Gözü yaşlı annenin HSK’ya şikâyeti: "Organize şekilde çalışarak adalete engel oldular"-Tolga Şardan-
Sisli Vadi'deki sel felaketinde kızı ve damadını kaybeden Yaşa Ailesi, geçtiğimiz günlerde Hakimler ve Savcılar Kurulu’na 17 sayfadan oluşan şikâyet dilekçesi ile başvuru yaptı. Başvurudaki ‘Hüseyin Gedik, Hazım Aslancı ve Muzaffer Lekesiz, organize şekilde çalışarak davanın adaletli sonuçlanmasına engel oldular’ cümlesi dikkat çekici. Yaşa Ailesi, İstinaf’tan dönen dosyanın yeniden gerçekleştirilen yargılamasında mahkeme heyetinin yaklaşımı için ‘aile samimiyetinde yargılama’ nitelemesi yaptı. Aile, mahkeme heyetinin sanık Bülent Bayrak’a yönelik ‘müsamahalı davranış’ sergilediğini iddia etti.

Büyüteç’in takipçilerinin yakından bildiği dosyalardan birisidir; Kırklareli’nin İğneada bölgesindeki longoz ormanlarının içindeki Foggy Valley (Sisli Vadi) adlı turistik tesiste yaşanan sel felaketi ve sonrasındaki gelişmeler.
Bölgedeki aşırı yağışla birlikte 5 Eylül 2023’te gerçekleşen faciada, yeni evlenmiş Mihriban ve Selman Bağışlar’ın aralarında yer aldığı altı kişi, sel sularına kapılarak hayatlarını kaybetti.
Faciada kusuru bulundukları gerekçesiyle başta tesis sahibi Bülent Bayrak olmak üzere sanıklara ‘taksirli ölüme sebebiyet vermekten’ ceza verildi. Oysa, savcılık esas hakkındaki görüşünde, daha fazla ceza almalarını sağlayacak ‘olası kastla ölüme neden olmak’ suçundan ceza istemişti.
Tabii olayın bir de kamu görevlileri tarafı var. İçişleri Bakanlığı müfettişleri raporu doğrultusunda, ruhsatsız biçimde faaliyet gösteren tesisin çalışmasına göz yumdukları ve görevi ihmal ettikleri gerekçesiyle dönemin Kırklareli valileri Osman Bilgin ve Birol Ekici hakkında adli yargılama yolu açıldı.
Ayrıca, yine aynı sebeple İl Özel İdaresi Genel Sekreteri Bilal Kuşoğlu ve personeli ile denetim yapmaktan sorumlu yerel jandarma personeli de adli soruşturma kapsamına alındı. Jandarma personelinin yargılamasına başlandı.
Ancak her ne hikmetse İl Özel İdaresi Genel Sekreteri Bilal Kuşoğlu hem halen görevi başında hem de kendisi ve ekibinin yargılamasına başlanamadı! Haklarındaki adli soruşturma devam ediyor. İddianamenin ne zaman ve ne şekilde çıkacağı henüz belli değil!
Bu arada olayın sonrasında üç Cumhuriyet Başsavcısı göreve geldi. İki önceki Başsavcı Hazım Aslancı HSK tarafından Yargıtay’a savcı yapıldı. 2024’te gelen ve adaletin yerini bulması amacıyla kayıp yakınlarına destek veren Başsavcı Enver Eroğlu, HSK’nın beklenmedik kararıyla Batman Cumhuriyet Başsavcısı oldu. HSK’nın 2025 atamalarında ise Tekirdağ Adliyesi’nde savcılık yapan Özkan Levent Taşkoparan, Kırklareli Başsavcılığı koltuğuna oturdu.
Yaşa Ailesi’nin adalet arayışı
Selde yaşamını yitiren yeni evli Mihriban ve Selman Bağışlar çiftinin ailesi, olayın yaşandığı dakikalardan itibaren ellerini bir an olsun süreçten çekmedi.
Hem kızı ve damadını kaybeden Yaşa Ailesi, hem de diğer kayıp yakınları soruşturma ve kovuşturma sürecinde adaletin sağlanması amacıyla hakikaten insan üstü bir çaba sarf ettiler. Halen de devam ediyorlar mücadeleye.
Gelişmeleri yakından takip edenler acılı anne Safiye Yaşa’yı hatırlayacaktır. Hani, İstinaf’tan dönen dosyanın yeniden yargılaması sırasında mahkeme başkanı tarafından verilen ‘iki günlük tutuklama’ sonrasında sedye ile adliyeden çıkartılarak cezaevine götürülmeye çalışılan acılı anne.
Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’un devreye girmesiyle cezası kaldırılan ve cezaevi yerine tedavi amacıyla hastaneye ulaştırılan acılı anne.
Adalet peşinde koşan Safiye Yaşa, daha önce Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile TBMM’de, Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’la da makamında görüştü. Hatta yakın zamanda Bilal Erdoğan ile görüşüp hem adli süreci anlattı hem de bizzat yaşadıklarını aktardı.
Yaşa Ailesi, geçtiğimiz günlerde Hakimler ve Savcılar Kurulu’na (HSK) tam 17 sayfadan oluşan şikâyet dilekçesi ile başvuru yaptı.
Aile, 5 Eylül 2023’ten, yani olayın gerçekleştiği günden itibaren yargı sistemi içinde yaşadıklarını tek tek bu dilekçede yeni HSK yönetimine aktardı.
Bu arada, Yaşa Ailesi daha önce de dönemin Kırklareli Adliyesi’nde görevli savcı ve hakimlerle ilgili HSK’ya şikâyette bulundu, ancak bir sonuç çıkmadı.
Çıkan tek sonuç, şikayetlerde adı geçen dönemin Başsavcısı Hazım Aslancı, soruşturma savcısı Muzaffer Lekesiz, davaya bakan Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı ve aynı zamanda Adalet Komisyonu Başkanı Hüseyin Gedik ile heyet üyesi hâkim Merve Lekesiz’in, Kırklareli Adliyesi’nden alınması oldu.
Ailenin 3 Aralık’ta yaptığı başvurudaki ‘Hüseyin Gedik, Hazım Aslancı ve Muzaffer Lekesiz, organize şekilde çalışarak davanın adaletli sonuçlanmasına engel oldular’ cümlesi dikkat çekici.
Aile, yürütülen soruşturma ve kovuşturma sırasında delillerin karartılarak saklandığı görüşünde ısrarcı. Bu ısrarın belgeleri ve bilgilerine başvuru dilekçesinde yer verdi.
Yaşa Ailesi, HSK başvurusunda Ulusal Kriminal’den gelen rapordaki ‘sel sularından ve çamurdan zarar görmeyen kamera kayıtları ve hard disklerin, maalesef daha önce açılmış olmalarından dolayı zarar gördüğü’ görüşünü bir kez daha ortaya koydu.
HSK dilekçesindeki ağır iddialar
İlk derece mahkemenin kararının İstinaf’ta bozulmasıyla birlikte yeniden Kırklareli Adliyesi’nde başlayan yargılama sırasında Yaşa Ailesi, adalet mücadelesinde başa döndü.
Aslancı’dan sonra başsavcılık makamına getirilen Enver Eroğlu’nun bir yıl sonunda 2025 atamaları çerçevesinde HSK’ca görevden alınıp Batman’a gönderilmesi ve yeni Başsavcı Özkan Levent Taşkoparan’ın göreve başlamasıyla farklı bir bakış açısı ortaya çıktı.
Ailenin verdiği dilekçeye yansıyanlar açıkçası ağır iddialar.
Örneğin; Yaşa Ailesi, İstinaf’tan dönen dosyanın yeniden gerçekleştirilen yargılamasında mahkeme heyetinin yaklaşımı için ‘aile samimiyetinde yargılama’ nitelemesi yaptı. Aile, mahkeme heyetinin sanık Bülent Bayrak’a yönelik ‘müsamahalı davranış’ sergilediğini iddia etti.
Diğer bir detay; aile, Başsavcı Taşkoparan’ın kendilerine yönelik tavırlarını sert üslupla eleştirdi.
Özellikle Safiye Yaşa’nın diğer kayıp yakını Çiçek Dinç’le birlikte 24 Kasım günü Başsavcı Taşkoparan ile görüşmesinde yaşananlar dikkat çekici.
Yaşa Ailesi, dilekçede Başsavcı Taşkoparan ile aralarında geçen tartışmanın diyaloglarına yer verdi. Dilekçedeki diyalogların okunmasıyla Taşkoparan ile Yaşa ve Dinç arasındaki tartışmanın boyutlarını ve yükselen tansiyonu görmek mümkün.
Başsavcı Taşkoparan’ın görüşme sırasında ’33 yıllık savcıyım. Savcılık hayatımda böyle saygısızlık yapan birisi karşıma çıksaydı, onu çekip vururdum’ dediği iddiası dilekçede yer aldı.
Taşkoparan ile Yaşa arasında şöyle bir diyalog yaşandığı dilekçede aktarılıyor:
‘ (…) Yaşa: Başsavcım ben adalet istiyorum. Suçum buysa çekip vurun beni.
Taşkoparan: Başsavcı ‘beni vururum dedi’ dersin. Böyle psikopatça konuşan biri karşıma çıkmadı.
Yaşa: Psikopatça bir konuşma yapmıyoruz. Mevzu çok net. Adaletle alakalı haklı taleplerimizi dile getiriyorum.
Taşkoparan: Bu konuda en günahsız benim. Bir kusurum varsa Allah benim belamı versin. Benim de bir kusurum yoksa, Allah sizin bin belanızı versin.
Yaşa: Bu sözler size yakışmıyor. Yakınlarını kaybeden bizler bu muameleyi hak etmiyoruz. (…)’
Dilekçede, Safiye Yaşa’nın, ‘Ben bu dava Mihriban Yaşa’nın annesi olarak varım. Bu söylediğiniz sözler psikolojik şiddet içeriyor’ yanıtını verdiğini belirtti.
İmkân olsa, Yaşa Ailesi’nin yaptığı 17 sayfalık başvurunun tamamı yayımlanabilse… Yaşananlar bütünüyle görülür.
Aile, Bolu’nun Kartalkaya bölgesinde yaşanan yangın faciasıyla ilgili verilen kararı emsal göstererek, Sisli Vadi dosyası için de bu karardaki gibi hareket edilmesi talebinde bulundu.
Yaşa Ailesi, HSK başvurusunda Başsavcı Taşkoparan, mahkeme heyeti başkanı Serdar Aslan ile heyet üyesi İrem Aydın’dan şikayetçi oldu.
Başsavcı: ‘Elimden geleni yaptım, müsterihim’
Yaşa Ailesi’nce yapılan şikâyet başvuru sonrasında hakkında ağır eleştirilerde bulunulan Kırklareli Cumhuriyet Başsavcısı Özkan Levent Taşkoparan ile telefonla görüştüm.
Başsavcı Taşkoparan, aile tarafından dile getirilen şikâyet konuları çerçevesinde özetle şu değerlendirmeyi yaptı:
“‘Ben bu dosya ile ilgili müsterihim. Elimden geleni yaptım. Yargılama süreci, hukukun içinde götürüldü. Her tasarrufun arkasındayım. Dosya ile ilgili Kırklareli Adliyesi’nde her şey rayında ilerledi. Ben aile ile teması kesecek değilim. Görüşmelerim devam eder. Dosya artık İstinaf’a gitti.’”
/././
Torba yasada vergiyle ilgili neler var?-Murat Batı-
Vergi Kanunları ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'u yayımlandı. Torba Yasa olarak bilinen bu kanunda vergiyle ilgili bazı değişiklikler yapıldı. Bunlardan bazıları konut alırken ödenen faizlerin gider yazılamayacak olması, ikinci el araçlarda harç alınması, emlak vergisine geçici süreliğine üst sınır getirilmesi...

Torba Yasa olarak bilinen 7566 sayılı Vergi Kanunları ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun 19 Aralık Cuma günü sabaha karşı saat 03:00 sularında Resmi Gazete’de yayımlandı.
Bir yürürlük tarihi, bir yetki olmak üzere toplam 39 maddeden oluşan torba yasa teklifi 3 maddeyle Gelir Vergisi Kanunu’nda, 1 maddeyle Motorlu Taşıtlar Vergisi Kanunu’nda, 5 maddeyle Harçlar Kanunu’nda, 2 maddeyle Emlak Vergisi Kanunu’nda, 2 maddeyle Katma Değer Vergisi Kanunu’nda, 8 maddeyle 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nda, 2 maddeyle Kurumlar Vergisi Kanunu’nda ve diğer bazı kanunlarda değişiklikler içermektedir.
7566 sayılı Kanunda vergiyle alakalı neler var, gelin birlikte bakalım…
1-Konut alırken ödenen faizler gider yazılamayacak
Konutu banka kredisiyle alanlar kredi için ödediği faizi belli oranlarda bu konuttan sağlanan kira gelirlerinin beyanında gider olarak yazabilmekteydi. Ancak Torba Kanun’un 1’nci maddesi uyarınca bu artık mümkün olamayacak.
Hatta yürürlük tarihi “2025 yılı gelir ve kazançlarına uygulanmak üzere yayımı tarihinde” denildiğinden 2025 yılında kira geliri elde edenler, bunu 2026 yılında beyan ettiklerinde faizleri indirim konusu yapamayacaktır.
Diğer taraftan konut kira gelirlerine uygulanacak istisna düzenlemesine devam edilecek.
2-Geçici vergi tekrardan dört döneme çıktı
Geçici vergi uygulaması 2022 yılında yapılan düzenlemeyle dört dönemden üç döneme düşürülmüştü. Tekrardan dört döneme çıkarıldı. Torba Kanunda geçici vergiyi düzenleyen 2’inci maddenin yürürlük tarihi “2025 yılı gelir ve kazançlarına uygulanmak üzere yayımı tarihinde” denildiğinden 2025 yılı için de dördüncü dönem geçici vergi ödenecek.
3-Harçlar kanunu m.63 uyarınca yüzde 25 oranında uygulanan vergi ziyaı cezası yüzde 100 yani bir kat uygulanacak
Gayrimenkul alım ve satımında belediyede kayıtlı bedelin altında beyan edilen gayrimenkuller için aradaki farktan harç alınırken bu harç tutarı üzerinden normalde yüzde 25 yani dörtte bir alınan vergi ziyaı cezası artık bir kat olacak yani harç kadar olacak. Bu uygulama Kanun’un yayımlanma tarihi olan 19 Aralık 2025 itibariyle yürürlüğe girdi.
4-İkinci el araçlarda harç
Sıfır olarak adlandırılan yani trafiğe ilk defa kayıt ve tescil edilen araçların ilk tescil işlemleri ile tescil edilmiş araçların (ikinci el) satış ve devirlerinde, noterler tarafından satış ve devir bedeli üzerinden binde 2 oranında nispi noter harcı alınacak. Ancak bu tutar bin liradan az ise bin lira alınacak. Tescil edilmiş araçların ikinci el motorlu kara taşıtı ticareti yetki belgesi bulunanlara yapılan satış ve devirlerinde bu harç alınmaz. Bu madde, 1 Ocak 2026’da yürürlüğe girecek.
5- Yetki belgelerinden her yıl harç alınacak
Mehmet Şimşek özellikle bazı mesleklerin gelir vergilerini düşük gösterdiği o nedenle de gelir vergisi alamadığı yönünde serzenişlerinin bir tezahürü olan bu uygulama ile özellikle yetki belgesiyle iş yapan meslek grupları bu yetki belgelerinden dolayı her yıl 20-30 bin civarında -ki bu tutar da her yıl yeniden değerleme oranı kadar artacak- harç ödeyecek.
Kanun’un gerekçesinde “mevcut durumda harca tabi olmayan ayakta teşhis ve tedavi yapılan özel sağlık kuruluşları ile ağız ve diş sağlığı hizmeti sunulan özel sağlık kuruluşlarına ait belgeler, veteriner hekim muayenehane ve poliklinikleri ile hayvan hastanelerine verilen ruhsatlar ve kıymetli madenler kuruluş ve faaliyet izin belgeleri, kuyum, ikinci el motorlu kara taşıtı ve taşınmaz ticareti yetki belgeleri ile ticari havayolu ve genel havacılık işletme ruhsatlarından yıllık harç alınması sağlanmaktadır. Ayrıca mevcut durumda sadece ruhsat alımında harca tabi hususi hastaneleri ve laboratuvarları açmak için düzenlenen ruhsatnameler ile turizm müessesesi işletme belgelerine ilişkin harç yıllık hale getirilmektedir." şeklinde açıklanmıştır.
Buna göre yetki belgeleri için emlakçılar 20 bin lira, kuyumcular ise 30 bin lira her yıl ödeyecek. Daha da önemlisi bu harçlar, büyükşehir belediyesi olan illerde, bir önceki takvim yılının son günü itibarıyla Türkiye İstatistik Kurumu tarafından yayımlanmış son verilere göre nüfusu 30.000’i geçmeyen ilçeler hariç olmak üzere, bir kat artırımlı uygulanacak.
Özel sağlık kuruluşlarına ait ruhsatnameleri için her yıl 20 bin ila 50 bin lira arası harç ödenecek. Bu harçlar da büyükşehir belediyesi olan illerde, bir önceki takvim yılının son günü itibarıyla Türkiye İstatistik Kurumu tarafından yayımlanmış son verilere göre nüfusu 30.000’i geçmeyen ilçeler hariç olmak üzere, bir kat artırımlı uygulanacak.
Ağız ve diş sağlığı hizmeti sunulan özel sağlık kuruluşlarına ait ruhsatnameler için de her yıl 20 bin ila 40 bin lira arası harç ödenecek. Bu harçlar da büyükşehir belediyesi olan illerde, bir önceki takvim yılının son günü itibarıyla Türkiye İstatistik Kurumu tarafından yayımlanmış son verilere göre nüfusu 30.000’i geçmeyen ilçeler hariç olmak üzere, bir kat artırımlı uygulanacak.
Hayvanların muayene edildiği, hastalıklarının teşhis ve tedavilerinin yapıldığı muayenehane ve poliklinikler ile hastanelere verilen ruhsatnameler için 10 bin ila 40 bin lira arası her yıl harç alınacak.
Kıymetli madenler kuruluş ve faaliyet izin belgeleri için her yıl 5 milyon ile 7 buçuk milyon lira harç alınacak.
Havayolu ve genel havacılık işletme ruhsatları için her yıl 100 bin ila 2 milyon lira harç alınacak.
Harçlarla alakalı bu madde, 1 Ocak 2026’da yürürlüğe girecek.
6- Taşıtların satış ve devrine noter harcı uygulanacak
Sıfır olarak adlandırılan yani trafiğe ilk defa kayıt ve tescil edilen araçların ilk tescil işlemleri ile tescil edilmiş araçların (ikinci el) satış ve devirlerinde, noterler tarafından satış ve devir bedeli üzerinden binde 2 oranında nispi noter harcı alınacak. Ancak bu tutar bin liradan az ise bin lira alınacak.
7- 2026 UEFA organizasyonlarına KDV ve kurumlar vergisi istisnası uygulanacak
2026 UEFA Avrupa Ligi Finali, 2027 UEFA Konferans Ligi Finali ve 2032 UEFA Avrupa Futbol Şampiyonası organizasyonuna ilişkin mal teslimleri ve hizmet ifaları, için hem KDV istisnası uygulanacak hem de UEFA ile Türkiye’de işyeri ve kanuni merkezi bulunmayan katılımcı takımlar ve görevli tüzel kişiler, bu organizasyonlara ilişkin Türkiye’de elde ettikleri kazanç ve iratlardan gelir ve kurumlar vergisinden muaf tutulacak.
8-Emlak vergisine geçici süreliğine üst sınır geldi
Torba Kanunla Emlak Vergisi Kanunu’nun geçici 23’üncü maddesi değiştirildi. Böylece madde “2025 yılında 2026 yılı için takdir edilen asgari ölçüde arsa ve arazi metrekare birim değerleri dikkate alınarak Kanunun 29 uncu maddesine göre 2026 yılı için hesaplanan bina ve arazi vergi değerleri, 2025 yılına ait vergi değerlerinin iki kat fazlasını geçemez.” Şekline dönüştü.
Buna göre 2025 yılında 2026 için yapılan takdir tespitleri 2025’in iki katından fazlasını aşamaz. Örneğin 2025 yılında hesaplanan vergi değeri 10 lira ise 2026 yılında 30 lirayı aşamayacak.
Bu madde hükmü geçici süre için getirildi ve maalesef dört yılda bir takdir edildiğinden 2029 yılında 2030 yılı için yapılacak değerlemede aynı sorun tekrardan ortaya çıkacaktır.
9-Emlak vergisinde yeniden değerleme oranının uygulanma şekli de değişti
Emlak vergisine ilişkin vergi değeri her yıl yeniden değerleme oranının yarısı kadar hesaplanırdı. Ancak Torba Kanun m.11 ile Emlak Vergisi Kanunu’nun 29’uncu maddesinde yer alan “yeniden değerleme oranının yarısı nispetinde” ibareleri “yeniden değerleme oranında” şeklinde değiştirildi. Böylece önümüzdeki yıldan itibaren emlak vergileri yeniden değerleme oranının yarısı kadar değil bir katı kadar artacak.
Örneğin 2026 yılında vergi değeri 100 lira ve yeniden değerleme oranı da yüzde 40 açıklandıysa 10 liralık vergi değeri 2027 yılı için normalde yüzde 40’ın yarısı kadar artması gerekirken Torba Yasayla yapılan düzenleme nedeniyle yeniden değerleme oranı kadar yani örneğe göre yüzde 40 artacak ve 2027 yılında 140 lira üzerinden emlak vergisi ödenmesi gerekecektir.
/././
Yunanistan'ın iki yüzü: Atina bayramlıklarını giydi, tarımcılar pes etmiyor -Stelyo Berbarakis-
Atina ve diğer kentlerde Noel/Yılbaşı hazırlıkları furyası devam ederken, Yunan çiftçiler hükümetin vadettiği teşvik/destek ödemelerini geciktirdiği için başlattıkları “traktör eylemleri”ni aynı şiddette sürdürüyorlar
Solda devam eden Noel hazırlıkları, sağda çiftçilerin sürdürdüğü "traktör eylemleri"Yunanistan bugünlerde Noel ve Yılbaşı kutlamalarına hazırlanıyor. Başta Başkent Atina olmak üzere her bir kent ve köyde Noel ağaçları dikiliyor, vitrinler süsleniyor, alışveriş merkezleri dolup taşıyor.
Atina’nın Syntagma (Anayasa) Meydanı bu hazırlıkların başını çekiyor. Yunan Parlamentosu’nun önündeki geniş alana dikilen büyük Noel ağacı, tam karşısındaki, İstanbul’daki İstiklal Caddesi'nin bir benzeri olan süslü püslü Ermou Caddesi'ne bakıyor.


Genç, yaşlı, kadın, erkek Ermou’ya ve etrafındaki keza süslü sokaklara akın ediyor ve alışverişten yorulanlar yol üstündeki cafe’lere yığılıyor.
Aynı uzun caddede yerli, yabancı çeşitli müzisyenler, kimseyi rahatsız etmeden gitar, piyano, davul, zurna resitalleri veriyor… Kendilerini izleyenler çalınan şarkıları mırıldanıyor. Uzun soluklu bayram havası yaşanıyor.
Yollarda gezenler ve alışveriş çantalarıyla dolaşanlar Yunancadan başka çeşitli diller konuşuyor. Türkçe konuşanların sayısı oldukça fazla.
Tevekkelli değil; Yunanistan’ın en büyük gazetesi Kathimerini Türk turistlerin yurt dışı destinasyonlarına Atina’yı eklediklerini; hatta sık sık gidip gelenlerin gittikçe çoğaldıklarını tespit etmiş.
T24’te de yayınlanan Kathimerini gazetesindeki bu röportajda Türklerin Atina’yı tercih etmelerinin nedenlerinin başında “Atina’da kendilerini yabancı hissetmedikleri; üstelik yeme-içme, eğlence alanlarında İstanbul’dan daha ucuz buldukları” geliyor.
Gerçekten de yalnız Atina değil, üç hafta önce İstanbul’dan Atina’ya karayolundan gelirken uğradığım sınır kenti Aleksandropolis (Dedeağaç) ve Selanik kentlerinde de Türk turistlerin sayıca fazla olması şaşırtıcı boyutlarda.
“Samsun’a benden selam söyle!”
Türk turistlerin kendi ifadeleriyle Yunanistan’da kendilerini “rahat” hissetmesi kadar, Türkiye’ye gelen Yunanlar da aynı rahatlığı hissediyor olsa gerek.
Mesela Atina’yı bilen Türk turistlerin de sıkça ziyaret ettiği ve hafta sonları Rebetiko müziği yapan Tivoli tavernasının sahibi Stratos, 11 Aralık’ta Samsunspor - AEK futbol maçını izlemek için binden fazla AEK taraftarıyla birlikte Samsun’a gitmiş.
Sağda Stratos ve solda Mikele
Yunan taraftarlar, Samsun’da nasıl karşılanacaklarını merak ediyorlarmış biraz da kaygılıymışlar. Dayak yeriz diye!
Ancak AEK’nin 1 sıfırlık galibiyetine rağmen Samsun’lular Yunan taraftarları yalnız çok iyi karşılamakla kalmamışlar; üstelik kendilerine samimiyet ve sevgi ile yaklaştıklarını; birçok konuda kendilerine yardımcı olduklarına tanık olmuşlar.
Stratos, Samsun ziyaretini ballandıra ballandıra anlatırken “yolun düşerse Samsun’a benden selam söyle! Çok sevdim” dediği için Stratos’u bu yazıma ekleme mecburiyetini hissettim…
Çiftçiler pes etmiyor...
Yunanistan’daki madalyonun bir de diğer yüzü var. Atina ve diğer kentlerde Noel/Yılbaşı hazırlıkları furyası devam ederken, Yunan çiftçiler hükümetin vadettiği teşvik/destek ödemelerini geciktirdiği için başlattıkları “traktör eylemleri”ni aynı şiddette sürdürüyorlar.
Her şey, bundan 2-3 ay önce Avrupa Birliği savcılığının açtığı bir araştırma /soruşturma ile başladı.
Bu araştırmalarda bazı Yunan çiftçi ve hayvan yetiştiricileri kendilerine ait olmadığı halde ülkenin çeşitli yerlerinde “otlaklıkar” beyan ederek ve olmayan hayvanlarının beslenmesi için AB’den gelen teşvik paralarını, gerçek çiftçi ve hayvan yetiştiricileri aleyhine haksız yere ceplerine indirdikleri anlaşıldı...
Bu yolsuzlukların 400 milyon Euro’yu bulduğu gün yüzüne çıkınca hükümet, bütün tarımcıları ve hayvan yetiştiricilerini mercek altına aldı. Masum tarımcılar dahil, her bir üreticinin ödemelerini askıya aldı ve kıyamet o zaman koptu.
Tarımcılar ucu açık eylemlere başladılar. Traktörlerin ilk önce karayollarına dizdiler. Hükümete bildirdikleri manifestolarında ödeneklerin derhal ödenmesinden başka, tarımcılara mazot ve elektriğe indirim yapılmasına, KDV vergilerinin indirilmesine ve tarlalarda üretilen ürünlerinin yok pahasına alındığına ancak aynı ürünlerin market raflarında 10 misli fiyata satılmasına karşı ciddi tedbirler alınmasını talep ettiler.
Hükümetin bu talepleri kısmen kabul etmesine rağmen çiftçiler, bu kez traktörlerini Atina- Selanik, Mora yarımadası ve Kuzey Yunanistan'daki kentlere giden ana arterleri traktörleriyle trafiğe kapattılar. Yolları açmak isteyen polis kuvvetleri ile yer yer arbedeler yaşandı, bazı durumlarda eylemciler polisi kovaladı... Polisin, şiddette başvurmaktan çekindiği gözlendi.
Çiftçiler polisle çatışıyor
Türk kamyoncuların da nasibini aldıkları bu eylemlerde ülkenin bütün sınır kapılarını (Türkiye, Bulgaristan, Arnavutluk, Kıuzey makedonya sınır kapıları) abluka altına aldılar.
Tarımcıların traktör eylemlerine Yunan Devlet Memurları Sendikası 24 saatlik grev ilan ederek destek verdi. Aynı şekilde balıkçılar, vapur işletmeleri hatta ve hatta Cenaze levazımatçıları bile bu eylemlere destek verdiler.
İktidardaki Muhafazakar Yeni Demokrasi Partisi (YDP) ve Başbakan Kiryakos Miçotakis’i zor duruma düşüren bu traktör eylemleri kamuoyunda nasıl mı karşılanıyor?
Cevabı yeni yayınlanan anketlerde:
Halkın yüzde 79’u tarımcıların taleplerini haklı buluyor.
Halkın da desteğini alan tarımcılar, hükümetten olumlu cevaplar almadıkça Noel yortularını kapattıkları karayollarındaki traktörlerinde kutlayacaklarını açıklıyor.
/././
Maliye'nin envanter defterinde teknik kılavuzu geç yayımlaması, mükellefleri cezalı duruma düşürür mü?-Erdoğan Sağlam-
Maliye'nin gecikmesi ve uygulamayı ihtiyari olarak 1 Ocak 2026 yılından itibaren başlatması, ara onay yaptırmamış mükellefleri çeşitli cezalarla karşı karşıya bırakmıştır.
Değerli okurlar, 31.12.2024 tarih ve 32769 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan Elektronik Defter Genel Tebliği (Sıra No:1)’nde Değişiklik Yapılmasına Dair Tebliğ (Sıra No:6) ile mükelleflere envanter defterini ihtiyari bir şekilde e-Defter olarak tutabilme olanağı sağlanmıştır.
Söz konusu düzenleme ile Maliye Bakanlığı Gelir İdaresi Başkanlığına; faaliyet konusu, mükellefiyet süresi, vergi, şirket veya mükellefiyet türü, aktif büyüklüğü, öz sermaye büyüklüğü, brüt satış hasılatı ve sektör gibi kriterleri ayrı ayrı veya birlikte dikkate alarak edefter.gov.tr adresinde yayımlanacak duyuru ile envanter defterinin e-Defter olarak tutulmasına ilişkin zorunluluk getirmeye de yetki verilmiştir.
Bu düzenleme 1/1/2025 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
Bu düzenleme nedeniyle birçok mükellef 2025 yılında kullanmaya devam edecekleri envanter defteri için Ocak 2025 ayı sonuna kadar noterde ara onay (tasdik) yaptırmamış, envanter defterlerini e-Defter olarak tutma tercihinde bulunmuşlardır.
Elektronik Defter Genel Tebliği (Sıra No: 1) uyarınca; elektronik ortamda oluşturulması, kaydedilmesi, muhafazası ve ibrazına izin verilen defterler ile bu defterlerin elektronik ortamda oluşturulmasına ilişkin standartlar, teknik kılavuzlar ve kuralların www.edefter.gov.tr adresinde duyurulması zorunlu olmasına ve envanter defterinin gönüllü olarak e-Defter olarak tutulması uygulaması, 1 Ocak 2025 tarihinde yürürlüğe girdiği halde Maliye Bakanlığı bir türlü bu duyuruyu yapmamıştır.
Nihayet söz konusu teknik kılavuz 26 Eylül 2025 tarihinde yayımlanmış ve Maliye Bakanlığınca 13.10.2025 tarihli Duyuru ile tüm kamuoyuna e-Envanter Defteri uygulamasının 1.1.2026 tarihinden isteğe bağlı olarak başlayacağı duyurulmuştur.
Yani mükelleflere 1 Ocak 2025 yılından itibaren tanınan olanak, mükelleflerin hiçbir kusuru olmadığı halde Bakanlığın teknik kılavuzu yayımlamakta gecikmesi nedeniyle 1 yıl ertelenmiş, mükelleflere sağlanan hak İdarece 1 yıl kullandırılmamıştır.
Bu nedenle 2025 yılı için envanter defterinde e-Deftere geçme niyetiyle ara onay yaptırmamış mükellefler cezalı duruma düşürülmüştür.
Çünkü Vergi Usul Kanununa göre:
*Tasdik işleminin, süresinin sonundan başlayarak 1 ay içinde yaptırılmamış olması ikinci derece usulsüzlük cezasını,
*Tasdik işleminin yaptırılmamış olması (yasal sürenin sonundan başlayarak 1 ay geçtikten sonra tasdik ettirilen defterler de tasdik ettirilmemiş sayılmaktadır) ise birinci derece usulsüzlük cezası kesilmesini, bu fiil aynı zamanda re’sen takdir nedeni olarak da sayıldığından cezanın 2 kat uygulanmasını gerektirir.
Maliye'nin gecikmesi ve uygulamayı ihtiyari olarak 1 Ocak 2026 yılından itibaren başlatması, ara onay yaptırmamış mükellefleri bu cezalarla karşı karşıya bırakmıştır.
Dün bana bir şekilde ulaşan birçok mükellef Maliye'nin kendilerini tuzağa düşürdüğünü ifade ettiler. Ben de Maliye'nin böyle bir niyetinin olmayacağını, bu tür özel durumları dikkate alarak ceza uygulamayacağını ifade edip onları rahatlatmaya çalıştım.
Maliye'nin acilen bu açıklamayı yapması gerekir!
Enflasyon düzeltmesi konusundaki yaklaşımını burada sürdürmemesi mükellefle ilişkiler açısında son derece önemlidir.
TÜRMOB, 17.12.2025 tarihli duyurusunda, 2025 yılına ilişkin envanter defterlerinin 2025 yılı içinde olmak üzere noter tasdik işlemlerinin ivedilikle yaptırılmasını, ileride yaşanabilecek hukuki ihtilaf ve cezai durumların önüne geçilmesi bakımından tavsiye etmiştir.
TÜRMOB, bu uyarı ile yetinmemeli, Bakanlık nezdinde ceza uygulanmaması için de girişimlerde bulunmalıdır!
/././
Karadeniz’de dron savaşları ve denizaltı dronları -Hakan Okçal-
Karadeniz üzerinden gelip Ankara yakınlarında F-16’larımız tarafından düşürülen dron adeta çok bilinmeyenli bir denklem. Eğer bu dron bazı çevrelerce iddia edildiği gibi Rusya’ya aitse ve bilinçli olarak topraklarımıza yönlendirildiyse, vahim bir durumla karşı karşıya olduğumuzu izah etmeye gerek yok. Rusya ile aramızdaki mesafe açıldıkça bu tür provakasyonlarla karşılaşmaya devam edebiliriz. Bu sebeple Çelik Kubbe olarak adlandırılan kademeli hava savunma sistemini bir an önce tamamlayıp güçlendirmekte sonsuz fayda var.
Geçtiğimiz birkaç gün içinde Karadeniz ve Suriye’de Türkiye’yi etkileyen çok sayıda hayati gelişme yaşandı. Suriye’den son gelen bilgiler, HTŞ-SDG’nin, yıl sona ermeden askeri entegrasyon konusunda anlaştıklarına işaret ediyor. Bunun başta içerideki “süreç” olmak üzere, Türkiye-ABD, Türkiye-Suriye, Türkiye-İsrail ve Doğu Akdeniz’deki kamplaşma olmak üzere önemli yansımaları olacak. Bu konuyu bir sonraki makalede tartışmak üzere, bu hafta Karadeniz’deki gelişmelere yoğunlaşmak istiyorum.
Karadeniz’de ilk önce, Rusya’nın yaptırımları aşmak üzere oluşturduğu gölge filosuna ait olduğu düşünülen iki kuru yük gemisi ve bir boş tanker, Türkiye’nin Münhasır Ekonomik Bölgesi’nin (EEZ) içinde veya çok yakınlarında SİHA’lar tarafından vurularak etkisiz hale getirildi. Bu gemilerin Ukrayna tarafından vurulduğu tahmin edilmekle beraber başta teyit edici bilgi bulunmuyordu. Ukrayna bir süre sonra iki gemiye yapılan saldırıları üstlenerek tahminleri doğruladı, ancak üçüncü saldırıyı üstlenmedi. İşin ilginç yanı, bu saldırıların cerrahi bir hassasiyetle gerçekleştirilmesiydi. Çevreye ve gemilerin mürettebatına mümkün olan en az zarar verilmeye çalışıldı. Ukrayna, ulusal çıkarlarını korumak için gerçekleştirdiği saldırılarda Rusya’dan farklı olarak her şeye rağmen olabildiğince insani ve çevresel kaygıları gözettiği mesajını vermeye çalıştı. Mesajın gittiği yer kuşkusuz Batı alemiydi.
Kıyılarımızın bu kadar yakınında vuku bulan saldırılar konusunda Türkiye’nin tepkisi Ukrayna ve Rusya’ya eşit mesafede kalarak uyarıda bulunmak oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, ticari ve sivil gemileri hedef almanın kimseye fayda getirmeyeceğini vurgulayarak, “Rusya’ya ve Ukrayna’ya uyarılarımızı ilettik” dedi.
Bunun hemen akabinde Rusya’nın Novorossik limanında bir Rus denizaltısı vuruldu. Bu kez Ukrayna vakit geçirmeksizin saldırıyı üstlendi. Bu da cerrahi hassasiyetle icra edilen bir saldırıydı. Ukrayna’nın saldırıda SİHA değil, yüksek teknoloji gerektiren denizaltı dronu kullanması dikkat çekiciydi. Böylece ağır saldırılar altında dahi bu tür ileri silah sistemlerini geliştirme ve başarıyla sevk etme yeteneğine sahip olduğunu gösterdiği gibi, karada üstünlük Rusya’da olsa bile, denizde Rusya’ya ağır darbeler indirebildiğini ispatlamış oldu.
Bu dolaylı barış müzakerelerine arabuluculuk yapan, ancak Ukrayna’nın işinin bittiğini iddia ederek Rusya’ya toprak terk etmesini isteyen Trump yönetime verilmiş bir mesaj sayılmalı. Ukrayna aynı zamanda kendisini destekleyen Avrupa ülkelerine de desteklerinin boşa gitmediği mesajını vererek yardımlara devam etmelerini istedi.
Türk hedeflerine yönelik saldırılar
Rusya’nın Karadeniz’de birbiri ardı sıra gelen darbelere cevabı bir yandan Ukrayna kentlerini füze yağmuruna tutmak, diğer yandan Ukrayna limanlarına yük getiren Türk gemilerini vurmak oldu. Vurulan gemi sayısının üç olmasına rağmen, bizim basın baştan Odessa limanında vurulan Türk şirketi Cenk Denizcilik’e ait Panama bandıralı ro-ro gemisine odaklandığı için saldırıların boyutu tam olarak anlaşılamadı. Oysa iki gemi daha vurulmuştu.
Basının ro-ro gemisine odaklanmasının esas nedeni saldırının Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Rusya Devlet Başkanı Putin’le Türkmenistan’da görüşmesi esnasında gerçekleşmiş olmasıydı. Resmi Türk kaynakları görüşmenin içeriği hakkında renk vermedi. İletişim Başkanlığı tarafından yapılan açıklamada “görüşmede Türkiye ile Rusya ikili ilişkilerinin ve Ukrayna-Rusya Savaşı’nda barış çabalarının değerlendirildiği, Türkiye’nin barış çabalarına tekraren destek vereceğinin ifade edildiği, ayrıca AB’nin Rus fonlarını dondurması dahil olmak üzere bütün konuların detaylı olarak ele alındığı” belirtildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan bir kez daha barış görüşmelerine Türkiye’nin ev sahipliği yapmaya hazır olduğunu da açıkladı.
Erdoğan-Putin görüşmesinde s-400 konusu gündeme geldi mi?
Oysa görüşmenin üzerinden daha günler geçmeden çıkan bir Bloomberg haberinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Putin’den Türkiye’nin satın aldığı S-400 hava savunma füzelerinin geri alınmasını rica ettiği iddia edildi. Haber doğruysa, görüşmenin asıl yakıcı içeriği buydu. Ancak her iki taraf da henüz haberin doğruluğunu teyit etmedi. Türk tarafı bu iddia hakkında yorum yapmaktan çekinirken Rus tarafı iddiaları reddediyor.
Ama ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Malum S-400 konusu ABD’nin genel vali gibi davranan ve her ağzını açtığında çam üzerine çam deviren Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın son açıklamalarıyla yeniden manşetlere çıktı. Barrack önce CAATSA yatırımları nedeniyle Türkiye’ye verilmeyen F-35’ler konusunun birkaç ay içinde halledilebileceğini öne sürerek kamuoyuna boş umutlar verdi. Muhtemelen bu boş umutları bir süredir Ankara’daki resmi makamlara da veriyordu. Ancak, büyük bir ihtimalle Washington’dan gelen uyarılar üzerine, ağız değiştirerek F-35’ler konusunda ilerleme sağlanabilmesi için Rus S-400 füzelerinin Türk topraklarından çıkarılması gerektiğini belirtmek zorunda kaldı. Çünkü bu koşulu Kongre koymuştu, Yönetimin kendi başına yasağı kaldırması mümkün değil. Trump ne kadar anti-demokratik adımlar atarsa atsın, ABD’de hala güçler ayrılığı ilkesi işliyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan S-400’lerin geri alınma talebini Putin’e dillendirmişse görüşmede soğuk rüzgarların estiğinden kuşku duyulmamalı. Putin bu konuya baştan itibaren NATO dayanışmasında gedik açma ve Türkiye’yi NATO-ABD ekseninden uzaklaştırma perspektifinden bakıyor. İşin komik yanı NATO dayanışmasını esas baltalayan kişinin Trump olması.
Türkiye’nin füzeleri bedel talep etmeden (bunu da bilmiyoruz) geri vererek ABD’yle ilişkilerini düzeltme teşebbüsü, Putin’i hiç memnun etmemiştir her halde. Odessa limanındaki Türk gemisine yapılan saldırı buna bir tepki miydi, yoksa tesadüf müdür, bu hiçbir zaman anlaşılmayacak elbette. Ama eskilerin dediği gibi bu “şuyu vukuundan beter” bir durum olarak zihinlere kazındı bile. Türkiye-Rusya ilişkilerinin böylece bir adım daha gerilediğine hiç kuşku yok.
Üzerinde kuşku bulunmayan bir başka husus S-400 projesinin iflas ettiğinin bir kez daha ortaya çıkmış olması. Bu füzeler tam Timur’un fillerine benzedi. Paramızın yandığına mı, alınan füzelerin depolarda çürüdüğüne mi, iki cami arasında binamaz kaldığımıza mı, F-35’leri alamamamız nedeniyle hava savunma yeteneklerimizin ciddi şekilde zaafa uğradığına mı, ABD ambargoları nedeniyle büyük maddi ve teknolojik kayıplara uğradığımıza mı, yoksa maruz aldığımız prestij kaybına mı yanalım. Yanlış hesap Bağdat’tan da Washington’dan da Moskova’dan da dönüyor.
Ankara yakınlarında düşürülen dron
Karadeniz üzerinden gelip Ankara yakınlarında F-16’larımız tarafından düşürülen dron adeta çok bilinmeyenli bir denklem. Bu satırlar yazıldığında dronun parçalarına ulaşılıp ulaşılmadığına, kime ait olduğuna, patlayıcı yüklü olup olmadığına dair bir bilgi henüz elimizde yoktu.
MSB’nın açıklamasında Karadeniz’den kıyılarımıza doğru ilerleyen kontrol dışı bir dron izinin radarda belirmesi üzerine F-16’larımız tarafından takip edildiği ve gayrı meskun bir alanda güvenli şeklide düşürüldüğü belirtildi. Açıklamada söz konusu dronun kontrol dışı olduğu kaydediliyordu ama gerçekten öyle mi? Yoksa gerçek açıklanmak istenmiyor mu?
Karadeniz’de sadece Ukrayna ve Rusya’nın değil, ABD’nin de dronlarının gezdiği biliniyor. Ancak kime ait olursa olsun, kontrolden çıkan dron konusunda Türkiye’nin ilgili ülke tarafından uyarılması gerekirdi. Bu yapılmadığına göre ortada muhtemelen kuşkulu bir durum var.
Dronların radara yakalanmaları, nispeten alçaktan uçmaları ve boyutlarının küçüklüğü nedeniyle hayli güç. Eğer bizim radarlar söz konusu dronu saptamış ve karasularımıza ulaşmadan önce F-16’lar havalanmış ise, bu büyük başarı sayılmalıdır. Ancak, dronun bundan sonra niye Ankara-Çankırı civarına, üstelik kritik önemdeki savunma sanayii tesislerimizin çok yakınlarına kadar yaklaşmasına izin verildiği konusu henüz aydınlığa kavuşmadı. Konu hakkında yapılan resmi açıklamalar çok inandırıcı değil. Diyelim dronun deniz üzerinde düşürülmesi, kimliğinin tespitini güçleştireceği için tercih edilmedi. Yine de ülkenin kalbi Ankara’ya yaklaşmadan önce niye uygun bir arazi bulunup düşürülmedi sorusu ortada duruyor. Umarım bu konularda MSB kamuoyunu tatmin edecek açıklamalarda bulunur.
Eğer bu dron bazı çevrelerce iddia edildiği gibi Rusya’ya aitse ve bilinçli olarak topraklarımıza yönlendirildiyse, vahim bir durumla karşı karşıya olduğumuzu izah etmeye gerek yok. Rusya ile aramızdaki mesafe açıldıkça bu tür provakasyonlarla karşılaşmaya devam edebiliriz. Bu sebeple Çelik Kubbe olarak adlandırılan kademeli hava savunma sistemini bir an önce tamamlayıp güçlendirmekte sonsuz fayda var. Bir işe yaramayan S-400’lerle yeterince vakit kaybettikten sonra 2024 yılında başlatılan kendi hava savunma sistemimizi oluşturma gayretlerini zararın neresinden dönülürse kardır anlayışıyla karşılamak gerekiyor. Sınırlarımıza yaklaşan her dronu F-16 uçaklarıyla düşüremeyiz. Gelecek dron ve robot savaşlarına sahne olacaksa, ona uygun teknolojiler/silahlar geliştirmek gerekiyor.
Son söz: Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir zamanlar kullandığı “bitaraf olan bertaraf olur” sözünü hatırlayan var mı?
/././
Artık milli güvenlik sorunu: Su ve su, artık su...-Yalçın Doğan-
Meclis’te iki gün önce Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı ile Tarım Bakanlığı bütçeleri görüşülüyor. Muhalefetin eleştirilerine, iki bakan Murat Kurum ile İbrahim Yumaklı ne yanıt veriyor?.. İlgisiz hikayelerle iktidarlarını övüyor, su krizine karşı “2026’da şunu yapacağız, bunu yapacağız” masalları!

Kuraklık ve ağır su krizi şu anda Türkiye’nin bir numaralı milli güvenlik sorunu.
Neden?..
Çünkü:
Kuraklık tarımı, gıdayı, göçü, kent yoksullaşmasını belirliyor.
Yani hayatı!..
Kürt Sorununu çeşitli uzlaşmalarla çözebilirsiniz!..
Kadın cinayetleri, iş cinayetleri, mafya örgütleri, sağlık ve eğitim sorunlarında çözümlere yaklaşabilirsiniz!..
Yıllardır süren derin yoksulluğu hafifletmek amacıyla çeşitli adımlar atabilirsiniz!..
Adalete, temel haklar ve özgürlüklere erişimi “yönetim iradesiyle” kolaylaştırabilirsiniz!..
Ama su yoksa, her gün tepe tepe tartışılan bu konuların hepsi geride kalıyor.
Çünkü, su hayattır.
Yüzde 29 daha az yağış
Çok net:
Türkiye çölleşmeye doğru gidiyor.
Su kaynakları, göller tek tek kuruyor.
Tarımsal üretimin sürmesi için yer altından su çekiliyor.
Türkiye’de 240 göl var, 186’sı kurumuş bulunuyor. Diğerlerinde su seviyesi her gün düşüyor.
Geçen yıla göre, metrekareye düşen yağış miktarı yüzde 29 azalıyor. Doğu Karadeniz bölgesi hariç, bütün bölgeler kuraklık tehlikesiyle karşı karşıya.
Rapor ve rapor
Su krizi hayatı adım adım tehdit etme aşamasına gelmişse...
23 yıllık AKP iktidarı ne yapıyor?..
2010 yılında Çevre Bakanlığı “Türkiye’de İklim Değişikliği Stratejisi 2010 - 2023” başlıklı bir rapor hazırlıyor, 125 sayfa. Çok yerinde.
Orada kuraklıkla mücadelede başlıklardan biri şu:
“Yeşil alanları koruyun!..”
Başlığın altını okuduğunuzda:
“Park ve bahçeler kentlerde aşırı ısınmayı önlüyor. Çevrenizde ağaçlandırma ve yeşillendirme çalışmalarına destek verebilirsiniz”.
Ama, ne oluyor?..
Rant yeşil alanların önüne geçiyor.
Başta İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Adana olmak üzere büyük kentlerde bir yeşil alan gördüler mi, gelsin AVM’ler, gelsin yirmi, otuz katlı binalar, beton yığınları. Yağışı engelleyen ne varsa!..
En çarpıcı örneklerden biri İstanbul Sazlıdere Barajı.
Kanal İstanbul Projesi kapsamında...
İstanbul’un içme suyunu sağlayan Sazlıdere Barajı orada yapılaşmaya yol vermek üzere kurutuluyor, on ilçe doğrudan etkileniyor.
2010’daki bu rapordan sonra 2021 yılında TBMM’de “İklim Değişikliğinin Nedenleri ve Buna Karşı Alınacak Önlemler” başlıklı 680 sayfalık rapor hazırlanıyor.
Sonra?..
Tozlu raflara kalkıyor.
“ÇED gerekli değil”
Kırsal alanda ise ormanlar, tarlalar halkın “toprağıma, ağacıma dokunma” feryatları arasında madenlere açılıyor.
Maden açmak için ÇED Raporu gerekli, madenin (herhangi bir yatırımın) çevreye etkisini belirleyen rapor.
Madencilikte son olarak 1.368 başvurudan 1.153”üne “ÇED gerekli değil” kararı veriliyor, yani atış serbest!.. Ne orman ne tarla, ne su!..
Aynı mantık hidroelektrik santrallarda da (HES) geçerli.
Ekmek aslanın ağzında
Bu ters uygulamaların başka ağır sonuçları var.
Türkiye son yirmi yılda Hollanda büyüklüğünde tarım arazisi kaybediyor.
2002’de köylü nüfus toplam nüfusun yüzde 20’si iken, bugün yüzde 8’e düşüyor. 2002’de ortalama çiftçi yaşı 38 iken, bugün 58’e yükseliyor.
Köylerde nüfus azalırken ve yaşlanırken, tarımsal üretim pahalı mazot, pahalı gübre gibi, hem ekonomik güçlükler, hem de kuraklık nedeniyle milli gelirin yüzde 6’sına kadar düşüyor.
Bunun sonucunda...
Tarım ürünleri ithalatı hızla artıyor.
Gıda enflasyonu patlıyor. Türkiye gıda enflasyonunda dünyada üçüncü, Avrupa’da birinci!..
Bu arada yasaya göre, milli gelirin yüzde 1’ine denk gelen çiftçiye verilmesi gereken 773 milyar liralık destek yerine, önümüzdeki yıl 168 milyar lira destek öngörülüyor.
Yasa yine askıda, destekle birlikte!..
İki, hatta üç bakan
Meclis’te iki gün önce Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı ile Tarım Bakanlığı bütçeleri görüşülüyor.
Muhalefetin eleştirilerine, iki bakan Murat Kurum ile İbrahim Yumaklı ne yanıt veriyor?..
İlgisiz hikayelerle iktidarlarını övüyor, su krizine karşı “2026’da şunu yapacağız, bunu yapacağız” masalları!..
Kurum ile Yumaklı’yı dinlerken, Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’nun 2017’de verdiği müjde aklıma geliyor:
“Su meselesini İstanbul’da 2071 yılına, İzmir’de 2060 yılına kadar çözdük.
Kars’ta, Edirne’de, Mardin’de, Çorum’da, Bursa’da, Balıkesir’de, Afyon’da otuz, kırk yıl sonrasının ihtiyaçlarına göre su projeleri yaptık”.
Bu kentler şu anda su krizi yaşıyor, su kesintileri bazılarında başlamış, bazılarında kısa sürede başlayacak!..
Bıktırıcı masallar bir yana...
Su artık milli güvenlik sorunu.
Tepe tepe siyaset konuşmak yerine, su ve su ve artık su!...
/././
İçişleri Bakanlığı: İzmit'te düşen İHA'nın Rus menşeli keşif amaçlı Orlan-10 tipi olduğu değerlendiriliyor -Ergün Demir-

İzmit''te ağaçlara takılarak düşen bir İHA tespit edildi. Kamerasının çalışır durumda olduğu bildirilen İHA'nın düşme sebebi ve menşeinin teknik incelemenin ardından belli olacağı öğrenildi. İçişleri Bakanlığı ise İHA'nın ilk belirlemelere göre Rus menşeli Orlan-10 tipi olduğunu açıkladı.
Kaynak: NTV
Düşen İHA’nın kanat açıklığının yaklaşık iki buçuk metre, uzunluğunun ise bir buçuk metre olduğu görüldü. Üzerindeki kameranın çalışır durumda olduğu, kanat ve kuyruk kısmında kırmızı yıldız benzeri işaretler bulunduğu öğrenildi.
İHA’nın menşei ve düşüş nedeni yapılacak teknik incelemenin ardından netlik kazanacak.
İzmit Çubuklubala Mahallesi'nde tarlada çalışan İsmail Bayhan, ağaçlara takılarak düşen bir insansız hava aracını (İHA) fark etti.
Bayhan, ekiplere haber verdi. Olay yerine gelen ekipler, bölgede inceleme başlattı.
Düşen İHA’nın kanat açıklığının yaklaşık iki buçuk metre, uzunluğunun ise bir buçuk metre olduğu görüldü. Üzerindeki kameranın çalışır durumda olduğu, kanat ve kuyruk kısmında kırmızı yıldız benzeri işaretler bulunduğu öğrenildi.
İHA’nın menşei ve düşüş nedeni yapılacak teknik incelemenin ardından netlik kazanacak.
Bakanlık'tan açıklama
İçişleri Bakanlığı'ndan konuya ilişkin yapılan açıklamada, “Bugün Kocaeli-İzmit ilçesi Çubuklubala Mahallesi sınırları içerisinde ilk belirlemelere göre; Rus menşeli keşif ve gözetleme amaçlı kullanılan Orlan-10 tipi olduğu değerlendirilen, İnsansız Hava Aracı (İHA) bulunmuştur. Konuyla ilgili inceleme devam etmektedir” denildi.
***
Birey ahlakını konuşmak kolay, iktidarın ahlakını konuşmaya kimin cesareti var?-Mine Söğüt-
Halk korkuyor. Konuşacağınız ve susacağınız yeri hesaplamak güçlü bir hayatta kalma refleksi. O yüzden kimse artık asıl tartışılması gerekenleri tartışacak cesareti kendisinde bulamıyor. Bu cesaretsizlik denizinde iktidar suları dilediği zaman dilediği gibi bulandırıp kendi yolunu gönlünce aça aça ilerledikçe ilerliyor.
Herkes bilir, dini bütün insanlar rahatlıkla dinlerine uymayan hayatlar yaşayabilirler.
Herkes bilir, hukuken suç olmasına rağmen isteyen istediği zaman her yerde uyuşturucu ya da uyarıcı maddeye ulaşabilir ve onu kullanabilir.
Herkes bilir, ahlaka ve hatta yasalara uygun bulunmasa da insan kendi özel dünyasında dilediği şekilde aşk ve seks ilişkileri yaşayabilir.
Herkes bilir, mesleklerini kişisel çıkarları için iktidara peşkeş çeken gazeteciler bizimki gibi ülkelerde el üstünde tutulur.
Herkes bilir, siyasi hesaplaşmaların gölgesinde bir “suç” ortaya çıkarıldığında kamuoyu o suçun ortaya çıkarılma zamanlaması ve nedenleri üzerine değil suçu işleyenlerin marifetleri üzerine odaklanır.
Herkes bilir, hele bu suç içinde cinsellik barındırıyorsa ve hatta dedikodusu yapılabilecek değerde fanteziler de içeriyorsa kamuoyunun tepkisini ve yargısını hızla şekillendirmek kolaylaşır.
Ve herkes bilir, dünya herkesin bildiği gerçekler sanki hiç bilinmiyormuş gibi başına buyruk döner ve herkes o başına buyruklukta haberlerin en çok sansasyonel yönlerini sever.
O yüzden şu anda tüm ülke birtakım televizyoncuların grup seks hikayelerini, uyuşturucu maceralarını soluk soluğa izliyor, aklını, yargılarını ve ahlakını dedikoduyla haber arasında gidip gelen bilgilerin ışığında yeniden ve yeniden şekillendiriyor.
Kadın bir televizyoncunun ekranda ne giyip ne giyemeyeceğini, erkeklerin medyada kadınlara tehdit ve şantajla her şeyi yaptırma gücünü kendilerinde nasıl bulduklarını, kadınların korkudan neden sustuklarını ve ancak hangi koşullarda konuşma cesareti bulduklarını anlatan yazıları, yapılan yorumları aslanlara atılan mahkumları zevkten ağzı köpürerek izleyen geçmiş zaman halkları gibi coşkuyla takip eden kalabalıklar düşmeye doymadıkları o kapan cehenneminde kendi kaderlerini yine kendileri yazıyorlar.
Bugün eğer bu ülkede gerçekten bir hukuk devleti olsaydı, güdümsüz bir yargıdan, tamamen bağımsız bir medyadan, sindirilmemiş akademisyenlerden ve korkutulmamış bir kamuoyundan bahsedilebilseydi, kokain içip grup seks yapan televizyoncuların haber değeri tabii ki olurdu.
Onların muhafazakâr politikaların maşası olmaları, inanç temelli bir ahlakın savunuculuğunu yaparlarken inançlarına tamamen ters bir hayat yaşamaları üzerine sosyolojik ve psikolojik saptamalar yapılabilirdi.
Meseleye iktidar içi çatışma olarak bakıp çekişme odaklı bir politik yıkımın beklentisine girmek de mümkün olurdu, dilleriyle eylemleri birbirini tutmayan siyasetlerin halk nezdinde güven sarsıcı olacağını hesaplayıp iktidarın artık suyunun iyice ısındığını düşünmek de…
Cinsel hayatın özel bir alan olup olmadığı, hangi sınırlar aşıldığında meselenin kamuya açık bir tartışmaya dönüşebileceği, yasaklı madde kullanımının hukuki sonuçlarıyla ahlaki sonuçları arasında nasıl bir bağlantı kurulabileceği tartışmaya açık meseleler olarak ortaya atılabilirdi.
Bu tartışmalar neticesinde çıkan sonuçlardan akıl yürütülerek kimin nerede ne hata yaptığı, neyin nasıl değiştirilmesi gerektiği, alınacak önlemler ve bundan sonra atılacak adımlar konuşulabilirdi.
Ama burası artık bir hukuk devleti değil.
Ülkede yargı güdümlü.
Medya bağımlı.
Akademisyenler sindirildi.
Halk korkuyor. Konuşacağınız ve susacağınız yeri hesaplamak güçlü bir hayatta kalma refleksi. O yüzden kimse artık asıl tartışılması gerkenleri tartışacak cesareti kendisinde bulamıyor. Bu cesaretsizlik denizinde iktidar suları dilediği zaman dilediği gibi bulandırıp kendi yolunu gönlünce aça aça ilerledikçe ilerliyor.
Herkesin bildiği ve ancak fısıldayarak dillendirdiği korkunç gerçeklerin deşifre edilemediği bir düzende hukukun pusulasını bozarak onu sadece kendine faydalı hale getiren ve biçimlendirdiği türlü siyasi davalarla iktidarını ayakta tutmayı alışkanlık olarak sürdüren bir aklın ülke nezdinde meşruluğunun bir türlü tartışılamadığı şu iklimde…
Sanatından politikasına, sokağından medyasına kadar cinsellik oltasına takılıp kalan her mesele iktidar için büyük bir avantaj, ülkenin selameti içinse dipsiz bir tuzak.
Tarikat, siyaset ve ticaret üçgenini araştırdığı için öldürülen gazetecilerin ülkesinde yaşıyoruz ve o tarikatın, o siyasetin ve o ticaretin kıskacında biçimlenen bir medyanın karanlığında her gün biraz daha aklımızdan oluyoruz.
Bugün birey ahlakını konuşmak, medya etiğini sorgulamak, eril düzene kafa tutmak kolay ama iktidarın binbir yüzlü ahlakını tüm açıklığıyla konuşmaya hangimizin cesareti var?
/././
Türkiye-AB ilişkilerine Baltık diplomatlar yön verecek -Barçın Yinanç-
2014-2024 arasında Türkiye’de görev yapan dört AB temsilcisinden üçü Alman biri Avusturyalıydı. Bu dönemde ilişkilerin odağında göç meselesi vardı. AB’den Türkiye’ye yapılan son tayine bakarsak, ilişkilerde “demokrasi out, güvenlik in” yaklaşımı esas olacak gibi duruyor.

Avrupa Birliği'nin Türkiye’de görev yapan son temsilcisi Thomas Ossowski, Ankara’da fazla kalamadı.
Alman seçimlerinden sonra Friedrich Merz hükümetin başına geçince, Brüksel’de görevli AB büyükelçisini danışman olarak Berlin’e çağırdı. O da kendisinden boşalan göreve Ankara’ya atanmadan önce yardımcısı olarak görev yapan Ossowski’nin gelmesini istedi. Bu durumda Alman diplomat Türkiye’de bir yılını dolduramadan Brüksel’e geri döndü.
Boşalan Türkiye temsilciliği için Fransız diplomatla Estonyalı diplomatın yarışından 2008-2012 yılları arasında Estonya’nın Ankara büyükelçisi olarak görev yapan Aivo Orav galip çıktı.
AB Türkiye temsilciliğinin iki numarası Jurgis Vilcinskas da Litvanyalı.
Bu ikilinin Brüksel’de bağlı oldukları birimin başında da Estonyalı bir diplomat var. AB’nin Dışişleri Bakanlığı gibi çalışan AB Dış İlişkiler Servisi’nde Avrupa ve Orta Asya biriminin başında Matti Maasikas görev yapıyor.
O da AB Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi’ne, yani bir nevi AB’nin Dışişleri Bakanı gibi görev yapan Kaja Kallas’a bağlı. Kallas da Estonya’nın eski başbakanlarından.
Yani, ilginç bir şekilde, Türkiye’yle ilişkilerde bir Baltık diplomat ağırlığı oluşacak.
AB’nin yeni büyükelçisinin Estonyalı olmasını Avrupalı bir diplomat, “Bu da bize Avrupa’nın Türkiye’ye savaş perspektifinden baktığını gösteriyor” diye yorumladı.
Yanlış bir tespit sayılmaz.
Özellikle ABD’nin son Ulusal Güvelik Strateji belgesinin ışığında, Türkiye ile AB/Avrupa ilişkilerinin odağına son on yıldır oturan “göç” konusunun yerini “güvenlik” konusuna bırakacağı söylenebilir.
Uzmanı olmayanlar Baltıklar ve “güvenlik” ne alaka diye soracak olursa; şu anda Avrupa Birliği’nde en Rus karşıtı ülkeler Baltık ülkeleri. Baltık ülkelerinin Rusya tehdit algılaması diğer ülkelerle kıyaslanamayacak kadar yüksek boyutta. Bu nedenle Rusya konusunda en şahin pozisyona sahipler.
Estonyalı diplomatların ağırlığı nedeniyle Türkiye’nin Rusya politikasının değişeceği yok tabii. Ama yine de Avrupa’nın Türkiye’ye bakışına dair bize anlamlı bir ipucu veriyor.
2015 - 2024 arası Ankara’da AB temsilcisi olarak görev yapan dört diplomattan üçü Alman, biri Avusturyalı idi. 2015 göç krizinin pik yaptığı yıldı. 2016’da ise dönemin Almanya Başbakanı Angela Merkel’in yönlendirmesiyle Türkiye-AB arasında göç anlaşması imzalandı. Son on yıldır Türkiye-AB ilişkilerinin odak noktasında Ankara’nın göçmenleri durdurması var.
Türkiye’nin göçmenleri durdurma işlevi devam ediyor
Türkiye’nin göçmenler konusundaki tampon işlevi halen önemini koruyor. Ancak Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı, Donald Trump’ın da ikinci kez Beyaz Saray’a girmesiyle AB ile ilişkilerde bolca “savunma” alanına dair söylemler duyacağız.
8 Aralık’ta Washington’da sessiz sedasız açıklanan Trump’ın Ulusal Güvenlik Strateji belgesi, Avrupa’da yeni bir soğuk duş etkisi yarattı. Bu tabii Trump ve ekibinden yedikleri ilk tokat değildi. Yine de Avrupa’ya dönük küstah ve kaba bakışın resmi bir belge olarak yazıya dökülmesiyle, Avrupalılar bir kez daha elektrik çarpmış gibi oldular.
Nasıl olmasınlar ki? ABD’nin normal şartlarda hasmı olarak konumlanan Rusya ve Çin konusunda, belge beklenenden çok daha az hasmane, ölçülü ve ılımlı bir ton kullanırken, Avrupa’ya verip veriştiriyor.
Kitlesel göç, düşük doğum oranları, kültürel yozlaşma gibi nedenlerden dolayı Avrupa, medeniyetsel silinme riskiyle karşı karşıya diyor.
Bazı Avrupa ülkeleri bir kaç on yıl içinde “Avrupalı” kalamayacak; bazı Avrupa ülkelerinin “güvenilir birer müttefik olarak kalabilmek için yeterli ekonomik ve askerî güce sahip olup olmayacağı belirsizliğini koruyor” diyor.
“Biz Avrupa’nın Avrupalı kalmasını istiyoruz” diyor. Cümle aynen böyle. Soli Özel’e göre “ABD Avrupa’nın Hristiyan, beyaz ve eril” olmasını istiyor.
Uzatmayayım. Rusya ve Çin konusunda bile bu kadar aşağılayıcı ve eleştirel bir söylem yok.
İşin ilginç yanı, “ben Ortadoğu’daki ülkelerin rejimlerine karışmam, rejim ne olursa, başındaki kişi kralmış, diktatörmüş fark etmez, hepsiyle çalışırım; onlara rejim değişikliği empoze etmem” diyen belge, Avrupa’nın iç işlerine alenen karışıyor. Avrupa’nın ana akım siyasetçilerinin aşırı sağ akımlara karşı çıkmalarını eleştiriyor; Avrupa’yı sansürle, ifade özgürlüğüne sınırlama getirmekle suçluyor.
Malum, Avrupa’da aşırı sağ Rus yanlısı. Bu tespitten yola çıkan belge, Avrupa kamuoyunun barış istediğini ama “Avrupa’da demokrasi aşındığı” için bu isteğin siyasete yansımadığını vurguluyor.
Ukrayna - Rusya savaşı konusunda da özetle Ukrayna’ya baskı yap, Rusya’yla anlaş diyor.
Türkiye yine verip karşılığında bir şey alamayacak mı?
Avrupa’nın şapkasını önüne koyup düşünmesi gerekecek. Ama işte 30’dan fazla şapka var. Avrupa birlik olmaktan güç alırken, birliktelik aynı zamanda bir zaafiyet yaratıyor. Macarisan ile Slovakya’yı dışarda bırakırsak, Rusya geri kalan ülkeler için tehdit olarak görülüyor. Ama Baltık ülkelerinin Rusya’dan algıladığı tehditle, Portekiz'inki bir olmuyor. Bir de tabii bu tehditle nasıl başa çıkılacak meselesinde görüş ayrılığı var. Sertlik yanlıları var; daha ölçülü gidelim diyenler var.
Şimdilerde mesele, Rusya ile Ukrayna arasında sağlanacak anlaşma üzerine odaklandı. Avrupa öyle bir anlaşma yapılsın ki Moskova bir daha Ukrayna’ya saldırmasın istiyor.
Bir taraftan Ukrayna’ya askeri olarak nasıl güvence veririz de, Rusya’nın saldırmasını önleriz diye kafa patlatılıyor.
Diğer yandan da Rusya’nın ateşkesten sonra toparlanıp yeniden Avrupa’ya kas göstermesi ihtimaline karşı da hızlıca bir askeri seferberlik hamlesine çalışılıyor.
İşte bu noktada Türkiye devreye giriyor.
Birincisi Ukrayna’ya verilecek güvenlik garantilerinde Türkiye’nin karada, havada, denizde görev üstlenmesi isteniyor. Oluşturulacak mekanizmanın kara bölümünde Türkiye’nin yer alabileceğine pek ihtimal vermiyorum ama hava ve deniz boyutunda Türkiye yer alacaktır.
Avrupa’nın kısa ve orta vadeli savunma stratejisi ve silahlanma programına gelince... Orada işler daha çetrefilleşiyor. Avrupalı ülkeler ikili düzeyde Türkiye’yle iş birliği yapmaya hevesli görünüyorlar. İspanya, İtalya, Romanya ve Polonya gibi ülkelerle ciddi işbirlikleri var. Ama iş kurumsal olarak Türkiye’nin Avrupa’nın savunma mimarisinde yer alması meselesine geldiğinde, Rum-Yunan engeli aşılamıyor, aşılmak istenmiyor.
Öte yandan başta İngiltere ve Almanya, silah satmaya gelince çok hevesliler; ancak Türk savunma sanayiine yatırım yapacak, daha özlü işbirliği konusunda hala çekingenler. Savunma sanayisi palazlanan bir Türkiye Avrupa başkentlerinin işine gelmiyor.
Savunma iş birliği balonu
Bana öyle geliyor ki Avrupa Türkiye’yi savunma konusunda yedekleme stratejisi izleyecek. Bol bol güzel laflar duyacağız. İngiltere’den uçak alımı, Romanya’ya tank satışı gibi parça başı işler göreceğiz. Ama bu parça başı anlaşmaların ötesine giden, Avrupa’nın savunma mimarisine Türkiye’yi çıpalayacak bir tutum almaktan kaçınacaklar.
Nasıl ki göç meselesinde, Türkiye verdiği sözleri tuttu ancak karşılığını alamadı; savunma konusunda da Avrupa’nın yedekleme siyasetine göz yummak zorunda kalacak. Ancak işin ucunda Türkiye açısından değil ama iktidar açısından yine de karlı çıkacağı bir alış veriş söz konusu. Avrupa bir yandan Türkiye’yi överken, diğer yandan Türk demokrasisinin yavaş ölümüne sessiz kalarak iktidarı ödüllendirecek.
Borç faiz giderlerinde ödenek neden bitti?-Binhan Elif Yılmaz-
Bütçe, fiilen para politikasına bağlı kalır. O nedenle 2025 bütçesi, artan faiz baskısı nedeniyle mali disiplini sağlama olasılığını bu yıl da kaybetmiş görünüyor.
Kasım ayı merkezi yönetim bütçe gerçekleşmelerine göre 169,5 milyar TL bütçe fazlası ve 287,4 milyar TL de faiz dışı fazla elde edildi.
Kasım ayında faiz hariç bütçe giderleri yüzde 40 artarken borç faiz giderleri yüzde 19,4 oranında geriledi. Bir aylığına faiz giderlerindeki geçen yıla göre bu gerileme, faiz dışı fazlanın elde edilmesinde kritik öneme sahip.
Ancak Nisan, Haziran ve Eylül aylarında borç faiz giderleri zirve yapmıştı, aylık ortalaması yaklaşık 250 milyar TL’ydi. Kasım ayında 118 milyar TL borç faiz gideri diğer aylara göre düşük gelirken Ocak-Kasım gerçekleşmelerine bakınca tablo daha net ortaya çıkıyor.
Ocak–Kasım dönemi kümülatif bütçe açığı 1,271 milyar TL olmasına rağmen 666,7 milyar TL’lik faiz dışı fazla var ki, bu durum bize bütçe açığının temel unsurunun borç faiz giderleri olduğunu gösteriyor. Borç faizlerinin bütçedeki artan payı nedeniyle bütçe açığının da hâlâ yüksek olduğu anlaşılıyor.
Bir yandan borç faiz giderlerindeki yükseklik kümülatif bütçe açığını yüksek seviyelerde tutmaya devam ediyor, diğer yandan bütçedeki borç faiz giderlerine ayrılan ödenek bitiyor. Ödenek neden ve nasıl bitiyor?
2025 bütçesinde borç faiz giderleri için ayrılan ödenek, 1.950 milyar TL, yani 2 trilyon TL’ye yakın (bu tutar, eğitime ayrılan bütçenin iki katı). Ocak-Kasım borç faiz giderleri toplamı ise 1.938 milyar TL, dolayısıyla borç faiz giderlerine ayrılan ödenekten sadece 12 milyar TL kalmış, bütçe ödeneğinin neredeyse tamamı kullanılmış.
Aralık ayında ise Hazine ve Maliye Bakanlığının Kamu Borç Yönetimi raporundaki projeksiyonlara göre 121 milyar TL daha borç faiz ödemesi yapılacak, ama öyle bir ödenek yok, bakalım nasıl olacak?
Gözler bir yandan da TCMB’de, çünkü faiz indirimi döngüsü borç çevirme maliyeti üzerinde etkili ve maliye politikasının da yönünü belirleyici. Ancak faiz indirimi borcun maliyetini aşağı çekme bakımından oldukça yavaş, çünkü beklentiler olumsuz.
Hazinenin geçen hafta gerçekleştirdiği birkaç ihaleden örnek vereyim: 8 Aralık tarihli altı ay vadeli hazine bonosu ihalesinde ortalama bileşik faiz yüzde 39,7 olurken, iki yıl vadeli sabit kuponlu devlet tahvilinde yüzde 37,7 ve beş yıl vadeli tahvilde ise yüzde 34,5 oldu.
Politika faizi DİBS faizleri ile yakın ilişkili olsa da alıcılar risk primini, olumsuz bekleyişleri vb .politika faizinin üzerine ekler. Bu da Hazinenin borçlanma maliyetini arttırır. Bütçe, fiilen para politikasına bağlı kalır. O nedenle 2025 bütçesi, artan faiz baskısı nedeniyle mali disiplini sağlama olasılığını bu yıl da kaybetmiş görünüyor.
Kolombiya’da M-19, Türkiye’de PKK silah bırakma görüşmeleri -Ercan Uygur-
Kolombiya’daki 40 yıllık görüşmeler ders alınacak deneyimler sunuyor. Türkiye’deki iktidar temsilcileri ile PKK temsilcileri arasında yapılan görüşmeleri iyi anlamak için önce Kolombiya’daki M-19 örgütüyle PKK’yı karşılaştırmak gerekiyor. Peki iki süreç arasındaki farklar neler?

Türkiye’de iktidarın ve ortaklarının PKK ile Ekim 2024’te başlayan silah bırakma görüşmeleri sürüyor. PKK ile görüşmeler ilk kez olmuyor; 2009’da “Oslo Görüşmeleri”, 2013’te “Çözüm Süreci” görüşmeleri var. Bu iki görüşme de başarısız olmuştur.
Türkiye’de daha önceki iki görüşme AKP iktidarının atadığı temsilciler tarafından yapılırken, üçüncü görüşmede önde gelen temsilci iktidarın ortağı MHP’nin Genel Başkanı Devlet Bahçeli görünüyor. Temsilciliği Bahçeli mi istedi, yoksa birileri kendisine bunu üstlen mi dedi, bilmiyoruz.
Bu tür silah bırakma görüşmeleri Kolombiya’da da değişik silahlı örgütlerle zaman zaman 40 yıldır oluyor. En son görüşmeler 2022 sonunda başladı; bu görüşmeler eski bir silahlı örgüt yöneticisi olan şimdiki Başkan Gustavo Petro’nun temsilcileri tarafından yürütülüyor.
Kolombiya’daki görüşmelerin bazıları, örneğin bu köşede 16 Aralık 2025 tarihli yazıda açıkladığım 1984-1985 görüşmeleri başarısız olmuştu. Karşılıklı güven kaybı ortaya çıkmıştı. Türkiye’de de 2009 ve 2013’te PKK ile yapılan görüşmelerde aynı sonuç vardı.
Kolombiya’da bazı görüşmeler ise, 1989-1991’de olduğu gibi, başarılı olmuş ve bu görüşmelerle bazı örgütlerin silah bırakması gerçekleşmişti. Bu yazıda amacım Kolombiyada’ki 1989-1991 görüşmelerini anlatmak ve Türkiye’de Ekim 2024’te başlayan görüşmelerle karşılaştırmak. Ekim 2024 görüşmelerin Bahçeli tarafından açığa çıkarıldığı tarihtir, daha önce başlamış olmalıdır.
Kolombiya’daki 40 yıllık görüşmeler ders alınacak deneyimler sunuyor. Aşağıda anlaşılacağı gibi, silah bırakma görüşmeleri ciddi hazırlıklar ister, halkın bilgilenmesi ve katılımı da önemlidir.
Sonraki bir yazıda Kolombiya’da 2022 sonunda başlayan ve şu ana kadar bir sonuca ulaşmayan görüşmeleri de ele almak istiyorum.
Kolombiya'daki barış görüşmelerinden, 2024
Kolombiya’da M-19 ile silah bırakma görüşmeleri
Kolombiya’nın ikinci büyük solcu silahlı örgütü M-19’dur. M-19’un lideri Carlos Pizarro ile o dönemin Başkanı Virgilio Barco’nun temsilcisi Rafael Pardo, silah bırakma anlaşması yapmak için 10 Ocak 1989’da bir iyi niyet sözleşmesi yaparlar.
Kolombiya’nın en büyük solcu silahlı örgütü FARC, üçüncü büyüğü ise ELN’dir. Bu örgütleri 16 Aralık tarihli yazıda açıkladım. FARC ve ELN davet edilmiş olmalarına karşılık 10 Ocak 1989 tarihli iyi niyet anlaşmasına katılmadılar, çünkü özellikle FARC’ın kurduğu partinin yüzlerce yöneticisi ve üyesi sağcı paramiliter örgütler tarafından öldürülmüştü.
İyi niyet sözleşmesi paramiliter örgütlerin yaptığı katliamlardan ve zorlu görüşmelerden sonra imzalanmıştır. Paramiliter ögütler uyuşturucu ticareti de yapan çeteler ve büyük toprak sahipleri tarafından destekleniyor. Bu sözleşmeye göre taraflar şu konularda taahhütte bulunmuştur:
Başkanlık ve hükümet: Demokratikleşme; insan hakları ihlâllerinin bitirilmesi; yargının iktidar etkisinden arındırılması ve bağımsızlığı; M-19 üyelerinin ve silah bırakan diğer örgüt üyelerinin hüküm giymemiş olanlarının açık sivil siyasete girebilmeleri.
Kadın hakları, yerlilerin toprak sahipliği gibi başka konular da var. Tüm bu konular, M-19 da taahhütlerini yerine getirdiğinde 11 Mart 1990’da yapılacak seçimlerle oluşacak yeni parlamentoda onaylanacak.
Bu konular ayrıca, 1886 yılından kalma eski anayasanın değişmesi ile yeni anayasada yer alacaktır. “Başkan üst üste ikinci kez seçilemez” koşulu yeni anayasada da korunacaktır. 27 Mayıs 1990’da başkanlık seçimi de vardır. M-19, seçilecek yeni başkanın da iyi niyet sözleşmesine uyması gerektiğini söylemiştir.
Başkan Barco gibi, yeni başkanın da Liberal Parti'den seçilmesi kesin gibiydi. Liberal parti adayı sözleşmeye uymayı taahhüt etti. Sağdaki Muhafazakâr Parti’den bu konuda bir taahhüt sesi çıkmadı.
Başkanlık seçiminde yeni anayasayı yapacak Kurucu Meclis'in de oluşumu için de referandum yapılması kararı alındı. Bu referandum için de sandıklar kurulacaktı. Bu referandumda olur verilirse, Kurucu Meclis için seçim yapılacaktı.
M-19 örgütü: Örgüt, silahları teslim edecek, bu teslimat örgüt üyeleri tarafından bizzat yapılacaktı. Teslimat yapan üyeler örgütten terhis edilmiş olacaktı. Bu işlemlerden sonra örgüt feshedilecekti.
Yukarıda belirlenen konular halka açık olarak ve halktan dileyenlerin katılımıyla tartışılacaktı. Tartışmada başta Pardo olmak üzere başkanlık/hükümet temsilcileri ve M-19 lideri Pizarro ve diğer temsilciler olacaktı.
Nitekim öyle oldu. Tartışma yeri olarak, M-19’un önerisi ile And Dağlarında bir düzlükte yer alan Santo Domingo köyü seçildi. Köye yeni binalar yapıldı. Köyü, dağlık bölgede M-19, daha gerilerde ise ordu paramiliter örgütlerin saldırılarına karşı koruyordu. Tartışmalarda binlerce öneri geldi ve bunlar bir komisyonda toplandı.
Katılımcıların anlattığına göre Santo Domingo’da “barış sağlanacak ve Kolombiya halkı daha güzel günler görecek” duygusu hakimdi. Katılımcılar arasında Kolombiya yerlilerinin temsilcileri, sendikacılar, öğrenciler, din adamları, şairler, müzisyenler, iş adamları ve politikacılar vardı.
Gündüz tartışmalar oluyor, gece müzik dinleniyor, halk dansları izleniyordu. Bu arada üniversite öğrencileri Kolombiya bayrakları ile görüşmeler ve M-19 lehine büyük yürüyüşler ve gösteriler düzenliyordu. Ancak şenlikli faaliyetleri durduran çok üzücü haberler de geliyordu.
Santo Domingo tartışmaları başladıktan hemen sonra, Mart 1989’da FARC örgütünün kurduğu yasal parti Vatanseverler Birliği (UP) lideri Jose Antequera öldürüldü. Onun yerine seçilen Bernardo Jaramillo da tam bir yıl sonra Mart 1990’da öldürüldü.
Ağustos 1989’da Liberal Partinin seçilmesine kesin gözüyle bakılan başkan adayı Carlos Galan öldürüldü. Galan silah bırakma sürecinin devamı için söz vermişti. Bu da yetmedi, ordu içinde bir grup, küçük bir M-19 kampına baskın düzenledi ve iki üye öldürüldü.
Bunun üzerine M-19 görüşme sürecini bitirmek istedi. Ancak hükümet, ordudaki sorumluları bulup cezalandırdı. M-19 lideri Pizarro, örgütü, görüşmelere devam için ikna etti.
Kolombiya'da hükümet ile eski Kolombiya Devrimci Silahlı Güçlerinin (FARC) liderlerinden Ivan Marquez'in başında olduğu "Segunda Marquetalia (SM)" heyeti, yeniden barış görüşmelerine başlamıştı, 2024
Pizarro daha sonra Mart 1990’da Temsilciler Meclisi seçimlerinden hemen önce, kendi silahını Kolombiya bayrağına sarıp “Kolombiya için, barış için” diyerek teslim etti. Böylece M-19 örgütü bitmiş oldu. Pizarro’yu ise kötü bir son bekliyordu.
Kasım 1989’da Galan’ın yerine aday seçilen Cesar Gaviria’nın bindiği sanılan uçak havalanmak üzere iken havaya uçuruldu. Gaviria uçağa yetişemediği için kurtulmuş oldu. Yüzlerce kişi öldü. Gaviria, Mayıs 1990’da yapılan başkanlık seçiminde başkan seçildi. Böylece “barış ve demokrasi için anayasa” süreci devam etti.
M-19 örgütü silahları teslim etmeye hazırlanırken 1989 sonunda Demokratik Birlik M-19 (AD M-19: Allianza Democratica M-19) adıyla bir parti kurdu. AD M-19, hiç hazırlık yapmadan Temsilciler Meclisi seçimine de katıldı, ancak bir varlık gösteremedi.
M-19 silahlı örgütü lideri Pizarro, artık AD M-19 Partisinin başkanı idi. Parti Pizarro’yu Mayıs 1990’da yapılacak seçim için başkan adayı olarak seçti. Silah bırakma süreci konusunda ısrarcı olan Pizarro, 26 Nisan 1990’da seçim çalışmasına katılmak üzere bindiği uçakta öldürüldü.
Tüm bu katliamları paramiliter örgütlerin yaptığı genel kanıdır. Bu örgütlere uyuşturucu tacirlerinin, büyük toprak sahiplerinin ve bazen de CIA’nın arka planda destek verdiği söylenir.
Başkanlık seçimleri ile birlikte yapılan Kurucu Meclisi referandumunda “Kururcular Meclisi seçilsin ve yeni anayasayı yapsın” diyenlerin oranı yüzde 95’e varmıştır. Aralık 1990’da Kurucular Meclis için seçim yappılır ve AD M-19 da önemli oy alır. Yeni anayasa çalışmaları Şubat 1991’de başlar.
Bu sonucu gören bazı başka silahlı örgütler de 1991’de silah bırakırlar. Bunların içinde önemli olan Kolombiyalı yerlilerin oluşturduğu Quintin Lame Silahlı Hareketidir. (MAQL: Movimiento Armado Quintin Lame)
Bu örgüt, Manuel Quintin Lame adlı bir yerli liderin 1900’ler başında kurduğu yerli yardımlaşma grubundan doğmuştur. Uyuşturucu tacirlerine ve topraklarına göz diken büyük toprak sahiplerine karşı 1984’te silahlanmıştır. Örgütlenme ve silahlı eğitim için Kolombiya Komünist Partisi-Marksist Leninist’den yardım almıştır.
PKK'nın 11 Temmuz'daki silah bırakma töreninden
PKK ile Türkiye’de silah bırakma görüşmeleri; karşılaştırmalar ve sorular
Türkiye’deki iktidar temsilcileri ile PKK temsilcileri arasında yapılan görüşmeleri iyi anlamak için önce Kolombiya’daki M-19 örgütüyle PKK’yı karşılaştıralım.
1) Kolombiya’da M-19 ve diğer solcu silahlı örgütlerin tümünün armasında Kolombiya bayrağı vardır. Buna, zaman zaman ayrı bölgeleri var denilen yerlilerin MAQL silahlı örgütü de dahildir. Ancak PKK’nın Türkiye devletini temsil eden Türk bayrağı ile bir ilişkisi yoktur. Tam tersine başka renklerde bir bayrak taşıdığı görülür.
2) M-19 ve diğer Kolombiyalı örgütler ayrılıkçı değildir. Tersine, Bolivarcı bir yaklaşımla, Kolombiya ulusalcılığı taşırlar. Vatanseverliklerini vurgularlar. PKK ise, “Marksist Leninist Kürt Devleti” kurmak amacıyla oluşturulmuştur, ayrılıkçıdır. Belli bir aşamaya kadar bunu vurgulamıştır. Bugün bu amacından ne kadar vazgeçtiğini bilmiyoruz. Öcalan zaman zaman bu amaçtan vazgeçildiğini söyler, ama onu izleyenler böyle bir açıklama yapmazlar.
3) M-19 ve diğer Kolombiyalı solcu silahlı örgütler eğitime çok önem verirler. Her fırsatta kendileri daha çok eğitim almaya ve halkın da daha çok eğitim almasına önem verirler. Ancak PKK, öğretmen katliamlarıyla bilinir, hatırlanır. Bunların önemli kısmı genç kadın öğretmenlerdir. Bunların içinde kucağında ve karnında bebek taşıyan öğretmeler vardır.
4) Bu gibi katliamlar toplumsal hafızaya kazındığı için PKK ile yapılan bir anlaşmanın halk tarafından onaylanması kolay görünmüyor. Ayrıca, Kolombiyalı örgütler daha çok yasadışı uyuşturucu çeteleriyle de savaşırken, PKK’nın böyle bir faaliyeti yoktur. Bazı çetelerle işbirliği yaptığı söylenir.
5) M-19 örgütü Kolombiya’da uyuşturucu ve insan ticaretine bulaşmamıştır. Ancak PKK her iki yasadışı faaliyete de bulaşmış ve bu alanlardan gelir sağlamıştır. Diğer yandan Kolombiya’da da FARC ve ELN uyuşturucu işine bulaşmıştır.
6) M-19 ve diğer Kolombiyalı örgütler diğer ülkelerden ve yurt dışındaki kuruluşlardan parasal kaynak almaz. PKK’nın ve kollarının bu kaynaklardan da gelir sağladığı raporlanır.
7) M-19 ve diğer Kolombiyalı solcu silahlı örgütler anti-emperyalisttir. Bu duruşlarını her zaman dile getirirler. Anti-emperyalist duruş Bolivarcılıkta zaten vardır. PKK ise anti-emperyalist bir duruşu olduğunu açıklamamıştır. Bu bakımdan diğer solcu, Marksist örgütlerden ayrılır.
8) Bırakalım anti-emperyalist duruşu bir yana. Aslında, ABD kaynaklarınca yapılan açıklamalardan ve PKK’nın çevre ülkeledeki kollarının söylemlerinden Türkiye’deki son silah bırakma görüşmelerinin bir ABD projesi olduğu söylenebilir. Bu projede kimin nasıl görevler üstlendiği de tahmin edilse bile, kesin bilinemez.
ABD’nin Kolombiya’ya yaklaşımı da daha geniş ele alınmalıdır; proje olarak Venezüella gibi Latin Amerika ülkelerini de içine alır. Kolombiya’daki örgütler, konunun bu yönüne de dikkat çekerler.
9) Türkiye’deki görüşmeler bir ABD projesi çerçevesinde yapılıyor ise konu elbette Suriye’yi, Irak’ı, İran’ı, İsrail’i, hatta Kıbrıs’ı ve Yunanistan’ı da içine alacak ölçektedir. Bir Ortadoğu-Kafkaslar projesidir denebilir. Bu durumda ABD Türkiye’yi örneğin İsrail hamleleri ile sıkıştırmak isteyebilir.
10) Bu bağlamda, Türkiye’deki görüşmelerin neden kapalı komisyonlar içinde yapıldığını anlayabiliriz. Görüşmelerin gizlilik taşıması, akla arada ABD gibi üçüncü tarafların olduğunu yine getiriyor. Bu durum yanlış anlamalara da neden oluyor. Örneğin, PKK bu gizliliği “bize mahkûm kaldılar” şeklinde yorumluyor veya taraftarlarına o mesajı veriyor.
Kısacası, Türkiye’de PKK ile yapılan görüşmeler çok daha boyutlu, zor ve dikkat istiyor. Kolombiya’da ise onca kanlı olaya karşılık görüşmeler daha sonuç alıcı olabiliyor.
T-24



Hiç yorum yok:
Yorum Gönder