların sevdiği bir tablo mevcut.

Dördüncü yılını dolduracak savaşın en çok ABD’nin işine yaradığı ortada. Bu süreçte Avrupa ülkelerini sadece kendi emperyalist çıkarlarına yedeklemekle kalmayan ABD, aynı zamanda öncesine göre çok fazla silah, doğal gaz, petrol satarak muazzam kârlar elde etti.

Barış görüşmelerinin yapıldığı şu dönemde Avrupa ülkeleri, ABD lehine işleyecek kararlar almakta sakınca görmüyorlar. Avrupa Parlamentosu ve AB ülkeleri, ocak 2027’den itibaren Rusya’dan doğal gaz ve petrol alımının yasaklanması kararını kesinleştirdi. Savaşla birlikte Almanya başta olmak üzere birçok AB ülkesi, yaptırımlardan ötürü Rusya’dan doğal gaz ve petrol almayı durdurmuştu. Yeni karar, halen almaya devam eden Macaristan ve Slovakya gibi ülkeler için de geçerli olacak. Rusya’dan doğal gaz ve petrol alımı düştükçe ABD’nin ihracatı artıyor. Petrol yaptırımlarının sertleştirilmesinin bir yönünü bu oluşturuyor.

ABD, daha fazla petrol ve doğal gaz satmakla kalmadı, Ukrayna’ya verilen silahlardan da kazanmaya devam etti. Hafta içinde NATO ülkeleri, Ukrayna’ya Purl Girişimi (öncelikli ukrayna gereksinimleri listesi) aracılığıyla 4 milyar dolarlık ek silah yardımında bulunmayı kararlaştırdı. Silahların çoğu ABD’den satın alınacak. Almanya ABD’den silahların alınması için 200 milyon avro verecek. Ukrayna’ya gönderilen silahların ABD’li silah tekellerinin kasasını doldurduğu hafta başında Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) tarafından açıklanmıştı.

Barış görüşmelerine rağmen Avrupa’da yapılan hazırlıklar ve alınan yeni kararlar, ABD-Rusya-Ukrayna arasında bir anlaşmanın sağlanması durumunda bile Avrupa’nın Rusya tehdidini kullanmaya devam edeceğini gösteriyor. En azından hava bu yönde.

Putin’in pek çok kez Avrupa’ya saldırı olmayacağı yönündeki açıklamaları da bu nedenle pek dikkate alınmıyor. Putin en son Avrupalıları müzakerelere dahil etmesine hazır olduğunu belirtirken, “Avrupa ile savaşmaya niyetimiz yok, bunu 100 kez söyledim. Ancak Avrupa savaşmak istiyorsa ve savaşmaya başlarsa, biz de buna hazırız” dedi. Alman basınında cümlenin birinci bölümü değil, ikinci bölümündeki meydan okuma tehdit olarak verildi.

Halbuki bu müzakere sürecinde Avrupa’nın yapması gereken Rusya ile ayrı bir saldırmazlık anlaşması imzalamaktır. Avrupa’ya savaşmaya niyetli olmadığını söyleyen Putin’e Avrupa için tehdit oluşturmayacağına dair bir anlaşma imzalatmak hem Avrupa hem de Rusya halklarının yararına. Aksi takdirde, Rusya’nın bir gün Avrupa’ya saldıracağı iddiası uzun bir süre gündemde kalmaya devam edecek. Böylesine bir anlaşma elbette savaştan ve gerilimden beslenen ülkeler ve tekellerin işine yaramayacaktır. Bu nedenle, Putin’in çağrısını ciddiye alıp, ayrı bir müzakere süreci başlatmayı gündemlerine almıyorlar.

Öte yandan Trump, aralarında Hindistan ve Türkiye’nin olduğu ülkelere, Rus petrolünü dünya piyasalarına pompalamaktan vazgeçme çağrısında bulunmuştu. Aksi takdirde ambargoların geleceğinin mesajı da verilmişti. Geçen hafta iki Rus gemisinin Türkiye açıklarında hedef alınması da bu mesajın devamı olarak okunabilir. Ukrayna tarafından vurulan Kairo ve Virat gemilerinin 70 milyon dolar değerlinde petrol taşıma kapasitesine sahip olduğu ileri sürüldü. Boş petrol gemilerine yönelik saldırı Türkiye’yi rahatsız etti. Dışişleri Bakanı Fidan konuyu çarşamba günkü NATO dışişleri bakanları toplantısına taşıyarak, savaşın Karadeniz’e yayılma endişesi içinde olduklarını söyledi, Bulgaristan ve Romanya ile birlikte Karadeniz’deki güvenliği sağlamak istediklerini bildirdi. Ancak petrol gemilerine yönelik saldırı, başta Türkiye olmak üzere Rusya’dan petrol almaya devam eden ülkelere verilmiş önemli bir mesaj.

Her ne kadar, Ukrayna istihbarat örgütü SBU saldırının kendileri tarafından “Sea Baby” insansız hava araçlarıyla yapıldığını açıklasa da, bu saldırının ABD’den habersiz yapılmadığı da söylenebilir. Zira, Ukrayna’daki savaşın istihbarat ayağının ABD’nin kontrolünde olduğu başından beri biliniyor. Daha önce de benzer şekilde seyir halinde olan petrol gemilerinin şimdi, hem de Türkiye kıyılarında hedef alınmasının zamanlaması da tesadüf değil, olamaz.

Trump’ın çağrısını yaptığı “petrol ambargosu” artık daha sıkı bir şekilde işletilecek gibi görünüyor. Saldırıyla bir taraftan müzakerelerin ortasındaki Putin’e ekonomik baskı mesajı verilirken, diğer taraftan dünya piyasalarına ucuza pompalanan Rus petrolünün Exxon gibi ABD tekellerinin daha fazla kâr etmesinin önüne geçtiği mesajı veriliyor. Dahası, pazarlanması gereken Rus petrolü varsa onu da zaman içinde Exxon ve diğerleri üstlenebilir.

 Tetikçi -Özer Akdemir- 

Gazetemiz İzmir Bürosuna yapılan silahlı saldırı ile ilgili açılan davanın 3 Kasım tarihinde yapılan ilk duruşması en az 100 kişinin sığabileceği büyüklükteki salonda yapılmış ve salon tamamen dolmuştu. İkinci duruşmanın yapıldığı salon ise oturarak 10, ayakta dikilenlerle taş çatlasın 25-30 kişiyi alabilecek hacimde, küçük bir salondu. Kare şeklinde, üçte ikisini mahkeme heyetinin kürsüsü, sanıkların duracağı alan ve karşılıklı avukat masalarının kapladığı havasız salon, avukatlar, gazeteciler, gazetemize desteğe gelen kurum temsilcileri ve okurlarımızla ağzına kadar dolmuştu. İçeri girebilenlerin iki üç katı kadar da salonunun kapısında bekleyenler vardı.

İlk duruşma

İlk duruşmada, şikayetçi ve avukatlara ayrılan masaya geçerken sanık/tanık kürsüsünde, iki jandarmanın arasında ayakta dikilen tutuklu sanık İsa Can Biler’i gördüğümde açıkçası şaşırdım. Yanından geçerken dikkatle yüzüne baktım, acaba yanlış mı görüyorum diye. O da bakışlarıma karşılık verdi bu arada. Tüyü bitmemiş denilen cinsten bir yüz ifadesi olan, gövdesine oranla daha küçük kalmış kafası ile boynu arasında Göktürk alfabesi ile "Türk" dövmesi bulunan (Kolunda da dövmeler olduğunu gördüm sonradan), saçları üç numarayla kesilmiş, pervasız görünmeye çalışan bir ‘çocuk’ bakıyordu bana. Yerimize geçtiğimizde yanımdaki Avukat Barış İpek’e “Bu çocuk daha. Yanlış birisini mi getirmişler!” diye sormuştum o şaşkınlıkla.

Tabii ki gelen doğru kişiydi. 13 Ağustos gece yarısı, Evrensel’in İzmir Bürosunun bulunduğu sokağa sakince, sallana sallana giren, kamera görüntülerine göre (Sokaktaki otoparkçılardan aldık görüntüleri) elinde bir cihaza bakarak (telefon ya da navigasyon benzeri bir şey) büromuzun tam yerini bulan, kapısında ve tabelasındaki “Evrensel İzmir Temsilciliği” yazısına silahını doğrultarak şarjör boşalana kadar 10 el ateş eden, sonrasında da geldiği yöne doğru, dar sokakta koşar adım kaçan şahıs şimdi, sanık kürsüsünde önümüzde dikiliyordu. Kamera görüntülerinde en az 30 yaş civarında gösteren şahıs 2003 yılı doğumlu, 22 yaşında, hâlâ tam çocukluk ve ergenlikten çıkmamış birisiydi.

Ezberletilen hikaye

İsa Can, ilk duruşmada, “Alkollü olduğum için böyle bir şey yapmışım. Başka bir şey hatırlamıyorum” dedi ve güya kendisine ezberletilen bu birkaç cümleyi tekrarlayıp, “pişmanım” diyerek ifadesini bitirdi. Sorulan soruların büyük kısmına “Hatırlamıyorum, bilmiyorum” gibi yanıtlar verdi. Hatırlamadığı şeyler arasında Evrensel’i kurşunladığı silah vardı. Silahı saldırıdan iki ay kadar önce Tepecik’te tanımadığı birinden, 5 bin liraya aldığını, olaydan sonra ise Bayraklı tarafında boş bir araziye attığını, arazinin neresi olduğunu hatırlamadığını iddia ediyordu. Yine saldırıdan birkaç saat önce kapatıldığı anlaşılan cep telefonunun da düşüp kırıldığını ama nerede düştüğünü de hatırlamıyordu.

Tetikçinin bunları hatırlamaması normal bir bakıma. Kendisine öğretilen ifade anlaşıldığı kadarıyla bu yönde. Yoksa gerek görüntüler gerekse anlattığı “Sarhoştum nereye ateş ettiğimi bilmiyorum” hikayesinin akıl ve mantıkla açıklanacak bir hali, hukuksal terimlerle ‘Yaşamın doğal akışı içinde kabul edilebilir bir tarafı’ yoktu.

Tetikçinin hatırlamadığı kurşunlama olayında gizli kalan tüm karanlık noktaları aydınlatacak olan polisin araştırması, savcılığın tahkikata vereceği yöndü. Oysa polis daha olay olduğu andan itibaren olayı adeta örtbas etmek için her şeyi yaptı. Sanki gazete kurşunlamak sıradan bir olaymış gibi son derece lakayıt bir soruşturma yürüttü. Kurşunlanan gazetenin muhabirlerinin, temsilcisinin (benim) tüm adres bilgileri ellerinde olmasına rağmen saldırı haber verilmedi. Olayı sabah gazeteyi açmaya gittiğimizde komşu esnaflardan öğrendik.

İlk duruşma sonucunda İsa Can’ın tutukluluk halinin devamına, onu aracıyla getiren Halil İbrahim Yapıcı’nın ise adli kontrolle tutuksuz yargılanmasına karar verildi. Mahkeme başkanı İsa Can’ın tutarsız, mesnetsiz açıklamalarını yeterli bulmadı ve savcılığa soruşturmanın genişletilmesine dair yazı yazılmasına karar verdi.

İkinci duruşma

İkinci duruşmanın yapıldığı o dar salonda duruşma toplam yarım saat bile sürmedi. İsa Can da, İbrahim Halil de “Söyleyecek bir şeyimiz yok” dediler. İsa Can’ın avukatı “Müvekkilim mala zarar vermekten yargılanıyor. Çok bile yattı, tahliye edilmeli. Zaten zararı da karşıladık” dedi. Hakime hanım bana dönüp “Zararınız karşılandı mı” diye sorunca (Ki karşılanan hiçbir şey yok bu arada); “Biz işin parası, pulu kısmında değiliz. Bu olayın arkasında kimler var, hangi karanlık güçler var ortaya çıkarılmasını istiyoruz. Görüntüler açık. İsa Can bir tetikçi! Onun eline silah verip ‘Git Evrensel’in İzmir Bürosunu kurşunla’ diyenlerin ortaya çıkarılması lazım” dedim. İsa Can bu sözlerime alınmış olacak ki kendisine sorulduğunda “Tetikçi değilim. Tetikçi olsam planlı yapardım bu işi. Ben tetikçiye benziyor muyum?​” dedi. 

Duruşma sonunda savcı, İsa Can’ın tahliyesini istedi. Toplanmasını istediğimiz hiçbir delil (birkaç aylık HTS kayıtları, banka hesap hareketleri, MOBESE kayıtları vs.) yoktu dosyada. Hakimin soruşturmanın genişletilmesine dair kararının da gereği yapılmamış, ilk duruşmada olduğu gibi bomboş bir dosya vardı önümüzde. Velhasıl, bu boş dosyaya bakan mahkeme, delil karartmaya saldırıda kullandığı silahı ve cep telefonunu yok ederek daha ilk günden başlayan tutuklu sanığı, ‘Delil karartma olasılığı yok’ diye tahliye etti. Tahliye kararı çıktıktan sonra sanığın yanında bulunan astsubayın İsa Can’a yönelik memnuniyetle gülümseyen yüz ifadesinin bizlere doğru döndüğünde birdenbire müstehzi bir hal alması da çok manidardı gerçekten!

Saldırıyı yaptıranları tahmin edebiliyoruz

Gazetemize yapılan bu saldırının arkasındakileri HTS kayıtlarına bakarak biz tahmin edebiliyoruz. Bunu gerek mahkemede gerekse sonrasında yaptığımız basın açıklamalarında dile getirdik. Gerisini yapmak, bizim işaret ettiğimiz bu grubu-kişileri bulmak polisin ve savcılığın işi. Polis ve savcılık istese dakikasında bu kişileri-grubu ortaya çıkarır. Çıkarmak istemiyorlar belli ki! 

HTS kayıtlarında gazetemizi kurşunlatanlar olduğunu tahmin ettiğimiz sermaye grubunun üyeleri ile tetikçi İsa Can’ın iletişim içinde olduğunu tespit ettik. Bu kayıtlara göre, İzmir’de AKP-MHP ile siyaseten bağlantıları olan bu grup üyelerinden bazıları İsa Can’la sıkça telefonla görüşmüşler. Üstelik bu tür mafyavari işlerde sıkça karşımıza çıkan hemşehrilik ilişkileri de vardı aralarında.

Şüphelendiğimiz bu kişilerin adları, aralarındaki ilişki avukatlarımız tarafından İsa Can’a da sorularak tutanaklara geçirildi. İsa Can bu kişilerle ilgili “can ciğer arkadaşlarım” dedi. Polis ise isim vererek soruşturulsun talebimize rağmen, iktidar ortağı iki partide üst düzey siyasetçilerle akraba olan bu kişilerle ilgili hiçbir araştırma yapmadı ya da yapamadı!

‘Ben tetikçiye benziyor muyum?​’

Sonuçta tam da bu nedenle, mahkemede “Ben tetikçiye benziyor muyum?​” diye sorma cüretini kendinde buldu İsa Can. İzmir’in göbeğinde, bir gazetenin bürosuna 10 el ateş edip kaçan, yüzlerce MOBESE kamerasının olduğu yerden elini kolunu sallayarak uzaklaşan, birçok ülke konsolosluklarının bulunduğu bir bölgede şarjörde mermi kalmayana kadar silahını boşaltıp izini kaybettiren, polis tarafından yakalan(a)mayınca iki gün sonra kendisi gidip teslim olan, hiçbir işte çalışmamasına rağmen en pahalı markadan telefonunu olay gecesi yanlışlıkla kıran, saldırıdan birkaç ay önce altına bir araba çeken, ‘Sarhoştum, silahı, cep telefonunu nereye attığımı hatırlamıyorum’ diye ifade veren ve bu ifadeye de itibar edilen birine ‘tetikçi’ diyerek haksızlık mı yapıyoruz sahi?

Polisin kayıp silahın peşine düşmediği, merak edip bir tek MOBESE görüntüsünü bile izlemediği, banka hesap hareketlerini araştırmaya dahi gerek görmediği bir olayda, tetiği çeken İsa Can mı tek suçlu olan? Tetiği çeken mi, çektiren mi, onlara bu alanı açanlar mı bu işin sorumlusu?

Geldiğimiz noktada görüyoruz ki; gazetemizi kurşunlayan İsa Can Biler’in sırtının sıvazlanarak ‘eline sağlık’ denmediği ya da Hrant Dink’in katili Ogün Samast’a yaptıkları gibi Türk bayrağı önünde hatıra fotoğrafı çektirmedikleri kaldı bir!.. 

/././

EVRENSEL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

2026 bütçe görüşmeleri - Cumhurbaşkanı Yardımcısı Yılmaz: İyi ki Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi var, iyi ki Recep Tayyip Erdoğan var-T24-

"Türkiye 23 yılda 5,4 büyümüş. Dünya ortalamasından her yıl 1,9 puan daha fazla büyümüş. Bu başarı değilse nedir, performans değilse pe...