soL "Köşebaşı + Gündem" -4 Aralık 2025-

 Hepsi oradaydı: Bir gazete baskınından çok daha fazlası...-Ali Ufuk Arikan- 

Öyle bir saldırı ki bu, parçası olmayan yoktu. İşaret fişeğini atan CHP’li Hüseyin Cahit Yalçın oldu. Elde taşlar ve sopalarla gazeteyi basanlar arasında Süleyman Demirel, Turgut Özal ve Erbakan vardı. Hepsi el birliğiyle “komünist” avına çıkıp bir gazeteyi yok ettiler. Gelin sizinle o günlere, Tan baskını günlerine gidelim. Herkesin orada olduğu bu saldırının arkasındakilere bakalım.

İnsanlık tarihinin gördüğü en barbar saldırıya karşı büyük bir direniş tam yanı başımızda sürüyordu.

Nazilerin 20 milyon Sovyet yurttaşının hayatına mal olan korkunç saldırısı devam ederken içerde güçlü bir Hitlerci akım ortaya çıkmış, Cumhuriyet gazetesi gibi hükümete yakın yayınlar Hitler’in açık taraftarı olmuştu.

Doğrudan faşist Almanya tarafından fonlanan, ceplerine para doldurulan milliyetçi ve gericiler gazetelerinde, köşelerinde küfürler saçarak solu hedef alıyor, bu sırada baş düşmanlarından biri olarak da Zekeriya ve Sabiha Sertel çiftini seçiyordu.

Komünist Nâzım Hikmet’in yakın dostlarıydı ikisi de, bu bile başlı başına büyük suçtu. Üstelik "İlk Türk kadın gazeteci" sıfatını taşıyan Sabiha Sertel de Nâzım Hikmet gibi TKP’liydi.

Çıkardıkları gazete, Tan, o kadar canlarını sıkıyordu ki, her tür çirkin saldırıya rağmen gazetenin etkisini kırmak konusunda çaresiz kalıyorlardı.

Özellikle Cumhuriyet gazetesi Sabiha Sertel'e ilişkin karikatürler yayımlıyor, onu "Bolşevik dudusu", "eli maşalı çingene" sözleriyle açıktan hedef alıyordu. Tüm bu saldırılarn nedeni  Nazi yanlısı propagandaya karşı sert ve etkili yazılar kaleme almasıydı. Gazete geçici olarak kapatıldığında İçişleri Bakanı Şükrü Kaya gazetenin tekrar yayına başlaması için koştuğu şart, Sabiha Sertel'in yazı yazmamasıydı. Öyle bir korku yaratmıştı bu isim.

Sonunda savaş bitmişti, ceplerine paralarını koyan Naziler tarihin çöp sepetine atılmıştı. Bu yüzden saldırganların bir bölümü kendilerine yeni kıble arıyorlardı.

Çok sürmedi, buldular...

Nazilerden sonra direksiyonu hızlıca “hür dünyaya” Amerikaya kırıp, Sertelleri bu kez de genlerine işleyecek Amerikancılıkla hedef alacaklardı.

Sabiha Hanım gazetesinde “zincirli hürriyet” dediğinde çılgına dönenler, CHP’ye yakın Tanin gazetesinde, Hüseyin Cahit Yalçın’ın “Kalkın ey ehli vatan” yazısıyla adeta talimat alıyordu.

Bu yazı 3 Aralık tarihliydi ve saldırının işaret fişeğiydi.

CHP'li Yalçın'ın saldırının işaret fişeği olan yazısı

Savaşta açık Hitlercilik yapan Cumhuriyet’te de durum farklı değildi. Cumhuriyet saldırının olduğu günün sabahında Sertellerin büyük ilgi çeken Görüşler dergisi çıkışını hedef alıyor, Görüşler’in G’sini orak ilan edip, hani bunun çekici diye soruyordu.

Cumhuriyet gazetesi orak çekiç arıyor...

Cumhuriyet daha düne kadar faşist Hitler destekçiliği yapıp fonlanmamış gibi komünizmle nazizmi birbirine eşitliyor, bunun talimatını da bu kez “hür dünya”dan alıyordu. 

Tanin’den Yalçın ise açık açık Amerikan övgüsü yaptığı yazısında Sertelleri hedef tahtasına oturtuyordu.

El birliğiyle yaptıkları hedef göstermeler sonucunda gerici ve ırkçı bir güruhu üniversiteler üzerinden harekete geçirdiler.

Kimler yoktu ki aralarında…

Süleyman Demirel, Turgut Özal, Necmettin Erbakan oradaydı. 

Meraklı kalabalıkla, "yürüyün dediler, yürüdük ama baskında yoktuk" diyen İlhan Selçuk da Tan için yola dökülenlerdendi.

Selçuk, o günkü yürüyüşün önde gelenlerinin daha sonra Demokrat Parti’den vekil olacağını da söylüyordu.

İktidarda CHP, cumhurbaşkanlığı koltuğunda İnönü, başbakanlık koltuğunda Şükrü Saraçoğlu vardı.

Kısacası düzenin tüm adamları oradaydı.

Gazeteyi basıp yakıp yıktılar.

Tanin ve Cumhuriyet saldırıyı manşetten kutladılar

Hedefleri Sertelleri çırılçıplak soymak, kızıla boyamaktı.

Bunu başaramadılar ama bir gazeteyi el birliğiyle yok ettiler.

Zekeriya Sertel saldırı gününü şöyle anlatıyordu:

4 Aralık 1945 gününün sabahı üniversiteli faşist gençler ellerinde önceden hazırladıkları baltalar, balyozlar ve kırmızı mürekkep şişeleriyle matbaaya saldırdılar. Orada bekleyen polisler olup bitene seyirci kaldılar. Görevlerini yapmaya kalkmadılar. Göstericiler, baltalarla matbaa kapısını kırıp içeri girdiler. Makinaları balyozlarla kırdılar. Binanın camlarını indirdiler. İçindeki eşyayı kırıp döktüler. Sonra ellerinde kırmızı boya şişeleriyle “Serteller nerede” naralarıyla bizleri aramaya koyuldular. Amaçları, bizi çırılçıplak soyup üzerimize kırmızı boya dökmek ve akabinde önlerine katıp sokaklarda “İşte kızıllar” diye sergilemekti.

Sonrasında da başlarına tek bir şey gelmedi, ödüllendirildiler.

Ertesi gün dönemin CHP basını “üniversite gençlerini” Tan baskını dolayısıyla tebrik ediyordu, Başbakan Saraçoğlu da öyle…

Evet, suçlu belliydi, Serteller hedefteydi.

Gazeteleri yok edilmiş, üstüne de kendileri yargılanmıştı.

Düzen rotasını teyit için tüm unsurlarıyla birlikte bir gazetenin tepesine çökmüş, "hür dünyaya" kendini kanıtlamıştı.

1945 Aralık'ında, savaşın sonlanmasının üzerinden henüz birkaç ay geçtikten sonra yaşanan bu saldırı, anti-komünist histerinin en kanlı canlı şekilde ayağa kaldırıldığı örneklerden biri oldu. O günden sonra da düzenin ihtiyaç duyduğu her an yeniden diriltildi. İpleri dışarda dedikleri yurtseverleri, komünistleri önce Hitler, sonra da Amerika talimatıyla hedef alanlar, kendileri değilmiş gibi...

/././

 Adrese teslim lokomotif ihalesinde ikinci perde: 600 milyon avroluk 'Skoda' tezgahı 

CHP Genel Başkan Yardımcısı Deniz Yavuzyılmaz, Ulaştırma Bakanlığı'na bağlı TÜRASAŞ'ın yapacağı lokomotif ihalesinde "fesat karıştırıldığını" açıkladı. Daha önce adrese teslim olduğu gerekçesiyle ertelenen ihalede, kamu kurumu ASELSAN devre dışı bırakılırken, ihalenin bir paravan şirket üzerinden Çekya menşeili Skoda'ya verileceği ortaya çıktı.

Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı’na bağlı Türkiye Raylı Sistem Araçları A.Ş. (TÜRASAŞ) tarafından düzenlenecek olan "Dizel-Elektrikli Coco Lokomotif Projesi Cer Zinciri İhalesi" üzerindeki şaibeler bitmiyor.

CHP'nin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Deniz Yavuzyılmaz, yarın gerçekleştirilecek ihale öncesinde Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunarak, sürece şartname hazırlığından itibaren fesat karıştırıldığını bildirdi. Yavuzyılmaz, ihalenin Çekya menşeili Skoda markasını kullanacak bir paravan şirkete verilmek üzere kurgulandığını açıkladı.

2 milyonluk iş gibi gösterip 600 milyon avroyu bağlayacaklar

Yavuzyılmaz'ın paylaştığı bilgilere göre, "dev soygun" olarak nitelendirilen plan adım adım şöyle işliyor:

Bakanlık yetkilileri, ihaleyi kağıt üzerinde sadece "1 adet ürün seti" alımı gibi göstererek yaklaşık 2 milyon avroluk küçük bir iş izlenimi yaratıyor. Ancak şartnameye eklenen maddelerle, bu sembolik ihaleyi kazanan şirket, devamındaki 5 yıl boyunca 600 milyon avroya (yaklaşık 30 milyar lira) varan işi ihalesiz olarak alma hakkı kazanıyor.

Böylece tek bir kalemlik ihale üzerinden, devasa bir kamu kaynağının yıllarca aynı şirkete aktarılmasının önü açılıyor.

Kamu kurumu ASELSAN'a şartname engeli

AKP iktidarının dillerden düşürmediği "yerli ve milli" söylemi, bu ihalede bir kez daha boşa düştü. Şartnameye eklenen "4.3 (ç) maddesi", ihaleye katılacak firmalardan "en az 5 yıl ve 25 adet yeni nesil lokomotif referansı" zorunluluğu istiyor.

Bu madde, yerli hızlı trenlerin cer zincirlerini halihazırda üreten kamu kurumu ASELSAN'ın ve diğer yerli firmaların ihaleye girmesini engelliyor. 

Yavuzyılmaz duruma, "Yerli ve milli şirketler, bu ihaleye katılacaklardan istenen referans zorunluluğu nedeniyle, dizel-elektrikli cer zinciri ihalesinin dışında bırakılıyor" sözleriyle tepki gösterdi.

'Ya iptal edin ya da Yüce Divan'a gidersiniz'

Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdulkadir Uraloğlu’na seslenen Yavuzyılmaz, ihalenin derhal iptal edilmesi gerektiğini vurgulayarak şu uyarıda bulundu: "Ya bu adrese teslim ihaleyi iptal edersiniz ve doğru düzgün bir şartnameyle ihaleye çıkarsınız, ya da Yüce Divan’a kadar yolunuz var! Konunun peşini bırakmayacağız!"

İhale daha önce ertelenmişti

Söz konusu ihale, Yavuzyılmaz'ın ifşaları üzerine daha önce bir kez ertelenmişti.

Yavuzyılmaz, 18 ve 20 Kasım tarihlerinde yaptığı açıklamalarda, ihalenin DCC Danışmanlık ve Taahhüt A.Ş. adlı şirkete verileceğini, şartnamenin rekabeti engelleyecek şekilde 13 güne sıkıştırıldığını ve ihale paketine cer sistemiyle ilgisi olmayan "dişli kutusu" ve "aks" gibi kalemlerin eklenerek katılımcı sayısının düşürüldüğünü ortaya çıkarmıştı.

20 Kasım'da yapılması planlanan ihale, "büyük vurgun" ifşasının ardından, ihale tarihine 1 gün kala apar topar ertelenmişti. Ancak Yavuzyılmaz'ın bugünkü açıklamaları, Bakanlığın geri adım atmadığını, sadece yöntemi revize ederek aynı adrese teslim planı, bu kez "Skoda" markası üzerinden devreye sokmaya çalıştığını gösteriyor.

TCDD’nin 2,2 milyarlık ihalesi dolandırıcılıktan ceza almış patrona verildi

https://haber.sol.org.tr/haber/tcddnin-22-milyarlik-ihalesi-dolandiriciliktan-ceza-almis-patrona-verildi-402601

***

 MESEM eyleminde gözaltına alınan TİP'li 17 öğrenciden 16'sı tutuklandı 

MESEM’i protesto ettikleri için gözaltına alınan ve ifadeleri alınmadan tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edilen TİP'li 17 öğrenciden 16'sı tutuklandı. TKP "Öğrenciler değil, çocuk katilleri tutuklanmalı" açıklaması yaptı.

MESEM'i protesto ettikleri gerekçesiyle dün gözaltına alınan TİP'li 17 öğrenciden 16’sı Bakırköy Sulh Ceza Hakimliği tarafından tutuklandı.

Milli Eğitim Bakanlığının (MEB) 1-3 Aralık tarihleri arasında gerçekleştirdiği Mesleki Eğitim Zirvesi TİP'li öğrenciler tarafından protesto edilmişti. 

Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’e tepki gösterilen eylemde “Çocukların kanı elinizde” pankartı açıldı.

Öğrenciler, “Katil patronlar hesap verecek”, “MESEM’li çocuklar isyanımızdır” sloganlarını atmıştı. Öğrencilere güvenlik görevlileri müdahale ederken, 17 öğrenci gözaltına alınmış ve ifadeleri alınmadan tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edilmişlerdi.

TİP’ten açıklama: Gençler özgürlüğüne kavuşacak, MESEM tarihe karışacak

TİP, tutuklama kararıyla ilgili açıklama yayımladı ve "Gençler özgürlüğüne kavuşacak, MESEM tarihe karışacak!" dedi. 

Açıklamada şu ifadelere yer verildi: 

"Memlekette milyonlarca çocuğu açlığa mahkum edenler, gençleri geleceksizliğe sürükleyenler, liselileri MESEM’lerde ölüme gönderenler; işlenen suçların üzerini 16 TİP’li genci tutuklayarak örtebileceğini sanıyorsa yanılıyor. Daha fazla mücadele edeceğiz, daha fazla karşınıza dikileceğiz! Bir avuç zenginin serveti yolunda iktidarının tüm imkanlarını seferber edenlere, “çocuklarımızı koruyun” diyen milyonların hıncını, cesaretle sesini yükselten gençlerden çıkarmaya çalışanlara sesleniyoruz: Gençler özgürlüğüne kavuşacak, MESEM tarihe karışacak!"

TKP: Öğrenciler değil, çocuk katilleri tutuklanmalı

Türkiye Komünist Partisi (TKP), TİP'li Öğrenciler'in tutuklanmasına ilişkin açıklama yaptı. Sosyal medya hesabı X'ten yapılan paylaşımda "Öğrenciler değil, çocuk katilleri tutuklanmalı" denildi.

Açıklamanın tamamı şöyle:

"Çocuk emeği ve kanıyla büyüyen patron iştahının yeni adı olan MESEM’i ve bu uygulamayı hayata geçiren Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’i protesto etti diye önce TİP’li öğrenciler, ardından da öğretmenler gözaltına alındı. Bu hukuksuzluk yetmiyor gibi çocuk işçi cinayetlerine tepki gösterdi diye 16 TİP’li öğrenci tutuklandı. Bu hukuksuz tutuklamalara derhal son verilmeli, öğrenciler ve öğretmenler bir an önce serbest bırakılmalı!"

***

 Bakanlığın zirvesinde ‘Çocuk katili MESEM’ diyen öğretmenlere ters kelepçeli gözaltı! 

Çocuklar işyerlerinde bir bir ölürken Milli Eğitim Bakanlığı’nın düzenlediği Mesleki Eğitim Zirvesi’ni protesto eden öğretmenler ters kelepçeyle gözaltına alındı. Dünkü protestoda gözaltına alınan 17 TİP’li genç de tutuklamaya sevk edildi.

Milli Eğitim Bakanlığı eliyle zorunlu eğitim çağındaki 2 milyona yakın öğrenci “mesleki eğitim” adı altında sermayeye işgücü olarak sunuluyor. 

Bu yıl en az 85 çocuk işçi çalıştırıldıkları işyerlerinde yaşamını yitirdi.

Mesleki Eğitim Merkezleri (MESEM) modeliyle yüz binlerce çocuk fabrikalarda, atölyelerde patronların eline teslim edilirken, Bakanlık İstanbul’da bir otelde düzenlediği Mesleki ve Teknik Eğitim Zirvesi’nde üç gündür patron temsilcilerinin taleplerini dinliyor.

Bugün zirvenin yapıldığı İstanbul’daki otelde öğretmenler MESEM’deki iş cinayetlerini protesto etti.

Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası tarafından zirvenin yapıldığı salonda “Ne bu düzen Ahilik ne siz Vezirsiniz. Çocuk katilidir MESEM. Rezilsiniz” yazılı pankart açıldı.

Öğretmenlere önce özel güvenlik, ardından polis müdahale etti. Öğretmenler ters kelepçeyle gözaltına alındı. Öğretmenlere müdahale eden ekipten bir kadının öğrencilerinin yaşam hakkını savunan öğretmene “Sen teröristsin” diye bağırması dikkat çekti. Söz konusu kişi öğretmenlerden “Sensin terörist, biz öğretmeniz” yanıtını aldı.

Öğretmenlerin açıklamasını engellemeye ve pankartlarına el koymaya çalışan gruptakiler gazetecilerin görüntü alınmasını da engellemeye çalıştı.

https://twitter.com/i/status/1996199970068652403

Sendika genel başkanı dahil 4 gözaltı

Sendikanın eylemin ardından yaptığı paylaşımda şu ifadelere yer verildi:

“MESEM’i aklamak ve çocuk işçi ölümlerinin hesabından kaçmak için düzenlenen Teknik ve Mesleki Eğitim Zirvesi'ne ‘MESEM ÇOCUK KATİLİDİR’ diyerek giren Genel Başkanımızın da içlerinde yer aldığı 4 üyemiz ters kelepçe ile gözaltına alındı. Öğretmen Sendikası olarak öğrencilerimizi hayattan koparan bu rezil sisteme karşı sözümüzü söylemeye, eylemde bulunmaya devam edeceğiz. #MESEMÇocukKatilidir #ÖğretmenlerGözaltında”

Gazeteci Fatoş Erdoğan’ın sosyal medya hesabından paylaştığı görüntülerde öğretmenlere ters kelepçe uygulandığı görüldü.

https://twitter.com/i/status/1996185875919593797

Gözaltı aracına götürüldüğü sırada bir öğretmen “MESEM düzeniniz katildir demeye devam edeceğiz. Öğrencilerimizin yaşam haklarını savunmaya devam edeceğiz” dedi.

17 TİP'li gence tutuklama talebi

Dün zirvenin yapıldığı otel önünde MESEM’i protesto eden 17 TİP’li genç gözaltına alınmıştı. 17 genç çıkarıldıkları adliyede tutuklama istemiyle hakimliğe sevk edildi.

***

 'Kader, fıtrat' diyerek ölümü reva gördüler: AKP’nin 23 yıllık madenciler karnesi -Özkan Öztaş- 

AKP, 23 yılda madenleri sermayeye peşkeş çekti, "fıtrat" diyerek 2 bini aşkın işçiyi ölüme gönderdi. Özelleştirmelerle kamu zarara uğratılırken madenciye yoksulluk ve tekme reva görüldü. soL, 4 Aralık'ta AKP'nin kanlı maden karnesini açıyor.

AKP iktidarı, yönetime geldiği günden bu yana madenleri bir rant kapısı, maden emekçilerini ise ekonominin çarkları arasında ezilen birer unsur olarak gördü. Sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda şekillenen bu politikalar sonucunda madencilerin payına güvencesizlik, düşük ücretler ve ölüm düştü. İktidar temsilcileri yaşanan katliamların ardından zaman zaman "bu işin fıtratında ölüm var" diyerek, zaman zaman da "güzel öldüler" diyerek madencilerin hayatını kadere ve ölüme paye etti.

soL, 4 Aralık Dünya Madenciler Günü vesilesiyle AKP'nin kanlı maden karnesini derledi.

Madende özelleştirmeler

AKP döneminde en büyük yıkımın yaşandığı ve sermayeye kaynak aktarımının en yoğun olduğu alanlardan biri madencilik faaliyetleri oldu. Cumhuriyet tarihinin en büyük özelleştirme hamlesine imza atan AKP, ülke tarihindeki toplam özelleştirmelerin yaklaşık yüzde 90'ını kendi iktidarı döneminde gerçekleştirdi.

Sadece üretimde olan tesisleri ve madencilik faaliyetlerini değil, aynı zamanda henüz işlenmemiş cevherleri de toprağıyla birlikte özelleştiren iktidar, bu faaliyetleri ile memleket topraklarını ve bu topraklardaki cevheri patronlara peşkeş çekti. TKİ'ye ait kömür sahaları "ruhsat satışı" ve "rödovans" gibi yöntemlerle birer birer özel sektöre devredilirken, kamuya ait madenlerin hangi şartlarda, ne kadar ücretle ve kimlere satıldığı çoğu zaman gizli tutuldu.

AKP'nin özelleştirme pratiğinin en çarpıcı örneklerinden biri Soma B Termik Santrali satışında yaşandı. CHP Zonguldak Milletvekili Deniz Yavuzyılmaz'ın açıkladığı verilere göre, 685 milyon dolara özelleştirilen santral için şirkete çeşitli teşvikler adı altında 586 milyon dolar geri ödendi. Yavuzyılmaz bu durumu, "AKP şirkete, devlete ait santrali bedavaya hediye etti, üstüne de para verdi" sözleriyle özetledi.

Özelleştirme furyasının son örneği ise Ankara'nın Çayırhan Maden sahasında yaşandı. Maden işçileri, benzer bir özelleştirme ve varlık satışına karşı verdikleri mücadele ile ile direnerek işyerlerine sahip çıktılar. Ancak günler süren direnişe rağmen satışa engel olamadılar.

Yok pahasına satılan Çayırhan'la elden çıkan lojmanlarla  birlikte işçiler evlerinden de oldu. Daha önce de bir süreliğine özelleştirilen santralin işçileri soL'a o dönemde yaşadıklarına sıkıntıları anlatmıştı.

İktidar, yasal düzenlemelerle özelleştirmelerin önünü açmaya ve maden sahalarını parsel parsel satmaya devam ediyor.

2014'te Manisa'nın Soma İlçesi'nde meydana gelen maden faciası ülkedeki herkesin vicdanını yaralayan bir örnek oldu. 301 madencinin yaşamını kaybettiği faciadan sonra ölümler için "Bu işin fıtratında var" diyecekti. 

Cumhuriyetin varlıkları yandaşa altın tepside servis edildi

Özelleştirmelerin yanı sıra, yeni maden ruhsatlarının verilme hızı da AKP döneminde rekor seviyelere ulaştı. Ormanlar, tarım arazileri ve su havzaları maden şirketlerinin talanına açıldı.

Veriler, ruhsatlandırma sürecindeki korkunç artışı gözler önüne seriyor. 1923 ile 2002 yılları arasındaki 79 yılda verilen maden ruhsatı sayısı sadece 1186 iken, AKP iktidara geldikten sonraki süreçte, özellikle 2008 ile 2023 yılları arasındaki 15 yılda tam 386 bin maden ruhsatı verildi. 

AKP iktidarı, Cumhuriyet tarihi boyunca kamu eliyle ve halkın vergileriyle kurulan madencilik ve sanayi devlerini, "özelleştirme" adı altında sistematik bir yağma ile sermayeye devretti. Eti Holding’in tasfiyesiyle başlayan süreçte; stratejik öneme sahip Seydişehir Alüminyum, Küre ve Murgul Bakır İşletmeleri Cengiz Holding’e; Eti Krom ve Eti Gümüş gibi kârlı kuruluşlar ise Yıldırım ve Yıldızlar Holding’e peşkeş çekildi. Yağma sadece madenlerle sınırlı kalmadı; Seyitömer, Yatağan, Yeniköy, Kemerköy ve Çatalağzı gibi dev termik santraller, beslendikleri kömür sahalarıyla birlikte "varlık satışı" yöntemiyle Limak, Çelikler, İÇTAŞ ve Bereket Enerji gibi iktidara yakın sermaye gruplarının mülkiyetine geçirildi.

Soma'da yaşanan faciadan sonra Erdoğan'ın müşaviri Yusuf Yerkel, katliamı protesto eden madenci Erdal Kocabıyık'ı yerde tekmelemişti.

Halka zarar, patrona garanti kaldı

Bu satışlar kamunun kaynaklarının patronlara aktarıldığı devasa bir servet transferi olarak tarihe geçti. Tesisler, depolarındaki stokların değerine bile ulaşmayan "ölü fiyatına" rakamlarla elden çıkarılırken, devlet özelleştirdiği santrallere verdiği "alım garantileri" ile kendi kömüründen üretilen elektriği fahiş fiyatlarla satın almaya mahkum edildi. Stratejik madenlerdeki kamu kontrolünün yitirilmesiyle Türkiye sanayisi dışa bağımlı hale getirilirken; şirketler devlet desteğiyle kârlarını katladı, kamu maliyesi ise hem üretim gücünü hem de milyarlarca dolarlık potansiyel gelirini kaybetti.

Katliamın adı 'fıtrat', tesellisi 'güzel ölüm' oldu

AKP dönemi, madencilik tarihi açısından "iş cinayetleri dönemi" olarak kayıtlara geçti. Yaşanan her katliamdan sonra yetkililer sorumluluk almak yerine, ölümleri normalleştiren açıklamalar yaptı.

Dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan, 301 işçinin hayatını kaybettiği Soma katliamının ardından "bu işin fıtratında var" diyerek faciayı olağanlaştırmaya çalıştı. 2010 yılında Zonguldak'ta 30 madencinin öldüğü grizu patlaması sonrasında ise dönemin Çalışma Bakanı Ömer Dinçer'in "güzel öldüler, acı çekmediler" şeklindeki skandal ifadeleri hafızalara kazındı.

Sadece sözlü şiddet değil, fiziksel şiddet de madenci yakınlarına reva görüldü. Soma'daki katliamın ardından Erdoğan'ın o dönemki müşaviri Yusuf Yerkel'in, yerdeki bir madenci yakınını tekmelemesi, iktidarın maden emekçisine bakışının simgesi haline geldi.

Resmi raporlar, haber ajansları ve akademik çalışmalardan derlenen verilere göre, AKP iktidarı boyunca (2002-2024) en az 2 bin 188 madenci iş cinayetlerinde hayatını kaybetti

İşte yıl yıl o karanlık tablo:

* 2002: Yıl genelinde 14 madenci hayatını kaybetti.
* 2003: Aşkale'de (Erzurum) grizu patlaması sonucu 8 işçi, Ermenek'te (Karaman) grizu patlaması sonucu 10 işçi yaşamını yitirdi. Yıllık toplam ölü sayısı 19 oldu.
* 2004: Küre'de (Kastamonu) bakır ocağındaki yangın 19 can aldı. Toplamda yıl boyunca en az 30 madenci öldü.
* 2005: Gediz'de (Kütahya) grizu patlamasında 18 işçi hayatını kaybetti.
* 2006: Odaköy'de (Balıkesir) meydana gelen grizu patlamasında 17 madenci öldü.
* 2009: Mustafakemalpaşa'da (Bursa) göçük altında kalan 19 işçi yaşamını yitirdi.
* 2010: Madencilik tarihinin en kanlı yıllarından biriydi. Odaköy'de 17, Zonguldak Karadon'da 30 madenci öldü. Yıl genelinde toplam 105 madenci hayatını kaybetti.
* 2011: Afşin Elbistan'da (Kahramanmaraş) meydana gelen heyelanda 11 işçi toprak altında kaldı.
* 2013: Kozlu'da (Zonguldak) 8 işçi metan gazı patlamasında öldü. Yıl genelinde 93 ölüm gerçekleşti.
* 2014: Türkiye tarihinin en büyük iş cinayeti yaşandı. Soma'da (Manisa) 301 madenci katledildi. Aynı yıl Ermenek'te (Karaman) su baskını sonucu 18 işçi boğularak can verdi. 2014 yılında toplam 386 madenci iş cinayetlerine kurban gitti.
* 2016: Şirvan'da (Siirt) bakır madeninde meydana gelen heyelanda 16 işçi öldü.
* 2022: Amasra'da (Bartın) TTK müessesesinde yaşanan patlamada 42 madenci hayatını kaybetti.
* 2024: İliç'te (Erzincan) Çöpler Altın Madeni'nde siyanürlü toprak yığınının kayması sonucu 9 işçi 10 milyon metreküp toprağın altında kaldı. 

Ermenek'te 2014 yılında madende yaşanan su baskınında 14 madenci ölmüştü. Ayşe Gökçe, madende ölen oğlu için "Oğlum yüzme bilmezdi suyun içinde ne yaptı" demişti.

Madenci yoksullaştı şirketler büyüdü

Gelinen noktada AKP'nin "Yeni Türkiye"sinde maden şirketleri kârlarına kâr katarken, maden emekçileri ve halk derin bir yoksulluğa sürüklendi. Özelleştirmeler ve taşeronlaşma ile sendikal hakları tırpanlanan, iş güvenliği maliyet olarak görülen madenciler, açlık sınırındaki ücretlerle yerin yüzlerce metre altında ölüme terk edildi. 

Ülkedeki maden havzalarından biri olan Manisa Soma'da çalışan binlerce işçi bu yoksulluğu son zamanlarda çok çarpıcı bir şekilde hissetmeye başladı.

Pek çok maden işçisi zaten uzun, yorucu ve güvencesiz çalışmasının yanısıra bir de maaşlarını alamıyor.

Maden bölgelerinde yaşayan halk ise tarım alanlarının yok edilmesi ve doğanın tahribatı nedeniyle geçim kaynaklarını yitirdi. 4 Aralık Dünya Madenciler Günü'nde geriye, zenginleşen bir avuç patron ve "fıtrat" denilerek geçiştirilen binlerce işçi cenazesi kaldı.

/././

 Barınma krizi, niteliksiz yemekler derken şimdi de gerici kuşatma: KYK yurtlarında 'Dua Kardeşliği' etkinlikleri 

Gençlik ve Spor Bakanlığı, öğrencilerin hijyen, beslenme ve barınma sorunlarına çözüm üretmek yerine yurtları Diyanet’in arka bahçesine çeviriyor. 32 ilde tespit edilen "Dua Kardeşliği" etkinlikleri ile öğrencilere dini ritüeller dayatılıyor. Öğrenciler tepkili: "Yemekler pis, asansörler bozuk ama bize dua etmemiz söyleniyor."

Türkiye genelinde üniversite öğrencileri fahiş kira artışları, yetersiz yurt kapasiteleri ve KYK yurtlarındaki niteliksiz yemeklerle boğuşurken; Gençlik ve Spor Bakanlığı (GSB) önceliğini yine "manevi dönüşüme" verdi.

Diyanet İşleri Başkanlığı ile yürütülen protokoller kapsamında yurtlara yerleştirilen "Manevi Danışmanlar" aracılığıyla sürdürülen faaliyetlere bir yenisi daha eklendi. Bakanlığa bağlı yurtların sosyal medya hesaplarından yapılan paylaşımlar, "Dua Kardeşliği" adı verilen uygulamanın ülke geneline yayıldığını gösteriyor.

32 ilde eş zamanlı gericilik dalgası

Özellikle son aylarda hız kazanan bu tür uygulamalar, yerel dini kurumların istisnai örneklerinden ziyade merkezi bir yönlendirmeyle planlanan etkinliklerden oluşuyor, Türkiye’nin dört bir yanındaki devlet yurtlarında uygulanıyor. Bakanlığa bağlı kurumsal hesaplardan yapılan paylaşımlara göre Adana’dan Zonguldak’a, İzmir’den Kars’a kadar toplam 32 ilde bu etkinliklerin düzenlendiği görülüyor.

Gençlik ve Spor Bakanlığı'na bağlı resmi sosyal medya hesaplarından yapılan paylaşımlarda yer alan iller listesi (Adana, Ankara, İzmir, Bursa, Diyarbakır, Erzurum vb.) uygulamanın sadece belirli bölgelerle sınırlı kalmadığını, yurtların topyekûn bir "dini eğitim merkezi"ne dönüştürülmek istendiğini gösteriyor. Etkinliklerde öğrencilerin yemekhanelerde veya etüt salonlarında toplanarak toplu dualar ettirildiği, "manevi sohbet" adı altında laik eğitimle bağdaşmayan uygulamaların dayatıldığı görülüyor.

Bakanlığa bağlı resmi hesaplardan yapılan paylaşımların bazılarına örnek. Yapılan paylaşımlar üzerinden kırka yakın şehirde sayısı yüzü geçen yurtta benzer etkinlikler yapıldığı görülüyor.

Öğrencinin derdi yemek ve barınma, Bakanlığın derdi 'maneviyat'

KYK yurtlarında son dönemde artan asansör kazaları, yemeklerden çıkan böcekler ve hijyen sorunları öğrencilerin sağlığını tehdit ederken, idarecilerin gündemi farklı.

Bilimsel, laik ve kamusal eğitim ve barınma hakkı talep eden öğrenciler, karşılarında sorun çözücü bir yönetim yerine ellerine tesbih ve seccade tutuşturan bir anlayışı buluyor. Kamu kaynaklarının yurtların fiziki koşullarını iyileştirmek yerine, bu tip dini organizasyonlara ve manevi danışman kadrolarına aktarılması ise öğrencilerin tepkisini çekiyor.

'Burası tarikat yurdu mu, devlet yurdu mu?'

Karabük'te KYK'ya bağlı yurtlarda kalan öğrenciler, "Dua Kardeşliği" ve benzeri uygulamaların gönüllülük esasından çıkıp bir tür "mahalle baskısına" dönüştüğünü belirtiyor. soL'a konuşan ve ismini vermek istemeyen öğrenciler, yurtlardaki atmosferi şu sözlerle anlattı:

"Yemekhaneye iniyoruz, yemekler kötü, porsiyonlar küçücük. 'Doymuyoruz' diyoruz, bize şükretmeyi ve dua etmeyi öğütlüyorlar. Etüt odasında ders çalışmamız gerekirken manevi danışmanlar gelip sohbet halkası kuruyor. Katılmayanlara 'siz neden gelmiyorsunuz' diye soruluyor, fişlenme korkusuyla gitmek zorunda kalan arkadaşlarımız var."

'Kendimizi medresede gibi hissediyoruz'

Yine Sinop'ta KYK'ya bağlı bir yurtta kalan öğrenci yaşadıklarını şu sözlerle aktarıyor:

"Yurtta bir tane bile bilimsel panel, sanat etkinliği veya tiyatro gösterimi yapılmazken, haftanın her günü kandil programı, sabah namazı buluşması veya dua kardeşliği etkinliği var. Biz buraya üniversite okumaya geldik ama kendimizi medresede gibi hissediyoruz."

Milli Eğitim Bakanlığı'nın okullarda uyguladığı ÇEDES projesinin bir benzeri olarak yurtlarda hayata geçirilen bu uygulamalar, iktidarın "dindar ve kindar nesil" projesinin yükseköğretim ayağı olarak yorumlanıyor. Yurt müdürlüklerinin resmi hesaplarından bu etkinlikleri "örnek davranış" olarak paylaşması ise kamu kurumlarının laiklik ilkesini nasıl yok saydığının en somut kanıtı.

***

 Denetim: Söz ve karar sahipliği -Ali Rıza Aydın- 

Kuruluş ve kurtuluş Cumhuriyetinin bugünkü duruma gelmesinin nedenlerinden başında egemen sermaye sınıfı ile karşı cumhuriyetçilerin söz ve karar sahipliğinde işbirliği var.

Bir düzen; eşitsiz, adaletsiz, yağmacı, piyasacı, rekabetçi, gerici, emperyalizmle işbirlikçi, sömürücü… Bu düzen içinde politikanın, devletin, iktidarın, hukukun, hak ve özgürlüklerin tanımlanması ve sınırlandırılması anayasal düzenlemelerle belirleniyor. Bir yandan egemenlik tanımlaması yapılıyor, diğer yandan bu egemenliğin anayasal yetkili organlarca paylaşılması ve kullanılması öngörülüyor.

Ve bu düzen içinde çeşitli denetim düzenekleri getiriliyor. Halka da bu denetim yollarıyla düzenin ve bireylerin güvence altında olduğu anlatılıyor. “Hak arama özgürlüğü” adı altında (kimi durumlarda “tahkim” gibi istisnalarla, kimi durumlarda “arabuluculuk” gibi dava koşullarıyla, kimi durumlarda zamanaşımı gibi sürelerle el atılsa da) ekonomik olanaklar ve koşullar elverdiği oranda “adil yargılanma” olanakları sağlanıyor.  Yargıya bağımsız ve tarafsız, siyasallaştırılmıyor denilse de gerçekler denilenlere uymuyor. Ayrıca unutturulan bir durum var: Yargının da içinde olduğu devletin ve hukukun toplumsal, siyasal, ekonomik ilişkilerin ürünü olması… Ki bu ilişkiler devleti ve hukuku zamana, isteğe, çıkara göre biçimlendiriyor, değiştiriyor.

Gerektiğinde yeni anayasa yazarak devleti ve denetim kurumlarını biçimlendirmenin en keskin örneklerinden birini 12 Eylül 1980 darbesinden sonrası süreçte ve bu sürecin yansıması olan 1982 Anayasasında gördük. Ardından mevcut kurumlarla oynamanın en tipik örneklerinden birini de TBMM adına devletin sözleşmelerini, gelir, gider ve mallarını denetlemekle görevli ve yetkili organ olan Sayıştay’da yaşadık.

AKP tarafından yüksek yargıda uygulanan “sayı” ile ele geçirme operasyonu, 1985 yılında ANAP döneminde Sayıştay’da gerçekleştirildi. Yasa değişikliği yapılarak hem üye sayısı artırıldı hem de yeni ve boş üyeliklerin bir defaya mahsus olmak üzere doğrudan TBMM’ce seçilmesi öngörüldü. Seçim maddesinin oylanması sırasında, daha önceki görüşmelerde Genel Kurul salonunda olmayan Özal’ın, arkasında milletvekilleriyle, iki eli havada, alkışlarla salona girmesi unutulmayan sahnelerden biridir.

Yasasıyla, kadrosuyla, dokusuyla oynanan, Dünya Bankası projesiyle el atılan, birçok kurum ve kuruluşun denetiminden uzaklaştırılan Sayıştay -kimi rapor konuları haberlere konu edilse de- bugün denetimli denetimsizliğin adıdır.

Kapitalizmin ekonomi politiği kurallara, kurumlara ve denetime el attığı gibi en etkin denetim organı olan yargıya da el atmaktan kaçınmaz. Yargı hem baskı ve onay aracı hem de susturma, uzlaştırma ve uyumlaştırma aracı olarak kullanılır; gerektiğinde de kararları tanınmaz.

İdeoloji ve siyasetin söz ve karar sahipliğini kalıcı kılmanın, gücünü artırıp yaygınlaştırmanın etkili araçlarından biri hukuk, diğeri de yargı. Yargı yoluyla denetim, seçim ve meclis yoluyla denetimden daha etkin oluyor artık. Zaten Meclis de işlevsizleştirildi, önemsizleştirildi.

Egemenliğin yasama, yürütme ve yargıdan oluşan anayasal organlarca paylaşılması ve bunların birbirleri ve toplum üzerindeki denetimleri, burjuvazinin kendi devletinin “kuvvetler ayrılığı” adı altında “iyi bir şey” olduğuna ilişkin halk avcılığından başka bir şey değil. Gerçek amaçsa emekçi halkın denetim altında tutulmasıyla sömürücü düzenin egemenliğinin sürdürülmesi.  

Sermaye sınıfı söz ve karar sahipliğinde devlet ve hukukla birlikte din ve milliyetçiliği, çeşitli  hukuksal örgütlenmeleri, medyayı, uluslararası örgütleri de araç olarak kullanıyor. Liberalleşme her alanda… Herkesin olduğu söylenen hak ve özgürlükler de egemen sermaye sınıfının, siyasal iktidar ve yandaşlarının, gerici ortakların hak ve özgürlüklerinin dayandığı yerde bitiriliyor. Toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin sınırlandırılması ya da engellenmesi, adı var kendi yok grev hakkı, propaganda ya da eleştirilerin hakarete sokulması, RTÜK denetimi, siyasal iddianameler, kayyım atamaları, gözaltı ve tutuklamalar gibi birçok örnek halkı susturma aracı olarak kullanılıyor. 

Kuruluş ve kurtuluş Cumhuriyetinin bugünkü duruma gelmesinin nedenlerinden başında egemen sermaye sınıfı ile karşı cumhuriyetçilerin söz ve karar sahipliğinde işbirliği var.

Denetim, sorunları saptamakla kalmayıp toplum yönünden eşitleştirici yapıcılığa yönelen dinamikliği ve ilerlemeyi sağladığı sürece anlamlı olur, amacına ulaşır. Burjuva düzeninde denetim, halkın düzenin kurallarına uymasının, aynı zamanda da halk üzerinde baskı kurulmasının aracı, sömürünün aracı olarak kullanılıyor.  

Emekçilerin Cumhuriyetinde yaşama geçecek planlı ekonomi ve halk yönetiminde piyasanın, rekabetin, sömürünün, eşitsizliğin yerini toplumcu politikalar alır. Toplumcu politikalar sömürmeyen ve sömürülmeyen halkı yönetime katacağından denetim de bu ideoloji ve politikaları korumaya yönelik oluşur.

/././

 Kemal Türkler'i kim öldürdü?-Alpaslan Savaş- 

Bu bir hatırlatma yazısıdır evet. Ama daha çok bir borç yazısıdır. Kemal Türkler’e, işçi sınıfına inananlara, saygıyı hak edenlere.


22 Temmuz sabahıydı. Kalktı, tıraş oldu. Kahvaltısını Sebahat Hanım ve kızı Nilgün’le balkonda yaptı. Birlikte birer son bardak çay içtiler. Evden çıkmaya hazırlanırken Sebahat Hanım ona grevdeki fabrikalara gideceğini söyledi. O sıralar sendikanın olduğu fabrikaların çoğunda işçiler grevdeydi. Tebessüm etti. Kapıdan çıkıp asansöre binerken başını ona doğru çevirdi, elini hafice havaya kaldırıp “işçilere benden selam söyle” dedi, “onların işlerini en kısa sürede halletmeye çalışacağız”.

Her sabah bunu yapardı. Arabaya biner, kontağı çevirir, açtığı camdan elini çıkarıp yukarıya doğru sallardı. O, arabanın içinden, evdekiler yukarıdan, birbirlerine böyle “hoşçakal” derlerdi.

O sabah böyle olmadı. Arabanın koltuğuna henüz oturmuştu ki, camı açıp elini çıkarmaya fırsat bulamadan çaprazda üç silahlı adam beliriverdi. Peş peşe sıkmaya başladılar. Şarjörleri aracın içine, onun ve yan koltukta oturan korumanın üstüne boşalttılar.

*

Kemal Türkler’i kim öldürdü?

Geçtiğimiz günlerde DİSK’e bağlı bir sendikanın yöneticisi, Kemal Türkler’in öldürüldüğü günlerde MHP’nin yan kuruluşu Ülkücü Gençler Derneği yöneticisi, şimdinin mafya babası olan Kürşat Yılmaz’ı İtalya’da ziyaret etti. Ziyareti sosyal medyada “Gün bugündür, kervan yürüyor. Bu yürüyüşe Allah’tan başka hiçbir güç mani olamaz” notuyla paylaştı.

O halde bu soruyu sormaya, sorunun herkes tarafından bilinen yanıtını hatırlatmaya, madem sebebi Kürşat Yılmaz oldu, onun ve arkadaşlarının yürüttüğü kervanı anlatmaya ihtiyaç var.

*

24 Ocak, 22 Temmuz, 12 Eylül… 1980 yılının uğursuz üç günüdür.

24 Ocak günü, 12 Eylül darbesinin uygulamaya koyduğu ekonomi programı ilan edildi. Adına ‘24 Ocak Kararları’ dediler. Hedefi krizdeki Türkiye kapitalizmini kurtarmak için ülkeyi ihracata dönük bir sanayileşme modeliyle uluslararası rekabete açmaktı. Bunun için patronlar, üretim maliyetlerini düşürebilmenin yolunu bulmalıydı. O güne dek ithal ikameci modelle ilerlemiş, teknolojik altyapısı zayıf Türkiye sanayisinin uluslararası piyasada rekabet edebilmesi için oynayabileceği tek değişken işçilik maliyetiydi. Bir de kamu harcamaları ve sosyal harcamalar azaltılmalı, Türk lirasının değeri düşürülmeli, özelleştirme başlamalı, iç piyasada her tür korumacılık kaldırılmalıydı.

Özetle hem işçiyi hem memleketi satmaya karar verdiklerini 24 Ocak’ta ilan ettiler.

Fakat ortada çözmeleri gereken bir büyük sorun vardı. İşçi sınıfı güçlüydü. Grevler yapıyor, sendikal haklarını geliştirip, örgütlülüğünü yaygınlaştırıyor, yetmiyor siyasete ağırlık koyuyordu. Böyle bir işçi sınıfı varken karar nasıl hayata geçecekti?

22 Temmuz sabahı üç tetikçi faşist tarafından katledilen Kemal Türkler’in, 24 Ocak Kararları için çevresine “bizi yok etmeden uygulayamazlar” dediği biliniyor. 22 Temmuz, sermaye sınıfının bu konuda sınır tanımadığının kanıtıdır. Kenan Evren’in itirafından biliyoruz: “Eğer 24 Ocak kararları denen kararların arkasından 12 Eylül dönemi gelmemiş olsaydı, o tedbirlerin fiyaskoyla sonuçlanacağından hiç şüphe yoktu. Böyle sıkı bir askeri rejim sayesinde o tedbirler meyvesini vermiştir”.1

Kemal Türkler’i ortadan kaldıran Türkiye sermaye sınıfıdır. O katil, 12 Eylül’de DİSK’i kapattı, bir işkencehaneye çevirdiği ülkenin yönetimini cuntaya, peşinden MESS başkanı Özal’a teslim etti.

Tetikçiye gelecek olursak.

Kemal Türkler suikastıyla ilgili dava 1981 yılında Ankara Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nde açıldı. İddianamede 22 Temmuz günü Kemal Türkler’in, evinin önünde arabasına binmek üzereyken Ünal Osmanağaoğlu, Aydın Eryılmaz, Abdülsamet Karakuş ve İsmet Koçak tarafından öldürüldüğü ifade edildi. Dava 6 yıl sürdü. Çıkan kararda Abdülsamet Karakuş ve Aydın Eryılmaz Türkler’i öldürmekten 12’şer yıl, araç gasp etmekten de 20’şer yıl ağır hapis cezası aldılar.

Diğerleri gibi dönemin MHP teşkilatlarına kayıtlı bu tetikçiler bir süre yattıktan sonra tahliye oldu.

Ünal Osmanağaoğlu ise kendisi gibi teşkilattan olan abisi Tamer Osmanağaoğlu’nun kimliğiyle yurt dışına kaçtı. Yurt dışında 19 yıl firari yaşadı. Avusturya’da uyuşturucu kaçakçılığından yakalandı, 3 ay hapis yattıktan sonra yine abisinin kimliğiyle 1999 yılında Türkiye’ye döndü. Abi Tamer Osmanağaoğlu ise 2003 yılında MHP’den İzmir milletvekili seçildi, TBMM Güvenlik ve İstihbarat Komisyonu üyesi oldu.

Ünal Osmanağaoğlu’nun 22 Temmuz sabahı arabayı çapraz ateşe tutan üç kişiden biri olduğunu Kemal Türkler’in kızı Nilgün Soydan teşhis etti. Gördüklerini “Üç kişi turuncu renkli Renault marka otomobile koşuyordu. Biri Ünal'dı. Kafa yapısıyla dikkatimi çekti. Boyu, posu, endamı aynıydı. Koşuşunu şimdiki gibi hatırlıyorum” diye anlattı.2

Osmanağaoğlu yurtdışından dönünce Bahçelievler katliamında 7 TİP’li gencin boğularak öldürülmesinin sanığı olarak yargılandı. Ankara Ağır Ceza Mahkemesi bu davada ona tam 7 kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verdi. Diğer taraftan Kemal Türkler davasında da yeniden yargılanmaya başladı.

Dava Bakırköy 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Mahkeme Osmanağaoğlu’nu beraat ettirdi. Karar Yargıtay 9. Ceza Dairesi tarafından eksik soruşturma nedeniyle bozuldu. Tekrar görülen davada aynı mahkeme bir kez daha beraat kararı verdi. Yargıtay bu kez kararı “olay sırasında ateş ederek suça asli maddi fail olarak katıldığının anlaşıldığına” işaret ederek oy birliğiyle bozdu. Davayı tekrar görüşen yerel mahkeme “beraat hükmünde direnme kararı” aldı. Karar bu kez Yargıtay Ceza Genel Kurulu’na geldi, orası da tetikçinin beraat kararını bozdu. Davayı dördüncü kez görüşecek olan yerel mahkemenin bu kez beraat kararında direnmesine gerek kalmadı, çünkü artık 30 yıllık zaman aşımı süresi dolmuştu. 30 Kasım 2010 tarihinde dava zaman aşımı nedeniyle düştü. Yargılamanın ardından Ünal Osmanağaoğlu 2012 yılında adrese teslim aflar içeren AKP’nin 3. Yargı Paketi’yle tahliye oldu. 3

Kemal Türkler’in MHP’li tetikçileri işte böyle salındı.

Azmettiricileri olarak ise Alparslan Türkeş’le birlikte dönemin MHP yöneticisi Celal Adan ve İstanbul İl Başkan Yardımcısı Yılma Durak yargılandı.

Olayın arka planı emniyet ifadelerinde yer aldı:

Celal Adan, Türkler’in öldürülmesinden birkaç gün önce Yılma Durak’la birlikte Alpaslan Türkeş’in evine gitti. Biraz konuştular, sonra ayrılmak için kalktıklarında Durak, Türkeş’in yanına yaklaştı, kulağına bir şeyler söyledi. Bunun üzerine Türkeş eliyle ot biçer gibi Durak’ın kendisine söylediği şeyi yapın manasında bir hareket yaptı. Adan dışarıya çıktığında Durak’a “neydi” diye sordu. Yılma ona, Kemal Türkler’in adresini tespit ettiğini, vurup vuramayacaklarını sorduğunu, genel başkanın da el hareketiyle bunu onayladığını söyledi. Birkaç gün sonra Ünal Osmanağaoğlu partiye geldi. Adan, ona Türkler’in adresini verdi. Osmanağaoğlu o gün bir şey demedi. Ertesi gün tekrar buluştular. Bu kez işi yapmaya hazır olduğunu söyledi. Türkler’in öldürülmesinden bir gün önce Durak ve Adan, Bursa’ya geldiler. Dilek otelde kaldılar. Ertesi gün radyoda Kemal Türkler’in öldüğü haberini duydular. Arabayla Uludağ’a çıktılar. Oraya Türkeş geldi. Lobide ayaküstü sohbet ettiler. Daha sonra Bursa MHP İl Başkanı Necdet’i de alarak Erzurum’a doğru hareket ettiler. Adan orada birkaç gün sonra Ünal Osmanağaoğlu ile görüştü. Osmanağaoğlu Adan’a “Türkler işini hallettik” dedi.4

Cinayetin detayı ise iddianamede ortaya çıktı:

Sabah sekiz sıralarında üç tetikçi, Abdüssamet, Ünal ve İsmet, Aydın Eryılmaz’ın gasp ettiği otomobille Kemal Türkler’in evinin bulunduğu Merter sitesine geldi. Arabayı yakın bir yere park ettiler. Saat dokuz buçuk gibi İsmet, Türkler’in evden çıktığı işaretini verdi. Aydın direksiyonda bekledi. Diğerleri saklandıkları yerden koşarak arabaya binen Türkler ile koruma Ali Bilsev’in üstüne birlikte ateş ettiler. Türkler’e sol göğsünden ve koltuk altından çok sayıda kurşun isabet etti. Koruma polisi ise boynuna ve omuzuna isabet eden kurşunlarla ağır yaralandı. Türkler’in öldüğünden emin olan üç tetikçi koşarak kendilerini bekleyen arabaya bindiler ve oradan uzaklaştılar.5

*

Bahçelievler katliamının müebbet hapis hükümlüsü, Avusturya’nın uyuşturucu suçlusu, Kemal Türkler cinayetinin 19 yıllık firarisi, 30 yıllık zaman aşımıyla ceza almadan kurtulanı Ünal Osmanağaoğlu 2014 yılında 58 yaşında kalp krizinden öldü. Cenaze töreni İstanbul’da yapıldı. Tabutuna Türk Bayrağı sardılar. Törene Devlet Bahçeli, Meral Akşener ve MHP İstanbul İl Yönetimi tam kadro katıldı. Onunla birlikte Kemal Türkler cinayetinin azmettiricisi olarak yargılanan Celal Adan da ordaydı. Kendisine uzatılan mikrofonlara “o büyük bir Türk milliyetçisiydi” dedi.

*

Gelelim bizim sendikacının “Gün bugündür, kervan yürüyor. Bu yürüyüşe Allah’tan başka hiçbir güç mani olamaz” diye yere göğe sığdıramadığı mafya babası Yakup Kürşat Yılmaz’a.

Kendisi, Kemal Türkler öldürüldüğü sırada MHP’nin yan kuruluşu Ülkücü Gençler Derneği yöneticisiydi. 12 Eylül sonrası mafya liderliğine terfi etti. Kemal Türkler cinayetinin azmettiricisi olarak yargılanan Celal Adan’a göre bu mafya lideri Alaattin Çakıcı ile beraber “Geçmişte bu millete hizmet etmiş iki vatan evladıdır”.

İşlediği suçları ve cezaların dökümünü, buna karşın Kemal Türkler’i öldüren tetikçiler gibi devletin kanatları altında aldığı ödülleri, afları ve cezasızlıkların dökümünü merak edenler buraya bakabilir.6

Kısacası Kürşat Yılmaz da Alaattin Çakıcı da Kemal Türkler’i öldüren tetikçiler ve onları azmettirenlerle aynı kervanın yolcusudur.

*

Bu bir hatırlatma yazısıdır evet. Ama daha çok bir borç yazısıdır. Kemal Türkler’e, işçi sınıfına inananlara, saygıyı hak edenlere.

-----

17 Ocak 1991, Milliyet Gazetesi

211 Haziran 1999, Milliyet Gazetesi

3Şafak, Can; “Kemal Türkler Kitabı”, KETEV ve Birleşik Metal-İş ortak yayını, Temmuz 2022, sf.209

4Celal Adan’ın Emniyet ifadesi-  https://tustav.org/arsiv/dava-dosyalari/kemalturkler-arsivi-filigran/kturkler-02.pdf

5Ankara, Çankırı, Kastamonu İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcılığı MHP ve Ülkücü̈ Kuruluşlar İddianame. s.748-749.- Aktaran “Gökdemir, Orhan; ‘Faili Meçhul Cinayetler Tarihi’, Destek Yayınları, Kasım 2011, sf:177”

6https://haber.sol.org.tr/haber/mafya-sokakta-fikirleri-iktidarda-kursat-yilmaz-kimdir-317536

/././

Tan baskınının 80. yılı -Atilla Özsever-

Bundan tam 80 yıl önce bugün, yani 4 Aralık 1945’te Sertellerin sol eğilimli Tan gazetesi matbaası, dönemin CHP Hükümeti’nin kışkırtmasıyla basılmış ve tahrip edilmişti. Günümüzde de basını susturma girişimleri başka yöntemlerle de sürüyor…

“4 Aralık olayı, o zamanki Halk Partisi Hükümeti’nin, CHP İl Başkanı Alaeddin Tiritoğlu’nun, Hüseyin Cahit Yalçın’ın ve sağ kanatta yer alan birçok gazetecinin ve politikacının kışkırtmalarıyla düzenlenen bir terör olayıdır”.

Hıfzı Topuz’un “Türk Basın Tarihi” isimli kitabının Tan baskını ile ilgili ilk paragrafı böyledir. İşte bundan tam 80 yıl önce bugün, 4 Aralık 1945 tarihinde Sertellerin sol eğilimli Tan gazetesi matbaası, basılarak tahrip edilmişti.

Dönemin CHP’sinin organize ettiği bir kışkırtmayla sol eğilimli bir gazete, muhalif kimliği nedeniyle susturulmak istenmişti. (Tan baskını ile ilgili olayları, Hıfzı Topuz’un kitabı ile Korhan Atay’ın “Serteller” isimli kitabından özetleyerek aktarmaya çalışalım).

“Kalkın Ey Ehli Vatan!”

Tanin gazetesi başyazarı ve ayni zamanda CHP milletvekili olan Hüseyin Cahit Yalçın, baskından bir gün önce yazdığı yazıda tam bir provakatif bir üslupla şunları söylüyordu:

“Kalkın Ey Ehli Vatan! Mücadele başlıyor… Bunları susturmak, cevap vermek, hükümete düşmez. Söz, eli kalem tutan gazetecilerin ve hür vatandaşlarındır”. 

Tan gazetesinin başyazarı Sabiha Sertel ise, bu çağrıyı şöyle yorumlamıştı: “Hüseyin Cahit Yalçın, vatandaşları hürriyet için, demokrasi için savaşanlara karşı kıyama çağırıyordu”.

Yine 3 Aralık 1945 günü CHP İstanbul İl Teşkilatı, öğrenci yurtlarına gerekli talimatı vererek ertesi sabah Tan’a karşı bir gösteri düzenleneceğini bildiriyordu.

Hüseyin Cahit Yalçın'ın Tanin'deki yazısı.

CHP’nin kışkırtması

Hıfzı Topuz’a göre; CHP iktidarının Zekeriya ve Sabiha Sertel çiftinin gazetesine karşı tepkisinin, kışkırtmasının temel nedenleri şöyle sıralanabilir:

* Zekeriya Sertel’in son yazılarında bazı CHP’lilerin yolsuzluk olayları gündeme getiriliyordu,

* Serteller, ikinci bir parti olarak Demokrat Parti’nin (DP) kurulmasına destek veriyorlardı,

* Tan gazetesinin Sovyet dostluğunu desteklemesi de, CHP iktidarını rahatsız ediyordu.

4 Aralık 1945 sabahı, gençler ellerindeki bayraklarla Beyazıt’ta üniversite bahçesinde toplanmaya başladı. Kısa zamanda topluluk 10-15 bin kişiyi buldu. Önce Cağaloğlu’nda devrimci yayınlar satan ABC kitapevinin camları kırıldı, kitapları yağma edildi.

Daha sonra Tan gazetesine gidildi. Saldırganlar, ellerinde balta ve balyozlarla rotatifleri parçaladılar. Gazeteciler ortalarda yoktu, matbaa çalışanları ise bir yerlere kaçmışlardı. Saldırganlar hızlarını alamayıp kağıt deposunu işgal ederek bobinleri Sirkeci’ye doğru yuvarladılar.

Göstericiler, “Kahrolsun Serteller, Kahrolsun komünistler, Yaşasın İnönü” diye bağırıyorlardı…

Serteller ve İstanbul Valisi

4 Aralık sabahı Zekeriya ve Sabiha Sertel, Moda’daki evlerindeydi, İstanbul Valisi Lütfi Kırdar’ı telefonla arayarak tedbir alınmasını istediler. Vali, “Merak etmeyin, gerekli tedbirleri aldım” dediyse de hiç de öyle olmadı.

Tan matbaasını basanlar, her şeyi tahrip etmişlerdi, nerdeyse bir saat içinde masa, sandalyeler dahil rotatifler, kağıt bobinleri, paramparça hale gelmişti. Göstericilerin içinde daha sonra CHP hükümetlerinde bakanlık yapacak dönemin üniversite öğrencilerinden Orhan Birgit, Ali İhsan Göğüş gibi kişiler de vardı.

Korhan Atay’ın kitabında, gençlerin yürüyüşüne o dönem üniversite öğrencisi olan Süleyman Demirel, İlhan Selçuk, Necmettin Erbakan’ın da katıldığı belirtiliyor.

Yine Atay’ın belirttiğine göre; “Zekeriya Sertel, bu baskın ve yıkımın Cumhurbaşkanı ve CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’nün bilgisi ve hükümetin teşvikiyle, polis marifetiyle yapıldığından emindi”.

DP’nin kurucuları Celal Bayar ve Adnan Menderes ise, 5 Aralık 1945 sabahı yaptıkları açıklamayla Serteller’in Görüşler dergisiyle bir ilgileri olmadığını gazetelerde ilan ediyorlardı.

4 Aralık 1945'te baskına uğrayan Tan matbaasının önü.

Sabiha ve Zekeriya tutuklanıyor

Güpegündüz bir matbaayı yıkanlardan hiçbir gösterici mahkemeye verilmedi, Zekeriya Sertel’e göre saldırganların arasında sivil polisler de vardı ve bu saldırıyı onlar yönetiyorlardı. Sertel, “Hükümet ve polis, bu işte gerici ve faşist gençleri bir alet olarak kullanmıştı” şeklinde görüş belirtiyordu.

Hiçbir saldırgan yargılanmadığı gibi Tan baskınından 45 gün sonra Sabiha ve Zekeriya Sertel tutuklanıyordu. Serteller, 6 ay cezaevinde kaldıktan sonra tahliye edildiler. Türkiye’nin en çok satan ikinci gazetesi, dönemin CHP iktidarına muhalif olduğu ve demokrasiyi savunduğu için bir saldırıyla ortadan kaldırılmıştı.

Sabiha ve Zekeriya Sertel, daha önce de gazeteci olarak muhalif kimlikleri nedeniyle pek çok kez tutuklanıp yargılanmışlar, hapse atılıp sürgün edilmişlerdi. Bu koşullarda ancak dört yıl daha dayanabildiler ve 1950’de ülkeyi terk etmek zorunda kaldılar.

Serteller, çeşitli Avrupa ülkelerinde ve Azerbaycan’da yaşadılar. Sabiha Sertel (doğum 1895), 1968’de Bakü’de, Zekeriya Sertel (doğum 1890) ise 1980’de Paris’te bu dünyaya veda etti…

Günümüzdeki baskı

AKP iktidarının yönetimindeki Türkiye’de de basın özgürlüğü büyük ölçüde tehdit altındadır, gerçekleri dile getiren gazeteciler ya tutuklanıyor ya da soruşturmaya tabi oluyor. Tele-1 gibi halkın haber alma hakkını savunan medya kuruluşlarına da kayyım atanıyor.

Gazetelere, medya kuruluşlarına Tan olayında olduğu gibi doğrudan bir baskın olmasa da kayyım yoluyla mülkiyetine el konuyor ve gerçekleri dile getirme görevi engelleniyor. Tele-1 Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ, İBB (İstanbul Büyükşehir Belediyesi) soruşturması ile bağlantılı uyduruk bir “casusluk” suçlamasıyla 27 Ekim’de tutuklandı ve televizyonuna kayyım atandı. Yani susturuldu.

Gazeteci Fatih Altaylı da, 22 Haziran 2025 tarihinden beri nerdeyse 6 aydır tutuklu. 26 Kasım günü yapılan duruşması sonrasında “Cumhurbaşkanı’nı tehdit” suçlamasıyla hakkında 4 yıl 2 aylık bir hapis cezası öngörüldü. Avukatı ve ayni zamanda Türkiye Barolar Birliği Başkanı olan Erinç Sağkan, “Tutukluluk tamamen hukuka aykırıdır, basın özgürlüğü anlamında da tüm basına bir gözdağıdır” açıklamasında bulundu.   

Türkiye, 159. sırada

Türkiye, Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’nde 180 ülke içinde 159. sırada, yani son sıralarda bulunuyor. Burkina Faso, Kenya, Madagaskar gibi Afrika ülkeleri bile bizden çok ön sıralarda yer alıyor.

Ülkemizdeki basın özgürlüğüne yönelik baskılar, gazetecilerin tutuklanması, medya kuruluşlarına kayyım atanması gibi uygulamaların yanı sıra yaygın olarak muhalif bilinen televizyon kanallarına RTÜK kanalı ile yüksek miktarda para cezaları, yayın durdurma gibi sansür uygulamalarıyla da devam ediyor. 

Basın özgürlüğü mücadelesi de, ülkemizdeki gerici faşizan yönetim anlayışına karşı demokrasi mücadelesinin bir parçası olarak toplumun tüm ilerici güçleriyle birlikte verilmesi gereken bir mücadele özelliğini taşıyor…

/././

 Sosyalizm kapitalizmden verimlidir -Nevzat Evrim Önal- 

Sosyalizmin geçmişte yarattığı ve tekrar kurulduğunda yaratacağı toplumsal refah kapitalizmin refahı üretim artışıyla eşanlamlı gören kriterleriyle ölçülemez ve sosyalizm kapitalizmle bu kriterleri kabullenerek yarışamaz. Eşyanın çokluğu ya da boyuyla övünmek kapitalizme bırakılması gereken bir ilkelliktir. Geleceğin uygarlığının övünç kaynağı ancak insanların eşitliği, refahı ve mutluluğu olabilir.

Liberallerin sosyalizme yönelik en temel eleştirilerinden biri, devlet tarafından gerçekleştirilen ve merkezi olarak planlanan üretimin, kâr güdüsüyle hareket etmeyeceği için maliyetleri daha az dikkate alacağı ve mutlaka kaynak israfına yol açacağıdır. Bunun karşılığında özel işletmeler ise, tam piyasanın ihtiyaç duyduğu kadar üretimi mümkün olan en düşük maliyetle yapmaya çalışacağı için verili bir teknoloji düzeyinde kaynakların optimal kullanımını sağlayacaktır. İddia bu.

İddianın ikinci kısmı zırvalık ve zırvalık olduğunu görmek için bilime dahi ihtiyaç yok, kapitalist dünya düzeninin kendisi “sürdürülebilirlik” diye yırtınıyor. Ama sanılanın aksine, sosyalizm kapitalizme göre kaynak kullanımı açısından hem çok daha verimli hem çok daha yönetilebilir olduğu için, bugün ulaşılmış olan maddi refah düzeyinde kapitalizm asla sürdürülebilir olamaz ve ancak sosyalizm kaynakların sürdürülebilirliğini sağlayabilir.

Gelin, görelim.

***

Sosyalizm kaynak kullanımı açısından kapitalizmden çok daha verimlidir çünkü ihtiyaçları, salt sistemik sebeplerden dolayı kapitalizme göre çok daha az mal üreterek çözer.

Kapitalist üretimde kuşkusuz her işletme satabileceği kadar malı mümkün olan en düşük maliyetle üretmeye çalışır ama bununla eş zamanlı olarak sistem bütün olarak piyasayı sürekli büyütmeye de çalışır. Örneğin ancak devlet tarafından gerçekleştirilebilecek olan kent tasarımı ve ulaşım planlaması, insanların bireysel ulaşım ihtiyaçlarına göre tasarlanır çünkü her biri birer sanayi tekeli olan otomotiv şirketlerinin çıkarına olan toplu değil bireysel taşımadır. Bunun sonucunda kapitalizmin en gelişkin olduğu ülkelerin hemen hepsinde kişi başına araç sahipliği 0,5’i (yani bireysel ulaşımını henüz emekleyerek sağlayanlar dahil her iki kişiye bir araç) geçmiş durumda1 ve araçlar varoluşlarının yüzde 95’ini park halinde geçiriyor.2

Bunun sonucunda: (1) Ulaşımın yoğun biçimde gerektiği saatlerde ulaşım süre olarak uzuyor, yani bir diğer kaynak olan emek-saat hem üretken olmayan hem de sahibine refah sağlamayan bir biçimde heba oluyor. (2) Aynı ulaşım ihtiyacının toplu taşıma biçimleriyle çözüldüğü duruma göre çok daha fazla sayıda araç hareket ettirildiği için çok daha büyük miktarda yakıt tüketiliyor ve çevre kirliliğine katkıda bulunuyor.3 (3) Bu araçlar her 100 dakikanın 95’inde park halinde yatıyor (trafikte tıkanıp durduğu süreyi saymıyoruz), yani otomotiv tekellerinin fabrikaları tam kapasite çalışsın diye insanlar çok düşük kapasiteyle kullanacakları bir makine satın alıyor.

Peki kapitalizmin bu soruna bulduğu çözümler ne? Kent merkezlerine araç girişini paralı yapalım ya da park ücretlerini yükseltelim ki insanlar araç paylaşmak zorunda kalsın (yani araç kullanmayı biraz daha lüks hale getirelim). Elektrikli araç kullanımına geçelim ki çevre daha az kirlensin.4 “Aynı ihtiyacı daha az şey üreterek çözebiliriz, bu çözümü merkezi olarak uygulayalım” diyen yok, çünkü kapitalizmin işleyişinde piyasa ve sermaye birikimi hiçbir gerekçeyle sınırlandırılamaz.

***

Bu saçmalığın en görünür ve düzenin kendisi tarafından da tartışılan hallerinden biri ulaşım. Öte yandan, içinde yaşadığımız kapitalist düzen sadece bunun değil tüm ihtiyaçların tatminini bireysel meta tüketimini artıracak biçimde sürekli yeniden organize ediyor; kamusallığı da bu doğrultuda her gün tekrar kurguluyor ve seyreltiyor. Bu dar çerçevenin dışına çıktığınızda, aynı miktarda refahın (yani giderilmiş ihtiyacın) çok daha az kaynakla planlanabileceğine dair çok sayıda örnek verilebilir.

Bu yüzden, yazıyı uzatmak pahasına görece az tartışılan bir örnek daha vermek istiyorum.

Kapitalizmde beslenme ihtiyacı da bireysel karşılanır ve bu organizasyon da büyük kaynak israfı yaratır. Oysa, işyerlerinde nasıl yemekhane varsa (ki bu da giderek azalan bir uygulama, onun yerine ihtiyaçların bireysel giderilmesi için ya yemekhaneler tamamen kaldırılıyor ya da işçilere “ticket” veriliyor) konut bloklarında ya da mahallelerde de yemekhaneler planlanabilir. Böylece: (1) Çalışan insanın en büyük dertlerinden biri olan “bu akşam ne pişirsem” diye düşünme, bunun alışverişini ve sonra da pişirme işinin kendisini yapma zorunluluğu ortadan kalkar (emek-zaman tasarrufu). (2) Bu ihtiyacı daha az zamanda daha çok para harcamadan çözebilmek için kalitesiz hazır yemek tüketiminden kaynaklanan sağlık sorunları ortadan kalkar (refah artışı). (3) Aynı gerekçeyle evlerde yemek yapma malzemesi stoklama ve bir günde yenmeyecek miktarda yemek pişirip buzdolabında tutma eğilimi ortadan kalkar; her eve için bir tane kocaman, iki kapılı, derin donduruculu buzdolabı “ihtiyaç” olmaktan çıkar (kaynak tasarrufu). (4) Gıda sektörünün neredeyse tamamen bireyselleşmesinden kaynaklanan olağanüstü ambalaj kirliliğinin önüne geçilir (kaynak tasarrufu, çevre koruma).

Liberalin tekine sorsanız “sosyalizm verimsizdir, o yemekhanelerde bir sürü yemek atılır” diye üfürür. Ama bugün kapitalizmde üretilen gıdanın yüzde 19’u tüketilemeden çöpe gidiyor ve bu kaybın yüzde 60’ı evlerde yaşanıyor.5 Önerilen çözüm ne? Herkes daha “farkında” olsun, kendi ihtiyacını daha iyi planlasın.

***

Bu meselelerin emperyalist merkezlerde de tartışılıyor (ve çözüm bulunamıyor) olmasının bir sebebi var: Kapitalist sistem bir bütün olarak yokuş aşağı uçuruma doğru gidiyor ve sistemin olağan işleyişi nedeniyle ayağını gazdan çekmek şöyle dursun, daha fazla gaza basıyor. Son otuz yıl zarfında meta üretimi emperyalist merkezlerden Güneydoğu Asya’ya, bilhassa da Çin’e kaydı; bunun sonucunda Çin ve giderek ona rakip olarak yükselen Hindistan’da (aslında benzer biçimde yatırım alan diğer ülkelerde de) ekonomi emperyalist merkezlere göre çok daha yüksek bir hızla büyüdü ve büyümeye şimdilik devam ediyor.6

Kapitalist üretim biçimi ve piyasa ekonomisi, dünyanın en yüksek nüfuslu (ve toplam dünya nüfusunun üçte birinden fazlasını barındıran) iki ülkesinde, emperyalist ülkelerin gittiği yolun aşağı yukarı aynısını takip ederek gelişiyor. İhtiyaçlar giderek daha yaygın biçimde bireysel meta tüketimiyle gideriliyor.

Az önceki araba örneğini devam ettirelim: 2015-2024 arasındaki on yılda Çin’de trafiğe kayıtlı araç sayısı yüzde 116 arttı (162,8 milyondan 352,7 milyona). 2013-2022 arasındaki on yılda Hindistan’da aynı sayı yüzde 101 arttı (176 milyondan 354 milyona). Öte yandan iki ülkede de araç sahipliği oranı halen emperyalist ülkelere göre çok düşük; Çin’de kişi başına 0,25, Hindistan’da 0,04.

İşlerin olağan gidişine bırakılması durumunda ne olacağını hayal edebiliyor musunuz? Türkiye’de dahi araç sahipliği oranı 0,35. Bu oran ABD’nin (0,78) yarısından düşük. “Küçük Amerika” olma yolunda devam etmemiz durumunda trafiğe en az bir bu kadar daha araç çıkacak.

Israrla, altını çizerek söylüyorum; mesele sadece araç sahipliği değil. Aynı saçmalığı bütün insan ihtiyaçları için ayrı ayrı tartışabiliriz. Kapitalizmin emperyalist ülkelerde organize ettiği yaşantı biçimi, dünyanın geri kalanında sınırlı bir düzeyde dahi benzer biçimde organize edildiğinde insanlığın varoluşunu sürdürmesi mümkün değil.

Emperyalist ülkelerdeki abartılı bireysel tüketimin sürdürülebilmesinin tek yolu, dünyanın geri kalan ülkelerindeki emekçi halkların bu yaşantıyı besleyecek biçimde zenginlik üretmeye devam etmesi ve kendi yaşantısında ürettiği zenginlikten kaynaklanan hiçbir tüketim artışı olmaması. Oysa bu, sadece emperyalistlerin gücü böyle bir ağır sömürü mekanizması kurmaya yetmeyeceği için değil, piyasa ekonomisinde bu basitçe olamayacağı için imkânsız. Eskiden böyleydi, emperyalist merkezler dışındaki dünya sefalet içinde, sömürgeler olarak yaşıyordu. Bugün hem buraya geri dönülemez hem de emperyalist merkezler dışındaki ülkelerin büyümekte olan pazarları dünya çapında sermayenin asla vaz geçemeyeceği, kaybettiği anda tarihte görülmemiş boyutta bir krize gireceği kâr olanakları yaratıyor.

Ve hâlâ, bu koca meseleye hiçbir gerçekçi çözüm sunamasalar da “sosyalizmin verimsizliğinden, hantallığından” bahsediyorlar.

***

Sosyalizm, liberal sahtekârların uydurduğu gibi “ilkel komünal” bir kurgu değil. Sosyalist düzen kurulduğunda insanlar yemek saati geldiğinde bir tencere etrafında yere çömelip kaşık sallamayacak.

Öte yandan sosyalizmin geçmişte yarattığı ve tekrar kurulduğunda yaratacağı toplumsal refah kapitalizmin refahı üretim artışıyla eşanlamlı gören kriterleriyle ölçülemez ve sosyalizm kapitalizmle bu kriterleri kabullenerek yarışamaz. Bu hata geçmişte sosyalist ülkeler tarafından da yapıldı ve halen kimi sosyalistler tarafından sürdürülüyor. Sosyalizmin insanlığa vaadi kapitalizmin kurguladığı bireysel yaşantının aynısını görece eşitlikçi biçimde sağlamak olamaz. Sosyalizm başarısını devasa köprülerle, gökdelenlerle, sıfırdan yapılan mega kentler ölçemez ve bunlarla övünemez. Bunların hepsi ancak mevcut bir ihtiyaç daha az kaynak harcayarak giderilemiyorsa yapılması gereken şeylerdir ve eşyanın çokluğu ya da boyuyla övünmek kapitalizme bırakılması gereken bir ilkelliktir. Geleceğin uygarlığının övünç kaynağı ancak insanların eşitliği, refahı ve mutluluğu olabilir.

İnsanlık ebediyen kardeşçe yaşayabileceği bir dünyayı ancak sermayenin onu sınıflara ve uluslara parçalayan, rekabete ve akıl dışı tüketime kalıplarına zorlayan habis etkisinden kurtularak kurabilir. Bu mutlu ve müreffeh yaşantıyı kurabilmek için ise insanlığı kendi peşinden uçuruma doğru sürükleyen kapitalizmi mümkün olan en kısa sürede, daha açık ifade etmek gerekirse çok geç olmadan, yıkmak zorundayız.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -4 Aralık 2025-

 Hepsi oradaydı: Bir gazete baskınından çok daha fazlası...-Ali Ufuk Arikan-  Öyle bir saldırı ki bu, parçası olmayan yoktu. İşaret fişeğini...