soL "Köşebaşı + Gündem" -11 Aralık 2025-

 'Partiler üstü' bir örgütlenme ağı: NATO’cu gençlik kuluçkada -Ercan Küçük- 

"Uluslararası vizyon" vaat edilen bu gençler çekirdekten mandacı düşünce ile yetişiyor. Beyinleri halkımızın çıkarlarından ziyade, Transatlantik ittifakının önceliklerine göre formatlanıyor. Aldıkları eğitimlerle, edindikleri ilişkilerle, ballı bir kariyer planlamasıyla NATO’nun siyasi geleceğe yaptığı yatırım sonuçlarını veriyor.

Türkiye’de milliyetçi, liberal, muhafazakâr veya sosyal demokrat fark etmeksizin düzen siyaseti her meşrepten Amerikancı ve NATO’cu üretmeye devam ediyor. Her geçen yıl etkisi artan ve giderek dizginsiz hale gelen bu işbirlikçi anlayış, düzen siyaseti içinde sık kullanılan deyimle adeta “siyasetler üstü” bir niteliğe sahip. Bu politik atmosferin oluşmasında tarihsel olarak elbette çok köklü iktisadi, siyasi, askeri bağımlılık ilişkileri uzanıyor. Fakat bunlara eşlik eden, nesilden nesile yürütülen, her yeni dönemde ve tüm olası iktidar bileşimleri için Amerikancılığı garantiye almayı amaçlayan ince işlenmiş bir gençlik yapılanması da dikkat çekiyor.

Transatlantik merkezli bu tür gençlik ağlarında ilk bakışta öne çıkan figürler İYİ Parti, Zafer Partisi gibi partilerle bağlantılı görünse de elbette bunlarla sınırlı kalmıyor. Daha derinde, düzen içi partiler ve ideolojiler arasında kesin çizgiler gözetmeyen, Türkiye siyasetinin geleceğini ipotek altına almak üzere oldukça geniş bir alanda yatırımlar yapan, çok boyutlu bir NATO operasyonu bulunuyor.

Milliyetçi Kongre Derneği’nden Hariciye.org’a, Türk Atlantik Konseyi’nden Toplum Çalışmaları Enstitüsü’ne ve üniversiteli gençliği hedefleyen daha küçük ölçekli topluluklara kadar pek çok platformda farklı çevrelerden gençler aynı eksende buluşturulmak isteniyor. Transatlantik politik aklın kavramlarıyla eğitilen genç kadroların uzun vadede etkili siyasi-entelektüel figürlere dönüştürülmesi hedefleniyor.

Bir kanalın merkezinde Milliyetçi Kongre

1 Eylül 2023’te kurulan Milliyetçi Kongre Derneği bu geniş NATO’cu gençlik ağı içerisinde önemli bir kanal yaratmış görünüyor. Dernekle yolları kesişen kadrolar başka yapılarda aldıkları görevler ve kurdukları bağlantılarla bu kanalı genişletiyorlar.

İYİ Parti’nin genç yıldızı, YATA Türk'ün eski başkanı, foncu Bahadırhan Dinçaslan’dan görevi devralan yeni Başkan T. Aykutalp Arıcı ve ekibinin profili incelendiğinde, "Türk Milliyetçiliği" etiketinin altında, küresel Transatlantik ağlarıyla entegre bir yapı dikkat çekiyor. Zira Arıcı, sadece bir milliyetçi dernek başkanı değil; aynı zamanda Toplum Çalışmaları Enstitüsü Yönetim Kurulu Üyesi.
Peki bu Enstitüde kimlerle beraber? Örneğin Mustafa Veysel Güldoğan ile. Güldoğan kim? Türk Atlantik Konseyi (ATA Türkiye) Başkanı. Yani NATO’nun Türkiye’deki sivil uzantısının bir numaralı ismi. "Milliyetçi" gençliğin "Atlantikçi" bir mutfakta nasıl pişirildiğinin çok somut ve çarpıcı örneklerini görüyoruz. NATO tüm olası ideolojik bariyerleri "sivil toplum" şemsiyesi altında eriterek, en erken yaşlardan itibaren Türkçü bir gencin ufkunu Batı güvenlik mimarisine entegre ediyor.

Derneğin kurucuları ve yöneticileri arasında yer alan pek çok başka isim de doğrudan transatlantik bağlantılı kişi ve kurumlarla çalışıyorlar. Türk Atlantik Konseyi Genel Sekreteri Emir Abbas Gürbüz’ün çalışma arkadaşları, Hür Dergi vb. liberal neşriyatın eski-yeni kadroları MKD içinde faaliyet yürütüyor.

Hariciye.org ve YATA

NATO'nun sivil yapılanmasında kullandığı önemli araçlardan biri daima düşünce kuruluşları(Think-Tank) oldu. Hariciye Dış Politika ve Güvenlik Araştırmaları Merkezi bu bağlamda “genç” ve oldukça önemli bir girişim. Misyonunu açıkça "Transatlantik bağları güçlendirmek" olarak ilan eden bu yapı, farklı partilerden oldukça geniş bir siyasi ideolojik yelpazeden gençleri bünyesinde topluyor ve NATO tedrisatından geçiriyor. DEVA Partisi kurucusu Deniz Karakullukçu, İyi Parti kökenli pek çok isim, milliyetçi dernek yöneticileri, liberal ve sosyal demokrat eğilimli gençler Hariciye.org ekibinde. Kurucu Direktör Emir Abbas Gürbüz Türk Atlantik Konseyi’nin de Genel Sekreteri. Böylece iki kurum arasında neredeyse organik bir köprü kurulmuş durumda. Yayın kurulunda yer alan diğer isimler ve editörler de YATA (Türk Atlantik Gençlik Konseyi) çevresiyle yakın.

YATA Türkiye, NATO’nun Türkiye’deki konumunun güçlendirilmesi hedefiyle çalışan Türk Atlantik Konseyi’nin gençlik yapılanması. Bugün Türkiye’de farklı partilere mensup onlarca genç ismin ortak durağı. YATA’nın son başkanları olan Selin Yılmaz ve Mustafa Eracar ise yalnızca NATO’culukta değil, mesleki alanda da Gürbüz’le aynı yoldan yürüyor, Gürbüz'ün hukuk bürosunda staj yaptıkları biliniyor.

NATO Türkiye’de İyi Partili, DEVA’lı, AKP’li veya CHP’li aramıyor. NATO, kendi stratejik çıkarlarını içselleştirmiş, partisi ne olursa olsun "Atlantik eksenli" düşünen bir elit kadro yaratıyor.

Bir Başka Think-Thank TÇE

Toplum Çalışmaları Enstitüsü bu transatlantik sivil örümcek ağı içerisinde saydığımız ve sayamadığımız pek çok yapının yoğun şekilde beslendiği ve ilişkide olduğu bir merkez olma özelliğinde. Yönetim kadrosu da adeta bir Atlantik Koalisyonu: Enstitü Başkanı İyi Parti Gençlik Kolları eski Başkanı Osman Ertürk Özel, TAK Başkanı Mustafa Veysel Güldoğan, TEPAV’cı Hüseyin Raşit Yılmaz ve MKD yeni Başkanı Aykutalp Arıcı… 

NATO'nun “Kamu Diplomasisi" şemsiyesi altında siyasi kimliklerden bağımsız, uzun vadeli bir eğitim ve ortaklık platformu!

Genç NATO’cular Yetişiyor

Türkiye’deki NATO’cu ekosistem içinde gençler yalnızca “fikir” değil, iş-güç, uluslararası çevre, güçlü bağlantılar da edinmiş oluyor. Genç hukukçular, siyaset bilimciler; Brüksel’deki NATO koridorlarında veya Türkiye’deki gösterişli ofislerde, “prezantabl” düşünce kuruluşlarında “ağ”a dahil oluyorlar. Bu klasik bir siyasi örgütlenmeden çok daha güçlü bir "bağımlılık ve aidiyet" ilişkisi yaratıyor olsa gerek.

Farklı partilerden gelen genç isimler, aynı bürolarda, aynı analiz merkezlerinde, aynı programlarda yetişiyor. NATO zirvelerinde Cumhurbaşkanı Erdoğan veya Dışişleri Bakanı Fidan ile aynı kareye giren YATA Int. Eski Başkanı ve ATA Int. Yönetim Kurulu üyesi Selin Yılmaz ve Mustafa Eracar gibi gençler, bugünün "genç katılımcıları" ama yarının potansiyel milletvekilleri, bakanları veya diplomatları olarak hazırlanıyorlar.

“Uluslararası vizyon" vaat edilen bu gençler çekirdekten mandacı düşünce ile yetişiyor. Beyinleri halkımızın çıkarlarından ziyade, Transatlantik ittifakının önceliklerine göre formatlanıyor. Aldıkları eğitimlerle, edindikleri ilişkilerle, ballı bir kariyer planlamasıyla NATO’nun siyasi geleceğe yaptığı yatırım sonuçlarını veriyor. NATO vesayetinin daima güçlü kalması için Partilerin dış politika birimleri, danışman kadroları, politika komisyonları, düşünce kuruluşları hep bu gençlerle istihdam ediliyor.

Sonuç, bir haberin içeriğine sığdırılamayacak boyutlarda, “sivil toplum” maskesi altına gizlenmiş bir 5. kol faaliyeti! Siyaset değişiyor, partiler gelip geçiyor fakat Türkiye’nin "derin aklını" batıya zincirlemeyi hedefleyen “siyaset üstü” operasyonlar da NATO eliyle yürümeye devam ediyor. Farklı düzen içi ideolojilerin maskesi altında, özünde aynı düşünce kalıplarına dayanan, aynı öncelikleri benimseyen, aklını, yüreğini, haysiyetini kiraya vermiş bir gençlik yetiştiriliyor.

/././

 Mücadeleci bir akademisyen Necdet Bulut: Sosyalizm kavgasına verdi kendisini... 

1980 darbesine giden süreçte faşistler tarafından katledilen Necdet Bulut, Türkiye’nin bilgisayar alanında doktora yapan ilk bilim insanıydı. Başarılı bir akademisyen olan Bulut aynı zamanda TİP üyesiydi ve son anına kadar sosyalizm mücadelesini sürdürdü.

Bundan 47 yıl önce, 26 Kasım 1978 gecesi faşist tetikçilerce çapraz ateşe tutarak yaralanan ve 8 Aralık 1978’de yaşam mücadelesini kaybeden Necdet Bulut, aydın bilim insanlarından biriydi. ODTÜ öğretim üyesi olan Necdet Bulut’u katletme girişiminin ve “doktor hatası” sonucu ölümünün arkasında kimlerin yer aldığı sorusu ise halen cevapsız.

İlk bilgisayar doktoru

Necdet Bulut, Türkiye’nin bilgisayar alanında doktora yapan ilk bilim insanıydı. İstanbul Üniversitesi Jeofizik Bölümü’nü 1960 yılında tamamlamış, bir süre endüstride çalıştıktan sonra ODTÜ Elektronik Hesap Bilimleri Bölümü’ne programcı olarak girmişti. 1970 yılında ABD’de doktora çalışmasına başlayan Bulut, doktora derecesini aldıktan sonra ODTÜ’ye dönerek, yardımcı profesör olmuştu.

Necdet Bulut’un ODTÜ’lü dönemi, bu aydın bilim insanının akademik hayatını siyasi mücadeleyle birleştirdiği zamanları yansıtıyor. TÜTED (Tüm Teknik Elemanlar Derneği) ve TÜMÖD’ün (Tüm Öğretim Üyeleri Derneği) kurucuları arasında olan Bulut, Türkiye Bilişim Derneği’nin de başkanlığını yaptı.

14 Şubat 1977’de Hasan Tan’ın ODTÜ rektörlüğüne getirilmesiyle başlayan dönem, solcu öğrencilerin ve işçilerin öldürüldüğü, öğretim üyelerinin yoğun tehditler ve baskılar altında eğitim yapmaya çalıştığı bir ODTÜ yaratmıştı. ODTÜ Bilgisayar Merkezi’nin başına ülkücü bir ambar memurunun atanmasıyla merkez çalışanlarının işlerine son verildiği ve yerlerine yaklaşık 700 militan ülkücünün işçi statüsüyle işe alındığı bu dönemde, ilerici mücadelenin ön saflarında yer alan Necdet Bulut, o zamanlar Üniversite Konseyi’nde yardımcı profesörlerin temsilci üyeliğini yapmıştı. 1977 genel seçimlerinde, Türkiye İşçi Partisi’nin İzmir milletvekili adayı olmuştu.

Siyasi mücadelelerinin yanı sıra akademik alandaki çalışmalarını sürdürmeye çalışan Necdet Bulut, 1978 yılında ODTÜ’den izinli olarak Karadeniz Teknik Üniversitesi Hesap Bölümleri Başkanlığı’na getirildi ve bu üniversitenin bilgisayar merkezinin kurulması için çalışmalarına başladı. Aynı zamanda TİP’in Trabzon il örgütünün de kuruculuğunu yaptı.

Düzen, tetikçilerini sakladı

26 Kasım gecesi Trabzon’daki lojmanının girişinde, eşi ve oğlunun da içinde bulunduğu arabası çapraz ateşe alındı. Eşi ve oğlu hafif yaralanırken, kendisi ağır yaralanmıştı. Özel uçakla Ankara’ya getirilen Necdet Bulut, 8 Aralık’ta Hacettepe Hastanesi’nde yaşamını yitirdi.

Necdet Bulut’un ağır yaralanmasıyla ölümü arasında geçen zamanda, kapatılmaya çalışılan bir suikast ile ortadan kaldırılmaya çalışılan bir aydının halen açığa çıkmamış hikayesi var.

İlk mahkeme kararına göre, Necdet Bulut’a ateş eden ve mahkeme dosyasına göre MHP’nin gençlik örgütü Ülkü Ocakları yöneticileri ve üyeleri olan üç tetikçi 15’er yıl, onları azmettiren üç Ülkü Ocakları üyesi ise müebbet hapse mahkum oldular. Ancak Askeri Yargıtay, Bulut’un ölümünde “tıbbi hata” saptadığından bu kararlar bozuldu ve yargılama, yeterli kanıt bulunamadığından dolayı, 1985’te beraatla sonuçlandı. Sonuç olarak, Necdet Bulut’u ülkücü tetikçilerin ve onların azmettiricisi olan örgütlü faşizmin öldürdüğüne değil doktor hatasının öldürdüğüne karar verilince, Bulut’u öldürmeye çalışanlar yaralama suçundan birkaç yıl yatıp, ellerini kollarını sallayarak çıkmış oldular.

Necdet Bulut’un vurulmasından bir hafta sonra ise Pol-Der Trabzon Şubesi Başkanı, TİP İl Başkanı Işıtan Gündüz’ü arayarak, Necdet Bulut saldırısına dair açıklama yapacağını söylemiş ve bir buluşma ayarlanmıştı. Ancak Pol-Der Başkanı bu buluşmadan önce vurularak yaralandı, daha sonra da görev yeri değiştirildi. Pol-Der’li polisi vuranların kim olduğu da halen şüpheli. Bu sırada, Necdet Bulut’un vurulmasından sonra olay yerine giden polislerin bulduğu boş kovanlar, nasıl olduysa kaybedildi.

Bu arada Necdet Bulut’un Ankara’ya getirilmesinden sonra hastanede geçen iki haftasına dair büyük kuşkularını daha önce anlatmış olan eşi Neşe Erdilek şunları söylemişti: “8 Aralık 1978 tarihinde vefatına kadar eşim, bilinci yerinde olarak ancak gün gün midesi, ciğerleri, böbrekleri iflas ederek, makinelere bağlı acı çekerek tükendi”.

Neşe Erdilek, Necdet Bulut’a özel uçakla Ankara’ya getirilirken “bir şey olmaz” denilerek sütlü kahve içirildiğini, ancak karın operasyonlarında ağızdan bile hiçbir sıvı alınmaması gerektiğini Bulut’u ameliyat edecek iki cerrahın bilmemesinin mümkün olmadığını söylüyor. Erdilek, Necdet Bulut’a yapılacak cerrahi müdahalenin bilerek geciktirildiği konusunda ciddi kuşkulara sahip. O sırada Mehmet Haberal’ın Hacettepe Hastanesi’ndeki sekreterinin Mehmet Ali Ağca’nın kız kardeşi olduğunu öğrenmesi bu kuşkularını pekiştirmiş.

Necdet Bulut’un katledilişinin ardından KTÜ senatosu, üniversitenin bilgisayar merkezini “Dr. Necdet Bulut Bilgisayar Merkezi” olarak adlandırmıştı. ODTÜ’de ise üçlü amfi olarak bilinen binaya “Dr. Necdet Bulut Amfisi” adı verilerek, binanın giriş kapısına bu ismi belirten bir mermer levha konulmuştu. Ancak 1980’le tescillenen örgütlü faşizm, bu isimlerden de rahatsız olunca, KTÜ’de merkezden Necdet Bulut adı silindi ve ODTÜ’deki levha Rektör Mehmet Gönlübol tarafından herhangi bir gerekçe gösterilmeden söktürüldü. ODTÜ Öğretim Üyeleri Derneği’nin ısrarcı girişimleri ile 2005 yılında Necdet Bulut ismi yeniden U3 amfisindeki yerini buldu.

Faşist saldırıyla katledilen başka bir aydının, Uğur Mumcu’nun, Necdet Bulut’un ardından 10 Aralık 1978’de Cumhuriyet gazetesine yazdığı yazıdan birkaç cümleyle bitirelim: “Bir kanlı tabut daha... Dr. Necdet Bulut! Yürekli, namuslu, yiğit bir aydın, sosyalizme inanmış bir bilim adamı... O da gitti. Faşist kurşunlarla yaptığı yaşam kavgasında yenik düşüp kırk yaşında bir kanlı tabuta girerek ayrıldı aramızdan. Bilgisayar uzmanıydı. İsteseydi, çokuluslu şirketlerde her ay yüzbinler kazanacak bordrolara imzasını atabilirdi. Bunları, bu gibi kazanç kapılarını eliyle kilitleyerek, demokrasi ve sosyalizm kavgasına verdi kendisini. (...) Rahat uyu Necdet! Bir gün gelecek, faşist katillerin ağa babaları, akan ve akıtılan kanlarda boğulacaklardır. Er ya da geç, ama bir gün mutlaka...”

Necdet Bulut’un hayatı, mücadelesi ve katledilişine dair bilgiler Orhan Tüleylioğlu’nun “Neden Öldürüldüler?” başlığı altında, aydın cinayetlerine dair derlediği kitaptan alınmış; kapsamlı bir çalışma Yazılama Yayınevi tarafından yayımlanan "Karanlığın Katlettiği Bir Bilim İnsanı: Necdet Bulut" kitabında yer almıştır.

/././

 Adıyaman'da deprem konutlarını su bastı: 'Bardağı taşıran son damla' -Özkan Öztaş- 

Adıyaman Gölbaşı'nda "güvenli" denilen TOKİ konutlarını ilk yağmurda su bastı. Şehirden uzak, ulaşımın zor olduğu konutlarda altyapı yok. Yurttaşlar, "Sorumluluk alan yok ama aidat isteyen çok" diyerek yetki karmaşasına ve ihmale isyan etti.

Adıyaman'ın Gölbaşı ilçesinde 6 Şubat depremlerinin ardından inşa edilen ve "güvenli" denilerek teslim edilen TOKİ konutları, ilk ciddi yağışta sınıfta kaldı. Şiddetli yağmurun ardından zemin katları su basarken, üst katlarda da tavan ve duvarlardan sızan sular yurttaşları çileden çıkardı. Depremzedeler, yaşadıkları mağduriyeti ve konutlardaki yapısal sorunları soL'a anlattı.

Depremin üzerinden geçen yaklaşık üç yıla rağmen barınma sorunu nitelik değiştirerek devam ediyor. Gölbaşı'ndaki TOKİ konutlarına yerleşen aileler, altyapı yetersizliği ve baştan savma işçilik nedeniyle kendilerini yeni bir "afet" ortamında buldu.

İhale zinciri ve kötü malzeme

Konutlardaki sorunların temelinde, inşaat sürecindeki denetimsizlik ve kâr hırsı yatıyor. Depremzedelerin aktardığı bilgilere göre, inşaatı hızlandırmak adına ince işçilikten büyük ölçüde taviz verildi. İhaleyi alan ana firmaların işi daha ucuza mal etmek için alt taşeronlara devretmesi, kullanılan malzemenin kalitesini düşürürken işçiliğin de özensiz yapılmasına neden oldu.

Son üç-dört gündür Adıyaman genelinde etkili olan yağışlar, bu özensizliği gözler önüne serdi. Birçok binanın zemin katını su basarken, üst katlarda oturanlar da tavan akması ve duvar sızıntılarıyla mücadele ediyor. Depremzedelerin paylaştığı görüntülerde, sorunun münferit bir olay olmadığı, hemen hemen her blokta benzer manzaraların yaşandığı görülüyor.

Şehirden uzak, sorunlara yakın

soL'a konuşan bir depremzede, konutların konumuna ve yaşattığı hayal kırıklığına dikkat çekerek şunları söyledi:

"TOKİ konutlarını zemini daha sağlam diye şehrin 7-8 kilometre dışına yaptılar. Tek tesellimiz 'evler iyi yere yapıldı, artık sağlam olacak' düşüncesiydi. Ancak daha yağan ilk yağmurda evleri su basınca şaşkına döndük. Sadece su basması da değil; kimisinin ısınmada, kimisinin elektrik tesisatında bir sürü sorunu var. Biz evlerin içinde yaşarken sanki bir yandan da şantiye hali devam ediyor."

Konutların şehir merkezine uzaklığı, aracı olmayan aileler için işe gitmeyi ve temel ihtiyaçları karşılamayı bir eziyete dönüştürmüş durumda. Ulaşım imkanlarının yetersizliği, bölgedeki yaşamı daha da zorlaştırıyor.

Yağan yağmurun ardından Adıyaman Gölbaşı ilçesinde inşa edilen TOKİ konutlarının zemin katı.

'Kimse sorumluluk almıyor ama aidatlarımızı tıkır tıkır alıyor'

Depremzedelerin en büyük şikayetlerinden biri de karşılarında bir muhatap bulamamak. TOKİ bölgesinin Gölbaşı ilçe sınırlarının hemen bitiminde yer alması, yetki karmaşasına ve bürokratik bahanelere kapı aralıyor.

Yurttaşlar, yaşadıkları yetki krizini şu sözlerle anlatıyor:

"Bazen bir konu oluyor, altyapı sorunu ya da durak talebi gibi. İlçe belediyesine gidiyoruz, 'Orası bizim yetki sınırımız dışında, köy statüsünde' diyorlar. İl belediyesine soruyoruz, onlar da topu ilçeye atıyor. Kimse sorumluluk almıyor. Buranın muhatabı kimdir belli değil. Ama iş aidata zam yapmaya veya parayı toplamaya gelince tıkır tıkır almasını biliyorlar."

Aidatlar 890 liradan 1200 liraya çıktı. Ama depremzedelerin verdiği aidatlar dışında düzenli ilerleyen bir şey yok. 

Kışın sıcak ve yaşanabilir bir ev hayali kuran depremzedeler, depremin yaralarını sarmaya çalışırken hala en temel barınma sorunlarıyla boğuşmaktan yorulduklarını ifade ediyor. Yetkililerden bahaneler değil, acil ve kalıcı çözümler bekliyorlar.

/././

 Hasan İmamoğlu'nun ‘komünizm’ sanrıları: ‘Kendi yarattıkları antikomünist şebeke tarafından vuruluyorlar’-Aslı İnanmışık- 

İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun babası, oğluna yönelik operasyonların hukuksuzluğunu anlatırken “Komünizm gelmesin diye mücadele ettiğim için çok pişmanım, meğer komünizme gerek yokmuş” dedi. Baba İmamoğlu’nun tuhaf çıkışını soL için Prof. Dr. Cangül Örnek, gazeteci-yazar Orhan Gökdemir ve Dr. Fatih Yaşlı değerlendirdi.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun babası Hasan İmamoğlu, dün Sözcü gazetesine verdiği röportajda, şirketlerine yönelik başlatılan incelemeler ve kayyım atamalarına dair çarpıcı, bir o kadar da Türkiye sağının zihinsel haritasını ortaya koyan açıklamalarda bulundu.

ANAP’ın Trabzon teşkilatı kurucularından olan, Turgut Özal geleneğinin sıkı takipçisi ve bir patron olan Hasan İmamoğlu, kendi sağ siyasi geleneğinin bugün dönüp dolaşıp kendisini vurmasını “komünizm” üzerinden okumaya çalıştı.

Birdenbire şu ana kadar birikimlerimin hepsi devlette. Ömür boyu hep uğraştım; çalıştım. Ülkemize komünizm gelmesin diye mücadele de ettim. Komünizm gelmesin diye mücadele ettiğim için çok pişmanım. Çünkü komünizme gerek yok. İstedikleri zaman komünizm ilan ediliyor. Malınıza mülkünüze el konuluyor. Yapacak bir şey yok.

İmamoğlu’nun bu yaklaşımı Türkiye sağının genetik kodlarını ve “antikomünizm” ezberini bir kez daha tartışmaya açtı. Sağın, kendi yarattığı hukuksuzluk düzeni ayağına dolanınca sığındığı bu söylem bugün ne anlama geliyor? Türkiye’nin yakın siyasi tarihi, devletin ve sermayenin elbirliğiyle büyüttüğü bu “antikomünist" şebekenin faaliyetlerinden bağımsız okunabilir mi?

İmamoğlu, Menderes’ten Özal’a, oradan AKP’ye uzanan ve her aşamasında “komünizmle mücadele” adı altında sola, işçilere ve aydınlanmaya saldıran bir geleneğin temsilcisi. Bugün şikayet ettiği “keyfi el koyma” düzeni, bizzat parçası olduğu o geleneğin inşa ettiği hukuksuzluk rejimi.

Konuyla ilgili soL yazarları Prof. Dr. Cangül Örnek, gazeteci-yazar Orhan Gökdemir ve Dr. Fatih Yaşlı, Hasan İmamoğlu’nun “pişmanlığını” ve sağın antikomünizmle imtihanını değerlendirdi.

Prof. Dr. Cangül Örnek: Antikomünist sağı siyasi geçmişimizden çıkararak bugünlere gelemezsiniz

Hasan İmamoğlu’nun siyasi kökenlerine ve ANAP’ın AKP iktidarındaki öncü rolüne dikkat çeken Prof. Dr. Cangül Örnek şunları söyledi:

“Türk sağının bir kadro kuşağı siyasi deneyimini komünizme karşı mücadele içinde kazanmıştır. 1960’ların ikinci yarısından itibaren hareketin içinde yer alan bu kadrolar, son 40 yıldır Türkiye’yi yöneten kuşaktır. Dünya görüşlerini de sola, işçiler ve öğrenciler başta olmak üzere toplumun farklı kesimlerinin hakları için verdikleri mücadeleye düşman olmak belirlemiştir. Sonraki yıllarda da Türkiye’yi büyük oranda bu siyasi çizginin farklı varyasyonları belirlemiştir: İslamcılar, milliyetçiler, merkezin sağında ve solunda yer alan siyasi hareketler. Bu çizginin bizi nereye getirdiği ortada.

Hasan İmamoğlu’nun 1980 sonrası içinde yer aldığı ve antikomünizmi konusunda kimsenin şüphe duymayacağı ANAP, bugünkü AKP’nin pek çok bakımdan öncüsüdür. ANAP iktidarları, siyasal İslamcılığın devlet içinde örgütlenmesini sağlayan, temel özgürlüklere düşman, insan hakları konusunda korkunç bir sicile sahip iktidarlardı. Türkiye’nin bugüne gelmesinde en önemli basamaklardan biri ANAP’tır.

Başta bu parti olmak üzere antikomünist sağı siyasi geçmişimizden çıkarın bugünlere gelemezsiniz. Sonuç olarak 19 Mart operasyonu da bu dizge içinde mümkün olabilmiştir. Geçmişten bugün için dersler çıkaracak olursak, herhalde en önemli derslerden biri bu olur.”

Orhan Gökdemir: Komünizme düşmanlık bunların dinlerinden önce gelir

Gazeteci-yazar Orhan Gökdemir, İmamoğlu ailesinin tarikat bağlantılarını ve sermaye birikim süreçlerini hatırlatarak, antikomünizmin bu aile için dinden bile önce geldiğini vurguladı.

Gökdemir değerlendirmesini şu sözlerle yaptı:

“Sağcıların ve İslamcıların tamamı istisnasız antikomünisttir. İmamoğlu ailesinin sağcı olduğunu biliyoruz. Yalnız sağcılığın islamcı kanadından mı, ülkücü kanadından mı orasını bilmiyoruz. Hoş ne fark eder, bir tarihten sonra esas olan Türk-İslamcılıktır.

Bildiğimiz şu; “İmamoğlu”, baba İmamoğlu tarafından seçilmiş bir soyadıdır. Önceki soyadları “Müdafa”ydı. Oğlu Ekrem, ilk ve ortaokulu Müdafa soyadıyla tamamladı. Sonra İmamoğlu oldu. İmamlık makbul hale geliyordu, tam zamanında bir değişikliktir. Baba imamlığa pek meraklıydı. Oğlunu Yıldızlı Köyü'nde, yazları, Süleymancıların Kuran kursuna gönderdi. Yeni İmam Ekrem, okuma yazmadan önce ezbere Kuran okumayı öğrendi. Ortaokul yıllarında ilçedeki Süleymancılara ait tarikat yurdunda kaldı. Bunları rastlantı sayamayız. Demek ki baba Hasan’ı da Süleymancı sayabiliriz. Böylece gerçek soyadına ulaşmış oluyoruz. Ekrem Süleyman İmamoğlu’dur.

Son seçimlerde Süleymancılar Ekrem İmamoğlu’nu destekledi. Demek ki öğrencilerini kendilerinden saymaya devam ediyorlar. Süleymancılık, Nakşi kolundan gelmekle birlikte Halidi olmayan tek tarikat. Kürt kökenli olmayan tek tarikat da sayabiliriz. Rumeli kaynaklıdır. Karadeniz’deki etkinliğinin nedenleri buralarda. Ama sonuçta antikomünist bir tarikattır. Varlık sebepleri arasında bu var.

İmamlığın gerisi müteahhitliktir. Beylikdüzü’nde arsa alım satımıyla başladılar, inşaat işine girdiler. Arada köftecilik falan var. Üniversite işi teferruattır. Restoranın müşterilerinin ekseriyeti AKP’liydi. Tayyip Erdoğan da dükkânın müdavimleri arasındadır. Yalnızca Tayyip Erdoğan’la değil Karadenizli büyük müteahhitlerle de tanışıklığı ve iyi ilişkileri vardı. Seçimleri kazandıktan sonra ilk işlerinden biri Mehmet Cengiz’i ziyaret etmek oldu. Koçlara çırak yazıldı, siyasette yükselişleri bu aile sayesinde. Bu tarih antikomünizm olmadan yazılamaz. Komünizme düşmanlık bunların dinlerinden önce gelir.

İmamın oğlu Ekrem saklıyordu. Saklıyor muydu? Tilavetle miting açtı, seçimi kazanınca makamına imam eşliğinde oturdu. Türbe türbe dolaştı, cami önünde basın açıklaması yaptı. Antikomünizme hep laik cumhuriyete düşmanlık eşlik eder. Baba imam acılıydı, saklayamadı, içindekileri kustu. Tayyip Erdoğan’ı pek komünist bulduğunu söyledi. Bunlar, kasabada esnafın cami avlusunda birbirini tanımak için kullandığı parolalardır. Esnaf anladı, Ekrem’e haksızlık edilmiştir. Ama biz de anladık, bunlardan halka hiçbir fayda yoktur!

Dr. Fatih Yaşlı: Kendi yarattıkları antikomünist şebeke tarafından vuruluyorlar

Dr. Fatih Yaşlı ise Hasan İmamoğlu’nun “komünizm” benzetmesinin liberallerin akıl dışı tezleriyle örtüştüğünü belirterek, “malına çöken gücün” bizzat İmamoğlu'nun da parçası olduğu antikomünist şebeke olduğunu ifade etti.

Yaşlı değerlendirmesini şöyle yaptı:

“Hasan İmamoğlu, kendisinin ve oğlu Ekrem İmamoğlu’nun başına gelenleri doğal olarak yetiştiği sağ geleneğin kodları ile okuyor ama ona geçmeden önce daha enteresan olduğunu düşündüğüm bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. İmamoğlu, iktidarın şirketlerine ve mal varlıklarına el konulmasını komünizm üzerinden açıklarken, muhtemelen farkında olmadan şu sıralar liberal çevrelerde çok moda olan bir söylemi de yeniden üretmiş oluyor. Son dönemde bazı liberal çevreler iktidarın ekonomiye yönelik kimi müdahalelerinden yola çıkarak Türkiye’de serbest piyasa ekonomisinin bulunmadığı ve hatta AKP’nin bir komünist parti gibi hareket ettiği yönünde bütünüyle akıl ve bilim dışı tezler ileri sürüyorlar,  AKP’ye “komünist” diyorlar. Dediğim gibi, Hasan İmamoğlu’nun bundan haberdar olduğunu ve bilerek böyle konuştuğunu düşünmüyorum ama görüldüğü üzere ‘sağcı aklın yolu bir’ diyebiliyoruz.

Hasan İmamoğlu 12 Eylül öncesi MHP’li, 12 Eylül sonrası da ANAP’lı olduğunu bildiğimiz bir isim; Komünizmle Mücadele Dernekleri, Milli Türk Talebe Birliği ve Ülkü Ocakları’nın, yani son kitabıma atıfla söyleyecek olursam ‘antikomünist şebeke’nin belirlediği bir politik atmosferden geliyor, üstelik aynı zamanda iş adamı. Dolayısıyla dünden bugüne, memleketi ‘komünizmle mücadele’ perspektifiyle okumasını sağlayacak bir “donanım”a sahip. Zaten tam da bu donanım nedeniyle, ne malına mülküne çöken gücün, yani iktidarın, tıpkı kendisi gibi antikomünist şebekenin içerisinden süzülüp geldiğini görebiliyor ne de Türkiye’nin sermaye düzenine yönelik eşsiz, benzersiz hizmetlerde bulunduğunu.  Hal böyle olunca da ‘bunca yıl komünizme karşı mücadele ettim ama pişmanım, bunlar komünizmi getirip malıma mülküme çöktüler’ diyebiliyor ve meseleye yaklaşılabilecek en sığ yerden yaklaşıyor. Oysa oğlu siyaseti tercih edip Erdoğan’ın karşısında konumlanmasaydı ve bu Erdoğan açısından bir beka meselesine dönüşmeseydi, şu an hem şirketlerinin başında olacaktı hem de bu iktidarın şirketler, holdingler, patronlar için yarattığı cennetin nimetlerinden faydalanmaya devam edecekti.

Son olarak şunu söyleyeyim. Bugünlerin bir tarih-öncesi var ve o tarih-öncesini de açıklayabilecek tek sözcük var: antikomünizm. Türkiye’de devlet ve sermaye, sol düşmanlığıyla bütün kapıları Türk sağına ve gericiliğine açtı, o kapılardan girenler de devletleştiler, rejim inşasına giriştiler. Şimdi o rejim inşasında sıra fiilen seçimsiz bir Türkiye’ye, hatta saltanat arayışlarına dönüşmüş durumda. İşte Hasan İmamoğlu da onun gibiler de başlarına geleni anlamak istiyorlarsa, önce kendilerinin de kişisel olarak bir parçası olduğu antikomünizme dönüp bakmalılar, belki o zaman gözlerindeki bağ biraz gevşeyebilir ve gerçekleri görebilirler. ”

Hasan İmamoğlu'nun tuhaf çıkışının kaynağı ne: 'Ülkemize komünizm gelmesin diye mücadele ettim'






https://haber.sol.org.tr/haber/hasan-imamoglunun-tuhaf-cikisinin-kaynagi-ne-ulkemize-komunizm-gelmesin-diye-mucadele-ettim

/././

AKP'li Zengin'in 'utanmıyoruz' çıkışı: Ülkedeki çürümeyi bir de bu gözle okuyun…

Para üzerine kurulu olan bu düzen tüm değerleri çürütüyor. Bu çürümenin en doğal sonuçlarından biri de torpilin ayetle, yoksullukla, Diyanet'le ve gururla kurulan bağı oluyor. Özlem Zengin sadece bunu itiraf etmiş oldu, hepsi bu.

Önce Meclis’ten bir diyalogla başlayalım:

-“Necdet Ünüvar 23, 24, 25, 26'ncı Dönem AKP milletvekilliği yapmış, sonra boş mu kalsın çocuk, Ankara Üniversitesi Rektörü yapmışsınız, onun mahdumu boş mu kalsın? Fakülteden mezun olmuş, derhâl Enerji Bakanlığına müşavir yapmışsınız, şimdi Ticaret Bakanlığında Genel Müdür Yardımcısı. E, kızı boş mu kalsın? Kızını da tıpkı oğlu gibi sınavsız, mülakatsız Meclise almışsınız; hiç utanmıyor musunuz? Mustafa Destici'nin kızı Türkiye'de binlerce insan boşta gezerken, işte bu çocukları yani AKP'lileri ve yandaşların çocuklarını mülakatsız, sınavsız işe alıyorsunuz. Hiç mi utanmıyorsunuz be kardeşim!”

-“Arka arkaya insanlara dönüp utanmıyor musunuz, utanmıyor musunuz dediğinizde nasıl bir cevap bekliyorsunuz ki, evet utanmıyoruz, gurur duyuyoruz yaptığımız işten, neyinden utanacağız?”

Evet, bir vekil çıkıyor ve torpilli atamalardan, görevlendirmelerden söz ediyor, buna yanıt veren AKP Grup Başkanvekili Özlem Zengin de “utanmayıp, gurur duyduklarını” söylüyor.

İktidarın gurur duyduğu torpil vakalarına gelmeden hemen önce Özlem Zengin’i biraz yakından tanıyalım…

Saray’da yapılan bir törenin anlattıkları

Adaletin ve yargının tarafsızlığının sürekli tartışma konusu olduğu bir dönemin tam ortasındayken Saray’da yapılan bir kura çekimine gidelim.

Bu yıl ocak ayında yapılan, 'Adli Yargı Hakim ve Cumhuriyet Savcıları ile İdari Yargı Hakimleri Kura Töreni’ne.

Saray’da hakim ve savcılarla ilgili yapılan toplantıya katılan isimlerden biriydi Özlem Zengin, AKP Grup Başkanvekili sıfatıyla.

Tören sırasında bir dönem başdanışmanı da olduğu Cumhurbaşkanı Erdoğan’a seslendi ve tam olarak şunları söyledi: "Erdoğan’a seslendi: "Kurada hemen göremeyeceğiz ama benim yeğenimi de, Arif Dağhan'ı da telaffuz etmek istiyorum. Benim yeğenim hiç olmazsa size bir selam versin. Kurada da adını görürüz.”

Dağhan da ayağa kalktı ve kendini Erdoğan’a gösterdi…

Bir ay sonra yayımlanan kararnameyle birlikte Konya’da göreve başladı.

Yükselişin kısa öyküsü

Bu tuhaf parantezi kapatıp, Zengin’in Kanal 7'de programcılıktan AKP Grup Başkanvekilliği görevine kadar uzanan öyküsüne kısaca göz atalım.

Tokat doğumlu olan Zengin, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu.

AKP’li birçok isim gibi mezuniyetinin ardından soluğu ABD’de alanlardan.

Ardından Türkiye’ye dönüp ve Kanal 7’de bir programa başladı.

Sonrasında yeni kurulan ve kısa sürede iktidara uzanan AKP’ye yöneldi, bu sayede basamakları hızlıca tırmanmaya başladı.

Parti iktidara geldikten bir yıl sonra AKP İstanbul İl Yönetim Kurulu'na girdi, Tanıtım ve Medya Başkanlığı görevine getirildi.

Üç dönem boyunca İstanbul İl Yönetimi’nde görev yapmasının ardından 2011-2012 yıllarında İstanbul İl Kadın Kolları Başkanlığına getirilen Zengin, sonra da vekilliği tecrübe etti. 

Önce 25. Dönem İstanbul vekili oldu, sonra Tokat’tan vekilliğe devam etti.

2016-2018 yılları arasında Cumhurbaşkanı Başdanışmanı olarak görev de verildi.

Ardından yeniden İstanbul vekili oldu.

2021-2022 yılları arasında AKP Genel Başkan Yardımcılığı da yapan Zengin, partinin de Grup Başkanvekili olarak görevlendirildi.

Yükselişin sırrı bu sözlerde

Zengin tüm bu yükselişin hakkını veren bir isim.

Daha önce soL’da defalarca işaret ettiğimiz skandal çıkışlarından bazılarını yeniden hatırlatalım:

*İzmir'de 5 kardeşin yaşamını yitirdiği yangın faciası sonrası “Her şeyi paraya bağlıyorsunuz" diyebilmişti Zengin.

*TBMM'deki çıplak arama tartışmasında "Onurlu, ahlaklı kadın bir sene beklemez" sözlerini söyleyebilen de yine oydu.

*Bu sözü söylemek de AKP’nin kadın Grup Başkanvekili olarak ona düşmüştü: Bir cinayetin kadın cinayeti olduğunun tespiti çok zor bir iş…

*İsrail’in Gazze’deki katliamları sürerken ticaretin tümden kesilmesini tartışmak yerine “Holokost filmlerinin gösterilmesi Türkiye’de yasaklansın” diyen de oydu.

Bu sözlerin hepsi aslında yükselişin de kaynağını gösteriyor bizlere.

Torpil eleştirilerine verdiği yanıttaki “gurur duyuyoruz” çıkışı da bu anlamıyla hiç şaşırtıcı değil Zengin’in.

Ayetten yoksulluğa: Nedir bu torpil dedikleri?

İçinde yaşadığımız düzen parayı ve mevkiyi her şeyin merkezine yerleştirdiği oranda çürüme de ahlak sorunu da katmerleniyor.

Baştan aşağı eşitsizlik üzerine kurulu olan bu düzen iktidara para ve mevkiyi kendi çeperinde toplananlara sunma olanağı sağlıyor.

Yirmi üç yıldır iktidarda olan AKP, bu konuda açık ara zirvede yer alıyor.

Öyle uzun boylu olmayan, kısa bir dökümü paylaştığımızda bile durumun vehametini ve geldiği yeri anlamak mümkün.

“Ayet diyor ki 'akrabalarını koru kolla'. Biz inançlı insanlarız değil mi? Cuma namazına gittiğimizde her hafta hutbede 'akrabalarını koru kolla' ayeti okunur.”

Bu sözler AKP’li Mehmet Metiner’e ait, aslında her şeyin özeti niteliğinde bir çıkış.

Ancak devamı bu sözlerden çok daha çarpıcı:

-(Program sunucusu) O zaman siz bu ayet doğrultusunda mı torpil yapıyorsunuz?

-Metiner: Vallahi sen Allah'ın ayetine bile karşı geliyorsan ben sana ne diyeyim.

Dini, parayı, gücü her şeyi sonsuz bir çürütme aracı olarak kullanıyorlar. Bıkmadan, usanmadan...

Korkunç ve sınırsız bir utanmazlık var, o nedenle de “gurur duymakta” gerçekten haklılar.

Elazığ'ın AKP'li Karakoçan Belediyesi'nde yaşananlara bakalım örneğin.

Belediyede çalışmak üzere 24 işçinin alınacağı mülakata girip işe kabul edilenlerin neredeyse tamamı AKP’li meclis üyelerinin akrabası çıkmıştı.

Ne var bunda, alıştık diyebilirsiniz; haklısınız.

Ancak bu başlıkta dahi yapılan şu savunma bize çok şey anlatmıyor mu:

“İş başvurusu yapanlardan biri de amcamın oğlu kendisi de temizlik işlerine alınmış. Belediye meclisi üyesinin ya da benim akrabam olup yoksul olan kimse olamaz mı?”

Evet, hepsi akrabaları ama sonuçta üç kuruşluk işe aldık diyor AKP’li Başkan Ayhan Akbaba, inanması güç ama alt tarafı başkanın da yoksul bir akrabası varmış ve yine alt tarafı “işçi” olarak işe alınmış, ne var ki bunda.

Torpil deyince sadece Diyanet'e bakın yeterli

Düzenin ve bu düzeni temsil eden iktidarın hayatın her alanını nasıl çürüttüğünü torpil üzerinden en iyi anlayacağımız kurumlardan biri de Diyanet.

İktidara yakınlığıyla bilinen Memur-Sen'e bağlı Diyanet-Sen bir anket yapıyor ve sizce bu ankete katılan kurum çalışanlarından yüzde kaçı “Burası Diyanet, burada torpil olmaz” diyor?

Sadece yüzde 7!

Bu oran dahi her şeyi anlatmıyor mu?

Özlem Zengin’in gurur tablosu tam da bu değil mi?

Tabloyu uzatmak mümkün ama basına yansıyan, soL’da yer verdiğimiz bazı çarpıcı hatırlatmalarla yetinelim:

*AKP'li Ordu Büyükşehir Belediyesi'nin gerçekleştirdiği sınavda tüm katılımcılar başarısız sayıldı, bunun nedeninin “AKP’lilerin torpil listesinde anlaşamadığı” olduğu belirtildi, konu TBMM'ye taşındı.

*AKP Sultanbeyli İlçe Başkanı Ali Tombaş, işe alımdaki torpil girişimini yanlışlıkla WhatsApp durumunda paylaştı.

*Yüzlerce AKP üyesi avukatın hâkim yapıldığı iddiası, bir adayın torpil belgesini yanlış yere göndermesiyle kanıtlanmış oldu. 

*Denizli’nin Acıpayam ilçesinde, daha sınav yapılmadan, ilçedeki okullara temmuz ayında atanacak okul müdür ve müdür yardımcılarının listesini "yanlışlıkla" WhatsApp’tan "okul müdürleri" grubuna gönderdiği belirtilen İlçe Milli Eğitim Müdürü İbrahim Çiçekdemir görevden alındı.

*Polis Akademisi'ndeki torpil iddialarına ilişkin ortaya çıkan belgeler AKP'li milletvekillerinin akademi alımlarında nasıl bir rol oynadığını gözler önüne seriyor.

*Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Derya Yanık, KPSS'den yüksek almasına karşın mülakatta elenenlere ilişkin 'Adayların talip olduğu işi yapma isteği ve farkındalığı olup olmadığını tespit ettik' dedi.

*Adalet Bakan Yardımcısı Ramazan Can, torpil sorusuna "mahremiyet" yanıtı verirken, "Öyle bir şey yok. Bize talepler gelir, ilgili yerlere iletiriz” dedi.

*CHP'li milletvekili Şevkin, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nda işe girmek isteyen yurttaşın 'Benden 100 bin istendi. Bunu yapan aile sosyal hizmetlerin il müdürleriydi' yazılı mesajını paylaştı.

*Randevu bulamayınca kendisinin de torpil yaptırdığını söyleyen eski Afyonkarahisar Sağlık Bilimleri Üniversitesi Rektörü Nurullah Okumuş, Sağlık Bakan Yardımcısı yapıldı.

*İTÜ yurt ofisinden gelen torpil itirafını bir WhatsApp grubunda paylaşan öğrenci, yurt sorununda yardımcı olunmasını beklerken görevlinin tehdit ve hakaretleriyle karşılaştı.

*İzmir'de pandemi döneminde AKP'li sağlık çalışanlarının parti yönetiminden buldukları torpillerle filyasyonda görev yapmadığı ortaya çıktı.

Bu tablonun nedeni ne?

Bir süredir soL'da giderek artan çürümeye işaret ediyoruz.

Zengin'in "gurur duyuyoruz" dediği şey, tam da bu çürümenin sonuçlarından birini sunuyor bize.

Mafyalar, çeteler, kumar baronları, kadın cinayetleri, çocuk istismarları...

Hepsinin "gurur duyulan" bu tabloyla dolaylı değil, doğrudan bir ilişkisi var.

Para üzerine kurulu olan bu düzen tüm değerleri çürütüyor.

Bu çürümenin en doğal sonuçlarından biri de torpilin ayetle, yoksullukla, Diyanet'le ve gururla kurulan bağı oluyor. Özlem Zengin sadece bunu itiraf etmiş oluyor, hepsi bu.

/././

 'Memleket meselesi' MESEM projesi mi?-Özgür Hüseyin Akış- 

"Memleket meselesi" diye pazarlanan proje, çocukların ucuz iş gücü olarak sermayeye sunulduğu bir sömürü çarkına dönüştü. Cumhuriyetin kalkınma hedefinden MESEM bataklığına uzanan süreçte, eğitim değil kâr hırsı öncelik oldu.

"Meslek Lisesi Memleket Meselesi" demişlerdi projenin adına. Kısaca MLMM.

Bu proje 2006 yılında Vehbi Koç Vakfı'nın Milli Eğitim Bakanlığı'nın desteğiyle başlattığı aslında bugünlerin yolunu açan, çocukların işçileşmesinin dar anlamıyla uygulamalı bir çalışması oldu. Koç grubuna bağlı Tüpraş, Migros,Tofaş, Otokoç, Ford Otosan projeye ek destekler vermişti. 

Ortaokul, Endüstri Meslek lisesi mezunlarını proje kapsamında yetiştirip sonrasında da kendi firmalarında istihdam etmek istemişlerdi. 

Proje zamanla meslek lisesi koçluk sistemi, gelişim modülleri, eğitim laboratuvarları ve bu sistemin bir modele dönüştürdüğü “okul-işletme işbirliği” stratejisiyle gelişti ve eğitim ile iş dünyası arasında köprülerin kurulduğu bir model haline getirildi. Bu çerçevede, Koç Holding şirketlerinden yüzlerce çalışan, gönüllü olarak kendi bölgelerindeki meslek liselerinde, okul idaresiyle birlikte bursiyer seçimine katıldı. Daha sonra bu öğrencilere liseyi bitirene kadar kişisel ve mesleki gelişimleriyle ilgili “koçluk” yapıldı. Proje kapsamında bursiyerler, uygun alanları seçmişlerse, okullarıyla eşleşmiş olan Koç Holding’e bağlı şirketlerde staj yapma imkanı sağlanarak, gerekli başarıyı gösteren bursiyerlere mezun olduklarında Koç Holding şirketlerinde istihdam edildi.

Projede ilk önce staj adı altında kendi bünyesindeki şirketlerde çalıştırılan çocuklar, daha sonrasında kendileri açısından yeterli beceriyi gösterirlerse tam zamanlı çalıştırılmak üzere işe alınıyorlardı. 2015 yılından itibaren ise MLMM projesinin kapsamını genişletmek için Okul-İşletme İşbirliğinin Geliştirilmesi Programı hayata geçirilmişti. Vakfın bu projesinin, devletin Mesleki Eğitim politikasına ışık tutan ve yaygınlaştırılacak bir pilot uygulama olduğu, şimdiki eğitim politikalarında yapılan değişikliklerden anlaşılıyor.

Türkiye’de kalifiye işçi yetiştirme arayışı yeni olmayan, çıraklık okulları ile başlayan, meslek okullarıyla devam eden, aynı zamanda bu başlıkta birçok yasa çıkarılan ancak hayata geçirmekte çok da başarılı olamayan bir mesele olarak hala sürmektedir. 

Aslında tartışmaya neden olan konu çocuğun "meslek öğrenmesi mi yoksa bir işyerinde çalıştırılması mı?" olarak okunuyor. 

Cumhuriyetin ilk yılları

Cumhuriyetin kuruluş yılları itibariyle meslek liselerine gerçekten memleket meselesi gözüyle bakıldığı bu doğrultuda adımlar atıldığı görülüyor. Cumhuriyetle birlikte mesleki eğitimin önemi iyice kavranmış, mesleki ve teknik eğitimi geliştirmek amacıyla 1924- 1934 yılları arasında Türkiye’ye yabancı uzmanlar getirilmiş ve komisyonlar kurularak çalışmalar yapılmıştır. 

Cumhuriyetle birlikte mesleki ve teknik okula dayalı bir yapı da ele alınmaya başlanmış ve 1926 yılında Milli Eğitim Bakanlığı bu okullarla ilgili görevlendirilmiştir.

İnşaat Usta Okulu öğrencileri

Birçok meslekte açılan gündüz ve gece eğitim veren okullar dönemin Cumhuriyetin ilk döneminde kalifiye işçi yetiştirmek için eğitime yöneldiğini gösteriyor. 

Yine o dönem açılan okullarda, 1927 yılında Diyarbakır sanayi mektebinde marangozculuk, demircilik, doğramacılık, duvarcılık gibi bölümler bulunuyordu. Terzilik ve Kürkçülük Okulu 11 Mayıs 1928 tarihinde “Terzilik ve Kürkçülük Okulu’’ olarak Sultanahmet Divanyolu’nda eğitim-öğretime başladı. 1936-1937 eğitim ve öğretim yılında kültür derslerinin ilave edilmesiyle “Erkek Orta Terzilik Okulu’’ adını alarak ortaokula dönüştürüldü.

I. ve II. Sanayi Planları (1933–1936)

Ülke topraklarında kamucu ve planlı bir çalışmanın damgasını vurduğu ilk yıllarda yapılan planlar ile mesleki eğitim yeniden şekillendirildi.

Kurulan fabrikaların her birinde “okul-atölye” modeli geliştirildi. Sümerbank, Etibank, MTA gibi kurumlar teknik eleman yetiştirme programları açtı. Fabrika içi eğitim Cumhuriyet tarihinin ilk kurumsal işbaşı mesleki eğitim örnekleri oldu.

Bakanlık Merkez Teşkilatı'nda 1933 yılında Mesleki ve Teknik Öğretim Genel Müdürlüğü, 1941 yılında ise Mesleki ve Teknik Öğretim Müsteşarlığı kuruldu. Böylece mesleki ve teknik öğretim hizmet ve destek birimleri oluşturuldu ve buraya dair çalışmalar yapıldı. 1940-1950’li yıllarda mesleki ve teknik eğitimin hızla geliştiği bu dönemde eğitim sistemi yasalar çıkarılarak desteklendi. Köy enstitüleri ile hem eğitim hem de öğretim gerçekte karşılığını bulmuş ancak hikayenin devamı herkesin malumu olacak ki Demokrat Parti dönemiyle birlikte bu uygulama kapatıldı. Türkçe, Tarih, Yurttaşlık Bilgisi, Tarım ve Hayvancılık, Matematik, Fen, Müzik, Halk Oyunları, Tiyatro, Yapı ve El Sanatları, Kooperatifçilik, Sağlık Bilgisi gibi dersler bu enstitülerin dersleri arasında yer alıyordu.

Köy Enstitüleri, inşaat çalışması (Erdinç Bakla Arşivi)

Bu çalışmaların yapıldığı dönem çocukların eğitimi öncelenirken, şimdiki meslek edindirme eğitimleri adı altında çocuklar çalıştırılıyor. Okuldan koparılan çocuklar işçileştiriliyor.

MESEM ve Çocuk İşçiliği

Mesleki Eğitim Merkezleri ise 2021 yılıyla birlikte sayıları her geçen gün artan bir uygulamaya dönüştü. 

Bugün, ortaokulu bitiren herkes bu merkezlere kayıt olabiliyor. 4 gün iş yerine 1 gün de okula giden bu çocuklar, Organize Sanayi Bölgelerinde, fabrikalarda, atölyelerde çalıştırılabiliyor. Devlet destekli bu işyerlerinde çalıştırılan çocukların ücretlerini de devlet karşılıyor. Eğitim Reformu Girişimi'nin (ERG) 2025 Eğitim İzleme Raporu'na göre, 2024-2025 eğitim-öğretim yılında 15-18 yaş grubunda MESEM'e devam eden öğrenci sayısı 392 bin 887 oldu.

Bu program kendini şu cümlelerle tanıtıyor: ”Çıraklık eğitimi 3 yıl sürer. Bu süreçte en az asgari ücretin %30’u kadar maaş verilir. Üçüncü yılın sonunda öğrenciler kalfalık sınavına alınır. Başarılı olanlara kalfalık belgesi verilir. Kalfalık eğitimi 1 yıl sürer. Bu süreçte asgari ücretin en az %50’si kadar maaş verilir.”

Hal böyle olunca patronlar devlet destekli ucuz ya da neredeyse ücretsiz iş gücünü neden istemesinler?

Çocuk işçiliği MESEM projesiyle birlikte artış gösterdi. TÜİK verilerine göre 2019 yılında çocuk işçi sayısı 720 bin iken, 2024 yılı itibariyle bu sayı 970 bin olmuştur.  

MESEM dışında kalan çocuk işçilerin de ortak sıkıntısı yoksulluk. Ailelerin hem günü kurtaracak maddi olanaklara sahip olmayışı hem de çocukları için besledikleri gelecek kaygısı çocukların işçileşmesinin en önemli nedenini oluşturuyor.

Peki sorun burada bitiyor mu? Maalesef hayır. Zira bir de okula kayıtlı olmadıkları için MESEM'e kaydedilemeyen çocuklar var. Onlar dolayısıyla sigortasız ve kaçak yollarla çalışıyor.

Sokaklarda, tezgahlarda çalışan on binlerce çocuğun ya da Dilovası’ndaki fabrikadaki yangında ölen 3 çocuğun da sorunu aynı. Onların da sigortası yoktu. Onlar da tehlikeli ve ağır bir işte çalıştırılıyorlardı. 

Tüm bunlar gösteriyor ki sermaye sınıfının memleketiyle kurduğu en önemli bağ, kasalarına daha çok para koyabilmek için kullanacakları ucuz iş gücünden ibaret. İşte bu yüzden 2 milyona yakın çocuk işçinin olduğu milyonlarca genç ve yetişkinin işsiz olduğu Türkiye’de, çocuk işçiliğini iyi bir şey gibi pazarlamanın yolları aranıyor.

Türkiye Yüzyılı Mesleki ve Teknik Eğitim Zirvesi İstanbul’da gerçekleşirken, sermaye örgütleri ve bürokratlar, sermaye sınıfının kârını nasıl artırabiliriz diye kafa kafaya verip düşünüyorlar. İSİG meclisinin raporlarına göre 2025 yılında en az 82 çocuk çalışırken yaşamını yitirdi. Yusuf Tekin’in Milli Eğitim Bakanı olduğu dönemde 16 çocuk MESEM projesinde hayatını kaybetti. 

Ama zirvede konuşan Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, projeyi ortaokullara indireceklerini ve bu inatlarının devam edeceğini açıkladı. Normal karşılıyoruz. Zira sermayenin memleketiyle kurduğu bağın üretimde kullanacağı kaynaklarla birlikte ucuz iş gücü de olduğunu biliyoruz.

Sermaye sınıfı ile iktidarın inadı örgütlü, bu inada karşılık işçi sınıfının örgütlü bir inat ile karşılık vermesi gerekli. 

/././

 Denetlenebilir olmaya sevinmek (mi?)-Ali Rıza Aydın- 

Hem Anayasa hem de AYM ve kararları ekonomi politikle okunduğunda sözü edilenin burjuva demokrasisi olduğu açık. Hukuk, hesap verme, kamu yararına uygunluk, denetim gibi kurumların, egemenliği kullanan yetkili organların ve de anayasal güvence altında olduğu yazılan hak ve özgürlüklerin aynı ekonomi politikle, sömürüyle biçimlendirilerek yönetilip denetlendiği de açık.

Burjuva devletinde denetimin -uygunluk kontrolü yanında- gerçek anlamının söz ve karar sahipliği anlamına geldiğini, egemen sermaye sınıfı ile karşı cumhuriyetçilerin söz ve karar sahipliğindeki işbirliğini vurguladığım 4 Aralık 2025 günlü yazımın hemen ardından 5 Aralık günlü Resmi Gazetede yayımlanan Türkiye Varlık Fonu Yönetimi Anonim Şirketi (Şirket) Kanunuyla ilgili bir Anayasa Mahkemesi (AYM) kararı hayli ilgi topladı.  

Kararla, “Şirket ve Türkiye Varlık Fonu (TVF) ile Şirket veya Türkiye Varlık Fonu tarafından hakim hissedar olarak kurulacak şirketler ve alt fonlar ile bunların bedellerini ödemek suretiyle sermayesinin veya katılım paylarının yarısından fazlasına sahip olduğu şirketler ve alt fonlar ile bunların bağlı ortaklıkları”nın kamu iktisadi teşebbüsleri de dâhil, sermayesinin yarısından fazlası kamuya ait olan veya özel kanunla kurulan kamu kurum, kuruluş ve ortaklıklarına uygulanan mevzuat, uygulama ve kısıtlamalara tabi olmaması yönünden getirilen muafiyet Anayasaya aykırı bulunarak iptal edildi.

İptal edilen diğer kuraldaysa Sayıştay Kanunuyla birlikte 16 temel kanunun ve kamu kurum ve kuruluşlarına personel alınmasına dair ilgili mevzuat hükümlerinin Şirket’in, TVF’nin veya bunlar tarafından hakim hissedar olarak kurulan ve kurulacak şirketlerin veya alt fonların; kurucusu olduğu veya bedellerini ödemek suretiyle sermayesinin ya da katılım paylarının yarısından fazlasına sahip olduğu şirketler, alt fonlar ve bunların bağlı ortaklıkları hakkında uygulanmayacağı öngörülüyordu. 

Söz konusu iptallerin temel yasalara ve denetime tabi olma yönünden anlam ve önemi elbette yadsınamaz. Çıkarına göre keyfi durumları seven bir iktidarın varlığı da düşünüldüğünde, “hiç olmazsa serbest olamayacaklar, keyfi yönetilemeyecekler” denilebilir.

Ancak 2016’da kurulan TVF ve Fon Yönetimi Anonim Şirketi, ile bunlara şirketleri ve alt fonları yaşamaya devam ediyor, hem de emperyalist ilişkilerle devam ediyor. TVF’ye epey kafa yormuş olan Sevgili Kadir’in (Sev) “ne kamu sayılıyor ne özel; ne yerde var ne gökte” dediği bu devasa yapı, Kanundaki anlatımla: “yurtiçinde kamuya ait olan varlıkları ekonomiye kazandırmak…”, “sermaye piyasalarında araç çeşitliliği ve derinliğine katkı sağlamak”, “dış kaynak temin etmek”, “stratejik, büyük ölçekli yatırımlara iştirak etmek” gibi amaçlarla toplumsallıktan, kamusal yarardan uzaklaşarak sömürücü sınıfa hizmetin ve entegre olmanın aracı olarak çalışıyor.

TVF Kanununun gerekçesinde de ifade edildiği üzere TVF’nin  kurulmasıyla büyüme oranında ilave artışın sağlanması, sermaye piyasalarının büyüme ve derinleşmesinin hızlanması, bazı finans varlıklarının kullanımının yaygınlaşması, yapılacak yatırımlarla ek istihdamın sağlanması, savunma, havacılık ve yazılım gibi teknolojik yoğunluğu haiz stratejik sektörlerdeki yerli şirketlerin sermaye ve proje bazında desteklenmesi, büyük alt yapı projelerine kamu kesimi borcu artırılmadan finansman sağlanması, katılım finansmanı sektör payının artırılması, arz güvenliğini sağlamak üzere Türkiye için önem taşıyan doğal gaz ve petrol gibi yurt dışındaki stratejik sektörlere kısıtlamalara bağlı olmadan doğrudan yatırım yapılabilmesi hedefleniyor.

TVF kurulurken diğer kapitalist ülkelerdeki ulusal varlık fonlarına koşut, onlardan örnek alınan bir yapı kullanılıyor. Uluslararası Para Fonunun koordinasyonuyla bir araya gelen Uluslararası Varlık Fonu Çalışma Grubu tarafından yürütülen çalışmalar çerçevesinde ulusal varlık fonlarıyla ilgili uyulması gereken, Santiago İlkeleri olarak kabul edilen yirmi dört ilke esas alınmıştır. Diğer varlık fonlarının yönetim ve denetimiyle ilgili temel kurallarda olduğu gibi TVF’de de bu ilkeler esas alınıyor. Sonuçta yukarıda değindiğimiz kararda olduğu gibi, AYM tarafından verilen teknik kararlar bu ilkelerden sapmayı işaret etmemekte. Nitekim 2016 yılında TVF Kanunu yürürlüğe girdikten sonra ana muhalefet partisi tarafından TVF’nin özüne ilişkin iptal davası açılmadı; “bakanlar kurulu yetkisi” ve “Sayıştay denetimi dışında kalma” gibi teknik iki konuyla sınırlı dava açıldı, bu davadaki iptal istemleri Anayasaya aykırı bulunmadı.

Açık ve net olarak vurgulanması gereken konu şu:

Anayasa’nın 2. maddesindeki “Cumhuriyetin nitelikleri”nden olan “demokratik devlet”, madde gerekçesine göre ve yüzeysel bir okumayla “egemenliğin millete ait olduğu bir siyasi rejim”. AYM bu rejimi tanımlarken, demokratik devlette kamu kaynakları ve bu kaynakların kullanılmasına ilişkin yetkinin esas itibarıyla egemenliğin sahibi olan millete ait olduğundan idare, kurum ya da kuruluşların kamu kaynaklarını kullanırken tabi olacağı hükümlerin hesap verme yükümlülüğüne uygun şekilde düzenlenmesi gerektiğini söylüyor.  AYM’ye göre, “kamu kaynağı kullanan idare, kurum ve kuruluşların mali işlemlerinin denetlenmesi anılan kaynağın kamu yararına uygun kullanılması ve esas sahibi olan topluma hesap verilmesini sağlamak bakımından demokratik devlet ilkesinin gereği”.  “Başka bir ifadeyle demokratik devlet denetime açık ve şeffaf bir mali düzen kurmak, kişilerden kamu gücü kullanılarak toplanan vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülüklerle yaratılan kaynağın kamu yararına uygun şekilde harcanmasını güvence altına alan yöntemleri geliştirmekle yükümlü”.

Hem Anayasa hem de AYM ve kararları ekonomi politikle okunduğunda sözü edilenin burjuva demokrasisi olduğu açık. Hukuk, hesap verme, kamu yararına uygunluk, denetim gibi kurumların, egemenliği kullanan yetkili organların ve de anayasal güvence altında olduğu yazılan hak ve özgürlüklerin aynı ekonomi politikle, sömürüyle biçimlendirilerek yönetilip denetlendiği de açık.

Sömürünün kendi hizalamalarına yarayan düzen içi denetimin avutuculuğu sahtedir, sömürülenlerin kurtuluş umudu olamaz.

/././

 Kumarbazımız bir adım öne çıksın -Alpaslan Savaş- 

İhtiyacımız olan yeni bir ahlakın adım adım topluma yerleşmesi. Bu önce üretici sınıftan, yani işçi sınıfından başlamak zorunda. Bu işlem bir işçi sınıfı aydınlanmasıdır ve güncel mücadele konusudur.

Futbolda bahis ve şike soruşturması devam ediyor. İki kulüp başkanı ve bazı tanınmış futbolcularla birlikte toplam 20 kişi tutuklandı. Dün sabah yapılan yeni operasyonda da gözaltılar var. Hakeminden federasyonuna, futbolcusundan habercisine kadar tüm aktörlerin içinde olduğu büyük bir "adı lazım değil" çukuru bu.

Futbolcular bahis hesabı açmış, kimisi aracı kullanmış, kimi doğrudan oynamış. Biri kendi maçında takımının üstüne, diğeri rakip takıma basmış parayı. Kulüp başkanları bahis şirketi sahibi, bahis şirketleri federasyon partneri olmuş. Eski federasyon başkanının bahis şirketi var, yenisinin eski başkanla sponsorluk anlaşması. Hakem federasyon parası ile kumarhanede basılmış. Bahis parası transferinde kullanılan elektronik para ve ödeme şirketi şampiyon bir kulübün stadında, yasa dışı bahis şirketlerinden biri başka bir şampiyon kulübün formasında sponsor. Yani kısaca ne ararsan, kimi istersen çukurun içinde. Şimdi kamuoyuna bu çukuru 'sahada temizlik var' diye yedirmeye çalışıyorlar.

Mesele oyun kurallarının dışına çıkanlar değil, oyunun kural dışı hale gelmesi. Çünkü futbol artık oyun değil, bir büyük endüstri. Holdingleşen kulüpler, milyar dolarlık transferler, forması, maç bileti, medyası hepsi bu endüstrinin enstrümanı. Şike de sistemin içinde, yasal ya da yasa dışı bahis de. Motivasyon spor değil, para. Hem de büyük para. Para ise, büyük ya da küçük, girdiği her yeri böyle çürütüyor işte.

Futbolun emekçi sınıfları uyutma aracı olarak kullanılması yeni değil elbette. Fakat bu bir sonuç olabilir artık. Çünkü futbolu topyekûn bir kumarhaneye dönüştürmeyi başardı sistem. Oysa futbol işçi sınıfının oyunuydu. Onun yan yana geldiği, zaman zaman örgütlendiği, hem eğlence hem de bir sosyalleşme aracıydı. Şimdi sermaye sınıfı için kâr kapısı, büyük bir yatırım aracıdır. Sektörleşen sporun aktörleri bunun için tepişiyor şimdi.

Yasa dışı bahis pazarının 75 milyar dolara ulaştığı tahmin ediliyor. Yasal olanı da olmayanından az değil. 2021 yılında devlet şans oyunlarından yaklaşık 6 milyar lira vergi geliri elde etmiş. 2026 yılı bütçesinde hedef 67 milyar lira. Sermaye sınıfı devlet eliyle yarattığı bu mecrayı bile isteye büyütüyor.

Kumarhane yasağı olan ülkenin, "şans oyunları" adında büyük bir kumarhanesi var artık.

Kumarhane varsa kumarbaz da vardır. Tek kumarbaz da futbolcu değil. Taraftarların da büyük bölümü yasal ya da değil, bahis oynamıyor mu? O büyük kumarhanede herkesin erişebileceği bir oyun var çünkü.

Uyuşturucu ve alkolizm en tehlikeli bağımlılıklar. Şimdi kumar siteleri, bitcoin, şans oyunları, sanal oyunlar, borsa bu listeye eklendi. Yoksul insanlar şansını deneyip duruyor. Gençler oyun sitelerinde kazanma peşinde ceplerindekinin ötesini kaybediyor.

Sınıfları yaratan maddi koşulları konuştuğumuz bir işçi eğitiminde, katılımcılardan biri insanların akıllarını kullanarak sınıf atlayabileceğini, bunun için girişimci bir ruha sahip olmak gerektiğini ileri sürmüştü. Konuştukça bahsettiği ruhun onu borsada kâğıt takibi, bitcoin ve bir dizi sözde akıl gerektiren oyun sitesine yönlendirdiği ortaya çıktı. Henüz otuzuna gelmemiş bir döküm işçisi için finans spekülatörlüğüne soyunmak fazlasıyla iddialı elbette. Öte taraftan haklı. Kazandığı ücret düşük. Belki yan fabrikada daha da düşük. Burada bir gelecek kurgusu yapma şansı yok. Üstelik önüne serilen kumarhanede fazlasıyla hayal satın alma şansı var. O da öyle yapıyor, kendine beş yıl veriyor, sonrası aklın zaferi olacağını düşünüyor.

Oysa aklın yolu belli. Beş yıl sonra, şansı varsa alabileceği kıdem tazminatıyla, biraz da babadan üç beş gelirse, on metrekare bir dükkân kiralayıp ya tekel bayi ya da telefon kılıfı satan bir esnaf olacak.

Emek vermeden, kısa yoldan sonuca ulaşmak. Dayanışma yerine rekabeti yüceltmek. Başarıyı para ya da makamla ölçmek. Bu ahlak ya da ahlaksızlık, sanattan spora, toplumsal alanın tümüne yayıldı. İşçi sınıfının içine de. Bu gerçekle yüzleşmeden, mücadele konusu etmeden işçi sınıfının bir devrimci misyonu olabilir mi?

Türkiye’de işçi sınıfının kendini sarmalayan ağır ekonomik koşullar ve yoksullaşmanın yanında böyle büyük bir problemi var. Toplumsal çürüme olarak adlandırdığımız, esas olarak günümüz sınıflar mücadelesinin konusu olan çok katmanlı bir sorun bu. Adalet duygusunun yitirildiği, güçlünün haklı olduğu, güçsüzün güçlüye hak verdiği, faydacı, köşe dönmeci bir toplumsal dokudan söz ediyoruz. Kaynağında paranın egemenliği olan bir çürüme. Bağımlılık bu çürümenin bir parçası. Üstünde duruyoruz. Dert ediyoruz. Çünkü büyük insanlığı arıyoruz. Onun da kaynağının hala işçi sınıfı olduğunu biliyoruz.

İhtiyacımız olan yeni bir ahlakın adım adım topluma yerleşmesi. Bu önce üretici sınıftan, yani işçi sınıfından başlamak zorunda. Bu işlem bir işçi sınıfı aydınlanmasıdır ve güncel mücadele konusudur.

/././

 Asgari ücret ve sınıf mücadelesi -Atilla Özsever- 

Asgari Ücret Tespit Komisyonu, yarın toplanıyor. Ülkemizde asgari ücret, tüm ücretleri aşağıya çeken ortalama bir ücret haline geldi. Toplu sözleşme zamlarını da etkiliyor. O nedenle emek kesiminin asgari ücret sorunu etrafında birleşik bir mücadele vermesi gerekli hale geliyor…

Asgari Ücret Tespit Komisyonu yarın (12 Aralık 2025) toplanıyor. Komisyonun mevcut hali ya da yapısında değişiklik yapılması pek önemli değil. Sonuçta AKP iktidarının ve sermaye sınıfının dediği oluyor. Onun için sorunun özüne eğilmek gerekir.

Özet bir cümleyle; AKP iktidarı ve sermaye sınıfı, ücretleri baskılayıp asgari ücretin ortalama bir ücret haline gelmesi sağlayarak geniş yığınları yoksullaştırdığı gibi genel ücret düzeyini de aşağıya çekmiştir. Dolayısıyla asgari ücret, tüm ücretleri de aşağıya çeken ortalama bir ücret haline gelmiştir.

Asgari ücret meselesi, toplu sözleşme sürecini yaşayan sendikaları ve üyelerini de ilgilendiriyor. İşverenler, toplu sözleşme görüşmelerinde asgari ücretteki artışı emsal gösteriyorlar ya da düşük ücret teklifleriyle hem genel ücret düzeyin düşürülmesine, hem de asgari ücretin iyice “asgarileşmesine” çaba harcıyorlar.

MESS ve asgari ücret

Halen sürmekte olan ve 160 bin metal işçisini kapsayan MESS (Metal Sanayicileri Sendikası) sözleşmesi de, asgari ücretteki gelişmelerle yakından ilgili bulunuyor.  MESS işvereni, toplu sözleşme görüşmelerinde ilk yıl için yüzde 10 oranında bir zam önerisi yaptı.

Bu zam önerisi, resmi enflasyonun bile altındadır. Sermaye sınıfının amacı, gerek asgari ücreti, gerekse toplu sözleşme zamlarını en düşük düzeyde tutabilmektir.

Nitekim MESS Başkanı Özgür Burak Akkol, ayni zamanda TİSK (Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu) Başkanıdır. Akkol, TİSK Başkanı sıfatıyla asgari ücret görüşmelerinde de işveren tarafını temsil etmektedir.  

Türk Metal (Türk-İş) ve Birleşik Metal-İş (DİSK) sendikaları MESS’in bu önerisi karşısında uyuşmazlığa gitti. Uyuşmazlık süreçleri ve grev kararlarının alınması, Ocak 2026’nın ortasını bulabilir. Bu arada da yeni asgari ücretin 31 Aralık 2025’e kadar belirlenmesi gerekiyor.

Yani, işverenler bir yandan toplu sözleşme süreçlerinde iyice düşük zam önererek asgari ücretin de düşük tutulmasına çaba harcıyorlar, öbür yandan da asgari ücret düşük belirlendiğinde o zammı toplu sözleşme görüşmelerinde emsal olarak ileri sürmek istiyorlar.

En az ücretin kapsamı

Halen ülkemizde 17 milyona yakın çalışanın nerdeyse yarısı asgari ücretle geçiniyor. Asgari ücretin yüzde 20 üstü ve altını, yani komşu ücretleri de hesap ettiğimiz zaman çalışanların yüzde 85’i bu ücret düzeyinde geçimini sağlamaya çalışıyor. Asgari ücret demek, aslında ortalama ücret demek.

Öte yandan asgari ücret, sadece bu ücretle çalışanları değil prime esas kazancın saptanması açısından emekli olacakların aylıklarını, işsizlik ödeneğinin belirlenmesindeki rolüyle de işsiz kalanları yakından ilgilendiriyor.

Keza asgari ücretten etkilenen diğer kalemleri de şöyle sıralayabiliriz: İsteğe bağlı sigorta primleri, askerlik, doğum ve yurt dışı hizmet borçlanmaları, idari para cezaları, kısa çalışma ve nakdi ücret desteği, genel sağlık sigortası primi, çıraklık ücretleri ve bazı sosyal yardımlar.  

Görüldüğü gibi asgari ücret meselesi, sendikalı, sendikasız işçilerle birlikte emekli olacakları, işsizleri, çırakları, sosyal yardımlar kapsamında bulunanları yani toplumun büyük bir kısmını ilgilendiriyor. Aslında memur kesimine yapılacak zamları da dolaylı etkilediğinden kamu emekçilerini de bu sürece dahil etmek mümkündür.

Birleşik mücadele

AKP iktidarı ve sermaye sınıfının asgari ücreti düşük tutarak genel ücret düzeyini de aşağıya çekmesi, toplumun büyük bir kesiminin yoksullaşmasına yönelik saldırısı, sadece asgari ücretle geçinenleri değil tüm emek kesimini etkiliyor. Böyle bir yaklaşım ortak mücadelenin de gerekliliğini ortaya koyuyor.

O nedenle geniş bir sınıf cephesinin asgari ücret sorunu etrafında birleşik bir mücadele yürütmesi gerekiyor. Peki, bu nasıl olacak?

Öncelikle belirtelim ki, güçlü bir sınıf hareketi olmadan sadece basın açıklamaları ve küçük çaplı toplantılarla ya da mevcut sisteme itirazlarla bir sonuç alınamaz. AKP iktidarı, ancak güçlü bir sınıf hareketi karşısında emekçinin taleplerini dikkate alır (EYT – Emeklilikte Yaşa Takılanlar’ın mücadelesi örneğinde olduğu gibi).

İşçi sınıfının üretimden gelen gücünü kullanması da (genel grev bağlamında) önemli bir güç gösterisi demektir. Ancak böyle bir eylem, ciddi bir hazırlık gerektirmektedir.

Keza ülkemizde güçlü, birleşik bir sınıf hareketi de henüz oluşturulamamıştır. Burada AKP iktidarı ve sermaye sınıfının baskılarının yanı sıra örgütsüzlüğün ve mevcut sendikal bürokrasinin de önemli bir payı vardır.

21 Aralık’ta Kartal’da

Her şeye karşın yerel düzeyde de olsa asgari ücret konusunda kıpırdanmalar, tepkiler söz konusudur. Örneğin çeşitli işçi ve memur sendika şubelerinden oluşan Gebze Sendikalar Birliği’nin 26 Kasım 2025’te kent meydanında yaptığı asgari ücret mitingi önemli bir haykırıştır.

Ardından DİSK’in 6 Aralık’ta Kocaeli’nde işten çıkarmalar, sendikal hak ihlalleri ve asgari ücret konusundaki etkinliği, bu çerçevedeki bir eylem olarak sayılabilir. DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu, Kocaeli’ndeki eylemin bir başlangıç olduğunu, 21 Aralık’ta Kartal’da daha geniş kapsamlı bir miting düzenleyeceklerini bildirdi. 

İşçi sınıfı içinde yerel düzeyde ve dağınık da olsa dipten gelen bir dalga var. Bu dalgaya yön verecek olan öncü kadroların varlığı, sendikalı, sendikasız işçileri de toparlayarak bir güç haline gelebilir, sendikal bürokrasi de aşılabilir. Görev öncü, militan işçi temsilcileri ile mücadeleci sendika şube yönetimleri üzerindedir

/././

 Çürüme ve bencillik -Nevzat Evrim Önal- 

Kapitalist dünyanın Türkiye dahil büyük bölümünde artık insanlar sokakta yan yana yürüdükleri insanlara olumlu anlamda herhangi bir duygusal, düşünsel ya da ideolojik bağlanma hissetmiyor ve bencillik yaparken yanlış bir şey yaptığını değil, “oyunu kuralına göre oynadığını” düşünüyor. Toplumsal çürümenin kaynağı bu.

Pek çok insanın yazının başlığına bakınca okumadan geçeceğini biliyorum, bu sevimsiz meseleden hepimiz çok bunaldık. Ama gözlerimizi kapattığımızda gerçeklik kaybolmuyor ve Kemal Okuyan’la geçtiğimiz pazartesi soL TV’de yaptığımız çürüme konulu tartışmanın sürdürülmesi gerektiğini düşünüyorum.

Söz konusu tartışmada da değindik, bencilleşme ile toplumsal çürüme arasında çok güçlü bir ilişki var. Kendi adıma bu ikisinin ayrı olgular değil aynı olgunun (sırasıyla) bireysel ve toplumsal yönleri olduğunu düşünüyorum.

Açayım…

Kapitalizm, üç yüz yıl gibi insanlık tarihinin tamamı söz konusu olduğunda göz açıp kapayana kadar geçen bir sürede insan emeğinin üretkenliğini, milyonlarca yıllık tarihin tamamında yaşanandan daha fazla artırdı. Bu eğilim başlangıcındaki sanayi devrimi sırasında çok hızlı olmakla beraber, devamında da sürdü ve eşitsiz biçimde de olsa dünyanın tamamına yayıldı, yayılmaya devam ediyor. Gerçekten de, Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da saptadığı üzere sermayedar sınıf “üretim araçlarını devrimci bir biçimde dönüştürmeden kendi varlığını sürdüremiyor.”

Bu yaratılan zenginliğin sadece sermaye sınıfının elinde kalması, orta sınıflar ve emekçi sınıflarla hiç paylaşılmaması, zenginliğin kaynağı olan kâr, üretilen metaların piyasada satılması sonucunda elde edildiği için zenginlik artışını da frenleyecek büyük bir krizle sonuçlanırdı. 1929 yılında yaşanan Büyük Buhran bu zorunluluğun ekonomik tecrübesi olmuştu, Sovyetler Birliği’nin varlığı ise Birinci Dünya Savaşı’ndan itibaren bu çelişkinin nasıl bir sistemik tehdit yarattığını gösteriyordu.

Kapitalistler zor öğrenir. Önce bir dünya savaşı daha çıkarttılar ve sosyalizmin yarattığı sistemik tehdit Berlin’e kadar dayandı. Devamında kapitalizmin merkezindeki emperyalist ülkelerde devlet müdahaleleri yoluyla emekçi sınıfların yaşam koşullarında gözle görünür bir iyileşmenin sağlandığı “refah devleti” dönemine girildi. Bunu yaklaşık on yıllık bir faz farkıyla, Türkiye, Arjantin gibi ikinci kuşak kapitalist ülkelerde de bir sanayileşme atılımının ve emek üretkenliğinde ciddi artışların yaşandığı “planlı kalkınma” yılları takip etti. Tüm bunların sonucunda, 1970’lerin ortalarından itibaren sermayenin neoliberal karşı saldırısı başladığında birinci kuşak kapitalist ülkelerde toplumun neredeyse tamamı, ikinci kuşak kapitalist ülkelerde ise önemlice bir kısmı “insanca” olarak tanımlanabilecek bir refah düzeyinde yaşar hale gelmişti.

Neoliberalizm bu eğilimi kısa sürede tersine çevirip emekçi sınıfları mutlak anlamda yoksullaştırmadı; bu hem bir siyasi felaketle hem de piyasa küçülmesinden kaynaklı ekonomik krizle sonuçlanırdı. Yapılan şey, zenginlik artışı sürerken sermayedar sınıf dışındaki sınıfların bu artıştan aldığı payın düşürülmesi ve bunun sonucunda ortaya çıkacak olan talep eksikliğinin de sıradan insanlar borçlandırılarak kapatılmasıydı. İşçi sınıfı 19. ve 20. yüzyıl boyunca büyük mücadeleler sonucunda, egemen sermayedar sınıfı defalarca yenilgiye uğratıp köşeye sıkıştırarak elde ettiği ekonomik (ve siyasi) hakların çoğunu yitirdi, kalanları da her geçen gün yitiriyor; ama geçmişte hakkı olan şeylerin bir kısmını da içeren çok daha büyük bir meta yığınına (ücreti yetmiyorsa borçlanarak) müşteri oluyor.

Sadece Türkiye’de olanların bazılarını sayalım: İlk ve ortaöğretimde devlet okullarında eğitimin kalitesizleştirilmesi ve kaliteli bir eğitimin ancak özel okullarda, hatta özel okulların bile görece pahalılarında alınabilir hale gelmesi; şehir içi ve şehirlerarası ulaşımda kamusal hizmetin tamamen piyasalaştırılması ve işçi sınıfının sadece işe ulaşımının gelirinin önemli bir kısmını götüren bir masrafa dönüşmesi; askerliğin erkekler için hep beraber yapılan bir “vatan hizmeti” olmaktan çıkıp parası olanlardan nakdi, olmayanlardan angarya yoluyla ayni biçimde alınan bir vergiye dönüştürülmesi…

Bu dönüşümün kabullenilmiş olması sermayedar sınıf açısından muazzam bir başarı ve bu başarı ancak insanların genel dünya görüşünde bencilliğin bir erdem haline getirilmesi ya da en azından doğallaştırılması, normalleştirilmesiyle mümkün olabilirdi. Zira haklar toplumsaldır, eğer refah doğuştan sahip olunan bir haksa, insan buna toplumun bir parçası olduğu için hak kazandığını da bilir. Ama insan her ihtiyacını satın alıyor, yani “parası kadar” yaşıyorsa, sahip olduğu (ya da olmadığı) refah yine mevcut toplumsal gelişkinlik düzeyiyle alakalı olsa da, kendisini toplumun bir parçası değil izole bir birey olarak görür.

Toplumsallığının bilincinde olan insandan kendisini yalnız ve izole bir birey zanneden insana geçiş kendiliğinden olamazdı ve bu dönüşümün yukarıda özetlediğimiz maddi tarafını özelleştirme ve piyasalaştırma hamleleriyle gerçekleştirebilmek için egemen ideolojide de büyük bir değişiklik yapmak gerekliydi. 1970’lerin ortalarından itibaren neoliberalizmin yükselişiyle eşzamanlı olarak “insan özünde bencildir” tezinin tüm bilim ve sanat dalları tarafından papağan gibi tekrarlanan bir dogmaya dönüştürülmesi, bunu sorgulayan herkesin önce naif ve idealist, nihayetinde de bilim karşıtı ilan edilmesi tesadüfen ya da sadece “madde son tahlilde düşünceyi belirlediği” için olmadı. Hem güncel ideolojik üretimle hem de insanlığın bilim, sanat ve felsefe geçmişinde bu tezi savunan örneklerin (örneğin Nietzsche) seçilip yeniden ve güçlü biçimde dolaşıma sokulmasıyla, zaten her durumda büyük ölçüde “akıllı tasarım” olan egemen ideolojiye kapsamlı ve planlı bir müdahale yapıldı.

Sermayedar sınıfın her başarısı, kapitalist toplumsal düzenin her olgunlaşma adımı belki bazı mevcut çelişkileri aşar ya da önemsizleştirir ama mutlaka yeni çelişkiler yaratır. Neoliberalizmin kapsamlı metalaşma hamlesi hem meta üreten sektörlerde hem de bu metaların satın alınabilmesi için kredi veren finans sektöründe kâr oranlarının düşme eğilimini bir süreliğine erteledi. Ama bu aynı zamanda (başka pek çok yeni çelişkinin yanı sıra) ekonominin toplumsal niteliğinde ve bireyin her açıdan toplumsallığında büyük bir seyrelmeyle sonuçlandı. Kapitalist dünyanın Türkiye dahil büyük bölümünde artık insanlar sokakta yan yana yürüdükleri insanlara olumlu anlamda herhangi bir duygusal, düşünsel ya da ideolojik bağlanma hissetmiyor ve bencillik yaparken yanlış bir şey yaptığını değil, “oyunu kuralına göre oynadığını” düşünüyor.

Toplumsal çürümenin kaynağı bu. Bundan sonrasında, çürümenin ve bencilliğin hangi biçimler alacağı toplumun birikmiş kültürel kodlarıyla ve bireysel refah düzeyiyle alakalı oluyor. Örneğin Batı Avrupa’da her yıl çok sayıda yaşlı insan evinde yalnız ölüyor ve bu durum günler sonra cesedi çürüyüp kokmaya başladığında fark ediliyor ya da Türkiye’de insanlar trafik kurallarına sadece kendi faydalarına olduğunda uyuyor ve uyulmasını bekliyor.

Uzunca anlattık ama tekrar etmekte fayda var. Bunun sebebi tek tek insanların mayasının doğuştan bozuk olması değil. İnsanların tamamının içinde yetiştiği ve insanlaştığı toplumsal maya bozuk, çürük ve bunun sebebi üretim olanaklarını elinde bulunduran sermayenin özel mülkiyet niteliği. Bu nitelik onu zorunlu olarak antisosyal yapıyor ve bu antisosyallik, hem herkes toplumun en varsıl, zengin ve güçlü bireylerini kendisine örnek almaya çalıştığı için tüm topluma kendiliğinden yayılıyor, hem de insanlar mevcut toplumsal düzeni sorgulamasın diye egemen ideoloji kanalıyla insanlara “belletiliyor.”   

Ama tüm bu tespit silsilesi, her ne kadar doğru olsa da kendi başına faydasız; zira ömrünü doldurmakta olan herhangi bir toplumsal düzen kendisi çürürken insanları da çürütür ve düzenin çürümüşlüğü yıkılmasını kolaylaştırırken toplumun çürümüşlüğü onu yıkacak kolektif iradenin oluşmasını zorlaştırır. Bunun sonucunda bir toplumsal altüst oluş yaşandığında bu devrimle sonuçlanmayabilir; kapitalizm kendisinden çok daha geri bir toplumsal düzene doğru da yıkılabilir ya da mevcut toplumsal çürümenin yıkıntılarından ırkçı ya da dinci faşizm gibi, antisosyal bir ahlakı herkese dayatıp sermaye egemenliğini çok daha dokunulmaz biçimde yeniden kuracak kanlı bir rejimler dizisi yükselebilir.

Bu yüzden insanlık devrimci bir kolektif iradeyi ve ahlakı bugünden, içinde yaşadığımız çürümenin karanlığında ve o karanlığa rağmen kurmayı başarmalı.

Bu ahlak ancak insanlığın yoksullar ve zenginler, sermayedarlar ve işçiler, burjuvalar ve proleterler biçiminde bölünmüş olmasını birbirini tamamlayan değil, çelişkili ve aşılması gereken bir diyalektik olarak görerek, yani somut ve devrimci bir gelecek kurgusunun etrafında örgütlenerek kurulabilir.

Marksizm bunu söylüyor. İşimiz de budur. 

/././

Nükleer tehdit altında, nükleer gücünde kapışma: Ukrayna pazarlıklarında neler oluyor?-Gamze Erbil-

Ukrayna pazarlıklarında cisimleşen ve ABD’nin son Ulusal Güvenlik Stratejisiyle resmileştirdiği tercihleriyle daha belirgin hale gelen emperyalist hegemonya krizi, sistemin kırılgan yapısını ve ikiyüzlü siyasetçilerini tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Dolara dayalı para sistemi çatırdayarak yıkılırken, ABD emperyalizminin ortaklarına yönelik de düşmanca tavırlar içine girmesi şaşırtıcı değil.

Nükleer savaş tehdidi Ukrayna savaşı başladığından bu yana daha belirgin bir biçimde emperyalist sistemin siyasi aktörlerinin dilinde. Son olarak Ukrayna için yürütülen ateşkes pazarlıklarının kritik aşamasında Putin’in kararlı bir biçimde Avrupa’ya verdiği “Savaşsa biz hazırız” mesajı da bunu içeriyordu. Dikkat etmek gerekiyor, bu halkların gündemine sokulan “nükleer silahlar kullanılabilir” tehdidi, Soğuk Savaş döneminde gerçekten etkili bir caydırıcılık içeren tehditten farklı olarak, gerektiğinde başvurulacak bir gücün hatırlatılması şeklinde kendini gösteriyor.

İma ettiği asıl konuysa, görüş alanımızdaki diplomasi ve savaş manevralarının dışında kalan, emperyalistler arası para ve yağma pazarlıklarıyla ilgili.

Bretton Woods’un çöküşü de halklara fatura edilecek

Emperyalist sistemin ABD dolarına dayanan para sisteminin çöküşü sürecinde, emperyalist güçleri her zaman kontrollü bir şekilde ve sürekli bir kapışma içinde konumlanmaya iten ve nükleer savaş tehditlerinin yükselmesine neden olan kapışma da bu süreçle ilgili. Dünya halklarının yaşanan kamplaşmalar karşısında uyanık olması, sonunda tüm emperyalistlerin sınıfsal bir refleksle faturaları halklara yıkmakta birleşeceğini unutmaması gerekiyor. Biliyoruz ki, kendi savaşları da asla “kendi savaşları” olarak yaşanmıyor.

Şimdilik son yılların savaşlarını ve onların yağmalarını masaya getiriyorlar. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, kararlı bir biçimde Avrupa’yı nükleer düelloya davet ederken, aslında Ukrayna sürecinde anlaşmazlık konusu olan yağmayı kimin yapacağı ve savaş başladıktan sonra gasp edilen Rusya varlıkları konusunda uyarıyor.

Rusya’nın elinde kendi malvarlıklarının karşılığı bir kart bulunmuyor, o yüzden Avrupa’ya doğrudan saldırma tehdidini masaya sürüyor. Ama hassas olduğu konu, yani Rusya’nın el konacak varlıkları konusu, onun için nükleer saldırı gücünde.

Ukrayna barışını 'kim yağmalayacak' kavgası

Emperyalist ABD’nin yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi’yle uyumlu bir biçimde Avrupalı emperyalistlerin -hatta NATO’nun- yüklerini bırakıp kendi derdine düşmesi, bununla uyumlu bir Ukrayna barışı önerisi getirmesi ortalığı dağıttı.

Sürekli madde sayısı değişen bir “Ukrayna barış planı” üzerine anlaşma sağlanamamasının yeni belirginleşmekte olan dünya dengeleri düşünüldüğünde taraflar açısından “haklı” sebepleri var. Ama nihayetinde tüm “barış görüşmeleri”, Ukrayna savaşından kimin ne alacağı ve Rusya’nın el konan varlıklarının nasıl değerlendirileceğinde düğümleniyor.

Avrupa’nın 'direnme' cüretinin dayanakları

Avrupalı emperyalistler ABD politikasına “direnirken” haklı sebeplere dayanıyor, dedik. ABD’nin tek taraflı hamleleri ve Rusya konusundaki tercihleri kendi hesaplarına uymuyor. Artı, Avrupa silahlanmak istiyor; Ukrayna savaşı iyi bir gerekçe. Savaşın tadını aldılar; Rusya’yı NATO üzerinden kışkırtmayı öğrendiler; silahlanma isteklerine “Trump istedi”den daha “soylu” bir gerekçe buldular. Öyle ki, Rusya’yla savaşmaya dahi hazırlanıyorlar; ama Avrupa usulü. “2030’a doğru hazır oluruz” deklarasyonları yapıyorlar.

Bu “haklı” sebeplerle ABD planına alternatif oluştururken Rusya’nın malvarlıklarını, Ukrayna’nın “yeniden inşa” sürecine kendilerinin çökeceği şekilde, kredi olarak verme gibi, Rusya’ya nükleer seçeneği düşündürecek öneriler geliştiriyorlar.

Avrupa’nın hayalindeki 'nükleer silah'

Son olarak sanki uluslararası para sisteminde tamamen ABD dolarına endeksli bir yapının içinde değillermiş gibi, ellerindeki ABD fonlarını da gasp etmeye hazırlandıkları haberleri düşmeye başladı. Bu konu “Avrupa’nın nükleer seçeneği” olarak adlandırılıyor.

Evet ABD tahvillerine dönük bir müdahale uluslararası mali sistemde bir nükleer etkisi yaşatacaktır; ama Avrupalı emperyalist ülke piyasaları da bu bombardımandan muaf olamaz.

Sosyal medya platformlarında psikolojik harp

Ukrayna görüşmelerinin tıkanmasıyla birlikte, bu konunun Avrupa diplomatik kulislerinde tartışıldığına dair haberler sosyal medyada geniş yankı buldu. Politico dergisi de alevi harlayacak biçimde, Trump ve ABD yetkililerinin Avrupalı siyasetçileri “körlükle ve iflah olmaz politik doğruculuklarıyla”, AB kurumlarını “demode ve gerçekten uzaklıkla” suçladıkları/aşağıladıkları değerlendirmelerini öne çıkartıyor. Tüm bir medya ve sosyal medya çekişmeyi kızıştırmakla meşgul. Rusya’nın son dönem öne çıkan yetkili isimleri de, bu savaşın aktif askerleri olarak rol üstleniyor1

Halkları manipüle etmek için inşa ettikleri medya ve sosyal medya platformları haliyle psikolojik savaşın mecrası olarak iş görüyor. Asıl niyetlerini gizleyen karşılıklı atışmalarında, emperyalist odaklar, kendi tarihlerine ya da karşı tarafın pisliklerine sınır tanımadan saldırılarda bulunuyorlar.

Gerçek ve doğru yönleri fazla olan bu ifşalar tuzaklarla dolu. Örneğin, Elon Musk’ın Avrupalı emperyalistleri hedef alan paylaşımları ilginizi çekebilir.2

Belki Trump’ın Zelensky’e dönük saldırgan tutumu canınızı sıkmış olabilir...3

Ya da Ukrayna yönetiminden başlayarak Avrupa Birliği önde gelenlerini sallamaya başlayan “yolsuzluk” haberlerinin ortaya serdiği sefillikleri “haklı” bulabilirsiniz.4

Bu savaşta kamuoyu “taraf olmaya” zorlanıyor; ancak gerçekte olup biten, hegemonya krizi derinleşirken emperyalist odakların birbirine yönelttiği suçlamalar... Kendi “davaları” ve yeni savaş planları için taraftar toplamaya çalışmaları. Uyanık olmak gerekiyor.

1https://x.com/kadmitriev/status/1998356498460901506

2https://x.com/elonmusk/status/1997830969940996372

3https://www.youtube.com/watch?v=zMNAos1hotI

4https://www.politico.eu/article/ursula-von-der-leyen-fraud-probe-federica-mogherini-stefano-sannino-european-external-action-service/https://www.berliner-zeitung.de/politik-gesellschaft/geopolitik/eu-korruptionsskandal-kaja-kallas-druck-transparenz-bruessel-li.10008673

soL



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -11 Aralık 2025-

 'Partiler üstü' bir örgütlenme ağı: NATO’cu gençlik kuluçkada -Ercan Küçük-  "Uluslararası vizyon" vaat edilen bu gençler...