T-24 "Köşebaşı + Gündem" -26 Aralık 2025-

AYM’nin Tayfun Kahraman kararı: Çanlar kimin için çalıyor?-Rıza Türmen- 

AYM kararının İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından reddedilmesi, yasa dışı bahis oynayan hakemler, futbolcular ya da uyuşturucu işine bulaşan ünlüler kadar kamuoyunun dikkatini çekmedi. AYM kararları ilk derece mahkemesi tarafından uygulanmamaya devam ederse AİHM, AYM’nin etkili bir iç yargı olmadığı yolunda karar verecek. AYM’nin Tayfun Kahraman kararının uygulanmasının ilk derece mahkemesi tarafından reddedilmesi karşısında, Türkiye’yi bekleyen tehlike budur. Böyle bir gelişmeyi önlemek, başta HSK olmak üzere, herkesin sorumluluğudur. HSK, bu konuda soruşturma açma yetkisine sahiptir.

Tayfun KahramanMeriç Demir Kahraman, Vera Kahraman ve Tayfun Kahraman

Gezi davasında hükümlü bulunan Tayfun Kahraman’ın başvurusuyla ilgili olarak Anayasa Mahkemesi (AYM) Genel Kurulu Temmuz 2025’te adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ve yeniden yargılanması gerektiğine karar verdi. Gerekçeli karar 17 Ekim 2025’te Resmî Gazete’de yayınlandı.

Bu karara uygun olarak Tayfun Kahraman’ı yeniden yargılaması gereken İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi AYM kararını ve yeniden yargılamayı reddetti. Buna karşı 14. Ağır Ceza Mahkemesi’ne yapılan itiraz da reddedildi. Böylece adil olmadığı AYM kararıyla saptanan bir yargılama sonucunda Tayfun Kahraman cezaevinde yatmaya devam etti. Bir AYM kararı daha birinci derece mahkemesi tarafından tanınmadı ve uygulanmadı. Böylelikle Türkiye’nin bir hukuk devleti olmaktan ne denli uzak olduğu, “herkes adil yargılanma hakkına sahiptir” diyen Anayasa’nın 36. Maddesiyle “Anayasa Mahkemesi kararları… yasama, yürütme ve yargı organlarını … bağlar” diyen Anayasa’nın 153. Maddesinin son fıkrasının geçersiz olduğu bir kez daha ortaya çıktı.

Şimdi yapılması gereken Anayasa’nın uygulanmayan 153. Maddenin son fıkrası yerine “Anayasa Mahkemesi’nin yetki alanı, alt mahkemeler tarafından çizilir, Yargıtay tarafından denetlenir.” şeklinde bir hüküm koymak! Böylece Anayasa ile gerçek durum arasındaki fark da kapatılmış olur!

Bu arada AYM, MS hastası olan Tayfun Kahraman’ın sağlık sorunları nedeniyle tahliye edilmesi için tedbir kararı verilmesi talebini reddetti. Sağlık durumunun sürekli izlenmesi yolunda bir karar aldı.

AYM kararının İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından reddedilmesi, yasa dışı bahis oynayan hakemler, futbolcular ya da uyuşturucu işine bulaşan ünlüler kadar kamuoyunun dikkatini çekmedi. Sessiz sedasız bir biçimde geçiştirildi. İnsanlar AYM kararlarının uygulanmamasını kanıksadılar, “ne var bunda? Uygulanmayan bir AYM kararı daha” mı dediler, bilemiyorum.

Ancak bilinmesi gerekir ki ortada herkesi ilgilendiren, çok vahim, çok ciddi bir durum var. Hukuk devletinin çöküşünü, hukuksuzluk devletinin doğuşunu ellerimiz böğrümüzde seyredemeyiz. Can Atalay davasında AYM kararının alt mahkeme ve Yargıtay tarafından uygulanmamasının doğurduğu tepki sonucu değiştiremediği içindir ki bugün Kahraman davasında aynı sorunla karşı karşıyayız. AYM kararlarının uygulanmamasına karşı güçlü bir toplumsal itiraz gelmezse, bu gidişe ‘dur’ denmezse AYM’nin saygınlığının ağır bir darbe alması, anayasa yargısının etkililiğini yitirmesi, anayasada yazılı hak ve özgürlüklerin hukuk güvencesinden yoksun kalması kaçınılmaz olacaktır.

AİHM’in Şahin Alpay kararında belirttiği gibi “Anayasa Mahkemesi’ne verilen yetkilerin başka bir mahkeme tarafından sorgulanması, hukuk devleti ve hukuk güvenliğinin temel ilkelerine aykırıdır. Bu ilkeler, keyfiliğe karşı sağlanan korumanın temel taşlarıdır... AYM’nin başvurucunun tutukluluğunun Anayasa 19/3 maddesinin ihlali olduğu yolundaki açık kararından sonra tutuklamanın hala devam etmesi, bunu hukuka uygun ve yasayla öngörülen bir prosedür olmaktan çıkarmaktadır.” (parag.118)

AİHM’in Şahin Alpay / Türkiye (2018) kararından yapılan bu alıntılar Tayfun Kahraman için de geçerlidir. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin AYM kararını uygulamayı reddetmesiyle hukuk devleti ilkeleri zarar görmüş, keyfi uygulamalara kapı açılmıştır. Öte yandan Tayfun Kahraman’ın AYM kararına karşın cezaevinde bulunmasının hukuksal temeli ortadan kalkmış, fiili bir durum ortaya çıkmıştır. Tıpkı Can Atalay’da olduğu gibi. Can Atalay’dan farklı olarak, Tayfun Kahraman bir de ciddi sağlık sorunlarıyla boğuşmaktadır.

AYM neden Tayfun Kahraman’ı 18 yıla mahkûm eden yargılamanın adil yargılanma olmadığına karar verdi? Karara yol açan en önemli etken, nedensellik (illiyet bağı) unsurunun bulunmaması. Ceza hukukunda suçu oluşturan en önemli unsurlardan biri, bir insanın davranışıyla dış dünyada meydana gelen değişiklik arasında bir bağlantı bulunmasıdır. Bu davranış olmasaydı olay yine de gerçekleşecekse, bu sonuç o kişiye yüklenemez.

Gezi yargılamalarının ortak özelliği nedensellik bağı (illiyet bağı) kurulmadan hüküm verilmesi. Örneğin, Kavala davasında TCK md. 312’deki hükümeti devirmeye teşebbüs suçunun oluşması için gereken cebir ve şiddet unsuru ile Kavala’nın eylemleri arasında bir bağlantı bulunmadığı AİHM kararlarında ve AYM başkanın muhalefet görüşünde belirtilmekte.

Tayfun Kahraman davasında da AYM şu hususların altını çiziyor:

  1. Mahkûmiyet kararına esas oluşturan çok sayıda medya paylaşımından hangisinin şiddeti teşvik eden ya da şiddete özendiren ya da cebir ve şiddet kullanarak hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs etmeye yönelen ifadeleri içerdiği belirtilmemiştir. Medya paylaşımlarıyla şiddet içeren olay arasında illiyet bağı kurulmamıştır. Bir toplantı ve gösteri sırasında ortaya çıkan şiddet olaylarının varlığı, kendi eylemleriyle şiddet olayları arasında illiyet bağı kurulmadığı sürece kişileri doğrudan sorumlu tutmak için yeterli değildir.
  2. Mahkûmiyet gerekçelerinden biri Tayfun Kahraman’ın Gezi Parkı olaylarının öncesinde bir plan ve organizasyon dahilinde hareket etmiş olması savı. AYM’ye göre Mahkeme’nin bu sonuca varması için yeterli bulgu yok. Gezi parkı olaylarından önce Kahraman’ın diğer sanıklardan yalnızca biriyle (o da beraat etmiş) iletişimi var. Bu bulgu, bir plan çerçevesinde hareket ettiği sonucuna ulaşmak için yeterli değil.
  3. İlk derece mahkemesi ve Yargıtay, başvurucunun Gezi Parkı olaylarının devam ettirilmesi amacıyla kurulan Park Forumları’nın eşgüdümünü sağladığını belirttiler. AYM’ye göre başvurucunun somut olarak ne zaman hangi toplantılara katıldığı ne kararlar alındığı, alınan kararlar ve bu forumlarla şiddet eylemi arasında nasıl bir bağlantı bulunduğu konusunda bir açıklık bulunmamakta.
  4. Yargıtay, başvurucunun Taksim Dayanışması’nın sosyal medya hesaplarında yapılan paylaşımlarla olan bağlantısını, A.B.A’dan sosyal medya şifresini istediği yönündeki iletişime dayandırdı. Ancak Yargıtay, Taksim Dayanışması’nın sosyal medya hesaplarından hangisinin başvurucuyla bağlantılı olduğunu belirlememiştir. Kaldı ki, şifre talebi 2 Ekim 2013 tarihlidir. Oysa Gezi Parkı olayları 2013 Mayıs-Haziran aylarında meydana gelmiştir.

İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, AYM’nin adil yargılanma hakkının ihlali ve başvurucunun yeniden yargılanması kararına karşın tahliye ve yeniden yargılanma taleplerini reddetti. Mahkemenin red gerekçeleri Can Atalay davasındaki red gerekçelerinden farklı değil. 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne göre, AYM’nin görevi Yargıtay ve ilk derece mahkemelerince yapılan değerlendirmelerin ve varılan sonuçların hukuka uygunluğunu denetlemek değildir. AYM hem Anayasa’ya hem de kanunun emredici hükmüne açıkça aykırı hareket ederek yetki gaspında bulunmuştur. Delilleri değerlendirme ve delilin davayla ilgili olup olmadığına karar verme yetkisi, ilk derece mahkemesine aittir.

  1. Ağır Ceza Mahkemesi’ne yanıtı AİHM, Şahin Alpay davasında zaten vermişti. AİHM’e göre, başvurucunun tutuklamayla ilgili şikayetinin, iddianamedeki kanıtların içeriğine girmeden incelenmesi olanaksız. Aynı gerekçe Kahraman’ın davası için de geçerli. Tayfun Kahraman’ın yargılanmasının adil olmadığı şikâyeti kanıtlar değerlendirilmeden incelenemez.
  2. Ağır Ceza Mahkemesi’nin göz ardı ettiği başka Anayasa maddeleri de var. Anayasa md. 158’e göre, “Diğer Mahkemelerle Anayasa Mahkemesi arasındaki görev uyuşmazlıklarında Anayasa Mahkemesi kararı esas alınır.” Ayrıca, Anayasa’yı yorumlama yetkisi ilk derece mahkemesine değil, AYM’e aittir. Kaldı ki Anayasa 153. Maddesi, açık hükmü karşısında yoruma yer bulunmamakta.

AİHM, 2018 yılında kabul ettiği Şahin Alpay kararında, AYM’nin kararına karşın başvurucunun tutukluluğunun hala devam etmesinin, AYM’nin etkili bir iç yargı yolu olduğu konusunda ciddi kuşkular doğurduğunu belirtmekte. AİHM, şimdilik AYM’nin etkili bir yargı yolu olduğu görüşünden vazgeçmeyeceğinin, ancak ilk derece mahkemelerinin kararlarını dikkate alarak, bireysel başvuru sistemi çerçevesinde, AYM’nin ne denli etkili bir yargı yolu olduğunu inceleme hakkını saklı tutacağının altını çizdi.

Başka bir deyişle, AYM kararları ilk derece mahkemesi tarafından uygulanmamaya devam ederse AİHM, AYM’nin etkili bir iç yargı olmadığı yolunda karar verecek.

AYM’nin Tayfun Kahraman kararının uygulanmasının ilk derece mahkemesi tarafından reddedilmesi karşısında, Türkiye’yi bekleyen tehlike budur. Kahraman kararı büyük olasılıkla AİHM başvurusuna konu olacaktır. Böyle bir başvuruda AİHM önce ilk derece mahkemesinin tutumu sonucu AYM’nin etkili bir iç yargı yolu olup olmadığını inceleyecektir. Etkili bir yargı yolu olmadığı sonucuna varırsa, AYM’e gitmeden doğrudan AİHM’e başvurma yolu açılacaktır. Bunun anlamı, Anayasa 148. Maddede düzenlenen bireysel başvuru hakkının de facto ortadan kalkmasıdır.

Bir Anayasa hükmünün, ilk derece mahkemesinin tutumu sonucu uygulanmayan bir maddeye dönüşmesine izin verilmemesi gerekir. Bireysel başvuru sistemi Türkiye’de bireylerin hak ve özgürlüklerinin önemli bir güvencesidir. Bunun ortadan kalkması temel hak ve özgürlükleri ulusal düzeyde güvencesiz bırakacak, insan hakları alanında büyük bir geri adım oluşturacaktır.

Böyle bir gelişmeyi önlemek, başta HSK olmak üzere, herkesin sorumluluğudur. HSK, bu konuda soruşturma açma yetkisine sahiptir.

Ancak AYM de, sistemin baş oyuncusu olarak, sistemin ortadan kalkmasına seyirci kalmamalı. Kahraman kararında AYM, “Hukuk devleti ilkesi, yargı organlarının aynı maddi veya hukuki olgularla ilgili olarak çelişkili kararlar vermekten... kaçınmasını gerekli kılar... (bu) kişilerin hukuka olan güvenlerinin sarsılmaması için hayati öneme sahiptir” demekte. Bu böyleyse, o zaman AYM’nin de bu durumu önleyecek önlemler alması gerekir. AYM’nin kuruluş yasası, temel hakların korunması için gereken önlemleri alma yetkisini vermekte. AYM, yargı organlarının çelişkili kararlar vermelerini önlemek, bireysel başvuru sistemini kurtarmak için bu yetkilerini kullanmalı, gerekirse içtüzüğünde değişiklik yapmalı.

Tayfun Kahraman kararıyla AİHM’de Türkiye için tehlike çanları çalıyor. Hükümet çan seslerini duyuyor mu acaba?

/././

Yıl biterken emniyet ne durumda?-Tolga Şardan- 

Yeni yıla yaklaşırken, Emniyet Genel Müdürlüğü 235 polis müdürünü emekliliğe sevk etti. Yasaya göre, yılda birden fazla kez toplanıp karar alabilme yetkisi olan YDK, 2025 yılı emeklilik işlemlerini yılın son günlerine öteledi. Bu durumun gerekçesi; İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın TBMM’ye gönderdiği, ancak yükselen tepkiler sonrasında geri çekmek zorunda kaldığı teşkilatı yeniden biçimlendirmeyi amaçlayan yasa değişikliği tasarısı...

emniyet

Emniyet Genel Müdürlüğü, taşradaki birimlerinin en tepe yöneticileri konumundaki 81 kentin il emniyet müdürlerini Ankara’da bir araya getirdi.

Yıl içinde video konferans sistemi (VKS) üzerinden merkez ve taşra birimlerini buluşturan toplantılar periyodik olarak gerçekleştirilse de geçen haftaki iki günlük seminer, polis müdürlerinin yüz yüze görüşmesi bakımından önemli.

Coğrafyanın çok farklı köşelerinde, ellerindeki olanaklarla, iktidarın ortaya koyduğu bürokrasi politikaları çerçevesinde kamu güvenliğini sağlamaktan sorumlu olan il emniyet müdürleri, iki günlük seminerde İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya ve Emniyet Genel Müdürü Mahmut Demirtaş ile Bakan Yardımcısı Mehmet Sağlam’ın konuşmalarını izledi.

Ayrıca, yine merkezdeki birimlerin sorumluluk alanları kapsamında hazırlanan sunumları dinlediler.

Seminerde teşkilatın mevcut durumunun röntgeni çekildi.

Kamuoyuna yansıdığı şekliyle Yerlikaya, Sağlam ve Demirtaş’ın açıklamaları klasik protokol konuşmasının ötesine geç(e)medi. Konuşmalar, teşkilatın sorunlarının tespiti ve çözüm önerilerinin uzağında kaldı maalesef.

Gelişmeleri yakından takip edenlerin bildiği üzere; Yerlikaya ile Demirtaş’ın konumları ortada. Kabine değişikliğinde yerinde kalıp kalmayacağı henüz belli olmayan İçişleri Bakanı ile odasını topladığı iddia edilen Emniyet Genel Müdürü’nün, teşkilata vereceği “gerçek ve somut” mesajları görmek mümkün değildi.

Örneğin, bu sene de teşkilat gündeminde olan polis intiharları konusunda çözüm odaklı bir yaklaşımın mesajı verilemedi.

Örneğin, bir süreden beri İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın gündeminde olan ancak pek mesafe alınamayan emniyet müdürlerinin özlük hakları konusunda tatmin edici bir açıklama yoktu. Oysa, toplantıya katılan il emniyet müdürlerinin merakla beklediği konulardan birisi buydu.

Örneğin, polis memurlarının özlük hakları, maaşları ve çalışma sisteminin iyileştirilmesine dönük görüş sunulamadı.

Örneğin, Cumhur İttifakı’nın yürüttüğü Terörsüz Türkiye projesinin geleceği hakkında bilgilendirme yapılamadı.

Örneğin, teşkilatın personel politikasının yeniden elden geçirilmesi, yaklaşık 350 bin olan personelin daha etkin nasıl çalışabileceği konusunda herhangi bir yaklaşım ortaya konamadı.

235 emniyet müdürüne yeni yıl hediyesi: Emekli edildiniz!

Yeni yıla yaklaşırken, Emniyet Genel Müdürlüğü 235 polis müdürünü emekliliğe sevk etti.

Olağan olarak Emniyet Genel Müdürlüğü Yüksek Değerlendirme Kurulu (YDK) haziranda toplanıp amir ve müdür rütbesindeki terfileri ve emeklilik tablolarını değerlendirir.

Yasaya göre, yılda birden fazla kez toplanıp karar alabilme yetkisi olan YDK, 2025 yılı emeklilik işlemlerini yılın son günlerine öteledi.

Bu durumun gerekçesi; İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın TBMM’ye gönderdiği, ancak yükselen tepkiler sonrasında geri çekmek zorunda kaldığı teşkilatı yeniden biçimlendirmeyi amaçlayan yasa değişikliği tasarısı.

Genel Müdür Mahmut Demirtaş’ın başkanlığı bir araya gelen YDK üyeleri Personel Başkanlığı’nın hazırladığı emeklilik listesini imzalayıverdi.

YDK üyeleri, 18 merkez emniyet müdürü, 77 ikinci sınıf emniyet müdürü ile 40 üçüncü ve dördüncü sınıf emniyet müdürünün emekli edilmesine karar verdi.

Ayrıca daha önce emekli edilen fakat idare mahkemesine başvurup “göreve dönüş kararı” alan ve “göreve dönmesine Emniyet Genel Müdürlüğü’nün karar vermesi tavsiye edilen” polis müdürleri de yine YDK tarafından emekli edildi.

Mahkeme kararı çerçevesinde emekli edilen polis müdürü sayısı 100.

Böylece YDK, 2025 yılında farklı rütbelerde toplamda 235 emniyet müdürünü emekli etti.

Sürecin uzaması ya da diğer bir değişle son ana bırakılması, yıllarını teşkilata vermiş kimi polis müdürlerinin unutamayacakları yeni yıl hediyesi almalarına sebep oldu!

Emeklilik işleminin haziranda yapılması zaten beklenen gelişmelerden. Fakat takvim dışına çıkılıp yeni yıla günler kala emekli edildikleri bilgisini kendilerine gelen mesajla öğrenen polis müdürlerinde doğal olarak burukluk oluştu.

Bu durumda lojmanda oturan polis müdürleri mevzuat gereğince üç ay içinde lojmanı boşaltmak zorunda.

Kış mevsiminin ortasında, hele ki, illerde görev yaparken emekli edilen polis müdürlerinin lojmanı boşaltıp başka kente taşınmaları, çocuklarının okul durumları gözetilmeksizin zor durumda bırakılmalarının yılbaşı hediyesi olarak dönüşü, kurumsal yaklaşımın ne olduğunu işaretidir.

İşin dikkat çekici bir başka yönü, haklarını mahkeme kararıyla arayan polis müdürlerinin aldıkları geri dönüş kararıyla bir kez daha emekli edilmesi.

İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın göreve geldikten sonra verdiği ilk talimatlardan birisi, personelin lehine olan mahkeme kararlarının idarece uygulanmasını sağlamak yönündeydi.

Buna karşın, aradan geçen süreçte köprünün altından akan su, tam tersi işlemlerin yürürlüğe konulmasının önünü açtı.

Aldığım bilgiye göre; özellikle geçen yıl verilen emeklilik kararları sonrasında idare mahkemelerinde açılan göreve dönüş davalarının artması üzerine, davaların takibinden sorumlu Emniyet Genel Müdürlüğü Hukuk Müşavirliği, kurum aleyhine karar veren idare mahkemeleri nezdinde girişimde bulunmaya başladı.

Mahkeme heyetleriyle yapılan görüşmelerde, dava açan personel lehine verilecek kararların kadro sorununa neden olduğu belirtildi. İdare mahkemelerinin son dönemdeki kararlarında ise “geri dönüş kararının Emniyet Genel Müdürlüğü’nün takdirine bırakılması” hükmünün ağırlıkta olması dikkati çekiyor.

Son atamalarda bir de ödüllendirme yapıldı. Hukuk Müşaviri, İçişleri Bakanlığı’nca gerçekleştirilen il emniyet müdürleri ataması çerçevesinde önemli bir kente il emniyet müdürü olarak atandı!

Torlak’ın kaymakam adaylarına verdiği ders!

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın uyuşturucu kullanımıyla ilgili son soruşturmada adı öne çıkan isimlerdendi Furkan Torlak.

Dosyanın önemli isimlerinden Mehmet Akif Ersoy’un bağlantıları çerçevesinde ismi duyulan ve sonrasında İletişim Başkanlığı’ndaki görevinden istifa eden Torlak’ın, geçtiğimiz günlerde İçişleri Bakanlığı’nın davetlisi olarak ders verdiği ortaya çıktı.

Torlak’ın, İletişim Başkanlığı bünyesindeki Dezenformasyonla Mücadele Merkezi’ndeki görevi sırasında, İçişleri Bakanlığı’nda kursta olan 110. Dönem kaymakam adaylarına yönelik “Dezenformasyonla Mücadele Farkındalık Eğitimi” başlığıyla eğitim verdiği görüldü.

Torlak’ın verdiği eğitimin, İçişleri Bakanlığı resmi internet sitesinde de yer alması dikkati çekti.

Ancak, yine kolayca tahmin edileceği üzere, skandalın patlamasıyla birlikte paylaşım internetten kaldırıldı.

NOT: BÜYÜTEÇ’TE 6 OCAK 2026 GÜNÜ BULUŞMAK ÜMİDİYLE. YENİ YILINIZI KUTLARIM.

/././

2025, 2026 ve 2027 yıllarında şartların oluşup oluşmadığına bakılmaksızın, enflasyon düzeltmesi yapılmayacak!-Erdoğan Sağlam- 

Umarım sonraki yıllarda enflasyon oranları düşürülerek enflasyon düzeltmesi gereği ortadan kalkar. Bence uygun bir zamanda enflasyon düzeltmesi kalıcı olarak kaldırılmalıdır!

enflasyon

Değerli okurlar, Hazine ve Maliye Bakanlığınca, 24 Aralık 2025 tarihli ve 33117 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan 587 sıra no.lu Genel Tebliğ ile 2025 yılının dördüncü geçici vergi döneminde kapsam dâhilindeki mükelleflerin enflasyon düzeltmesi yapmaması düzenledi.

2025 yılsonu itibariyle enflasyon düzeltmesinin yapılmayacağı da dünkü (25 Aralık 2025 tarihli) Resmî Gazete’de yayımlanan 7571 sayılı Türk Ceza Kanunu ile Bazı Kanunlarda ve 631 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 34. maddesi ile Vergi Usul Kanununa eklenen geçici 37. madde ile kesinleşti.

Söz konusu geçici madde ile 2026 ve 2027 yıllarında da enflasyon düzeltmesi yapılmayacağı hükme bağlandı.

Bu değişiklik 7571 sayılı Kanunun Genel Kurulda görüşülmesi sırasında verilen bir önergenin kabul edilmesi ile sağlandı. Önerge teklifinde değişiklik gerekçesi aşağıdaki şekilde açıklanmış bulunuyor:

“…Gelişen süreçte Vergi Usul Kanununda yapılan düzenlemeler ile mükelleflere sürekli yeniden değerleme imkânı getirilmiş olması, 2023 ve 2024 hesap dönemlerinde enflasyon düzeltmesinin uygulanması sonucu mali tablolarının enflasyon etkisinden arındırılmış olması ve mükelleflerin bu yöndeki talepleri dikkate alınarak, şartlar oluşsa dahi 2025, 2026 ve 2027 hesap dönemlerinde enflasyon düzeltmesi uygulamasının ertelenmesi önerilmektedir.”

Geçici madde ile yapılan düzenlemeye göre:

* Enflasyon düzeltmesi şartları oluşup oluşmadığına bakılmaksızın, 2025 yılı ile 2026 ve 2027 yıllarına ilişkin mali tablolar enflasyon düzeltmesine tabi tutulmayacak.

* 2026 ve 2027 yıllarında, şartların oluşup oluşmadığın bakılmaksızın geçici vergi dönemleri için de enflasyon düzeltmesi yapılmayacak.

* Kendilerine özel hesap dönemi tayin edilenlerde 2026, 2027 ve 2028 yılında biten hesap dönemleri için enflasyon düzeltmesi yapılmayacak.

* Cumhurbaşkanı, enflasyon düzeltmesi uygulanmayacak dönemleri geçici vergi dönemleri de dahil olmak üzere üç hesap dönemine kadar uzatmaya yetkili.

* Münhasıran sürekli olarak işlenmiş altın, gümüş alım-satımı ve imali ile iştigal eden mükellefler, şartlara bakılmaksızın (her geçici vergi dönemi sonu itibarıyla) enflasyon düzeltmesi yapma zorunlulukları bulunduğundan 2025, 2026 ve 2027 hesap dönemlerinde de enflasyon düzeltmesi yapmaya devam edecekler. Bu husus, geçici 37. maddede açıkça hükme bağlanmış bulunuyor.

* Bu madde hükümleri, geçici 33. maddenin dördüncü fıkrası kapsamında olan mükellefler hakkında da uygulanacak. Söz konusu fıkra; bankalar, 6361 sayılı Finansal Kiralama, Faktoring, Finansman ve Tasarruf Finansman Şirketleri Kanunu kapsamındaki şirketler, ödeme ve elektronik para kuruluşları, yetkili döviz müesseseleri, varlık yönetim şirketleri, sermaye piyasası kurumları, sigorta ve reasürans şirketleri, emeklilik şirketleri, tasfiye ve iflas hallerindeki şirketler, 233 sayılı Kamu İktisadi Teşebbüsleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname kapsamındaki iktisadi devlet teşekkülleri ile kamu iktisadi kuruluşları tarafından geçici vergi dönemleri de dahil olmak üzere 2024 ve 2025 hesap dönemlerinde yapılan enflasyon düzeltmesinden kaynaklanan kâr/zarar farkının, kazancın tespitinde dikkate alınmayacağını düzenliyor. Buna göre, sayılan bu kurumlar da yukarıda belirtilen dönemlerde enflasyon düzeltmesi yapmayacaklar.

* 7571 sayılı Kanun yürürlüğe girmeden önce işi bırakma, tasfiye, devir ve tam bölünme gibi nedenlerle kıst dönem için enflasyon düzeltmesi yaparak gelir veya kurumlar vergisi beyannamesi vermiş olanların bu beyannamelerini düzeltmeleri gerektiğini düşünüyorum. Çünkü söz konusu Kanunla 2025 yılı için enflasyon düzeltmesi uygulaması kaldırılmıştır. Bu çerçevede ödeyeceği kurumlar vergisi artanlara, vergi ziyaı cezası ve gecikme faizi yürütülmemesi gerektiği kanaatindeyim.

* Enflasyon düzeltmesi yapılmayacağı belirtilen dönemler (yetki kapsamında uzatılan dönemler dahil) enflasyon düzeltmesi şartlarının gerçekleşmediği dönem olarak değerlendirildiğinden, bu dönemler için VUK’un mükerrer 298 inci maddenin (Ç) fıkrası uyarınca amortismana tabi iktisadi kıymetler için yeniden değerleme yapılabilecek.

Bu yazı için son sözlerim…

Bugüne kadar enflasyon düzeltmesi ile ilgili düzenlemelerin geç yapılması ve yaratılan belirsizlik ortamı nedeniyle sürekli eleştiri yapmak durumunda kaldım.

Bu defa gerek dördüncü dönem geçici vergi beyannamesinde enflasyon düzeltmesi yapılmayacağına ilişkin tebliğin, gerekse 2025, 2026 ve 2027 yıllarında enflasyon düzenlemesi yapılmayacağına ilişkin yasal düzenlemenin çok hızlı bir şekilde yıl bitmeden yayımlanmış olmasını çok kıymetli buluyorum. Tüm emeği geçenlerin eline sağlık…

Böylece, Cumhurbaşkanına verilen üç yıllık uzatma yetkisi ile birlikte altı yıl sorun ortadan kaldırılmış oldu. Umarım sonraki yıllarda enflasyon oranları düşürülerek enflasyon düzeltmesi gereği ortadan kalkar.

Bence uygun bir zamanda enflasyon düzeltmesi kalıcı olarak kaldırılmalıdır!

/././

Bir Atina seyahatinde düşündüklerim -Hakan Okçal- 

Ben Atina’dayken Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler ve MİT Başkanı İbrahim Kalın Şam’a adeta çıkarma yaptılar. Ziyaretin amacı belliydi. Ahmet el-Şara’ya SDG karşısında sağlam durma, taviz vermeme telkini yapmak için gönderilmişlerdi. Heyetin kompozisyonu hayli yadırgatıcıydı. Daha düne kadar cihatçı bir grubun mensubu olan Şam yöneticilerine koskoca Türkiye’nin tek bir Bakanı yetmiyor muydu acaba?

hakan okçal 26 aralık

Libya Genelkurmay Başkanı’nın uçağının düşmesi

Doğu Akdeniz, Suriye ve Gazze’de kritik günlerden geçiyoruz. Son günlerde olan bitenler yeteri kadar sinirlerimizi germiyormuş gibi, Libya Genelkurmay Başkanı Muhammed Ali Ahmed el-Haddad’ın uçağının Ankara’dan kalktıktan hemen sonra Haymana yakınlarında düşmesi hepimizi düşüncelere gömdü.

İçinde Genelkurmay Başkanı’nın yanı sıra Kara Kuvvetleri Komutanı dahil toplam beş yüksek rütbeli Libyalı subayın ve üç mürettebatın bulunduğu Malta bayraklı kiralık özel uçak ilk açıklamalara göre bir kaza sonucu yere çakıldı. Ama El-Haddad’ın Türkiye ile yakın ilişkileri bulunan Trablus’taki Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin temsilcisi olması nedeniyle kafalardaki kuşkuların kolayca silinmesi mümkün olmayacak. Umalım uçağın düşüşü başka bir nedenden dolayı değildir. 

Libya Genelkurmay Başkanı Muhammed Ali Ahmed el-Haddad

Türkiye-Libya deniz yetki alanları anlaşması ve Yunanistan’ın tavrı

BM tarafından Libya’nın meşru hükümeti olarak kabul edilen Trablus’taki Ulusal Mutabakat Hükümeti ile Türkiye arasında altı yıl önce imzalanan Deniz Yetki Alanları Anlaşması Yunanistan’ın tepkisini çekmeye devam ediyor. Zira bu anlaşma, Türkiye’nin Akdeniz’de Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) sahibi olmasına Meis adasını kullanarak set çekmeye çalışan Yunanistan’ın iddialarını dikkate almadan, küçük bir çizgi üzerinde Türkiye ve Libya’nın MEB’lerini buluşturarak, bu çizginin kuzeyindeki geniş deniz alanlarını Türkiye’ye ait gösteriyor.

Yunanistan’ın Meis adasını kullanarak koca Anadolu yarımadasının 200 millik açık deniz sahalarındaki haklarını yok sayma girişimi akıl alacak gibi değil. Ama komşumuz Yunanistan bunu hep yapıyor. Karasularında da aynı maksimalist hesapların peşinde. 12 mil karasuları ile Ege’de Türkiye’yi sahil şeridine hapsetmeye çalışıyor. 

Yunanistan, Türkiye-Libya anlaşmasına karşı 2020 yılında Mısır’la apar topar bir anlaşma imzalayarak Türkiye’nin önünü kesmeye çalıştı. Ancak, Türkiye-Mısır ilişkilerinin en kötü olduğu bir dönemde dahi Mısır anlaşmayı imzalamakla beraber küçücük Meis adasına dayanarak Yunanistan tarafından üzerinde hak iddia edilen geniş Akdeniz sahaları konusunda ona beklediği desteği vermedi.

Buna karşılık, Tobruk’ta konuşlanan Libya Temsilciler Meclisi, Türkiye ile Trablus hükümeti arasında imzalanan anlaşmayı onaylamadığı için anlaşmanın geçerli olup olmadığı konusundaki tartışmalar hiç bitmedi. Hatta Temsilciler Meclisi’ni destekleyen Halife Hafter güçlerinin (Libya Ulusal Ordusu) kontrolü altındaki bir bölge mahkemesi anlaşmayı iptal dahi etti.

Ancak bunlar Yunanistan’ın hiçbir zaman tatmin etmedi. Elindeki AB kozunu sonuna kadar kullanarak bir yandan Ulusal Mutabakat Hükümeti üzerindeki baskıyı artırmaya, diğer yandan Tobruk’taki Temsilciler Meclisi’nden anlaşmanın geçersiz olduğu yolunda bir karar çıkartmaya çalıştı.

Bu çabalar 5 Aralık’ta Yunanistan’a davet edilen Libya Temsilciler Meclisi Başkanı  Akile Salih’e Dışişleri Bakanı Gerapetritis ve Meclis Başkanı  Kaklamanis  tarafından baskı yapılmasıyla zirveye tırmandı. Ama istenen sonuç alınamadı. Akile Salih Yunanlıların bekledikleri açıklamayı yapmadığı gibi, tam tersine, Temsilciler Meclisi Başkan Yardımcısı Misbah Duma Kaklamanis’e tepki göstererek “Yunan yetkililerin, özellikle son olarak Meclis Başkanı Kaklamanis’in Libya’nın içişlerine müdahale ve ulusal egemenliğinin açıkça ihlal edilmesi yönündeki tekrar eden çağrılarının şaşkınlık ve üzüntüyle karşılandığını” ifade etti. Misbah Duma, Libya’nın tam egemen bir devlet olduğunu hatırlatarak “Devlet tarafından akdedilen anlaşmalar, uluslararası hukuk ve normlara tabi egemen kararlardır ve hiçbir ülke Libya’ya bunları onaylama veya iptal etme konusunda emir verme hakkına sahip değildir” dedi.

Türkiye ile Trablus hükümeti arasında imzalanan anlaşmadan bu yana köprülerin altından çok sular aktı. Baştan Mısır ve Rusya’nın arka çıktığı Bingazi’de konuşlu Hafter güçleri Türkiye’nin desteklediği Trablus hükümetini yıkmak için büyük bir saldırıya girişmişti. 

Türkiye, Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin düşmesine ramak kalmışken Hafter güçlerini SİHA’lar kullanarak püskürttü. Bozguna uğrayan Hafter geri çekilmek zorunda kaldı.

Daha sonraki süreçte Mısır’la Türkiye’nin ilişkileri normalleşti. Bunun ardından beklenmedik bir şey oldu, Hafter’in Türkiye ile ilişkileri hızla düzeldi. Hafter’in oğulları Türkiye’yi ziyaret ettiler, iş bağlantılar kurdular. THY yıllar sonra Bingazi’ye uçmaya başladı. Türk donanma gemileri bu kış Bingazi limanında demirlediler. Türkiye artık Libya’da iki tarafla da iyi ilişkileri olan bir bölge gücü rolünü oynuyor. Libya Temsilciler Meclisi’nin Ankara ile Trablus arasında imzalanan anlaşmayı olumlu gözle incelediği ifade olunuyor. Bakarsınız yakında onaylar.

Yunanistan-GKRY-İsrail üçlü askeri ittifakı

Yukarıdaki gelişmelerin Yunanistan’ı hiç memnun etmediğini tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yok. Libyalılardan umduğunu bulamayan Yunanistan Doğu Akdeniz’de bir süredir Türkiye’ye karşı İsrail’le ve belki de Fransa ile bir ittifak arayışındaydı.

Yunanistan’da seçimlere 15 ay kalmışken Mitsotakis hükümeti için işler iyi gitmiyor. Yunan çiftçileri ekonomik kötü gidişi ve AB’den gelecek yardımları alamamalarını protesto etmek için günlerdir traktörlerle yolları bloke ediyorlar. Yunanistan’da kiminle konuşsanız ekonomiden yakınıyor, zenginlerin çıkarlarını kollayan Mitsotakis aleyhinde konuşuyor. Halen siyaset dışında bekleyen eski Başbakan Çipras yeniden halkın umudu olmuş durumda.  Çipras muhtemelen yeni parti kurup “muhteşem bir dönüş” yapmaya hazırlanıyor.

Yaklaşan seçimler ve Türkiye karşıtlığı Mitsotakis-Netanyahu ikilisini kolayca birbirine yakınlaştırdı. GKRY’de ise hayatın her alanına hakim olan Türkiye karşıtlığını anlatmaya gerek yok. Rum lider Hristodulidesin de küçük bir derdi var, orada da yakında parlamento seçimleri yapılacak.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, GKRY lideri Nikos Hristodulidis ve Yunanistan Başbakanı Kiriakos Miçotakis

Mitsotakis-Netanyahu-Hristodulides ilişkileri işte böyle bir zemin üzerinde filizleniyor. Ama Netanyahu gibi eli kanlı bir soykırımcı ile Yunan ve Rum liderlerin el sıkışabilmiş olması hangi gerekçeyle olursa olsun affedilebilecek bir olgu değil. Bu ikilinin bazı Avrupalı ülkelerin Eurovizyon’daki tavırlarından gereken dersleri çıkarmadıkları çok açık. İşin tuhafı halklarından da yeterli tepkiyi almadılar.

Türkiye karşıtlığı şimdilik prim yapsa da İsrail halkının uzun vadede şovenizmin etkisinde kalması hayli güç. Zira eskiden İsrail’de Türkiye karşıtlığı yoktu. İsrail’de hava AKP liderinin “one minute” çıkışıyla, özellikle de Hamas destekçiliğinde İran’la yarışmaya başlamasından sonra değişti. Netanyahu döneminde elbette Türk-İsrail ilişkilerinde ilerleme olması mümkün değil ama sonrası için ümit var. Lakin Türkiye’nin de tavrını değiştirmesi gerekecek. Netanyahu’dan sonra Türk dış politikasında kuruluş ayarlarına dönülebilirse, Türk-İsrail ilişkilerinin düzelmemesi için ortada neden kalmaz. Bu sebeple Yunan-Rum-İsrail ittifakını uzun vadeli bir olgu olarak görmemek gerekir. Türk-İsrail ilişkilerinin düzelmesiyle bu ittifak çökecektir.

Ama aynı şeyi klasik popülist liderlerin yönetimi altındaki Yunanistan ve GKRY için söylemek mümkün değil. Yunanistan ve GKRY’de kurulu düzenin içine işlemiş olan derin bir Türkiye karşıtı anlayış mevcut. Bu anlayış aşılmadıkça bir uzlaşı ortamının yaratılması oldukça zor görünüyor.

Belki Çipras gibi ulusal normların dışına çıkma cesaretini gösterebilen sıra dışı bir liderle Türk-Yunan ilişkilerinde ilerleme sağlanabilir. Bunu Papandreu ve İsmail Cem kısmen başarabilmişlerdi. Tekrar niye yeniden yapılmasın? 

Atina’ya kısa ziyaretimde düşündüklerim

Bunları geçen hafta sonu Atina’ya yaptığım ziyarette düşündüm. Özel bir gezide olmama rağmen sol eğilimli bir Yunan kanalından aldığım davet üzerine ricayı kırmayarak mülakat vermeyi kabul ettim. Maalesef bir kez daha gördüm ki, ne kadar solda olurlarsa olsunlar, iş ulusal meselelere gelince Yunanlıların milliyetçi damarları hemen ortaya çıkıyor.

Mesela Batı Trakya Azınlığının “Türk” etnik kimliğini kabul etmiyorlar. Karasuları ve münhasır ekonomik bölge gibi konularda hükümetlerinin klasik dogmasından ayrılamıyorlar. 12 millik karasuları ve oransız MEB saçmalığından vaz geçmiyorlar. Hiç şüpheniz olmasın onların da adı konulmamış bir Mavi Vatan dogması var.

Mülakatta azınlığın kimliğinin saptanması için bölgesel referandum yapılmasını önerdim. Diğer taraftan Ege ve Akdeniz’deki ikili sorunlara müzakereler yoluyla çözüm bulunamazsa (meşhur “İstikşafi Müzakeler”de altmışıncı turu geçtik, çevrilmemiş tek bir taş dahi kalmadı), tüm sorunları paket halinde tahkime götürülmesinin en mantıklı yol olduğunu söyledim (bu rahmetli Mesut Yılmaz’ın tezidir). Bundan hiç memnun olmadılar.

Yunanlılar haklı olarak Türkiye’nin “Casus Belli” deklarasyonundan çok şikâyet ediyorlar. TBMM tarafından kabul edilen bu karar yerinde durdukça AB’nin SAFE programlarına Türkiye’nin dahil edilmesinin veto edileceğini söylüyorlar. Ama “Casus Belli” kararı kalkarsa, ertesi gün 12 mil karasuları ilan edip iki ülkeyi savaşın eşiğine getirebileceklerinin farkında bile değiller.  

Diğer taraftan Türkiye’nin savunma sanayii alanında attığı adımlardan çok endişeliler. Türkiye’nin kendilerine karşı aşırı şekilde silahlanmakta olduğuna inanıyorlar. Keza Türkiye’nin Eurofighter uçak alımından hiç memnun değiller. Yunanistan’ın F-35’leri edinmesiyle Ege’de dengelerin değişeceğini akıllarına getirmiyorlar. İsrail’den alınan Spike NLOS füzelerinin Meriç boyunca ve Türkiye’nin yakınındaki silahsız statüdeki adalara konuşlandırılmasından rahatsız değiller.

Keza Yunanlıların Mitsotakis’in Kudüs’te Netanyahu ile buluşacak olmasından da rahatsızlık duyduklarını hissetmedim. Oysa resmen Türkiye’ye karşı üçlü bir askeri bir ittifak kurulmasına karar verildi. Aydın tavrı Mitsotakis’in bu girişimine karşı durulmasını gerektirirdi.

Yunanlılarla rakı-uzo kadehlerini tokuşturarak dostluk yapılabileceklerini sananlar varsa, benden uyarması, Yunanlıların mezeleri, adaları ve müzikleri çok güzeldir, ama milliyetçilikleri de pek yamandır.

Fidan, Güler ve Kalın’ın Şam Ziyareti

Ben Atina’dayken Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler ve MİT Başkanı İbrahim Kalın Şam’a adeta çıkarma yaptılar. Ziyaretin amacı belliydi. Ahmet el-Şara’ya SDG karşısında sağlam durma, taviz vermeme telkini yapmak için gönderilmişlerdi. Heyetin kompozisyonu hayli yadırgatıcıydı. Daha düne kadar cihatçı bir grubun mensubu olan Şam yöneticilerine koskoca Türkiye’nin tek bir Bakanı yetmiyor muydu acaba?

Şam ile Rakka arasında ABD’nin arabuluculuğunda gerçekleşen müzakerelerde bir hayli mesafe alınmış görünüyor. Basına yansıyan bölük pörçük bilgilerden edindiğimiz intiba SDG’nin birimler halinde (sınır tümeni, kadın tümeni, terörle mücadele tümeni ve asayiş kuvvetleri olarak) merkezi hükümetin askeri ve güvenlik yapılanmalarına entegre olacakları yönünde. Şam’a bağlı birimlerin SDG bölgesine geçmeyecekleri konusunda bir güvence verildiğinden de bahsediliyor. Bu adı konulmamış bir ademi merkeziyetçi yapıya işaret ediyor. Takip edenler bilir, bu satırların yazarı öteden beri bunun en gerçekçi çözüm yolu olduğunu yazıp durdu.

Oysa Ankara SDG/YPG’nin dağıtılıp bireysel temelde entegrasyona gidilmesinde ısrar ediyor. Şam’a giden heyet de bu talebi orada yinelemiş olmalı. Bunda başarılı olsalardı, gereken açıklamalar yapılır, yandaş basın bunu çarpıcı manşetlerle vakit geçirmeden verirdi. Bakan Fidan’ın basın toplantısında sözlerinin kesilmesi de, olay nasıl tevil edilirse edilsin, oradaki havayı gayet güzel yansıttı.  

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler ve MİT Başkanı İbrahim Kalın'ın Şam ziyareti

Bütün bunlar Ankara’nın Şam üzerindeki nüfusunun sanıldığı kadar güçlü olmadığına, iplerin ABD’nin elinde olduğuna işaret ediyor. Eğer Halep’te çıkan çatışmalarla bir şeyler anlatılmak isteniyorsa, bundan vaz geçilmesi çok isabetli olur. Ne Türkiye’nin ne Suriye’nin yeni bir askeri çatışmaya ihtiyacı var.

Hatırlayalım, Öcalan bir zamanlar kendini Yunanistan’ın kucağında bulmuştu. Türkiye’nin güneyinde bir Yunan-Rum-İsrail askeri ittifakı kurulurken Türkiye Suriye Kürtlerini Yunanistan’ın ve İsrail’in kucağına itmekten kaçınması gerekir.

Aksine, Türkiye Mazlum AbdiSalih Müslim ve İlham Ahmed gibi SDG liderlerini Ankara’ya davet ederek diyalog başlatma olgunluğunu göstermelidir. İstanbul Teknik Üniversitesi mezunu, akıcı Türkçe konuşan Salih Müslim bir zamanlar Ankara’da temaslarda bulunabiliyordu. Niye bunlar tekrarlanmasın? Bu yol izlenirse Türkiye’deki barış sürecinin başarı şansı da artacaktır. 

Son söz: Netanyahu’nun Türkiye’ye Gazze’de rol verilmesine karşı çıkmasını, gereksiz provokasyonlardan kurtulmak için önümüze çıkmış bir şans olarak görülmek gerekir. Türkiye’nin Filistin halkına desteği başka şekillerde pekâlâ ortaya konulabilir.

/././

“TL’yi bırak, Euro’ya geç, sorunlardan kurtul”-Ercan Uygur- 

Euro'yu kullanan ülkelerde enflasyonun durumu nedir, tümünde hep düşük enflasyon mu olmuş? Bu konuda merkez bankalarının durumu nedir? Bu yazıda amacım bu gibi sorulara yanıt vermek.

euro

Son dönemde Türkiye’de zaman zaman TL’yi bırakıp resmi para olarak Euro’ya geçme önerileri yapılıyor. Bu öneriler yeni de değil; 1980’lerde ve 1990’larda TL’yi bırakıp dolara geçme önerileri vardı. Euro 1 Ocak 1999’a kadar ortada yoktu.

Ulusal para TL’yi bırakıp yerine dolar, Euro gibi paraları kullanmak genel olarak “tam ve resmi dolarlaşma” olarak adlandırılıyor. Ben yine de karışıklık yaratmamak adına, seçilen paraya göre tam dolarlaşma veya tam eurolaşma terimlerini kullanacağım. 

Türkiye’de zaten kısmî dolarlaşma ve kısmî eurolaşmanın her ikisi de var. Ölçüt olarak yabancı paraların para arzı içindeki payına bakabiliriz. Son dönemde, geniş para arzı M2 içinde, başta dolar ve Euro olmak üzere, yabancı paraların payı yüzde 40’a yakın, dar para arzı M1 içinde ise bu oran yüzde 63 dolayında. 

Türkiye için yapılan tam eurolaşma önerisinin amacı nedir? İfade edilen amaç, Türkiye’de yüksek enflasyonu düşürmek ve ekonomide belirsizliği azaltıp istikrarı getirmek. Böylece reel ekonomiye de Euro’nun düşük faizinden de yararlanarak, olumlu etki sağlamak. 

Ancak bu öneri çok da masum değil. Şöyle ki öneri, “enflasyonu bitirmek, istikrarı sağlamak için başka çare kalmadı” anlamına geliyor. Bunun da eş anlamı, “iktidarlar ulusal parayı ve ekonomiyi yönetemedi” oluyor ki doğrudur. Bu anlam, iktidardaki siyasetçi için öneriyi kabul etmeyi zorlaştırıyor.

Siyasetçiyi bir yana bırakalım. Tam eurolaşma nasıl uygulanacak, hangi ülkeler uyguluyor? İktisadi ve siyasi konularda nasıl etki yapıyor? AB üyesi bazı ülkeler bu konuya nasıl yaklaşıyor, neden bazıları Euro'yu değil de hâlâ ulusal paralarını kullanıyorlar?

Euro'yu kullanan ülkelerde enflasyonun durumu nedir, tümünde hep düşük enflasyon mu olmuş? Bu konuda merkez bankalarının durumu nedir? Bu yazıda amacım bu gibi sorulara yanıt vermek.

Tam da bu gibi sorulara yönelik olarak Milton Friedman ve Robert Mundell gibi para iktisatçıları önemli görüşler ileri sürmüşler ve uyarılar yapmışlar. Ancak bu konu, özellikle uyarılar başka bir yazının konusu olacak.

Euro, Euro bölgesi ve sanayi politikası

Euro, AB ülkeleri için tedavüle sürülmüş bir paradır. Ancak bazı AB ülkeleri, aradan 26 yıl geçmiş olmasına karşılık, Euro’yu kullanmayıp kendi ulusal paralarını tercih ediyorlar. Başka bazı ülkeler ise AB üyesi olmadıkları halde Euro kullanıyorlar.

Euroya geçen bir ülke Euro bölgesinin üyesi oluyor ve bu bölgenin para politikasını Avrupa Merkez Bankası AMB (ECB: European Central Bank) uyguluyor. Örneğin, para miktarı ve faiz oranı tüm Euro bölgesi için uygulanıyor. Bu bölgedeki bir ülkenin merkez bankası ayrı ve bağımsız bir para politikası uygulayamıyor.   

AB üyesi olmadıkları halde AB ile anlaşarak Euro kullanan üç ülke veya ülkecik var; Andorra, Monaco ve Vatikan. Bunlar mikro devletçikler; en büyük nüfus Andorra’nın ve Aralık 2025’te yaklaşık 83 bin. Monaco’nunki yaklaşık 38 bin. Vatikan’ın nüfusu ise yine Aralık 2025’te yalnızca 534.

AB ile bir anlaşma yapmadan Euro kullanan iki ülke var; Karadağ ve Kosova. Karadağ’ın 628 bin, Kosova’nın 1,7 milyon nüfusu var. Bunlar da çok küçük ülkeler.

Türkiye Euro’ya geçse bu küçücük ülkeler arasında nasıl bir görüntü verir acaba? Euro’ya geçmek uygulamada kolay değil. Türkiye Euro kullanmak istese AB anlaşmaya yanaşır mı? Türkiye AB’ye aday ülke ama bu adaylık donmuş durumda, anlaşma olmayabilir. AB anlaşmaya yanaşmazsa Türkiye tedavüle çıkarmak üzere nasıl Euro biriktirebilir?

Başka konuları dikkate almasak bile, yalnızca bunlar yanıtlanması zor sorular. Kısacası, tam eurolaşma uygulamasına geçmek küçücük ülkeler için görece kolay olabilir. Ama ekonomi ölçek olarak büyüdükçe zorlaşıyor.

Bu konuda bir örnek Arjantin. Kasım 2023’te bu ülkeye başkan seçilen Javier Milei’nin seçim vaatlerinden biri, Arjantin pesosunu bırakıp ABD dolarına geçmek, tam dolarlaşma uygulamak idi. Arjantin Merkez Bankasını da iptal edecekti.

Çünkü Milei’ye göre peso, iflah olmaz biçimde yıpranmıştı, bu paraya hiç güven yoktu. Bu konuda hem IMF ile hem ideolojik ve siyasi dostu ABD Başkanı Donald Trump ile konuşmalar yaptı, sözler aldı.

Ancak iki yıldan fazla zaman geçmiş olmasına karşılık Milei ve hükümeti kesin adım atamadı, çünkü her niyet ettiğinde dolara hücum başladı. Ayrıca, geçmiş kamu ve özel peso borçları için çözüm bulmak kolay değildi.

Bir başka konu da, dolar birikimi olmayan veya sınırlı olan halkın tam dolarlaşmayı istememesi. Anketlere göre halkın yüzde 60’ı doların resmi para olmasına karşı. Böyle bir durumda para politikasını ABD’nin belirleyeceğini ve egemenlik kaybı olacağını biliyorlar.

Bir başka örnek Bulgaristan. Bulgaristan AB’ye 2007’de üye oldu ve belli koşulları (kabaca Maastricht koşulları) sağladığında Bulgar Levasını bırakacak, Euroya geçecek, tam eurolaşma ile Euro bölgesine dahil olacaktı.

Bulgaristan’ın Euro bölgesine girmek için ilk hamlesi 2012’de oldu, gerçekleşmedi. Sonra Bulgaristan değişik kereler hamle yaptı, ancak koşulları sağlamadığı gerekçesiyle bir türlü Euro’ya geçişi kabul edilmedi. Şimdi bir aksilik olmazsa Bulgaristan 1 Ocak 2026’da Leva’yı bırakıp Euro’ya geçmiş olacak.

İşin ilginç tarafı, anketlerden anlaşıldığına göre, Bulgar halkının yarısı Euro’ya geçmek istemiyor. Bu konuda aleyhte gösteriler yapılıyor. Çünkü halkın yarısı parasının AB tarafından yönetilmesine karşı. Ulusal paradan vazgeçmenin bir egemenlik kaybı olacağı kaygısı var.

Ayrıca, beklenti o ki Euroya geçişle birlikte fiyatlarda bir kerelik de olsa bir sıçrama olacak ve satınalma gücü düşecek.

Şu anda 27 AB üyesi olduğu halde Euroya geçmemiş olan 7 ülke var; Bulgaristan, Çekya, Danimarka, İsveç, Macaristan, Polonya, Romanya. Aslında AB sözleşmesine göre AB üyesi olan her ülke koşulları sağladığında Euro’ya geçmek zorunda.

Ancak Danimarka en baştan Euroya geçmeyip kendi ulusal parasını koruyacağını ve bağımsız para ve finans politikaları uygulayacağını bildirmiş ve bu koşulla üye olmuştu. Danimarka’ya özel bir hak verildi.

Danimarka’nın gerekçesi, ekonomisinin gerektirdiği bağımsız para politikasına sahip olmaktır. Nitekim 2008-2009 küresel bunalımında Danimarka, Euro bölgesine göre oldukça hızlı ve esnek para politikası değişiklikleri yaptı

Euro’ya geçmeyen diğer AB üyesi ülkelerin de benzer gerekçeleri var. Bu ülkeler de bağımsız para politikası uygulamak, yerel ve küresel bunalımlarda hızlı para/faiz politikasında hızlı değişmeler yapmak, gerektiği ölçüde para değerini ayarlamak, örneğin devalüasyon yapmak istemişlerdir.

Bir önemli konu da para politikasıyla sanayileri gözetmektir. Euro’ya geçmeyen Çekya, Danimarka, İsveç, Macaristan, Polonya ve Romanya için bu konunun önemli olduğu görülüyor. Bu ülkelerin, AB’ye katıldıktan sonra, uyguladıkları AMB’den bağımsız politikalarla, sanayilerine dikkat ettikleri anlaşılıyor.

Euro bölgesindeki ülkelerde enflasyon performansı

Ulusal parayı bırakıp Euro'ya geçmek için bir gerekçe, enflasyonu düşürmek ve düşük tutmak olmuştur. Şöyle bir soru akla geliyor. Acaba enflasyon Euro’ya geçen, Euro bölgesindeki tüm ülkelerde her zaman düşük kalıyor mu? 

Bu soruya yanıt vermek için aşağıdaki tabloya bakalım. Tabloda Euro bölgesinde yer alan üç Baltık ülkesinin (Estonya, Litvanya, Letonya) ve Euro bölgesinin tümünün yıllık tüketici enflasyonu yer alıyor.

Tablo 1 Euro Bölgesinde ve Baltık Ülkelerinde Yıllık Tüketici Enflasyonu

Belli ki 2021 yılı başlarından itibaren enflasyon üç Baltık ülkesinde yükselmeye başlıyor. Bu yükselişte iki önemli neden var. Birincisi küresel arz zincirlerindeki zayıflamalar. Bu elbette tüm ülkeleri ve tabloda görüldüğü gibi, Euro bölgesini de etkiliyor.

İkinci neden ise Baltık ülkelerindeki yüksek bütçe açıklarının yol açtığı yükek iç talep. (IMF, Mart 2024). Zaten var olan bütçe açıkları, Covid-19 ile birlikte sıçrama gösteriyor. Böylece enflasyona hem dış hem de iç şok geliyor.

Şubat 2022’de Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile ikinci bir dış şok daha geliyor. Baltık ülkeleri enerji arzı bakımından Rusyaya bağımlıdır ve işgalin ardından enerji arzında daralma, enerji fiyatında yükselme oluyor. Böylece arz enflasyonu süreci ivme kazanıyor.

Üç Baltık ülkesinde enflasyon 2021 sonunda yüzde 20’ye varıyor. Bu enflasyona karşı AMB ne yapıyor? Faizi sıfırda tutuyor. “AMB’nin para politikası Euro bölgesinin tümü için uygun olabilir belki, ama üç Baltık ülkesi için çok gevşek kalıyor.” (IMF, Mart 2024)

Gerçekten de AMB politika faizini uzun süre sıfırda tuttuktan sonra Temmuz 2022’de 0,5’e yükseltiyor. Bu arada Baltık ülkelerinde enflasyon yüzde 25’e varmıştır.

Para politikası gevşek olunca, Baltık ülkeleri mali politikayı sıkılaştırıyor ve bütçe açıkları hızla düşüyor. Bu ülkelerde önemli bir konu da enflasyon beklentilerindeki yükselmenin sınırlı kalmasıdır. Sonuçta enflasyon yüzde 25’lerde kalıyor, sonra da düşüyor.

Ulusal para yerine dolar, Euro gibi güçlü paralara geçmek, yüksek enflasyona engel olamayabilir. Bu paralara yönelmek, enflasyon yüksek iken düşürmenin de garantisi değildir. Enflasyona karşı mücadelede asıl olarak iç unsurlara dayanmak gerekir.

Kaynaklar

IMF (Mart 2024) High Inflation in the Baltics: Disentangling Inflation Dynamics and Its Impact on Competitiveness, IMF Working Paper Wp/24/61.  

/././

Harç ekonomisine geçiş: Torba yasayla hangi harçlar arttı?-Binhan Elif Yılmaz- 

Son vergi kanununda harçlarla ilgili toplam beş maddeyle yapılan düzenlemeler, harçlarda kısmi bir güncelleme değil, harçların yıllık, kalıcı ve oldukça yüksek gelirli bir bütçe finansman aracına dönüştüğünü gösteriyor.

Ülkemizde kamu gelirleri tartışılırken, ilk alan gelen vergi yükünün artıp-artmayacağıdır. Ancak yeni yürürlüğe giren 7566 sayılı kanundaki 492 sayılı Harçlar Kanunu’nda yapılan değişiklikler, bu kez harçların kamu gelirleri içindeki rolünü yeniden tanımlıyor ve harcı kendi dar çerçevesinin dışına çıkarıyor.

Önce “harç” kavramını biraz açalım:

Kamusal finansman, bazı kamu mal ve hizmetleri için ödeme gücü dışında faydalanma ilkesine yaklaşır. Çünkü bir takım kamu hizmetleri kısmen bölünebilir ve özel faydalar ortaya çıkarır ve bu kamu hizmetlerinden faydalananların bu faydalara karşılık ödedikleri bedellere de “harç” denir.

Kamu gelirlerinden biri olan harç, kamu hizmeti sunulurken bu hizmetten bireysel olarak faydalanmaya dayandığından örnekler her zaman yargı, trafik, tapu, pasaport gibi harçlar üzerinden verilir. Aslında bu hizmetler toplumun tüm üyelerine sunulmalarına rağmen sadece talep edenler ve bedelini (harç) ödeyenler faydalanmış olur.

Kamu gelirleri arasında popüler olan vergidir ve harç ile bazen birbirine karıştırılır. Ama özellikleri farklı olduğu için karıştırılmaması gerekir. 

Vergi, ödeme gücüne göre alınırken harç vergiden farklı olarak faydalanma ilkesine göre alınır. Vergi, birebir karşılığı (hizmet-maliyet) olmayan ödemeler iken, harçta vergiden farklı olarak bir karşılık vardır. Ancak harçta karşılık esası olsa bile, bazen harç ve hizmetin maliyeti bağı tamamen kopuk da olabilir. Bu durumda hizmetin maliyeti ve sunduğu fayda arasında bir ilişki yoktur. Ayrıca sunulan hizmetin maliyeti de çoğu zaman harçlarla finanse edilmez.

Vergi ile harcı birbirinden ayıran bir unsur da, verginin zorunlu karakteri yanında harcın zorunlu gibi durmamasıdır. Yani harcı gönüllü olarak ödemek istemeyenlerin o kamu hizmetinden yararlanmaktan vazgeçmeleri gerekir. Dolayısıyla bölünebilir faydaları olan böyle kamu mal ve hizmetlerinden yararlanmak isteyenler, harç ödemedikleri takdirde bu mal ve hizmetlerden faydalanamazlar. Tersi durumda da kamu hizmetinden yararlanmak isteyenler harcı ödemek zorundadır. 

Harçların yasal zemini…

Ülkemizde harçlar, 2 Temmuz 1964 tarihli 492 sayılı Harçlar Kanunu ile düzenlenmiştir. 492 sayılı Harçlar Kanunu’nun konusuna yargı, noter, vergi yargısı, tapu ve kadastro, konsolosluk, pasaport harçları, ikamet tezkeresi, vize ve dışişleri bakanlığı tasdik harçları, gemi ve liman harçları, imtiyazname, ruhsatname, diploma harçları ve trafik harçları girer.

Diğer taraftan 26 Mayıs 1981 tarihli 2464 sayılı Belediye Gelirleri Kanunu’nda belediyelerin tahsil edeceği harçlar sayılmıştır. Bunlar; işgal, tatil günlerinde çalışma ruhsatı, kaynak suları, tellallık, hayvan kesimi muayene ve denetleme, ölçü ve tartı aletleri muayene, bina inşaat, kayıt ve suret, iş yeri açma izin, muayene, ruhsat ve rapor, sağlık belgesi harcı ve imar ile ilgili harçlardır.

7566 sayılı kanun ile harçlar hemen hemen “vergileşmiş” gibi…

Geçtiğimiz hafta 19 Aralık 2025 tarih ve 33112 sayılı RG’de yayımlanarak yürürlüğe giren 7566 sayılı “Vergi Kanunları ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 5 ila 9. maddeleri arasında harçlar, klasik tanımının dışında kalıcı, yaygın, bölgeye göre değişen ve yıllık bir tahsilat aracına dönüştürülüyor.

Yüksek ve kalıcı bir maliyet artışına yol açacak düzenlemeler içeren 7566 sayılı kanundaki söz konusu maddeleri inceleyelim şimdi:

7566 sayılı kanunun 5. maddesiyle 492 sayılı Harçlar Kanunu m. 59/1-a bendine “il özel idareleri” ibaresinden sonra gelmek üzere “yatırım izleme ve koordinasyon başkanlıkları” ibaresi eklendi.

Böylelikle harç muafiyetleri daraltılmış ve kurum kapsamı genişletilmiş oldu. Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlıkları harç sistemine dahil edilerek devlet içi idari işlemlerden harç alınmaya başlandı. Düzenleme 19 Aralık 2025’te yürürlüğe girdi.

7566 sayılı kanunun 6. maddesiyle 492 sayılı Harçlar Kanunu m. 63/4 fıkrasında yer alan yüzde 25 nispetinde ibaresi “bir kat” şeklinde değiştirildi.

Bu madde hükmüne göre tapuda düşük beyana bir kat vergi ziyaı cezası getirildi, yani gayrimenkullerin devir ve iktisaplarında beyan edilen alım satım bedelinin gerçek durumu yansıtmadığının tespiti halinde, aradaki farka ilişkin tapu harcı yüzde 25 oranında değil, bir kat olarak alınacak.

Dolayısıyla genel artış oranı yüzde 25’ten yüzde 100’e çıktı, yani 4 kat oldu. Düzenleme 19 Aralık 2025’te yürürlüğe girdi.

7566 sayılı kanunun 7. maddesiyle 492 sayılı Harçlar Kanununa bağlı çeşitli tarifelerde yapılan değişiklikle harçlar yeniden düzenlendi.

Buna göre 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu kapsamında araçların ilk tescil işlemleri ile tescil edilmiş araçların satış ve devirlerinde, 1.000 TL’den az olmamak üzere satış ve devir bedeli üzerinden binde 2 satış ve devir harcı getirildi. Tescil edilmiş araçların ikinci el motorlu kara taşıtı ticareti yetki belgesi bulunanlara yapılan satış ve devirlerinde bu harç alınmayacak.

Bu harç satış bedeli üzerinden binde 2 olacak ancak harç tutarı 1.000 TL’den az olmayacak. Ancak yetki belgeli ikinci el firmalar, galerilere yapılan satış ve devirlerde bu harç alınmayacak. Dolayısıyla yükün bireysel olduğu ve düzenlemenin ticari aktör lehine olduğu ortada.   

Önceki uygulamada araç satış ve devir harcı olmadığı gibi, herhangi bir alt sınır da yoktu. Bu düzenleme 1 Ocak 2026’da yürürlüğe girecek.

7566 sayılı kanunun 8. maddesiyle 492 sayılı Harçlar Kanununa bağlı (4) sayılı tarifede değişiklik yapıldı.

Söz konusu tarifede tapu işlemleri başlıklı bölümün 20/a bendinde yer alan “beyan edilen devir ve iktisap bedelinden az olmamak üzere emlak vergisi değeri” ibaresi “emlak vergisi değerinden az olmamak üzere beyan edilen devir ve iktisap bedeli” şeklinde değiştirildi.

Tapu harcında önceki uygulamada matrah emlak vergisi değeriydi, “çoklu vergi ve güven kaybı”na yol açan düşük beyan sorunu vardı.

Bu maddeye göre tapu harcında matrah fiilen yükselecek, çünkü beyan edilen bedel değil, emlak vergisi değeri taban olacak. Böylece düşük bedel beyanı fiilen engelleniyor ve tapu harcı otomatik olarak yükseliyor. Düzenleme 19 Aralık 2025’te yürürlüğe girdi.

Yetki belgesi ve ruhsat almanın yeni bedeli…

7566 sayılı kanunun 9. maddesiyle 492 sayılı Harçlar Kanununa bağlı (8) sayılı tarifede değişiklik yapıldı.

Yapılan değişiklikle, kuyumculuk, ikinci el motorlu kara taşıtı ve taşınmaz ticareti yetki belgeleri ile özel sağlık kuruluşları, veteriner hekim muayenehane, poliklinik ve hayvan hastanesi ile kıymetli madenler ve havacılık işletme ruhsatları yıllık harç kapsamına alınıyor. Bu düzenleme 1 Ocak 2026 tarihinde yürürlüğe girecek.

Ticaret yetki belgeleri için yıllık harç tutarları şu şekilde oldu:

Kuyumcular 30.000 TL, galerici ve emlakçılar 20.000 TL harç ödeyecek. Büyükşehirlerde nüfusu 30.000’i geçen ilçelerde bu tutarlar iki kat uygulanacak.  

Özel sağlık kuruluşları için yıllık harç tutarları şu şekilde oldu:

Muayenehaneler 20.000 TL, poliklinikler 30.000 TL, tıp merkezleri 50.000 TL harç ödeyecek. Büyükşehirlerde nüfusu 30.000’i geçen ilçelerde bu tutarlar iki kat uygulanacak.  

Ağız ve diş sağlığı kuruluşları için yıllık harç tutarları şu şekilde oldu:

Muayenehaneler 20.000 TL, poliklinikler 30.000 TL, merkezler ve hastaneler 40.000 TL harç ödeyecek. Büyükşehirlerde nüfusu 30.000’i geçen ilçelerde bu tutarlar iki kat uygulanacak.  

Görüldüğü gibi sağlık işletmeleri için sabit maliyetler harç tutarında artmış olacak.

Veterinerler için yıllık harç tutarları şu şekilde oldu: 

Muayenehane 10.000 TL, poliklinik 20.000 TL ve hayvan hastanesi de 40.000 TL harç ödeyecek.

Finansal Faaliyet Harçları kapsamında kıymetli madenler kuruluş ve faaliyet izin belgeleri için belirlenen yıllık harçlar şu şekilde:

Kıymetli maden rafinerisi ilk kuruluşunda 7,5 milyon TL, faaliyete devam ederken 7,5 milyon TL harç öderken bu harç aracı kurumlarda yıllık 5 milyon TL oldu.

Finansal faaliyetler de harç kapsamına alındı. Piyasaya girişleri oldukça maliyetli olacak.

Havacılık sektörü de harçlardan etkilendi:

Yıllık harç, tarifeli/tarifesiz seferlerde yolcu/yük taşımacılığı 2 milyon TL, hava taksi 500 bin TL, genel havacılıkta ise 100 bin TL oldu.

Önceki uygulamada kuyumcu, emlakçı gibi mesleklerde ticaret yetki belgeleri ve özel sağlık kuruluşları için ruhsat harcı oldukça düşüktü. Veteriner klinikleri ve havacılıkta yoktu, büyükşehir için de fark bulunmuyordu. Maliye bu meslek gruplarından vergi toplayamadığını ima etmiş olacak ki yıllık “haraca” bağlamış görünüyor. 

2023 yılında harçlardan tahsil edilen hasılatın toplam vergi gelirleri içindeki payı yüzde 2,87, 2024 yılında yüzde 2,83 ve 2025 yılında da yüzde 3,1 olarak gerçekleşti.

2026 yılında ise 13.783 milyar TL’lik vergi gelirine karşılık harç gelirinin 453,5 milyar TL olarak gerçekleşmesi bekleniyor. Bu da oransal olarak 2026’da harçtan beklenen gelirin vergi gelirlerinin yüzde 3,3’üne kadar ulaşacağı anlamına geliyorTüm bu düzenlemeler harçların kamu gelirleri içindeki payını doğal olarak arttıracak.

Son vergi kanununda harçlarla ilgili toplam beş maddeyle yapılan düzenlemeler, harçlarda kısmi bir güncelleme değil, harçların yıllık, kalıcı ve oldukça yüksek gelirli bir bütçe finansman aracına dönüştüğünü gösteriyor. Ancak bütçe finansmanında bu sessiz dönüşüm, harçların nihai fiyatlara yansıtılması halinde enflasyonu besleyen gizli bir kalem gibi çalışma riskini içinde barındırıyor.

/././

Ahlâki çöküş üzerine…-Eray Özer- 

Orta sınıf ahlakının gerçek bükücüler dünyasıyla buluşmasıyla geldik buralara. Uyuşturucusu, grup seksi falan bizi ilgilendirmez. Gücü başka türlü görünerek elde edip tırnağını gücü yetmeyene geçiriyorsan her dinde, her felsefede, her cihanda yoksun demektir.

Sanki bir lağım borusu patladı yahut sinsi bir iltihap saklandığı derinin altına sığmaz oldu ve memleketin türlü pisliği saçıldı ortaya.

Hayır, sadece grup seks partilerinden, uyuşturuculardan, çok gerilerde bıraktığı muhafazakâr-milliyetçi kimliğinin arkasına saklanarak hedonist dürtülerini sınırsızca yaşayanlardan bahsetmiyorum.

Whatsapp mesajları ve gizli tanık ifadelerinin üzerinde zevk ve huşu içinde tepinenler…

“Amacımız insanların özeline girmek değil ama…” diye başladığı konuşmalarında bir sonraki cümlede sabırsızlıkla haysiyet cellatlığına soyunanlar…

Düşeni canını alırcasına pataklamaktan kişisel haz duyan ergen ruhlu sosyal medya kalemşörleri…

Ve pek tabii ki, erkekliğini ancak gariban kızları çektikleri bal tuzağında boğarken hissedebilen iktidar sahibi iktidarsızlar…

Hep birlikte oluk oluk cerahat akıtıyorlar dört bir yandan.

Ne dersiniz? Bugün daha mı ahlâk yoksunuyuz düne kıyasla?

Yoksa o lağım, o cerahat içimizde bir yerlerde hep vardı da bugün burada patladı, yarın belki başka bir yerde patlayacak ve bu bizi dünden daha ahlâksız yahut dünü bugünden daha temiz kılmayacak… mı?

2023’te dünyanın en saygın bilim dergilerinden Nature’da yayımlanan bir makale bundan 70 yıl öncesiyle bugün arasında insanların ahlâki çöküş algısında bir değişiklik olmadığını söylüyordu.

Araştırmacılar 60 ülkede geriye dönük yüzlerce anketi taramışlar ve sonuçta ahlâki çöküş algısının ta 1949’da bile bugünkü kadar güçlü olduğu sonucuna varmışlardı.

Hatta ünlü Romalı tarihçi Titus Livius’un notları bu algının 2000 yıl önce de bugünkünden farklı olmadığını gösteriyordu.

Peki o zaman ne değişti? Ya da başka türlü sorarsak değişen bir şey var mı?

Sanki var. Tarihte hiçbir zaman bu kadar çok kanaate maruz kalmamıştık. Bugün artık her yerden üzerimize fikir/kanaat/yorum yağıyor.

Bir düşünün: En son ne zaman birinin bir konuya dair “Ben bilmediğim konularda yorum yapmaktan hazzetmiyorum” dediğine şahit oldunuz?

Memleketin karkas et ithalatını, kar yağışı miktarının karayolları üzerindeki etkisini, Türkiye’nin balistik füze teknolojisinde geldiği durumu ve çözüm sürecini aynı kafalar aynı ekranlarda anlatırken “Ben o konuda yorum yapmayayım” diyen birine rastlamazsınız elbette.

Hatta bilakis yorumladığınız kadar varsınız bugünün dünyasında.

Geçmiş zaman, birileriyle bir yerde oturuyoruz, yarı ünlü bir arkadaşım şimdi ne olduğunu hatırlayamadığım bir gündem başlığıyla ilgili “Sen ne yazacaksın” diye sordu birdenbire.

Anlam veremedim. Şimdiki gibi bir mecraya yazı filan da yazmıyorum o zamanlar… “Nasıl” diyebildim. “Hiçbir şey yazmayacak mısın” diye yinelendi soru. Kendimde bir gariplik arıyorum, bir yere mi yazacaktım acaba diye kendimi yokluyorum. Biraz toparlanınca “Nereye” lafı çıktı ağzımdan. Şaşırdı karşımdaki. “Twitter’a” dedi, “Bu konuyla ilgili hiçbir şey yazmayacak mısın?” Sonra hayıflandı kendi kendine: “Yazmadan olmaz. Tepkisiz kaldı derler” dedi.

Diyorlar da sahiden. Mesela bir çeyrek ünlü olarak bana bile geliyor böyle mesajlar. “Niye bıdı bıdıya dair tek bir tepki story’nizi göremedik Eray Bey” demişti yakın zamanda biri. Konuyla ilgili kendi ilgim dahilinde iki yazı yazmışım oysaki… Ama story atmamışım! Vay bana!

Firon’u bilir misiniz? İngilizcesiyle Pyrrho. MS 4. yüzyılda yaşarken anlattıklarını aynı zamanda bir hekim olan Sextus Empiricus derlemiş de Allah’tan, onun “epokhe” kavramı bugünlere kadar gelebilmiş.

Epokhe’yi epeyce damıtırsak “yargıları askıya almak” diye aktarabilirim sanırım.

Şeylerin doğasının asla tam olarak kavranamayacağını söyler Firon. Eğer yargıları askıya alırsak şimdilerde bir ilaç adından anımsadığımız “ataraksiya”ya ulaşabileceğimizi ifade eder. Yani ruh dinginliğine.

Firon’un düşüncelerinin bilimsel gelişmeyle geçersiz hale geldiğini söyleyenlere de rastlarsınız. Öyle ya, bilim bu… Somut durumun somut tahlilini yapar bilim.

Oysa mesela klasik fiziğin tüm kurallarının kuantum seviyesinde işe yaramadığını biliyoruz. Demek ki o kurallar da mutlak doğruya götürmüyor bizi. 

Bir zamandır Fironcuyum galiba.

Hatta yaptığım işe zarar verecek ölçüde Fironcu olabilirim. Geçenlerde yorum yapma yetimi yitirdiğimi düşünmeye başladım bir vesileyle.

Bir bilgiyi, bir gelişmeyi aktarmanın ötesi mabadından sallama gibi gelmeye başladı. Yazılarda da bunu yapmaya çalışıyorum hep.

Üniversitede bir hocamız vardı. Umur Talaslı. Bilginin dışına çıkıp fikrini ifade edeceği zaman “Eğitimli tahminime göre…” diye başlardı cümleye. (“Educated guess” kavramı literatürde dile getirilenin herhangi biri tarafından ifade edilmediğinin altını çizmek için sıkça kullanılır.)

O kadarı bile bünyeme fazla geliyorsa benimle ilgili bir şeyler “sağlıklı” olmayabilir.

Belki de bunun da bir adı vardır: Üzerine yığılan yorumlar ve kanaatlerden yorgun düşüp ahkam olarak gördüğü her yorumdan uzak durma hastalığı…

“Post-truth” olarak tarifleyerek girdiğimiz bu yeni karmaşada artık post-truth’un da ötesine geçtiğimizi söyleyebiliriz sanırım. Gerçeğin ötesinde yeryüzündeki insanlar kadar gerçek belirdi birden.

Herkes berikinden duyup okuduğunu gönlünce eğip büker, yeni bir gerçeklik olarak ötekine satar hale geldi. (“Everything but truth” mu demeli bu yeni çağa?)

İşin içine bir de algoritma girince gerçek bükücülerin en fantastikleri, en çatal dillileri, en kötücülleri şöhrete kavuştu. En çok onlar “etkileşim” aldığı için.

En başa, ahlâk ve ahlâki çöküş meselesine dönelim.

Türkiye’ye özgü bir durum yaşamıyoruz. Bizde sözde gazetecilerin belaltı ortaya serilirken ABD Epstein dosyasında farklı bir şey mi yaşıyor sanki?

Yastık altından fırlayan Epstein fotoğraflarında Clinton’ı, Trump’ı görünce şaşırmadık belki ama peki ya Noam Chomsky’ye ne demeli?

Bernard Shaw “ahlâkın” orta sınıfa ait bir kavram olduğunu söyler. Alttakiler için lüks, üsttekiler için gereksizdir.

Orta sınıfta ise kaypaklaşır, tutarsız hale gelir.

Örnek vermek gerekirse evladı eşcinseldir ama kendi homofobik.

Askerden kaçar ama “vatan için ölme” nidaları atar.

İnsanların önünde muhafazakarlığının ekmeğini yer ama arkada belaltı/belüstü türlü hallerle günahların en büyüklerini işler.

İmam Gazali, Kimya-yı Saadet eserinde bu türden bir ikiyüzlülüğü “riya” diye tanımlar.

Neredeyse günahların en büyüğüne, Allah’a şirk koşmaya eşdeğerdir riya yapmak. Örnekler verir. Riyayı derecelendirir. Amacın dürüstlüğe yani “sıdk”a ulaşmak olduğunu, insanın ancak sıddık olmak için çaba göstererek hayvandan ayrılabileceğini anlatır.

Genç kadınları ekmeğiyle tehdit ederek, cinsel ilişkiye zorlayarak geçen bir gecenin ardından Allah’ın adını ağzına almak riyaların en büyüğü olsa gerek.

Orta sınıf ahlâkının gerçek bükücüler dünyasıyla buluşmasıyla geldik buralara. Uyuşturucusu, grup seksi filan bizi ilgilendirmez. Gücü başka türlü görünerek elde edip tırnağını gücü yetmeyene geçiriyorsan her dinde, her felsefede, her cihanda yoksun demektir.

Böyle bir ahlâkın çürüdüğünü söyleyemeyiz zira doğası gereği hep çürüktür. Çürük doğmuştur ve o çürük haliyle der daim ve her devirde aramızdadır.

Sadece tıpkı dişler gibi (benzetme yine Shaw’a ait) bazen zonklar.

Her yerimizden zonklamıyor muyuz?

/././

Dışarıdan i̇çeri̇ye, i̇çeri̇den dışarıya -Fikret İlkiz- 

Türkiye’de ifade özgürlüğünün kendisi yapısal bozukluk içinde olduğu bilinen bir gerçektir. Yapısal sorunların yarattığı sürekli hak ihlalleri sonuçlarının en çok hissedildiği ve yaşandığı mekân, cezaevleridir.  

Cezaevine kitap göndermek isterseniz sorun çıkabilir.  

Gönderdiğiniz kitaplar, dergiler ve bazen mektuplarınız bile içeridekilere verilemeyebilir…  

Nedenini sorarsanız, mevzuat! Merak ederseniz, uygulama! 

Acaba cezaevindekiler karikatürlerini, edebiyat notlarını, öykülerini, romanlarını, şiirlerini içeriden dışarıya gönderebilir mi?  

Mevzuata göre, evet gönderebilirler…  

Dışarıdan içeriye veya içeriden dışarıya göndermek istediğiniz matbuatın, basılı eserlerin, kitapların, dergilerin, yazdığınız öykülerin, notların, fotokopilerin, ders kitaplarınızın ve mektuplarınızın alıcısına verilmesine engel olan mevzuatın  “yapısal bir sorunu” var mıdır?      

Böyle bir sorun süreklilik kazanır ve ifade özgürlüğünü ihlal eder mi?  

Dışarıdan içeriye, içeriden dışarıya iletişimde yargının yargıları nedir?  

Önce dışarıdan içeriye… 

Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu 21/12/2023 tarihli Serdar Güzelçay ve diğerleri (G.K. B. No: 2022/66987) (R.G 01.03.2024 – 32476) kararında, ceza infaz kurumlarında terör suçlarından tutuklu ya da hükümlülere gönderilen  ancak  teslim edilmeyen kitaplar hakkında ifade özgürlüğünün ihlal edildiğine hükmetmiştir.  

Anayasa Mahkemesi bu kararında “yapısal bir sorun” bulunduğu düşüncesindedir.   

AYM kararında yapısal sorun şöyle özetleniyor:  

“Yayınların verilmemesine dair Ceza İnfaz Kurumu Eğitim Kurullarınca alınan kararların bir bölümünde; ilgili yayınlarda terör örgütlerinin propagandasını yapan açıklamalara, kamu kuruluşlarını aşağılayıcı ve küçük düşürücü ifadelere, devlet büyüklerini ve ülke güvenliği için çalışan kurumları yıpratmaya yönelik yazı, haber ve yorumlara yer verildiği kabul edilmiştir.  

Ayrıca Eğitim Kurullarının kararlarında; yayınların müstehcen içeriği olduğu, yayınlarda Ceza İnfaz Kurumlarının krokisine, diğer bölümlerine dair görsel bilgilerin ve açıklamaların yer aldığı, açlık grevi ile ölüm orucu eylemlerinin, suçun ve suçlunun övüldüğü ve yasaklı yayınlardan alıntılar içerdiği belirtilmiştir. Bu tespitler sonrasında Ceza İnfaz Kurumlarının güvenliği ile mahpusun ıslahı amaçlarının gerçekleştirilmesine engel olacağı gerekçesiyle söz konusu yayınların başvuruculara teslim edilmemesine karar verilmiştir.  

Söz konusu kararlarda hangi içeriklerin bu nitelikte olduğu noktasında somut açıklama yapılmamıştır. Eğitim Kurulları kararlarının bir kısmında ise ilgili yayının hangi sayfalarının sakıncalı olduğu açıkça belirlenmiş ancak sakıncalı kısmın çıkarılarak geri kalan kısmın başvuruculara verilmesinin mümkün olup olmadığı tartışılmamıştır.”  

Acaba içeriden dışarıya durum nedir?  

Anayasa Mahkemesi Birinci Bölüm tarafından Rıza Kartal Başvurusu (B.No: 2022/69525- 5.11.2025) hakkında verilen kararda; ceza infaz kurumunda hükümlü olarak bulunan başvurucunun posta yolu ile göndermek istediği dokümanın sakıncalı bulunarak gönderilmemesinin ifade özgürlüğünü ihlal ettiği iddiası hakkındadır.  

Anayasa Mahkemesi kararında olaylar aşağıdaki gibi açıklanmıştır:  

Anayasa Mahkemesine 29/6/2022 tarihinde yapılmış olan başvuruda; Burhaniye T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumunda hükümlü olarak bulunan Başvurucu, Cumhuriyet gazetesi çizeri Zafer Temuçin'e mektup ve kendi karikatürlerini yollamak istemiştir. Söz konusu mektup, bir sayfa yazı ve iki sayfa karikatür çizimlerinden oluşmaktadır. Başvurucu, mektubunda, karikatür çiziminin beğenilmesini umduğunu ve çizimlerine ilişkin Z. Temuçin’in eleştirileri almak istediğini belirtmiştir. 

Başvurucunun kendisinin çizdiği anlaşılan karikatürlerin birinde “Cumhurbaşkanı, aç olduğunu söyleyen kız çocuğunu yatağına yatıran babanın üstünde oturur vaziyette çizilmiş ve "Sabırdan koruk helvası yapılıyor biliyor musunuz?" demektedir. Diğer karikatürde ise bir mahpus "Adil yargılama Hakkımızı istiyoruz. Özgür Tutsaklar" yazan bir pankartı kendisinden kaçmaya çalışan hâkime doğru uzatmaktadır.” 

Ceza İnfaz Kurumu Mektup Okuma Komisyonu söz konusu el yazısı metni ve karikatürleri incelemiş, dokümanların -içeriğini dikkate alarak- Ceza İnfaz Kurumu Disiplin Kuruluna sunulmasına karar vermiştir. Disiplin Kurulu, incelemesinin sonucunda iki sayfadan oluşan karikatür çizimlerinde kişi ve kurumları küçük düşürücü ifadelerin olduğunu tespit etmiştir. Mektupta yer alan metne ilişkin ise bir değerlendirmeye yer verilmemiştir. Disiplin Kurulu, mektubun alıcısına gönderilmemesine karar vermiştir.  

Başvurucu, Disiplin Kurulu kararına karşı Burhaniye İnfaz Hâkimliğine şikâyette bulunmuştur. Hâkimlik, başvurucunun DHKP-C terör örgütü faaliyeti kapsamında yargılanarak mahkûm edildiğini belirttikten sonra söz konusu örgütün mensuplarının kendilerini zaman zaman "özgür tutsaklarolarak tanımladıklarını ve bu şekilde propaganda yaptıklarını, karikatürlerin birinde bu ifadenin kullanıldığını, yine karikatürlerde resmedilen Cumhurbaşkanı ve hâkimi temsil eden çizimlerin kurum ve kişilerin kişilik haklarına saldırı niteliğinde olduğunu, çizimler ve çizimlerde kullanılan dilin eleştiri sınırlarını aştığını tespit ederek şikâyetin reddine karar vermiştir.  

Başvurucu, karara itiraz etmiştir. Burhaniye 1. Ağır Ceza Mahkemesi Hâkimliğin kararının usul ve kanuna uygun olduğunu belirterek itirazı reddetmiştir. 

Başvurucu; göndermek istediği karikatürlerin gönderilmemesinin düşünce ve ifade özgürlüğünü engellediğini, karikatürlerin içeriğinin hakaret oluşturmadığını, eleştiri niteliğinde olduğunu, mizahın hakaret olmadığını belirterek ifade özgürlüğünün ve haberleşme özgürlüğünün ihlal edildiğini ileri sürerek Anayasa Mahkemesine başvurmuştur.  

Anayasa Mahkemesi başvuruyu kabul edilebilir bulmuştur.  

Anayasa Mahkemesi bu kararında; hükümlü ve tutukluların Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin kapsamında korunan temel hak ve özgürlüklerin tamamına kural olarak sahip olduklarını ve bu bağlamda hükümlü ve tutukluların ifade özgürlüğünün de Anayasa ve Sözleşme kapsamında koruma altında olduğu konusunda hiçbir şüphe bulunmadığını kanaatindedir.   

AYM; hapis cezasının veya özgürlükten yoksun bırakan benzer bir yaptırımın amacı ve meşruiyetinin toplumu suça karşı korumak ve bununla bağlantılı olarak da mahkûmların ıslahını sağlayabilmek olduğunu Halil Bayık [GK], B. No: 2014/20002, 30/11/2017 kararına atıfla açıklamıştır. Bu nedenle “mahkûmların kendilerini geliştirmelerine imkân sağlayan edebî metinler oluşturmalarına ve bunları yayımlayabilmelerine olanak tanınması da mahkûmların ıslahı için önemlidir.”   

Anayasa Mahkemesi karikatürü şöyle değerlendirmiştir:    

“Somut olayda iki sayfadan oluşan karikatürlerin değerlendirilmesi gerekir. Karikatür, ele aldığı konuları komik veya iğneleyici olması için abartan ve çarpıtan resim türüdür. Karikatürlerin siyasi eleştiri yapmak için sıklıkla kullanıldığı da aşikârdır.  

Bu nedenle karikatürlere ilişkin bir değerlendirme yapılırken söz konusu belgelerin içinde abartı barındırdığı hususu dikkatle değerlendirilmelidir. Bununla birlikte karikatürlere ilişkin bir değerlendirme yapılırken ceza infaz kurumunda bulunmanın doğal ve kaçınılmaz sonuçlarının göz önüne alınması gerektiği, mahpusların ceza infaz kurumu dışındaki bireyler gibi karikatür oluşturamayacakları hususu da vurgulanmalıdır (…) 

  1. Ceza infaz kurumlarınca mahpusların ifade özgürlüğüne yapılan müdahalelerin takdir payı içinde kalıp kalmadığı ve esas itibarıyla demokratik toplum düzeninin gereklerine uygun olup olmadığı müdahalenin gerekçesine bakılarak anlaşılabilir. Dolayısıyla mevcut başvurudaki gibi ifade özgürlüğüne yapılan müdahalelerde kurumların ve derece mahkemelerinin dava konusu ifadelerin ceza infaz kurumunun asayişini ve güvenliğini tehlikeye düşüren, kamu görevlilerini hedef gösteren, terör ve çıkar amaçlı suç örgütü veya diğer suç örgütleri mensuplarının örgütsel amaçlı olarak haberleşmelerine neden olan, kişi veya kuruluşları paniğe yönelten yalan ve yanlış bilgileri içerip içermediği, tehdit ve hakaret unsuru taşıyıp taşımadığı değerlendirmeleri gerekir (…)  
  2. Öte yandan demokratik bir toplumun zorunlu temellerinden olan ve toplumun ilerlemesi ve bireyin özgüveni için gerekli temel şartlardan birini teşkil eden ifade özgürlüğü, sadece kabul gören veya zararsız yahut kayıtsızlık içeren bilgiler ya da fikirler için değil aynı zamanda kırıcı, şok edici veya rahatsız edici olanlar için de geçerlidir (…) Bunun yanında Anayasa Mahkemesi, siyasetçilerin, kamuoyunca tanınan kişilerin ve kamusal yetki kullanan görevlilerin gördükleri işlev nedeniyle daha fazla eleştiriye katlanmak durumunda olduklarını ve bunlara yönelik eleştirinin sınırlarının çok daha geniş olduğunu her zaman vurgulamıştır (…)  
  3. Başvurucunun söz konusu karikatürler ile ekonomik güçlük içinde olan bir babanın karnı aç olan çocuğunu uyutmaya çalıştığını çizdiği ve bu çizimde Cumhurbaşkanı'na da yer vererek ekonomik sorunların ülke yönetiminde tercih edilen politikalardan kaynaklandığını resmetmeye çalıştığı anlaşılmaktadır. Diğer karikatürde isebir mahpusun kendisini dinlemekten kaçan hâkime kendisini anlatmak için düştüğü çabayı ve yargı mercilerince verilen hatalı kararlara yönelik bir değerlendirmeyi ifade etmeye çalıştığı  görülmektedir. Bu bağlamda karikatürlerin ekonomik durum ve yargı sisteminin işleyişine ilişkin eleştirileri ortaya koymaya çalıştığı değerlendirilmiştir.  
  4. (…)
  5. Somut olayda karikatürlerin siyasetçilerin ve kamu görevlilerinin eleştirilmesi niteliğinde olduğu, siyasal ortama ilişkin değerlendirme niteliği taşıdığı, ülke yönetim biçiminin ve yargı sisteminin eleştirisine yönelik düşünceleri ifade ettiği değerlendirilmiştir.Siyasi eleştiri olduğu kabul edilen başvuru konusu karikatürlere demokratik çoğulculuk açısından daha fazla tahammül edilmesi gerekir. Yukarıdaki bilgiler dikkate alındığında başvurucunun posta yolu ile göndermek istediği dokümanın sakıncalı bulunarak gönderilmemesinin zorunlu toplumsal bir ihtiyaca karşılık gelmediği sonucuna ulaşılmıştır. Bu nedenle başvurucunun ifade özgürlüğüne yapılan müdahalenin demokratik toplum düzeninin gereklerine uygun olmadığı değerlendirilmiştir. 
  6. Bununla birlikte yargı mercilerince her ne kadar söz konusu karikatürlerin örgütsel propaganda içeren, terörü öven ve teröre teşvik eden açıklamalar olduğu tespitine yer verilmişse de karikatürlerde terörü öven, teşvik eden veya onaylayan ifadenin ne olduğu ilgili ve yeterli gerekçeyle ortaya konulamadığı da anlaşılmıştır.”  

Anayasa Mahkemesi açıklanan bu gerekçelerle Anayasa’nın 26. maddesinde güvence altına alınan ifade özgürlüğünün ihlal edildiğine ve ihlalin giderilmesine ve Başvurucuya onbinlira manevi tazminat ödenmesine karar vermiştir.  

Anayasa Mahkemesine göre;  “…cezaevinde bulunmanın kaçınılmaz sonucu olarak suçun önlenmesi ve disiplinin sağlanması gibi cezaevinde güvenliğin ve düzenin korunmasına yönelik kabul edilebilir gerekliliklerin olması durumunda mahkûmların sahip olduğu haklara sınırlama getirilebilecektir. Ancak bu durumda dahi hükümlü ve tutukluların haklarına yönelik herhangi bir sınırlandırma makul ve ölçülü olmalıdır.”  

Türkiye’de ifade özgürlüğünün kendisi yapısal bozukluk içinde olduğu bilinen bir gerçektir.  

İfade özgürlüğünün sınırlandırılmasındaki ölçütlerin makul ve ölçülü olamamasından kaynaklanan hak ihlalleri idari pratik haline dönüşmüştür. Çünkü ifade özgürlüğü hakkının sürekli ihlal edilmesinin nedeni; hak sahiplerinin insan olduğunun ve insan haklarının bulunduğunu kasten dikkate alınmamasıdır.  

İçeridekilerin ve dışarıdaki herkesin ifade özgürlüğü ihlal edilmek için değil, hakları olduğundan vardır.

Üstüne üstlük içeride olmanın dayanılmazlığına katlanırken hapislikte kitaplarla, mektuplarla yaşama bağlanırlar ve onlarla birlikte hapislik çekerler. Hapislik zordur, hapis yatmak daha zordur.  

O yüzden yapısal sorunların yarattığı sürekli hak ihlalleri sonuçlarının en çok hissedildiği ve yaşandığı mekân, cezaevleridir.  

Dışarıdan içeriye, içeriden dışarıya gönderilen edebiyatla, karikatürlerle, umutlarla ve özgürlüklerle; hapislik dayanılabilir ve yaşanabilir olur.  

Duvar çatlağında çıkan çiçek gibi…  

Hiç kimsenin ifade özgürlüğü cezaevlerinde bulunsalar bile ihlal edilmemelidir.

/././

Teknoloji uzmanları, Epstein verilerini herkese açtı-Füsun Sarp Nebil- 

Sansasyonel beklentilere karşın, Epstein kayıtlarının büyük bir kısmının kamuoyuna asla açıklanmayacağı ve açıklanacakların da yıllara yayılabileceği belirtiliyor. Bir sonraki aşamada, sansasyonel kanıtlar değil, bağlam ve hesap verebilirlik ile ilgili olanlar yayınlanacak.

ABD'de ve dünyada en az altı yıldır, hatta neredeyse 15 yıldır Jeffrey Epstein ve ne işler çevirdiği konuşuluyor. Çünkü işin boyutlarının, sadece ABD'de değil, tüm dünyadaki bazı siyasi figürlere, belki casusluğa ya da günümüzün anlayamadığımız bazı olaylarına kadar ulaşabileceği düşünülüyor.

ABD'de ergen olmayan kız çocukları üzerinden bir fuhuş (hatta şantaj da olabilir) şebekesi yürüttüğü iddiasıyla atıldığı hapiste, 2019 yılında şüpheli bir şekilde ölü bulunan Jeffrey Epstein'ın resim, mail, uçuş, arşiv vs bilgileri, teknoloji uzmanları tarafından halka açıldı. 2020'de de Ananymous hacker grubu, Epstein-Trump ilişkisine işaret ederek dava kayıtlarını yayınlamıştı.

Şimdi Amerikan Adalet Bakanlığınca, uzun süren baskılar sonrasında halka açılan bazı ham PDF dökümlerin aksine, Jeffrey Epstein'ın e-posta yazışmaları, fotoğraflar, uçuş kayıtları ve arşiv belgeleri, gönüllü teknoloji uzmanlarının geliştirdiği kullanıcı dostu format sayesinde,  "Jmail.world" adresinde kolaylıkla gezilebiliyor.  Sanki kendi mail kutularında, drive'larında, fotoğraf arşivlerinde gezer gibi bakıldığı için bu tasarım tercihi gözlemcileri hem rahatlattı, ama hem de hukuki nedenlerle rahatsız etti.

Google yaklaşımını hatırlatırcasına, yeni açılan sistemde maillerde gezinmek için Jmail, fotoğraflara bakmak için JPhotos, arşiv belgeler için JDrive, uçuşları görmek için JFlight, Amazon üzerinden yapılan alışverişleri görmek için JAmazon, Epstein'ın New York'daki meşhur şato gibi evinin içinde 3 boyutlu gezmek için JVr, yeni eklenenler için Jotify ve yapay zekaya soru sormak için Jemini bulunuyor. Yukarıda da sembollerini görüyorsunuz.

Jmail.world, son kongre ve Adalet Bakanlığı belge yayınlarının ardından kullanıma sunulan, on binlerce e-posta ve ek içeren Epstein ile ilgili iletişimlerin geniş koleksiyonu üzerine inşa edilmiş, herkese açık, aranabilir bir arşiv. Jmail.world içindeki "Jphotos" bölümünde toplam 7 bin 10 fotoğraf bulunurken, bu fotoğraflar arasında ABD kamuoyunda öne çıkan bazı isimlerin yer aldığı görülüyor. "Jflight" sekmesinde ise Epstein'in adasına yapılan 4 bin 292 uçuşa ait kayıtlar listeleniyor.  Site, kullanıcıları parçalanmış PDF'ler veya bölük pörçük metin dökümleri arasında gezinmeye zorlamak yerine, klasörler, arama alanları ve mesaj önizlemeleriyle Gmail'in görünümünü ve hissini veren bir formatla karşılıyor.

Ziyaretçiler siteyi girdiklerinde, Epstein'dan kalan gerçek içerikle doldurulmuş, kişisel bir Gmail hesabına benzeyen bir şey görüyorlar; bireysel mesajlara tıklama olanağı da mevcut. Bazı uzmanlar, deneyimi “kullanıcıları Epstein'ın gelen kutusuna yerleştirmek” olarak tanımlıyor; burada günlük yazışmaları inceleyebilir ve tartışmalı veya daha önce gözden kaçırılmış konuları inceleyebilirler.

Kim geliştirdi ve neden?

Proje, kamuya açık olarak yayınlanan e-posta verilerini birleşik, web tabanlı bir arayüze dönüştüren yazılım mühendisleri Luke Igel ve Riley Walz tarafından oluşturuldu. Amaçları, özellikle orijinal formatı kullanışsız ve anlaşılmaz bulan gazeteciler, araştırmacılar ve kamuoyu üyeleri için geniş veri kümesinde gezinmeyi kolaylaştırmaktı. Yaratıcılar, Jmail.world'ün yeni bir materyal kaynağı olmadığını, bir sunum katmanı ve arama aracı olduğunu vurguluyor. Görüntülenen tüm içerik, ABD hükümeti tarafından zaten yayınlanmış belgelerden geliyor.

Binlerce PDF dosyasını manuel olarak indirip indekslemek yerine, Jmail.world kullanıcıların anahtar kelimeler (örneğin, Ghislaine Maxwell”, uçuş kayıtları” veya bağış”) yazmalarına ve tıpkı kişisel bir gelen kutusunda arama yapar gibi eşleşen e-postaları anında görmelerine olanak tanıyor. Bazı sürümler, kullanıcıların mesajları “yıldızlamalarına” veya işaretlemelerine bile izin vererek, birden fazla okuyucunun dikkatini çeken konuların ortaya çıkmasına yardımcı oluyor.

Tepkiler ve hukuki bağlam

Site, tanıdık bir e-posta ara yüzü sunarak, özel araçlar veya komut dosyaları gerektirecek büyük miktarda materyali inceleme engellerini azaltıyor. Ancak aynı zamanda, son derece hassas hukuki materyali, bu kadar kolay aranabilir ve kullanıcı dostu hale getirmenin daha geniş kapsamlı sonuçları hakkında da tartışmalara yol açıyor.

Gerçi Jmail.world'ü ele alan ana akım yayın organları bunu bir ihlal veya siber saldırıdan ziyade kamu kayıtlarının yeniden yorumlanması olarak tanımlıyor. İçerik zaten resmi yayınlar aracılığıyla kamuya açık alanda bulunuyor ve Jmail.world bunu yeni bir biçimde indeksliyor.

Jmail.world'ün ortaya çıkışı, açık veri çağındaki daha geniş bir eğilimi gösteriyor.  Devasa, kullanışsız resmi kayıtları sezgisel arayüzlere dönüştürmek, kamuoyu katılımını ve soruşturmayı yeniden şekillendirebilir. İster akademisyenler, ister gazeteciler, isterse meraklı vatandaşlar olsun, bu tür araçlar, yoğun, daha önce erişilemeyen materyali aramayı kolaylaştırır - bununla birlikte sorumlulukları unutmamak lazım.

Jmail.world, Epstein ve çevresinden gerçek e-postaları gösterse de, kullanıcılar bireysel mesajların anlamını yanlış yorumlayabilir. Yani dikkatli olmak gerekli: e-postalardaki isimler ve referanslar yasal suçluluk anlamına gelmez ve yayınlanan belgelerle ilgili bağlamın tartışmalı veya daha fazla soruşturmaya tabi olduğunu unutmamak lazım.

Çünkü bu veriler, suçluluğun kanıtı değil, suçların veya suç ortaklarının doğrulanmış bir listesi değil, resmi bir devlet veritabanı değil.  Yani Jmail.world, kararlar değil, referanslar gösterir.

Epstein dosyaları: Hâlâ gizli olanlar ve bundan sonra ne olacak?

Epstein kaydının altı katman olduğu raporlanıyor. Sadece en üst katmanlar kamuya açık.

Mağdurları tanımlayan materyaller : Neredeyse tamamen gizli. "Anonimleştirilmiş özetler" haricinde yayınlanma olasılığı çok düşük. Çünkü kişisel veriler kapsamı İçinde mağdurların isimleri veya kimlik bilgileri, mağdurları tanımlayabilecek fotoğraflar ve videolar ile tanımlanabilir bağlam içeren istismarı anlatan e-postalar var. Ayrıca tıbbi, psikolojik veya okul kayıtları bulunuyor.

Açıkça cinsel içerikli fotoğraflar, videolar ve görsel medya : Bunlar kilitli durumda. Epstein'ın mülklerinden ele geçen fotoğraflar, videolar var. Cinsel istismar içerikli olduğu için kamuoyuna açıklanması düşünülmeyen suç delilleri durumunda. Çünkü ciddi yasal ve etik kısıtlamalar var. 

Tam e-posta hesapları ve silinmiş iletişimler : Keşif sırasında ele geçirilemeyen e-postalar, silinmiş taslaklar, yedek sunucular, üçüncü taraf hesapları tabii ki açıklanamadı. Bazılarının ele geçirilmeden önce silindiği kaydediliyor. 

İddialarda adı geçen ancak suçlanmayan üçüncü şahıslar : Doğrulama içermeyen referanslar için "iftira riski" olabilir deniliyor. Bu nedenle, resmi suçlama yoksa adları açıklanmıyor. Ancak mevcut gizlilik kaldırma mücadelelerinin çoğu burada yaşanıyor.

İstihbarat, diplomatik veya ulusal güvenlikle ilgili materyaller : İstihbarat teşkilatlarına atıflar, diplomatik iletişimler, hassas uluslararası iletişimler açıklanmıyor. Bunlar için, ulusal güvenlik muafiyetleri, gizli kesişimler, yürütme ayrıcalığından bahsediliyor. Yayınlanma olasılığı çok zayıf.  Muhtemelen yıllar sonra sansürlenmiş özetler olarak yayınlanacak. Epstein için “casus” olduğu iddiaları düşünülürse, önemli içerikler.

Devam eden veya türev soruşturmalar : Açık davalarla bağlantılı kanıtlar, hala incelenmekte olan ipuçları, diğer sanıklarla bağlantılı materyaller, aktif kolluk süreçleri ve savcılık önerileri ile açıklanmıyor. Yayınlanma olasılığı var ama ancak davalar tamamen kapandıktan sonra mümkün.

Bundan sonra yayınlanacak olan var mı?

Yayınlanmayacakları yukarıda anlattık. Ama hala yayınlanması beklenen içerikler de var ve konuyla ilgili insanların en çok önemsediği kısım burası.

1) Zaten bilinen belgelerin daha fazla bağlam içeren şekilde gizliliğinin kaldırılması : Yasal riski düşük, kamu yararı yüksek konularda, zaten kamuya açık olan e-postalar, daha az sansürlenmiş, açıklanmış isimler, daha iyi zaman çizelgeleri ile yayınlanabilir. Kimbilir?

2) Genişletilmiş bağlam içeren ifade alıntıları : Şu anki davadaki ifadelerde, bazı konular iddia olarak yer alıyor. Bunlara yanıtlar ve inkarlar dahil edilmiş durumda. Hakimlerin bu konuları dengeli bir şekilde açıklamayı tercih etmesi bekleniyor.

3) İdari kayıtlar : Seyahat planlama e-postaları, personel koordinasyon mesajları, takvim ve lojistik belgeleri yayınlanabilir. Bunlar genellikle açık istismar içeriği olmadan ağları ve kalıpları ortaya çıkarır.

4) Mali ve işlem özetleri : Mağdur kimlik bilgileri içermeyen ödemeler, kurumsal veya vakıf evrakları yayınlanabilir. Bu belgeler hesap verebilirlik açısından önemlidir ancak güvenli bir şekilde gizlenebilir.

5) Üst düzey hükümet yazışmaları : Zaman geçmişse, isimler bağlamlandırılabilirse,  aktif bir güvenlik riski kalmamışsa bazı yazışmalar yayınlabilir deniliyor. Ancak bunun da yavaş yavaş ve seçici olması bekleniyor.

Amerikan mahkemelerinin genellikle, en az zararlı materyali önce yayınladığı, tepkiyi ve hukuki sonuçları ölçtüğü ve kapsamı kademeli olarak genişlettiği belirtiliyor. Açıklamalarda, mağdur veya güvenlik eşiklerine dikkat ediliyor.

Sonuçta sansasyonel beklentilere rağmen, Epstein kayıtlarının büyük bir kısmının kamuoyuna asla açıklanmayacağı ve açıklanacakların da yıllara yayılabileceği belirtiliyor. Bir sonraki aşamada, sansasyonel kanıtlar değil, bağlam ve hesap verebilirlik ile ilgili olanlar yayınlanacak.

/././

Uçak bileti gibi ihtiyaçları müşteriye göre fiyatlandırma süreci, temel ihtiyaçlara yöneldi -Füsun Sarp Nebil- 

Dinamik, yani algoritma tabanlı fiyatlandırma, başta da belirttiğimiz gibi seyahat ve araç paylaşımlarında zaten mevcuttu. Şimdi temel ihtiyaç maddelerine doğru kaydığı anlaşılıyor. Bu konunun en önemli noktası bu. Bu, malların çevrimiçi olarak nasıl satıldığı konusunda yapısal bir değişime işaret ediyor.

Yapay zekâ (ve algoritma), tabii ki satıcı firmalara çok yararlı. Bunu ilk “reklam” alanında gördük. 2010’lı yıllar sonrasında, dolaştığımız siteler, baktığımız içerikler çerçevesinde, önümüze bize uygun reklamlar göstermeye başladı.

Ama giderek, —tüketici aleyhine— başka yararları oluyor. Yapay zekânın (ve algoritmanın) diğer boyutu, satıcı firmaya avantajı fiyatlandırmanın dinamik yani müşteriye göre ayaralabilir olması. Bunu belki havayolu firmalarının sitelerinde görmüş olabilirsiniz. İlk seferde bileti almazsanız, ikinci defa aynı bilete baktığınızda fiyatı yükselebiliyor.

Şimdi ABD'de yapılan bir araştırma hayli ilginç. Algoritma (ya da yapay zekâ) sayesinde, tüketiciden daha fazla para alınabildiğini gösteren bu araştırmayı ABD’de tüketici grupları yapmış. Umarız Türkiye'deki tüketici grupları da benzer araştırmaları gerçekleştirirler de, burada şu ana kadar sadece hissiyata dayalı olan bazı konularda neler olduğuna daha yakından bakarız.

ABD’de Consumer Reports, Groundwork Collaborative ve diğer araştırmacılar tarafından yapılan yeni bir ortak araştırma, Instacart isimli alışveriş sitesinde, kullanıcılarının aynı market ürünleri için -aynı mağazadan, aynı anda- farklı fiyatlar gördüğünü ortaya koydu.

Instacart, ABD ve Kanada'da market alışverişi, teslimatı ve teslim alma hizmeti sunan bir Amerikan e-ticaret platformu. Şirket, hizmetlerini bir web sitesi ve mobil uygulama üzerinden sunuyor.

Tüketici araştırması, ABD'nin birçok şehrinde, aynı mağazadan, neredeyse aynı anda aynı sepete, aynı ürünleri ekleyen yüzlerce alışverişçi kullanılarak yapılmış. Birçok ürün için, farklı kişilere beş farklı fiyat gösterildiği tespit edilmiş.

Test edilen market ürünlerinin yaklaşık yüzde 74'ünde kullanıcılar arasında değişken fiyatlar varken, aynı ürünler için en düşük ve en yüksek fiyat arasındaki fark ortalama ~yüzde 13, bazen yüzde 23'e kadar çıkmış. Toplam alışveriş sepetleri için bu, ortalama olarak yüzde 7 civarında bir fiyat farkına karşılık geliyor.  Bunun da, ABD’de dört kişilik bir aile için bir yıla yayıldığında —hangi "fiyat grubuna" dahil olduklarına bağlı olarak— yılda yaklaşık 1.200 dolara kadar daha fazla ödeme anlamına gelebileceği hesaplanmış.

Başka bir deyişle, aynı marketten, aynı anda, aynı ürünleri satın alan iki tüketici, farkında olmadan birbirinden önemli ölçüde farklı miktarlarda ödeme yapmış olabiliyor.

Algoritmik ve dinamik fiyatlandırma

Instacart'ın 2022'de bir yapay zekâ fiyatlandırma girişimi olan Eversight'ı satın aldığı ve bu sayede otomatik fiyatlandırma sistemi yürütme yeteneğine sahip olduğu bildiriliyor.

Instacart'a göre, perakende ortaklarının yalnızca bir alt kümesi (yaklaşık 10 tanesi) bu yeteneği, “fiyatlandırma testleri” için kullanıyor.  Şirketin bakış açısından bu tür "testlerin" amacı, perakendecilerin tüketici fiyat duyarlılığını ölçmelerine, geliri optimize etmelerine ve hangi ürün kategorilerinde indirim veya fiyat artışı uygulayacaklarını ayarlamalarına yardımcı olmak.

Ancak Instacart, müşterilerini bu tür deneylerin bir parçası oldukları konusunda bilgilendirilmiyor. Alışveriş yapan tüketicilerin, gördükleri fiyatın, başkalarının ödediği fiyattan farklı olabileceğinin farkında olmadıklarını bildiriyor.

Araştırmaya göre, bu “kazara fiyat hatası” değil. Bu, “kasıtlı bir özellik” gibi görünüyor. Dinamik, algoritma odaklı fiyat farklılaştırması bazen "kişiselleştirilmiş fiyatlandırma", "fiyat testi" veya "gelir optimizasyonu" olarak da adlandırılıyor.

Instacart ne dedi?

Instacart, bazı perakende ortaklarıyla fiyat deneyleri yürüttüğünü kabul etti. Ancak bunların "sınırlı, kısa vadeli ve rastgele" olduğunu iddia ediyor. Temel fiyatları Instacart’ın kendisinin değil, siteden satış yapan perakendecilerin belirlediğini söyledi. Şirket, ortaklarının yalnızca küçük bir kısmının bu fiyatlandırma araçlarını kullandığını ve çoğu müşterinin "standart fiyatlar" gördüğünü iddia ediyor.

Buna karşılık, Araştırmanın bulgularının ölçeği ve tutarlılığı (yüzlerce katılımcı, büyük perakendeciler ve birden fazla şehirde) bu iddiayı sorguluyor - bunun birkaç "test" değil, büyük ölçekli bir sistem olduğunu düşündürüyor.

Derken, yükselen ve genişleyen eleştiriler ve tüketici tepkileri üzerine Instacart bu programı durdurduğunu duyurdu. Ayrıca şirket fiyatların gerçek zamanlı dinamik fiyat veya kullanıcı-özgü hedefleme olmadığını savundu.

Algoritma tabanlı fiyatlandırma ne anlama geliyor?

Dinamik yani algoritma tabanlı fiyatlandırma, başta da belirttiğimiz gibi seyahat ve araç paylaşımlarında zaten mevcuttu. Şimdi temel ihtiyaç maddelerine doğru kaydığı anlaşılıyor. Bu konunun en önemli noktası bu.

Tarihsel olarak, dinamik fiyatlandırma, değişken talebin olduğu alanlarda, yani uçak biletlerinde, araç paylaşımında, otellerde yaygındı. Instacart'ın hamlesi, temel tüketim mallarının (gıda, bakkaliye) bile algoritmik fiyatlandırmaya dahil edildiğini gösteriyor. Bu, malların çevrimiçi olarak nasıl satıldığı konusunda yapısal bir değişime işaret ediyor.

Tüketicilerin beklentisi, özellikle market ürünleri gibi günlük ihtiyaç maddeleri için perakende fiyatlarının "sabit" olmasıdır. Çünkü market alışverişi tarihsel olarak istikrarlıydı - yumurta veya sütün kabaca ne kadara mal olduğunu biliyorsunuz. Algoritmik fiyatlandırma ile bu değişiyor. Fiyatlar şeffaf olmayan, dalgalanan ve kişiselleştirilmiş bir hale geliyor. Aynı ürünün, kimin satın aldığına bağlı olarak yüzde 20-30 daha pahalıya mal olması ve bunun şeffaf bir şekilde açıklanmamış olması, çevrimiçi perakendeye olan güveni ve adaleti zedeliyor.

Düşük gelirli haneler veya fiyat hassasiyeti yüksek alışveriş yapanlar için, bu tür gizli fiyat farklılıkları orantısız bir darbe vurabilir. ABD için yıllık 1.200 dolarlık ek maliyet tahmini, enflasyonla zaten mücadele eden aileler için endişe verici.

ABD’de tüketici savunucuları bu konunun incelenmesi çağrısında bulunuyor. Birçok kullanıcı  algoritmik fiyatlandırma konusunun henüz farkında değil. Dolayısıyla Amerikalı düzenleyicilerin durumu “adil olmayan” ve "aldatıcı" olarak değerlendirmesi beklenebilir.

Türkiye’de durum

Şu anda Türkiye’de, herhangi bir temel ihtiyaç platformu ya da pazaryeri için, Instacart benzeri algoritmik fiyatlandırma temelli yani aynı ürünün, aynı anda, farklı kullanıcıya farklı fiyatlanması konusunda büyük bir yerel şikâyet ya da kanıtlanmış olay yok.

Fiyat farkları genellikle kampanya eksikliği, stok farkı veya site içi listelenme gibi nedenlerle açıklanıyor. Bu tür konular daha çok platforma özgü müşteri hizmetleri sorunları kapsamında değerlendiriliyor.

Şikayet platformlarına bakıldığında, en yaygın şikayet, kampanya fiyatı ile ödeme ekranı fiyatının uyuşmadığı şeklinde. Cevap arandığında, "kampanya süresi doldu" ya da "teknik hata" deniliyor. Beki algoritmik fiyatlandırma yapılıyor ama pazaryerleri fiyat farkını "farklı satıcı fiyatı" ya da "stok durumu" şeklinde cevaplıyor. İndirim şişirmesi olayları fiziki mağazalarda vardı ama artık online platformlarda da görülüyor. Yani indirim dönemi öncesi şişirilen, sonra yüzde 30 indirim denilerek sunulan ürünler de şikayetlere konu olmuş. Ücretsiz kargo deniliyor ama aynı ürün mağazada daha ucuz, online platformda fiyatın içine gizlenmiş. Yasak değil ama yanıltıcı. Bir de kupon konusu var. Kullanılmak istendiğinde, şu ya da bu nedenle "uygulanamaz" uyarısı geliyor. 

Dolayısıyla Amerika kadar, Türkiye'de de düzenleyicilerin (Ticaret Bakanlığı, Rekabet Kurumu) ve / veya  tüketiciyi koruma kurumlarının, benzer algoritmik fiyatlandırma modelinin kullanılıp, kullanılmadığını ve kullanılıyorsa adil fiyatlandırma, şeffaflık veya tüketici haklarını ihlal edip etmediğini araştırması gerekli.

/././

Dolaylı vergilerde OECD ve AB ülkelerinin ne kadar önündeyiz?-Murat Batı- 

Dolaylı vergiler açısından 2024 yılı OECD ülkelerinin ortalaması yüzde 30,9; AB ülkelerinin ortalaması yüzde 32 ve ülkemizin yüzde 43,6’dır. Bu durum ülkelerin gelişmişlik seviyeleriyle alakalıdır.

Ülkemizde vergilerin kaynağını, gelirharcama ve servet oluşturmaktadır. Kaynağı gelir olan vergiler, gelir vergisi ve kurumlar vergisi; kaynağı servet olan vergiler emlak vergisi, motorlu taşıtlar vergisi, veraset ve intikal vergisi ve değerli konut vergisi; kaynağı harcama olan vergiler ise katma değer vergisi (KDV), özel tüketim vergisi (ÖTV), harçlar, BSMV, gümrük vergisi gibi vergilerdir.

Kaynağı servet ve/veya gelir olan vergilere dolaysız (vasıtasız); kaynağı harcama olan vergilere ise dolaylı (vasıtalı) vergiler denilir.

OECD 9 Aralık 2025 günü 2025 Gelir İstatistikleri Raporunu yayımladı. Bu Rapora ilişkin olarak da Gelir İdaresi Başkanlığı muhtelif istatistiklerini güncelleyip 24 Aralık 2025 günü yayımladı.

Bu yazıda dolaylı vergiler açısından OECD ülkelerinin durumunu sonrasında Türkiye bazında yıllar itibariyle Avrupa Birliği ve OECD karşılaştırmasını yapalım. Ama öncesinde dolaylı vergilerin yüksek olmasının anlamına bakalım isterseniz…

Dolaylı vergi oranının yüksek olmasının anlamı nedir?

Dolaylı vergilerin yüksek olmasının bize ne zararı var sorusunun cevabını bir örnekle anlatmaya çalışayım.

Örneğin, aylık net 40 bin lira maaş alan işçi Mustafa Bey aylık market masrafının 20 bin lira artı (yüzde 10 KDV) 2 bin lira KDV ile toplamda 22 bin lira olduğunu varsayalım. Ödenen 2 bin liralık KDV’nin Mustafa Bey’in 40 bin lira maaşı içindeki payı (2 bin/40 bin lira) yüzde 5’tir. Yani sadece KDV’den dolayı aylık vergi yükü yüzde 5’tir.

Diğer taraftan aylık net maaşı 250 bin lira olan Sadettin Bey de aynı marketten ve aynı ürünleri aylık olarak satın aldığında Sadettin Bey de 20 bin lira artı (yüzde 10 KDV) 2 bin lira KDV ile toplamda 22 bin lira ödeyecektir. Yani ikisi de aynı ürünlere 22 bin lira ödeyecektir.

Bu durumda Sadettin Bey’in ödediği 2 bin liranın kendi maaşı (250 bin lira) içindeki payı yüzde 0,8 yani binde 8 olacaktır. Bu durumda market kasasında zengin fakir ayırt edilmediğinden aynı vergi ödendiğinden ödenen verginin düşük gelirlinin üstündeki yükü artmış olacak yani geliri içindeki payı yüksek gelirliye nazaran yüksek kalacaktır. Yani örneğe göre aynı KDV’yi ödeyen Mustafa Bey’in, maaşı düşük olduğundan ödediği vergi, canını daha çok yakacaktır.

Benzer örneği evinizde kullandığınız elektrik, doğalgaz gibi ürünler üzerinden de yapabilirsiniz ki sonuç hep yoksulun aleyhine çıkacaktır.

İşte bu duruma tersine artan oranlılık denilmekte ve gelir dağılımını bozucu etki yaratacaktır. Dolaylı vergiler, market kasasında zengin fakir ayırt etmediğinden adaletsizdir.

OECD ülkeleri açısından dolaylı vergilerin durumu

Aşağıdaki tabloda OECD ülkeleri açısından dolaylı vergi yükleri görülmektedir. Bu tablo OECD’nin 2025 Gelir İstatistikleri baz alınarak hazırlandığı için raporda henüz 2025 verileri de olmadığından 2024 yılına kadar hesaplamalar yapılmış.

Tabloda Mahalli İdare Vergi Gelirleri ve Sosyal Güvenlik Primleri Hariç hesaplama yapılmış. Buna göre 2024 yılında OECD ortalaması yüzde 45,3 olmasına karşın Türkiye’nin 2024 yılı oranı yüzde 62,2’dir. Yani OECD ortalamasının yaklaşık 17 puan üstündedir. Son on yıla baktığımızda da Türkiye, OECD ortalamasının hep çok üstünde bir seyir göstermiştir.

Hatta 2024 yılında bizden daha fazla orana sahip olan sadece iki ülke var; Letonya yüzde 76,8 ve Polonya yüzde 66,3. Dolaylı vergiler açısından en yüksek üçüncü ülkeyiz.

AB ve OECD ülkeleri ortalamaları

AB ve OECD ülkeleri dikkate alındığında –bu hesaplamada sosyal güvenlik primleri ile mahalli idare vergi gelirleri dâhil- dolaylı vergilerin payı aşağıdaki şekildedir. Sosyal güvenlik primleri ve mahali idare vergi gelirleri dolaysız sayılıp dolaysız vergi tutarına eklendiğinden buradaki oranlar yukarıdaki tabloya nazaran farklılık gösterecektir.

Görüldüğü üzere AB ve OECD ülkeleri arasında Türkiye’nin dolaylı vergilerin payı diğer ülkelere oranla yine de oldukça yüksek görülmektedir. Yukarıda bahsettiğim gibi bu hesaplamada sosyal güvenlik primleri ile mahalli idare vergi gelirleri dâhil edilmiştir. Buna rağmen dolaylı vergiler açısından 2024 yılı OECD ülkelerinin ortalaması yüzde 30,9; AB ülkelerinin ortalaması yüzde 32 ve ülkemizin yüzde 43,6’dır. Bu durum aşağıda bahsedeceğim üzere ülkelerin gelişmişlik seviyeleriyle alakalıdır. Yani bunun nedeni ne olabilir sorusunun cevabını ülkelerin gelişmişlik seviyesinde aramak gerekiyor.

Şöyle ki…

Gelişmiş ülkelerde dolaysız vergilerin dolaylı vergilere oranla payı daha fazladır. Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin vergi sepetindeki ağırlığı ise tüketim vergilerindedir. Bu durum, aynı zamanda tersine artan oranlı bir görünüm de arz edeceğinden gelir dağılımını bozucu bir etki gösterecektir.

O zaman yapılması gereken şeylerden biri dolaylı vergi payını dolaysıza nazaran azaltmak olacaktır. Lakin öncelikle şu soruyu cevaplamak gerekecektir; ülkelerin gelişmişlik düzeyi düşük olduğu için mi dolaylı vergilerin payı yüksek yoksa dolaylı vergilerin payı yüksek olduğu için mi gelişmişlik seviyesi düşüktür?

Bu sorunun cevabını ülkemiz açısından bulmak için 1960’lara gitmek gerekmektedir.

1960’lı yıllarda ve öncesinde yapılan vergi mevzuat değişikliklerinin sayısının epey fazla olmasından ve biraz da aceleyle yapılmasından dolayı aksaklıklar ile hatalar sıklıkla görülmeye başlanmış. Dönemin Maliye Bakanı vergi sistemini bütünüyle incelemek ve önerilerde bulunmak üzere bir Vergi Reform Komisyonu oluşturmak istemiş ve 1961 yılında İstanbul’da çalışmalara başlanmasını uygun görmüştür.

Ancak çok farklı görüşler ortaya çıkınca dönemin hükümeti konuya el atmış ve Federal Almanya Büyükelçiliği’nden mezkûr konunun tartışılıp bilimsel argüman üretilmesi için bir uzman komisyon talebinde bulunmuştur. OECD’nin Avrupa Prodüktivite Ajanı tarafından finanse edilen Alman uzmanlar Türkiye’ye mezkûr sorunu tartışmak üzere gelmişlerdir. Ve ilk çalışmaları sonrasında dolaylı vergilerin genel vergi hasılatı içindeki payının artırılmasının Türkiye gibi gelişmekte olan bir ülke için yerinde olacağına karar vermişlerdir.

Görüldüğü üzere dönemin uzman ekibi de ülkemiz sosyolojik/vergi kompozisyonunun dolaylı vergilere daha uygun olduğunu ve ülkenin gelişmek seviyesinin düşük olmasından dolayı dolaysız vergi yapısının dokumuza uygun olmadığına ancak dolaylı vergilerin varlığının dokumuza daha uygun olduğuna karar vermişler. Ve o dönem ekseriyetle dolaylı vergiler önermişlerdir.

Ezcümle o tarihten bu yanadır dolaylı vergilere hep sırtımızı yasladık ve bu nedenle de dolaylı vergilerin payı maalesef hiç düşmedi. 1960’lı yıllarda konulan azgelişmişlik teşhisi hiç mi tedaviye cevap vermedi?

Cevdet Yılmaz ile Mehmet Şimşek tüm açıklamalarında dolaylı vergilerin payını düşüreceğini belirtirken KDV ve/veya ÖTV oranlarını düşürmeyeceğini de vurgulamaktadırlar. KDV ve ÖTV oranlarını düşürmeden dolaylı vergilerin payını ancak dolaysız vergi gelirini artırarak düşürebilecektir.

Diğer taraftan 2025 ve 2026 bütçe kanunları uyarınca dolaylı vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payı 2025 için yüzde 66,05 ve 2026 için ise yüzde 61,69 olarak tahmin edilmiş. Dolaysız vergilerin payı ise 2025 yılı için yüzde 33,95 ve 2026 yılı için ise yüzde 38,31 olarak tahmin edilmiş.

/././

Asgari ücretteki 75 liranın sırrı ne?-Murat Batı- 

75 TL’nin sırrı, Komisyon'da pazarlıkların günlük asgari ücret üzerinden yapılması ancak kamuoyu bilgilendirilmesinin ise aylık (30 günlük) asgari ücret şeklinde yapılmasından başka bir şey değildir.

23 Aralık Salı günü akşam saatlerinde Asgari Ücret Tespit Komisyonu apar topar toplanma kararı aldı, ardından Bakan Işıkhan kameralar karşısına geçti ve asgari ücretin 1 Ocak 2026’dan itibaren yüzde 27 artış yapıldığını ve net 28.075 TL olacağını söyledi.

Asgari ücretin net 28.075 TL olduğunu söyledikten sonra bazı haber kanallarında 75 TL ile alakalı tartışmalar yapıldı ve çeşitli fikirler üretildi.   

Peki neydi bu 75 TL’nin sırrı? Neden düz 28 bin TL olmadı da 28.075 TL oldu?

Bunun cevabı aslında Asgari Ücret Yönetmeliğinde yazmaktadır. Asgari Ücret Yönetmeliği’nin 4/d maddesine göre asgari ücret, “İşçilere normal bir çalışma günü karşılığı ödenen ve işçinin gıda, konut, giyim, sağlık, ulaşım ve kültür gibi zorunlu ihtiyaçlarını günün fiyatları üzerinden asgari düzeyde karşılamaya yetecek ücreti,” şeklinde tanımlanmıştır.  

Madde hükmüne göre asgari ücret aylık ya da yıllık değil günlük ödenen bir bedeldir. Oysa Asgari Ücret Tespit Komisyonu tarafından açıklanan tutar günlük değil, 30 günlük tutardır. Yapılan hesaplamalara bakıldığında her ay 30 gün olarak dikkate alınıp hesaplama yapılmaktadır. Çünkü 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun 88’inci maddesi ile Sosyal Sigorta İşlemleri Yönetmeliği’nin 100. maddesi uyarınca her ay 30 gün olarak dikkate alınmaktadır. 31 gün olan ocak ayı da 30 gün olarak hesaplamaya dahil edilmekte, 28 gün olan şubat ayı da.

Yani Asgari Ücret Tespit Komisyonu, kararını basın yoluyla 30 günlük (aylık) açıklarken aynı anda Resmi Gazete’de günlük açıklamaktadır.

Örneğin 2025 yılına ilişkin asgari ücret tutarıyla alakalı Asgari Ücret Tespit Komisyonu Kararı 27 Aralık 2024 tarih ve 32765 sayılı Resmi Gazete’de sabaha karşı yayımlandı.

Resmi Gazete’de yayımlanan Asgari Ücret Tespit Komisyonu Kararı’nda “İşçinin bir günlük normal çalışma karşılığı asgari ücretinin; 01/01/2025-31/12/2025 tarihleri arasında (866,85) sekiz yüz altmış altı lira seksen beş kuruş olarak tespitine, oybirliğiyle,” ve Karar Gerekçesinin son kısmında “Alınan karar uyarınca; işçinin günlük asgari ücreti; 01/01/2025-31/12/2025 tarihleri arasında  (866,85)  sekiz yüz altmış altı lira seksen beş kuruş olarak belirlenmiştir.” şeklinde cümleler bulunmaktadır. Resmi Gazete’de yayımlanan Asgari Ücret Tespit Komisyonu Kararı’nda asgari ücret aylık şu kadar diye bir ifade bulunmamaktadır. Hatta net asgari ücret de bulunmamaktadır. Oysa televizyonlarda, basın karşısında hep “net aylık!” açıklandı.   

Daha da önemlisi Asgari Ücret Komisyonu görüşmelerinde aylık ya da 30 günlük üzerinden pazarlıklar da yapılmamaktadır. Bu pazarlıklar günlük bedel üzerinden yapılmaktadır. Ancak komisyon günlük tutarı 30 (gün) ile çarpıp kamuoyuyla paylaşmaktadır.

İşte Komisyonun açıkladığı net tutarı yani 28.075 TL’yi 30 (gün) sayısına böldüğümüzde 935,84 TL olan günlük net asgari ücrete ulaşırız. Brüt asgari ücretten yüzde 14 SGK işçi payı ve yüzde 1 de işçi işsizlik fonu kesintisi yapıldıktan sonra günlük net asgari ücrete ulaşırız. İşlemi tersten yaptığımızda da -Resmi Gazete’de Asgari Ücret Tespit Komisyonu Kararı da günlük brüt asgari ücret şeklinde yayınlanacağından- günlük brüt asgari ücret olan 1.100,99 TL’ye ulaşmış olacağız.

İşte Komisyonda pazarlığı yapılan tutar günlük asgari ücret tutarıdır. Basın yoluyla herkese ilan edilme aşamasında ise bu tutarlar 30 (gün) ile çarpılıp basına öyle servis edilmektedir. Sonuçta günlük net asgari ücret olan 935,84 TL’yi 30 (gün) ile çarptığımızda 28 bin 75 TL’ye ulaşmış olacağız.

İşte 75 TL’nin sırrı, Komisyon'da pazarlıkların günlük asgari ücret üzerinden yapılması ancak kamuoyu bilgilendirilmesinin ise aylık (30 günlük) asgari ücret şeklinde yapılmasından başka bir şey değildir.

/././

Zincirli cumhuriyet -Mine Söğüt- 

Gezi direnişi zamanı yaşanan mini işgal günlerini saymazsak iktidarlar Taksim Meydanı'nı daimi bir “suç mahali” olarak mimlendiğinden izinsiz protestoların hedef bölgesi olması normal. Ama bu potansiyel yüzünden 7/24 yaya ve araç trafiğine kapalı değil. Hal böyleyken sadece Taksim Cumhuriyet Heykeli’nin etrafının polis barikatlarıyla bazı dönemler çok uzun süre devamlı kapatılmasının nasıl bir anlamı olabilir, bunu düşünmek gerekiyor.

taksim polisBarikatlarla çevrilmiş Taksim Cumhuriyet Heykeli

1 Mayıs İşçi Bayramı, 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü, 31 Mayıs Gezi anması, 28-29 Haziran Onur Yürüyüşü gibi tarihi belirli potansiyel eylem zamanlarında ya da politik hareketlilik yaşanan olağanüstü dönemlerde Taksim’e çıkışların yasaklanması, metro seferlerinin durdurulması, meydana varan tüm yolların kapatılması çoktan alışılan siyasi bir önlem. Ama meydan açıkken sadece anıtın etrafının üzerinde “Polis” yazılı barikatlarla çevrilmesine ne zaman alışıldı ondan emin olmak zor.  

Taksim Meydanı’ndaki anıtın adı Cumhuriyet ve tüm meydanda hayat normal akışındayken sadece bu anıtın son dönemlerde uzun süreli olarak polis barikatlarıyla çevrilip “yaklaşılmaz” kılınması çok manidar.

Taksim siyasi eylemlerde her zaman simge bir buluşma alanı. O yüzden 70’lerin sonundan beri istisnai zamanlar hariç, iktidarların hoşuna gitmeyecek her türlü muhalif gösteriye neredeyse her zaman kapalı.

Gezi direnişi zamanı yaşanan mini işgal günlerini saymazsak iktidarlar meydanı daimi bir “suç mahali” olarak mimlendiğinden izinsiz protestoların hedef bölgesi olması normal. Ama bu potansiyel yüzünden 7/24 yaya ve araç trafiğine kapalı değil. Hal böyleyken sadece Taksim Cumhuriyet Heykeli’nin etrafının polis barikatlarıyla bazı dönemler çok uzun süre devamlı kapatılmasının nasıl bir anlamı olabilir, bunu düşünmek gerekiyor.

İslami politikaların zafer nişanesi olarak meydana inşa edilen caminin hemen yanı başındaki heykelin bir yüzü Kurtuluş Savaşı'nı, diğer yüzü de Cumhuriyet Türkiye’sini temsil ediyor. Kurtuluş Savaşı’nı temsil eden yönde asker üniformasıyla Atatürk ve arkasında askerler var. Diğer yönde ise sivil kıyafetli Atatürk, yanında İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak, Kurtuluş Savaşı sırasında Türkiye’ye yardım eden Rusya’yı temsilen iki Sovyet General ve arkalarında halk…

Heykeli bir İtalyan heykeltraş Pietro Canonica İtalya’da yapmış. Masraflar halktan toplanan paralarla karşılanmış. Hatta en büyük bağışı da daha sonra milletvekili olarak meclise de giren Osmanlı Bankacılarından Berç Keresteciyan yapmış. Ancak altı taksitte yapılması planlanan ödeme parasızlık yüzünden tamamlanamadığından heykel yerine yerleştirildikten sonra etrafına inşa edilmesi gereken havuz yapılamamış.

Bir de heykelin yapım aşamasında bir heykel öğrencisi devlet desteği ile İtalya’ya yardıma gönderilmek istenmiş. Bunun için açılan yarışmayı 21 yaşındaki Sabiha Ziya kazanmış. Kazanan öğrencinin genç bir kadın olması ve tek başına İtalya’ya gidip gidemeyeceği üzerine tartışmalar çıkmış. Ama Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati’nin desteğiyle Sabiha Ziya Heykeltraş Canonica’nın yanına gitmiş ve onunla birlikte çalışmış.

Bu heykelin varoluş hikâyesini anlatırken kurulan her cümle aslında ülke tarihindeki birçok gerçekliğin de hikâyesi. Cumhuriyetin ilk yıllarında şehrin en önemli meydanına dikilen ve o gün bugündür önemini hiç yitirmeyen bu meydanın simgesi haline gelen heykel ve meydan uzun yıllar boyunca sosyalist devrimcilerin mücadele alanıyken bugün artık aleni bir karşı devrimin tekinsiz sahnesi.

O yüzden yakın zamana kadar devamlı TOMA’lara ev sahipliği yapan ama son zamanlarda sadece gün boyu sayısız insanın gelip geçtiği telaşlı bir kalabalığı ağırlayan meydanın camiye yakın kısmında bulunan Cumhuriyet heykelinin etrafını saran ve anıta yaklaşılmasını önlemekten başka hiçbir işe yaramayan üzerinde “Polis” yazılı metal barikatlar bir geçişi engellemekten ziyade sanki politik bir iddiayı işaretlemek için oradalar.

Yarın belki bir kez daha yerlerinden kaldırılacaklar. O barikatların günlerdir neden orada olduğunu sorgulamayan kalabalıklar yine heykelin etrafını çeviren çemberin içinde soluklanıp neyin önünde cep telefonlarıyla fotoğraf çektirdiklerine hiç aldırmadan pozdan poza girecekler.

Bundan yüz yıl önce bu ülkede yaşananlar ve bugün yaşanmakta olanlar arasında kurulan köprüden geçerken sadece avuç içlerindeki küçük ekranlara bakan insanlar belki bir gün kafalarını eğdikleri yerden kaldırıp etraflarına çıplak gözle bakar ve şu anda ve bu ülkede aslen ne yaşandığını, böyle giderse bundan sonra daha da neler yaşanacağını gerçekten anlarlar ve o andan sonra şimdiye kadar yaptıklarından farklı bir şey yapmanın yolunu ararlar.

O zamana kadar payımıza düşen tutsak alınmış zincirli bir cumhuriyet*.

*Mehmet Ali Aybar'a ve gazetesi Zincirli Hürriyet'e selamla.

/././

Tecavüz suçlamasına ilk duruşmada tahliye, ikinci duruşmada beraat -Ceren Baran Teke- 

Tecavüz suçlamasına ilk duruşmada tahliye, ikinci duruşmada beraat

ODTÜ Yelken Kulübü’nün düzenlediği tekne turunda tecavüze uğradığını iddia eden kadının, tanık beyanlarını, sanığın telefonundaki “Oral seks ile DNA bulaşır mı?” aramasını ve Adli Tıp Raporu’ndaki iddialarını destekleyen bulguları kanıt göstermesini mahkeme yeterli bulmadı. Sanık, ilk duruşmada tahliye edildi, ikinci duruşmada beraat etti. Kararın İstinaf Mahkemesi tarafından onanması ardından dosya Yargıtay’a gitti.

D.K., 8 Eylül 2024’te hayali olan yelken sporunu yapmak için ODTÜ Yelken Kulübü’nün düzenlediği tekne turuna katıldı. Turun üçüncü günü alkol aldıktan sonra denize giren D.K.’nin ifadesine göre; tekneye döndükten sonra Y.E.Ö.’nün tecavüzüne uğradı.

D.K., alkollü olması, teknenin sallanması ve gücünün yetmemesi nedeniyle karşı koyamadığını belirtti. İddiaya göre, tecavüz etmesinin ardından kamaradan ayrılan Y.E.Ö. teknenin üst kısmında oturanlara D.K. ile oral yolla ilişkiye girdiklerini anlattı.

Tanıklar, Y.E.Ö. ardından D.K.’nin de kamaradan çıktığını midesinin bulandığını, kustuğunu, kanaması olduğunu ve “Ertesi gün hapı almam gerekir mi?” diye sorduğunu aktardı. D.K.’nin yatağındaki çarşafın ve şortunun kanlı olduğunu aktaran tanıklar, olayın olduğu saatlerde herhangi bir ses duymadıklarını söyledi.

Ağrı kesici ve antibiyotik yazıp yolladılar

D.K., hastaneye gitti ancak kendisine sadece ağrı kesici iğne yapıldı ve antibiyotik yazıldı. Kusma, ağrı ve kanama şikayetleri geçmeyen D.K., tekrar hastaneye gittiğinde başka bir doktorun kendisini muayene ettiğini ve “Güvenebilirsin, anlat dediğini” aktardı. D.K.’nin tecavüze uğradığını belirtmesi üzerine polise haber verildi.

İlk duruşmada tahliye, ikinci duruşmada beraat

Olayın yargıya taşınması üzerine Y.E.Ö. tutuklandı. Adli tıp raporunda da D.K.’nin ifadelerini doğrulayan bulgular olmasına rağmen Y.E.Ö. ilk duruşmada tahliye edildi. Henüz DNA raporu dosyaya girmemişken yapılan ikinci duruşmada ise Y.E.Ö., beraat etti. Kararın İstinaf Mahkemesi tarafından onanması üzerine dosya, Yargıtay’a gitti.

***

Çocuk istismarı ve taciz suçlamalarının ardından görevinden uzaklaştırılan Prof. Dr. Ahmet Akın, üniversiteye döndü: Benzer eylemlerini sürdürdüğünü iddia eden öğrenciler CİMER'e başvurdu -Can Öztürk- 

ahmet akın can öztürk psd

İstanbul Medeniyet Üniversitesi tarafından T24’ün gündeme getirdiği çocuk istismarı ve taciz iddialarının ardından Eğitim Bilimleri Fakültesi bünyesindeki bölüm başkanlığı ve öğretim üyeliği görevlerinden uzaklaştırılan Prof. Dr. Ahmet Akın, yeniden Medeniyet Üniversitesi’nde çalışmaya başladı. Bazı öğrenciler Akın’ın göreve başlamasının hemen ardından, kendilerine “Gey misin?” gibi sorular sorduğunu, bazı öğrencileri gece geç saatlerde aradığını belirterek CİMER’e başvurdu. Konu hakkında T24’ün sorularını yanıtsız bırakan Akın, "Size konuşmayacağım. Bu yapılan haberler farklı manipülasyonlara yol açıyor. Biz hukukî yollardan konuşalım" dedi.

Eski İstanbul Medeniyet Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ahmet Akın, bir süre önce görevden uzaklaştırıldı. ‘Dönüştürme terapisi’ adı altında seanslar yaptığı ortaya çıkan Akın hakkında, seanslara gelen çocuklardan bazıları “istismar ve taciz” iddiasında bulunmuştu. T24’ün iddialar üzerine geçen mart ayında ulaştığı Prof. Dr. Ahmet Akın, “dönüştürme terapisi” seansları uyguladığı iddiaları hakkında “Ben buna terapi de demiyorum. Biliyorsunuz terapi psikolojik sorunlar için. Bu çocuklar raydan çıkmış” diye konuştu. Akın, istismar ve taciz iddiaları için de “Allah'a şükür, hiçbir şekilde hiçbirine bir temasım, seksüel veyahut onları rahatsız edecek yaklaşımım olmadı” dedi.

Akın’ın seanslarına katılan iki çocuk, yaşadıklarını T24’e anlatmış, Fatma Ç.,  adlı çocuk yaşadıklarını anlattığı ifşa metnini X üzerinden yayımlamıştı.

Akın, İstanbul Medeniyet Üniversitesi’nde yeniden çalışmaya başladı

Akın, Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik Bölüm Başkanlığı görevinden uzaklaştırılmıştı.

T24’ün ulaştığı üniversite kaynakları; Akın hakkında yürütülen kurum içi soruşturmanın sonlandırılması ve dosyanın Yükseköğretim Kurulu’na (YÖK) gönderilmesinin ardından Akın’ın yeniden üniversitede çalışmaya başladığını aktardı.

Akın’ın üniversitenin sitesindeki öğretim üyesi sayfası yeniden aktif hâle getirildi. Akın’ın yeni görevi ise sayfada belirtilmedi.

Alınan bilgiye göre yeniden göreve getirilen Akın hakkında Yükseköğretim Kurulu’nun yürüttüğü idarî soruşturma henüz sonuçlanmadı.

Öğrencilere ‘Sen gey misin?’ dediği ve gece geç saatlerde aradığı iddia edildi, CİMER’e başvuruldu

Akın’ın görevine dönmesinin hemen ardından, bazı öğrenciler, kendileriyle "geçmişte olduğu gibi" iletişime geçmeye çalıştığını, kendilerine “Sen gey misin?", “Asistanım olur musun?" gibi sorular yönelttiğini, kadın öğrencileri gece geç saatlerde arayarak “Bana istediğin zaman ulaşabilirsin biliyorsun değil mi?” dediğini iddia ederek CİMER’e başvurdu. Öğrenciler, Akın’ın bu ifadelerini “Onları anlamak için böyle yapıyorum" diyerek gerekçelendirdiğini öne sürdü.

Akın’ın benzer eylemlerini sürdürdüğünü iddia eden öğrenciler CİMER başvurularında üniversite yönetimine şu soruları yöneltti:

“Göreve iade söz konusu ise, bu karar hangi hukuki ve idari gerekçelere dayanarak alınmıştır?

Üniversitelerde, özellikle LGBTİ+ öğrencilerin maruz kalabileceği ayrımcı, bilimsel dayanağı olmayan ve insan haklarına aykırı uygulamalara karşı ne tür önleyici ve denetleyici mekanizmalar bulunmaktadır?

Kampüs içi güvenliğin ve öğrencilerin psikolojik bütünlüğünün korunması adına ilgili üniversiteye yönelik herhangi bir inceleme veya uyarı yapılmış mıdır?

Anayasa'nın eşitlik ilkesi, öğrenci hakları ve yükseköğretimde bilimsel-etik sorumluluklar çerçevesinde, söz konusu sürecin şeffaf biçimde kamuoyuna açıklanması, öğrencilerin yani bizim güvende hissedebileceğimiz bir akademik ortamın sağlanması açısından büyük önem taşımaktadır.”

Öğrencilerin soruları henüz yetkili makamlar tarafından yanıtlanmadı.

Akın’dan hakkındaki yeni iddialara yanıt: Size konuşmayacağım

T24’ün ulaştığı Akın, hakkındaki iddialar hakkında konuşmak istemediğini belirterek, “Size konuşmayacağım. Bu yapılan haberler farklı manipülasyonlara yol açıyor. Biz hukukî yollardan konuşalım. Daha hakkımızı arayacağız” dedi.

"Cinsiyet dönüştürme terapisinde taciz ve istismar iddiası" haberi için takipsizlik

T24 muhabiri Can Öztürk hakkında, “Dönüştürme seansı'nda taciz ve istismar iddiası; çocuklar suçladı, Prof. Dr. Ahmet Akın reddetti: Bu çocuklar raydan çıkmış!” başlıklı haberi nedeniyle açılan soruşturmada, kovuşturmaya yer olmadığı kararı verildi. Kararda haberin gerçekliğin haberleştirilmesinden ibaret olduğu, basın ve ifade özgürlüğü kapsamında bulunduğu vurgulandı.

Akın’ın avukatı aracılığıyla T24’te yer alan haber hakkında yaptığı 07 Mart 2025 tarihli şikayet üzerine başlatılan soruşturmada, iddiaların asılsız olduğu belirtildi.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Basın Suçlarını Soruşturma Bürosu tarafından verilen takipsizlik kararında, Öztürk’ün haberinin Ahmet Akın hakkındaki iddiaların görünen gerçekliğe uygun olarak haberleştirilmesinden ibaret olduğu, bu nedenle haberin ifade ve basın özgürlüğü kapsamında kaldığı, iddia edilen suçların oluşmadığı kaydedildi.

TIKLAYIN - "Cinsiyet dönüştürme terapisinde taciz ve istismar iddiası" haberi için takipsizlik

Savcılık bir dosya hakkında ‘görevsizlik’, başka bir dosya hakkında da “takipsizlik” vermiş

Akın hakkındaki bir soruşturma dosyası savcılık tarafından “görevsizlik“ gerekçesiyle kapatıldı. Dosya YÖK’e gönderilerek buradaki idarî soruşturma dosyası ile birleştirildi.

Savcılık tarafından yürütülen başka bir dosya da mağdur kişilerden birinin “Çocuğun cinsel istismarı” ve “hırsızlık” iddiaları bulunmasına rağmen tanık ve kanıt yetersizliği gerekçesiyle kovuşturmaya yer olmadığı kararı ile kapatıldı. Takipsizlik kararına yapılan itiraz da ilgili sulh ceza hâkimliği tarafından reddedildi.

TIKLAYIN - Üniversite, çocuklarla görüştü: Hakkında istismar ve taciz suçlamaları olan Prof. Dr. Ahmet Akın, savcılığa ihbar edilecek

Ne olmuştu?

Eski İstanbul Medeniyet Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ahmet Akın’ın ‘dönüştürme terapisi’ adı altında seanslar yaptığı ortaya çıktı. Çocuklar, bu seanslarda istismar ve tacize uğradıkları iddiasında bulundu. T24’ün ulaştığı Prof. Dr. Ahmet Akın, “dönüştürme terapisi” seansları uyguladığı iddiaları hakkında “Ben buna terapi de demiyorum. Biliyorsunuz terapi psikolojik sorunlar için. Bu çocuklar raydan çıkmış” diye konuştu. Akın, istismar ve taciz iddiaları için de “Allah'a şükür, hiçbir şekilde hiçbirine bir temasım, seksüel veyahut onları rahatsız edecek yaklaşımım olmadı” dedi. Akın’ın seanslarına katılan iki çocuk, yaşadıklarını T24’e anlattı. İstismara tanıklık eden Fatma Ç., Akın'ın yanındayken yaşadıklarını anlattığı ifşa metnini X üzerinden yayımladı. Çocuklardan A.R., Akın’ın seanslarına “LGBTİ+ olduğu için” ailesi tarafından gönderildiğini ve o dönemde 16 yaşında olduğunu söyledi. A.R., Akın’ın ofisinde kendisini taciz ederek karşısında mastürbasyon yaptığını iddia etti. İddialar üzerine İstanbul Medeniyet Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik Bölüm Başkanlığı görevini sürdüren Prof. Dr. Ahmet Akın'ın bölüm başkanlığından uzaklaştırıldı. İlim Yayma Cemiyeti Yönetim Kurulunda yer alan Akın, hakkındaki iddialar üzerine cemiyetteki görevinden istifa etti. Üniversite Akın’ın seanslarına katıldığını söyleyen A.R. ve Fatma Ç. ile görüşme yaptı.

TIKLAYIN - 'Dönüştürme seansı'nda taciz ve istismar iddiası; çocuklar suçladı, Prof. Dr. Ahmet Akın reddetti: Bu çocuklar raydan çıkmış!

TIKLAYIN - T24 gündeme getirmişti: Hakkında çocuk istismarı ve taciz suçlamaları olan Prof. Dr. Ahmet Akın bölüm başkanlığı görevinden uzaklaştırıldı

TIKLAYIN - Çocuk istismarı ve taciz suçlamalarıyla gündeme gelen Ahmet Akın hakkında yeni iddia; “Kendi kullandığı antidepresandan çocuklara veriyor”

TIKLAYIN - İlim Yayma Cemiyeti’nden hakkında çocuk istismarı ve taciz suçlamaları bulunan Ahmet Akın için açıklama: İddialar çıkar çıkmaz cemiyetten istifa etti

***

T-24

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -27 Aralık 2025-

Hatay'da Erdoğan ziyareti öncesi 'film seti' hazırlığı: Yıkım saklandı, nehre su verildi, vinçler söküldü -Özkan Öztaş-  Erdoğan...