Sermaye, yeni-Osmanlıcılığa nasıl ayak uyduruyor: Bir Koç Holding yöneticisinin portresi -Gamze Erbil-
Koç Holding yönetimine “stratejik danışmanlık ve uluslararası ilişkiler alanındaki uzmanlığı” geliştirme perspektifiyle dahil olduğu söylenen eski Şam Büyükelçisi Önhon, Arap Baharıyla başlayan Suriye operasyonunda, Türkiye’nin “yoğun mesai” yapan ekibinden. Sonradan Colani’yi İdlib’de eğittiklerini açıklayan ABD Elçisi Robert Ford’la da yakın.
Eski Şam Büyükelçisi ÖnhonTürkiye'de kamu görevinde bulunan isimler, medyanın ve araştırmacıların yoğun ilgisine mazhar oluyor. Ancak aynı şeyi sermaye gruplarının yöneticileri için söylemek mümkün değil. Sermayenin yönlendirici isimleri, genel olarak kamunun gözlerinden uzak, kendi dar fakat etkili dünyalarında önemli roller üstleniyor.
Oysa Türkiye sermayesinin yayılmacı eğilimleriyle AKP iktidarının bu ihtiyaca nasıl yanıt verdiğinin anlaşılması, biraz da bu ipuçlarının birleştirilmesiyle ortaya çıkıyor.
Koç Holding'in tepe kadrosu, bu açıdan, önemli bir inceleme konusu.
Koç Holding Yönetim Kurulu’nun bağımsız üyelerinden Prof. Dr. Ahmet Kırman, bir ay kadar önce, Can Holding’e yönelik kara para aklama soruşturması kapsamında yurt dışına çıkış yasağı alınca, bu görevinden istifa etti. Koç Holding Kamuyu Aydınlatma Platformu’na (KAP) açıklama yaparak istifayı duyurdu. Kırman da, istifa kararını "soruşturma sürecinin sağlıklı ilerlemesine katkı sağlamak, kurumların gereksiz tartışmalara sürüklenmesini önlemek ve ailevi sağlık nedenleri" olarak açıkladı.
Böylece Koç'un tepe kadrosu, kamuoyunun dikkat kesildiği operasyonlar vesilesiyle biraz gündeme girdi, sonra yine unutuldu gitti.
Koç Holding Yönetim Kurulu’nun diğer bağımsız üyeleri de enteresan simalar. Mesela Michel Ray de Carvalho, finans kariyeri bir yana küçükken filmlerde oynamış ve bunlar arasında “Arabistanlı Lawrence” da bulunuyor.
Ama hikayesi çok daha ilgi çekici olan bir isim var burada: Eski diplomat ve “Büyükelçinin Gözünden Suriye” kitabının yazarı Ömer Önhon. Önhon Koç Holding yönetimine 18 Nisan 2024’te giriyor ve üyeliği devam ediyor.
Önhon'un bağımsız üye olarak eklenmesi, holdingin stratejik danışmanlık ve uluslararası ilişkiler alanındaki uzmanlığını güçlendirme amacı taşıdığı şeklinde yorumlanıyor. Önhon Kasım 2024'te, Koç Holding yönetim kurulu üyesi sıfatıyla Resort Turizm Kongresi'nde “Türkiye’nin dünyadaki algısı ve yönetimi” başlıklı bir konuşma yapıyor; emekli büyükelçi kimliğiyle turizm ve dış politika alanlarının kesişimini ele alıyor. Esad’ın düşüşü sonrasındaysa yine turizmle ilgili mi bilinmez, Haziran 2025’te Suriye’yi ziyaret ediyor.
Stratejik dönemler ve stratejik görevler...
Önhon’un Suriye görevleri kritik dönemlere denk geliyor. 1998-2000 tarihleri arasında Suriye’de “Büyükelçilik müsteşarı” ve 2009-2012 tarihleri arasında da “Büyükelçi” olarak görev yapıyor. Birincisi Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıktığı dönemi, ikincisi de Suriye’ye yönelik “Arap Baharı operasyonu” dönemini kapsıyor.
Önhon’un Suriye’ye ilişkin biyografik kitabı, Türkiye’nin ilgili dönem için “resmi Suriye tarih tezi” olarak da okunabilir. O dönem başka kaynaklardan önümüze gelen Türkiye’nin muhalifleri silahlandırdığı ve desteklediği yönündeki bugün artık “tartışmasız” bilgilerin, “diplomatik” olarak ifade edilmiş halini buluyoruz kitapta. Ama tüm yapılan iş, sanki naifçe kimi temaslarda bulunmaktan ibaretmiş gibi bir şekilde ilerliyor. Kitabı ve yorumlanışını uzatmayalım; özeti, farklı bir arkaplana sahip olarak okursanız, Önhon profilini gerçek bir “özel harekat misyoneri” olarak da algılayabilirsiniz.
Yeni Osmanlının operasyonel elçisi
1998 görev dönemi tecrübelerinin de katkısı dikkate alınmış olmalı ki, Suriye’yle kritik bir ilişkinin sürdüğü dönemde -ve sonrasında Arap Baharı gündeme geldiğinde ve ilişkiler adım adım farklı bir yola girdiğinde- önemli roller üstlenmiş Önhon.
Türkiye’nin hem kendi Osmanlı perspektifi doğrultusunda, hem de üstlendiği uluslararası misyonlara uygun biçimde yürüttüğü Suriye politikasının zorlu dönemeçlerinde görev alan Önhon’un buradaki operasyonları yürüten MİT ile (en azından) yakın işbirliği yaptığını da eklemek gerek. Suriye’deki koşulların elçiliğin kapanmasını gündeme getirdiği aşamada bu görevi zorunlu olarak bitince, “Ortadoğu’dan sorumlu müsteşar yardımcısı” olarak Ankara’da konuyla ilgilenmeye devam ediyor ve yine zorlu diplomatik süreçlerde rol alıyor.
Suriye operasyonunda elçilere de yoğun mesai
Dönemin MİT Başkanı ve bugünkü Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın Esad’ın düşüşünün ardından 13 Aralık’ta NTV’ye verdiği söyleşide olayın sıcaklığı ve zafer sarhoşluğuyla “Şahsen Suriye’yi düşünmediğim hiç bir mesai günüm, başka normal bir günüm de olmadı. Bu konu bizim her zaman gündemimizdeydi...” “Karamsar noktalara geldiğimiz anlar oldu. Halep’in düşmesi, bir takım kuşatmaların yaşanması, daha sonra yaptığımız Astana süreçleriyle başlayan dönem, İdlib’e çekilmemiz vs. tüm bu süreçlerde çok stratejik kararlar alınması gerekti.” “Muhalif dost unsurlarla ve silahlı kuvvetlerimizle el ele vererek yaptığımız operasyonlar oldu” gibi ifadeler ve “Suriye’de iç savaşın” başladığı zamandan beri “devletin tüm organlarıyla” konuya eğildiğini vurgulaması hatırlanacaktır. İşte Önhon, bu devletin cephedeki neferlerinden biri olarak o dönemi geçiren bir figür.
Önhon’un Suriye macerasında işbirliği yaptığı çok sayıda yabancı elçilik arasında ABD Büyükelçisi de özel bir yer tutuyor. O dönem bu görevde Robert Ford bulunuyor. Sık sık temas ediyorlar ve aslında Suriye büyükelçiliği görevi altında, Suriye operasyonu yürütüyorlar. Örneğin hem Önhon hem de Ford, Ağustos 2011’deki karışıklıklar döneminde Hama’yı ziyaret ediyor. Önhon daha tedbirli davrandığından mı bilinmez, Ford’un ziyareti Suriye’ye karşı komplo bağlamında gündem oluyor ve elçiliği de hedef alan protestolarla karşılanıyor.
‘Zaman zaman ayrı düşsek de, her şey muhalifler için’
İkili Temmuz 2012 sonrası Suriye Ulusal Konseyi’nin bir heyetinde yer alıyor ve PYD Eş Başkanı Salih Müslim’i ofisinde ziyaret ediyor. Suriye Kürt hareketinin SUK’a katılımı görüşülüyor; ancak anlaşılan işler yolunda gitmiyor. Müslim’in ifadesine göre, “Zamanın Suriye ABD Büyükelçisi Robert Ford ve Türk Büyükelçi Ömer Önhon bizim ofisimize geldiler. Bay Önhon kısa bir süre kaldı ve ayrıldı. Sanırım varlığımdan rahatsız olmuştu. Ford ile yaklaşık dört saat boyunca görüştük”.
Önhon 2012-13 yıllarında İstanbul’da yapılan muhalefet organizasyonlarını düzenleyen kişi. Bunlar arasında silahlı gruplar, Müslüman Kardeşler, ve aklınıza ne gelirse var. Muhalefet şekillenirken “Kürt haklarının tanınması talebi” reddediliyor hep ve Suriye’nin birliğine vurgu yapılıyor.
Türkiye ABD ilişkilerinde yeni ‘Suriye Baharı’
Önhon, Genel Siyasi İşler Müsteşar Yardımcısı (MGSY) olarak görev yaptığı dönemde 14 Aralık 2012’de -Marakeş’teki Suriye’nin Dostları Grubu toplantısının hemen sonrasında (12 Aralık) - Robert Ford ile Ankara’da bir görüşme yaptı. Türkiye ve ABD ilişkilerinde vekil yönetimi konusunda sıkıntılı durumların geliştiği bir dönemin arefesinde yapılan bu görüşmede resmi kayıtlara göre “Suriye’de rejim değişikliği, insani yardım ve Patriot füzeleri” konuşuluyor.
Ancak yaz aylarındaki ÖSO başarısızlıkları ve Kürtlerle ittifak gibi Türkiye tarafı için “tatsız” sayılabilecek konuların da gündeme geldiğini ve burada bir revizyon üzerinde durulduğunu varsayabiliriz. Nitekim CIA’nin Timber Sycamore olarak bilinen muhaliflere yönelik yardım programının esasen bu dönemde gündeme girdiği biliniyor.
Suriye'de iç savaş dönemindeki yıkımdan bir görüntü.Ortak değerlendirme: ABD’nin PYD tercihi ilişkileri zora soktu
Önhon ve Ford, Türkiye ve ABD arasındaki bağları o buluşmada iyi “kurabildiler” mi bilinmez; ancak sonraki dönemlerde bir araya geldikleri etkinliklerde ya da yaptıkları yayınlarda, genel olarak benzer bir kavrayışı savunduklarını görüyoruz. İkisi de Şark el Avsat gazetesinde Suriye’nin normalleşmesi üzerine yazdıkları yazılarda ABD politikasındaki -belki de kendilerinin çok uğraştığı- o kırılma noktasını eleştiriyor.
İkilinin yeniden buluşması 13 Ekim 2021’de Türk Miras Vakfı tarafından düzenlenen çevrimiçi panelde gerçekleşiyor. Ford ve Önhon Suriye’deki gelişmeleri ve Türkiye-ABD ilişkilerini tartışıyor. Her ikisi de ABD'nin PYD/YPG desteğini eleştiriyor. Ford bunu “Hizbullah'a karşı Hamas'ı desteklemek” gibi kısa vadeli bir tercih olarak nitelendiriyor; Önhon ise Türkiye'nin güvenlik endişelerini vurguluyor. İkisi de Esad’ın savaştan galip çıktığını teslim ediyor ancak Önhon yönetimin kırılganlığına vurgu yapıyor.
2024 Aralığında Esad düşerken Önhon taze Koç Yönetim Kurulu üyesi, ve ertesi Haziran’da Suriye’yi ziyaret edecek; Ford ise Mayıs 2025’te “Onları (Heyet Tahrir el Şam-HTŞ) biz eğittik, merak etmeyin” açıklamasını yapacak...
İtiraf anları... Fidan: ‘Halkımız bilmeyebilirler’
Hakan Fidan’ın 13 Aralık NTV söyleşisinde önemli bir yer tutan başlık, HTŞ’nin uluslararası kamuoyu nezdinde meşrulaştırılması bahsi olmuştu. Fidan, HTŞ’nin “örgüt deyip bir kenara atılmaması gerektiğini, halka yönelik temel hizmetleri önemsediklerini, İdlib’de yaptıklarını, Şam’a taşıdıklarını...” söylüyor.
“Halkımız bilmeyebilirler, ama muhalif gruplar beş milyon Suriyeli’yi zaten yönetiyorlardı. Muhalif topraklarda, sadece İdlib’de HTŞ’nin yönettiği dört milyon Suriyeli vardı” diyerek İdlib operasyonunu açıklıyor -milyonlar konusunu biraz abartıyor...
Fidan, muhaliflerin harekatından bahsederken, başladıktan sonra kansız ve maliyetsiz gerçekleşmesi için çaba harcadıklarını ancak öncesinde hiçbir ülke ve grupla bir planlama yapmadıklarının altını çiziyor ama bir yandan da “bizim tanıdığımız kadar kimse tanımıyor bunları. Çok fazla söylenti var, haklarında”... diyor ya da zor dönemlerde “muhalif arkadaşlara” nasıl sabır telkin etiğini anlatıyor.
Colani’nin İdlib stajı: Teröristten siyasetçiye
Benzer bir meşrulaştırma çabası Mayıs ayında Ford’un açıklamalarında kendini gösteriyordu. HTŞ’nin katliamları Suriye’yi sarsarken ve uluslararası kamuoyunu ikna etmede zorluklar yaşanırken, Ford eli biraz daha yükselterek “Bunları biz eğittik” dediği açıklamayı yaptı.
Baltimore Council of Foreign Affairs’in düzenlediği “Suriye’de isyancılar kazandı... Şimdi ne olacak?” başlıklı oturumda, Robert Ford HTŞ lideri Ahmed El Şara (Ebu Muhammed el-Colani) ile ilgili olarak, “2023'te, çatışma çözümü konusunda uzmanlaşmış bir İngiliz sivil toplum kuruluşu, bu adamı terör dünyasından çıkarıp normal siyasete sokma çabalarına yardım etmem için beni davet etti” dedi. Ford Inter Mediate ve Conflict Resolution Foundation’ın faaliyetlerinden bahsettiği konuşmasında Suriye’deki gelişmelerde Türkiye’nin rolünü de ima etti.
Ford’un açıklamalarından, Colani’yi “Şam’da iktidarı ele geçirmesi için eğittikleri”, eğitimlerin 2020-2023 yılları arasında olduğu ve ekiplerde strateji uzmanları, büyükelçiler ve istihbarat görevlilerinin bulunduğu anlaşılıyordu. Başlangıçta kendisinin de tereddüt içinde olduğunu belirten Ford, müttefiklere güven vermek için yaptığı açıklamada, “Onları tanıyoruz, zihinlerini ve eylem tarzlarını biliyoruz” diyordu ve yapılan eğitimlerin “Colani’yi terörden siyasete entegre etme” amaçlı olduğunu vurguluyordu. Ford, Colani'yle 2023-2025 arası birden fazla görüşme yaptığını (Mart 2023, Eylül 2023, Ocak 2025'te Şam'da) ve bu görüşmelerin “uygar ve stratejik çerçevede” geçtiğini belirtti. Bu temaslar, Arap medyasındaki haberlere yansıdı.
ABD ve MI6’ten itiraflar
Ford’un diğer destekleyicisi, eski ABD Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey de 2018'den beri İdlib'de HTS ile “dolaylı temaslar” kurduklarını ve Colani'yi Esad'dan korumak için uğraştıklarını anlatıyordu. Jeffrey 2021’de HTŞ için “Washington için uygun bir varlık” demişti.
Bir diğer “doğrulama” MI6 Başkanı Sir Richard Moore’un 2025 Eyülü’nde (19) İstanbul’da yaptığı veda konuşmasında geldi. Moore, MI6’in HTŞ ile “bir-iki yıl önce ilişki kurduğunu” söyledi. Moore, “Beşar'ı devirmelerinden bir veya iki yıl önce HTŞ ile ilişki kurarak, Birleşik Krallık hükümetinin ülkeye haftalar içinde dönüşü için bir yol açtık” diye konuştu.
James JeffreyMI6 STK’sı ve Suriye misyonu
İdlib’deki faaliyetler İngiliz STK’sı olarak geçen Inter Mediate ile ilişkilendiriliyor. MI6’in de faaliyetlerinde uluslararası yardım kuruluşlarını -charity organisations- farklı misyonlarla donatarak kullandığı biliniyor.
Inter Mediate, tam da 2011 yılında, eski İngiltere Başbakanı Tony Blair’in başdanışmanı Jonathon Powell ve Yemen gibi sıcak çatışma bölgelerinde görev üslenen BM bürokratı Martin Griffiths tarafından kuruluyor. Powell 2024’te Keir Starmer’ın ulusal güvenlik ekibine entegre olurken örgütle bağını kesiyor.
Örgüt, “karmaşık ve tehlikeli silahlı çatışmalarda gizli diyalog ve arabuluculuk” misyonuyla kendini tarif ediyor. Amaç olarak da “çatışma tarafları arasında anlamlı diyalog başlatma, müzakere kolaylaştırma ve sürdürülebilir barışa katkı sağlama”yı benimsiyor. “Gizlilik, tarafsızlık ve esneklik” ilkeleriyle çalışıyor ve doğal olarak resmi diplomasinin dışındaki alanlarda iş görüyor.
Çalıştığı alanlar arasında, Kolombiya, Burma, Mozambik, Bask bölgesi, Libya, Afganistan ve daha onlarca çatışma coğrafyası var. İngiltere Dışişleri Bakanlığı’ndan 2011-2020 arasında dört milyondan fazla paund ödeme aldığı biliniyor.
Suriye’de HTŞ lideri Colani’yle 2023’ten beri çalışıyor. Colani’nin “siyasi dönüşümünü” destekliyor ve örgütü meşrulaştırma hedefi güdüyor. ABD’nin eski Şam Büyükelçisi Robert Ford’un da katıldığı toplantılar düzenlediği, Ford’un açıklamalarıyla netlik kazanmış oldu. Örgüt, bu konuda resmi bir açıklama yapmadı.
Bu senaryoda WINEP olmadan olmaz
Aaron Y. Zelin isimli “araştırmacı” kişiye geliyoruz. Washington Institute for Near East Policy (WINEP) olarak bilinen Washington merkezli İsrail yanlısı düşünce kuruluşunda Gloria and Ken Levy Senior Fellow olarak görev yapan (bağışçılarının ismiyle anılıyor araştırmacılar) ve (Yahudi) ismi ve kariyeri dışında hakkında özel-kişisel bilgiye ulaşmanın mümkün olmadığı Zelin, uluslararası cihatçı çetelerle ilgili çalışmalarıyla tanınıyor. WINEP’ten bağımsız olduğunu özellikle vurguladığı bir başka internet sitesini yönetiyor: Jihadoloji.
Zelin burada özellikle 11 Eylül sonrası Batı emperyalizminin kendine yarattığı “düşman” olan “radikal islamcı” örgütlerle ilgili bilgiler yayımlıyor.
Bu sitede 2012’de Nusra Cephesi’nin ilanından itibaren HTŞ’nin gerçekleştirdiği etkinlikler kayıt altına alınmış durumda. Bu sitede Esad’ın düşüşü öncesinde de örgütün İdlib’deki faaliyetlerin tüm kayıtları yer alıyordu. Yani Ford’un “itirafları” öncesinde de İdlib’de neler olduğuna dair bir fikir edinmek mümkündü. Siteye Aralık 2025 öncesindeki tarihlerde baktığınızda “burada tuhaf bir prova yapılıyor ama biraz sürreel bir ortam. Belki de bu islamcı paralı askerleri izole bir dünyada böyle oyalıyorlar” diye düşünebilirdiniz. Medya açıklamaları, çeşitli ziyaretler, kimi idari açıklamalar... çok çeşitli yönetsel aktivitelerin görüntüleri burada bulunuyor.
Tabii Ford’un yaptığı açıklama sonrasında tüm bu kayıtlar daha net bir anlam ifade eder hale geldi. Zelin etkinlikleri kayıt altına alırken, “burada İngiliz ve Türk istihbaratı bir ‘geçiş provası’ eğitimi yapıyor” bilgisini vermiyordu ancak bugün parçaları birleştirince tablo netlik kazanıyor.
Koç Holding yönetim kurulu üyesi Önhon’un stratejik danışmanlık ve uluslararası ilişkiler alanındaki uzmanlığı böyle bir ağdan besleniyor. Ama herhalde bu devirde de böyle “uzmanlıklar” gerekiyor. Artık turizm bağlamında mı, başka bağlamda mı..
/././
Uyuşturucu operasyonunda yeni dalga: Veyis Ateş ve Ali Baran Süzer dahil çok sayıda kişi gözaltına alındı
Ünlü isimlere yönelik uyuşturucu soruşturması genişliyor. Rapçi Ege Karataşlı, Miss Türkiye 2016 güzeli Buse İskenderoğlu, eski Habertürk Genel Müdürü Veyis Ateş, fenomen Taner Çağlı, Süzer Holding Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Ali Baran Süzer ve ‘The Bacım’ lakaplı fenomen, uyuşturucu operasyonu kapsamında gözaltına alındı.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Kaçakçılık, Narkotik ve Ekonomik Suçlar Soruşturma Bürosunca "uyuşturucu madde imal ve ticareti", "uyuşturucu veya uyarıcı madde kullanılmasını kolaylaştırmak için özel yer, donanım veya malzeme sağlayan ve kullananların yakalanmalarını zorlaştıracak önlemler alma", "kullanmak için uyuşturucu veya uyarıcı madde satın almak, kabul etme veya bulundurma" ile "uyuşturucu veya uyarıcı madde kullanma", "fuhşa teşvik ve aracılık etme" suçlarına yönelik yürütülen soruşturma sürüyor.
İstanbul ve Muğla'da düzenlenen eş zamanlı operasyonda 17 şüpheli gözaltına alındı.
Ünlü işletmeci gözaltında
Aynı soruşturma kapsamında savcılık talimatıyla İstanbul'da "Amaya", "Bebek Oteli", "Kastel Elektromüzik", "Suma Han" ve "Taksim Club IQ" isimli mekanlara düzenlenen operasyonda 3 şüpheli daha gözaltına alındı.
Yeni Şafak muhabiri Burak Doğan’ın aktardığına göre, Suma Han adlı gece kulübünün sahibi Cengiz Can Atasoy da gözaltına alınanlar arasında bulunuyor.
DHA’da yayımlanan basın görüntülerinden birinin de Suma Han adlı gece kulübünden geçiş yapılarak ulaşılan bir ev olduğu iddia edildi.
20 kişi hakkında gözaltı kararı
Soruşturmada bu suçlara karıştıkları tespit edilen aralarında Habertürk eski yöneticisi ve sunucu Veyis Ateş ve sosyal medya fenomeni Taner Çağlı'nın da bulunduğu 20 şüpheli hakkında gözaltı kararı verildi. Şüphelilerden 5'inin yurt dışında olduğu belirlendi.
15 zanlının yakalanması için dün İstanbul ve Muğla'da düzenlenen eş zamanlı operasyonlarda Ateş ile Çağlı'nın da arasında bulunduğu 14 şüpheli gözaltına alındı. Firari 1 şüpheliyi ise yakalama çalışmaları devam ediyor.
Veyis Ateş’in evinde gözaltına alındığı, Taner Çağlı’nın ise Viyana’ya gitmek üzereyken havalimanında yakalandığı öğrenildi.
Hürriyet'ten Musa Kesler'in haberine göre, Miss Turkey 2016 güzeli Buse İskenderoğlu, Rapçi Ege Karataşlı gözaltına alındı.
Sabah'tan Dilek Yaman'ın aktardığına göre, ‘The Bacım’ lakaplı 2.5 milyon takipçisi bulunan sosyal medya fenomeni gözaltına alındı.
Sözcü'de yer alan haberde ise Süzer Holding Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Ali Baran Süzer'in de gözaltına alınan isimler arasında olduğu belirtildi.
Öte yandan, uyuşturucu soruşturması kapsamında hakkında yakalama kararı bulunan Şevval Şahin’in, Buse İskenderoğlu’nun yakın arkadaşı olduğu belirtildi.
Şahin, konuyla ilgili geçtiğimiz hafta yaptığı açıklamada, "'Hafta başında annemin ev taşıma işleri ve ailevi meseleler için büyüdüğüm ülkeye İngiltere'ye gelmiştim. Hakkımda çıkan haberleri yeni görüyorum. Buradaki işlerimi tamamlayarak ülkeme dönüp gerekli açıklamaları ve girişimleri yapmayı amaçlıyorum." demişti. Şahin, henüz Türkiye'ye dönüş yapmadı.
Ne olmuştu?
8 Ekim'de ünlülere yönelik bir uyuşturucu operasyonu daha düzenlenmişti. İstanbul İl Jandarma Komutanlığı ekiplerince gerçekleştirilen operasyon kapsamında; aralarında pek çok oyuncunun, fenomen ve şarkıcının bulunduğu 19 kişi, ifadeleri ve kan örnekleri alınmak üzere İl Jandarma Komutanlığı’na götürülmüştü. Haklarında gözaltı kararı olmadığı belirtilen ünlüler ifade ve kan verme işlemlerinin ardından serbest bırakılmıştı.
Bu soruşturma spikerlere uzanmış, 8 Aralık'ta televizyon spikerleri Ela Rümeysa Cebeci, Hande Sarıoğlu ve Meltem Acet, "uyuşturucu veya uyarıcı madde kullanma" suçlamasıyla gözaltına alınmıştı. Spikerler ifade ve kan örneği verdikten sonra serbest bırakılmıştı. Test sonuçları pozitif çıkan Cebeci, dün (17 Aralık) tutuklanmıştı.
Habertürk TV Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Akif Ersoy, Mustafa Manaz, Ufuk Tetik ve Ebru Gülan tutuklanmıştı.
Mehmet Akif Ersoy'un da tutuklandığı uyuşturucu soruşturması kapsamında Münevver Karabulut'un katili Cem Garipoğlu'nun kuzeni Kasım Garipoğlu, Fatih Garipoğlu ve Burak Ateş hakkında yakalama emri çıkartılmıştı.
Şeyma Subaşı, Şevval Şahin, Mert Vidinli gibi isimler hakkında yakalama kararı sürüyor, yurt dışında oldukları için haklarında henüz bir işlem yapılmadı.
19 Aralık Cumartesi günü hakkında arama kararı çıkarılan ve şüpheli sıfatıyla ifadeye çağırılanlardan biri de Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı Sadettin Saran, o sırada Fenerbahçe Beko’nun maçı ve transfer görüşmeleri nedeniyle İtalya’da bulunuyordu. Hakkındaki kararı öğrenince özel uçakla Türkiye’ye dönen Saran, 20 Aralık Pazar günü Adli Tıp’ta numune vermiş ve savcılık ifadesinin ardından yurt dışı yasağı konularak serbest bırakılmıştı. Ancak son aşamada uyuşturucu testinden biri pozitif çıkan Saran, kulüpteki başkanlık makamından gözaltına alınmış, bir kez daha adli kontrol ve imza şartıyla serbest bırakıldı.
Öte yandan Mehmet Akif Ersoy’un tutuklanmasının ardından, soruşturma kapsamında ifade veren gizli tanıklar, Etiler’de bulunan Kütüphane adlı gece kulübünde uyuşturucu kullanıldığını öne sürmüştü. İfadelerin ardından narkotik ekipleri, Umut Evirgen’in eski sahibi olduğu Kütüphane’ye narkotik köpekleriyle birlikte baskın düzenlemişti.
Evirgen de gözaltına alınan kişilerdendi. soL’da 'Set Kemal' lakaplı babası Kemal Evirgen'den Mehmet Ağar ve Fatih Terim'e uzanan ilişkiler ağı; faili meçhullerden MİT raporlarına yansıyan 'dokunulmazlık' zırhını yeniden gündeme getirmiştik.
Çürük elma değil, çürük sepet -Berkay Kemal Önoğlu-
Kapitalizmin içine düştüğü bu lağım çukurundan çıkışı mevcut aktörlerin ve mekanizmaların ıslah edilmesiyle mümkün olabilir mi göreceğiz? Göreceğiz ama izlemeyeceğiz…
Türkiye’de yasadışı bahis sektörü, uyuşturucu ticareti ve paralelinde gelişen kara para aklama pratikleri, artık adliye haberlerinin konusu sayılan "marjinal suç alanları" olarak görülemeyecek denli büyüdü, derinleşti ve sıradanlaştı. Bugün karşı karşıya olduğumuz tablo sistemin dışında kalan 3-5 çetenin münferit hikâyesi değil; kayıt dışı ekonominin sermaye birikim süreçleriyle etle tırnak gibi kaynaştığı, yasal olanla olmayanın sınırlarının silikleştiği bir sistem sorunununa işaret ediyor. Bu nedenle mesele bir bütün olarak Türkiye kapitalizminin temel dayanaklarını ilgilendiren yapısal bir çürüme olarak okunmalı.
Bu yapının en somut ve devasa ayağını oluşturan yasadışı bahis sektörü ulaştığı hacimle kayıt dışı ekonominin motoru haline geldi. MASAK’ın güncel verilerine göre bu sektördeki yıllık işlem hacminin 50 milyar dolar seviyesini aştığı ve sadece 2023 yılında en az 280 bin banka hesabının bu trafiğe aracılık ettiği görülüyor. Kripto varlıklar ve kiralık hesaplar üzerinden dolaşıma sokulan bu devasa paralar çoğunlukla inşaat, turizm ve hizmet sektörlerinde "aklanarak" “yasal” ekonominin ihtiyaç duyduğu sıcak paraya dönüştürülüyor. Dolayısıyla işsizlik ve borç batağındaki yüz binlerce insanı hedef alan yasa dışı bahis, kayıt dışı sermaye birikimini finanse eden dev bir istihdam alanı olarak sürekli teşvik edilmeye ve büyümeye devam ediyor.
Son yıllarda benzer bir genişleme Türkiye’nin jeopolitik konumu itibariyle merkezinde durduğu uyuşturucu piyasasında da rahatlıkla gözlemlenebilir. Türkiye uzun süredir eroin rotası üzerindeyken, son yıllarda kokain ve sentetik uyuşturucu ticaretinde de küresel bir merkeze dönüştü. Örneğin Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç Ofisi raporları Türkiye'de yakalanan kokain miktarının son yedi yılda yedi kat artış gösterdiğini ve Emniyet’in verileri metamfetamin yakalamalarındaki artışın yüzde 100'leri aştığını açıkça gözler önüne seriyor. Bu piyasa için yakalanan miktarın her zaman asıl trafiğin çok küçük bir kısmını oluşturduğu genel kabulünü gözden kaçırmayalım. Bu durumda milyarlarca dolarlık uyuşturucu parasının da bahis gelirleriyle benzer kanallardan sisteme girip “temizlendiği” gerçeği bir kez daha suratımıza çarpıyor.
Peki nedir o kanallar? Türkiye nasıl devasa bir çamaşır makinesine dönüşüverdi?
Tüm bu yasadışı faaliyetleri birbirine ve Türkiye kapitalizminin merkezine taşıyan ana damarı yani kara para aklama mekanizmalarını konuşmamak olmaz. Türkiye’nin kronikleşen döviz ihtiyacı ve sıcak para bağımlılığı daima kaynağı belirsiz paraların ülkeye girişini teşvik eden bir zemin yaratageldi. Son 15 yılda ondan fazla kez çıkarılan "Varlık Barışı" yasaları, yurt dışından getirilen paranın kaynağının sorulmayacağının taahhüt edilmesi, Türkiye’nin uluslararası finansal izleme raporlarında şu meşhur “gri liste”ye alınmasının temel nedenlerinden biri oldu. Gayrimenkul alımları, aniden büyüyen paravan şirketler ve lüks tüketimdeki patlama ise bu kirli paranın aklanma sürecinin vitrinini oluşturuyor.
Devlet bu zamana kadar burnunun dibinde dönen bu devasa çarkı görmemişti de şimdi görür görmez temizlemeye mi koyuldu yoksa bu bataklığın bir iç hesaplaşmasını ve ince ayarını mı izliyoruz?
Gelinen aşamada siyasetin ve devlet bürokrasisinin ülkedeki kirli para trafiğinden bağımsız olduğunu iddia etmek herhalde saflıktan öte, gerçeği bilinçli bir şekilde karartmak anlamına gelecektir. Siyasetin finansmanından, siyasetçilerin açıklanamayacak servetlerine, yerel yönetimlerin ihale paylaşımlarına varıncaya kadar her başlıkta kamu gücü, suç ekonomisini tasfiye etmek için değil, bu ekonominin sürdürülebilirliğini sağlamak ve ondan pay almak için seferber ediliyor.
Suç ekonomisi derken, tekrar altını çizeyim, sermaye düzeninin bütününü kast ediyorum. Tepeden tırnağa herkesin bal tutup parmak yalama peşinde olduğu, ucuz yoldan köşe dönmenin, vurgun yapmanın, hırsızlık ve namussuzluğun normalleştiği iğrenç bir düzenin tepesindekilerden söz ediyoruz. Operasyonel başarı olarak sunulan her baskın, aslında sistemin merkezindeki devasa uru gizleyen kozmetik müdahalelerden ibaret. Devletin bizzat kendi koyduğu yasalarla “kirli” paranın önünü açmış olması, siyasi iradenin suçun ortağı haline geldiğini açıkça tescil etmiyor mu?
Bu tablonun toplum üzerindeki maliyeti ise her zaman söylediğimiz gibi paha biçilemez düzeyde. Vurgun düzeni palazlandıkça alın teriyle geçinmeye çalışan emekçi iyice gözden düşüyor. Kamusal hizmetler şirket kârlarına kurban ediliyor. Toplumsal doku "kısa yoldan zenginleşme" illüzyonuyla çürümeye terk ediliyor. Milyonlarca yoksul umudu bahis sitelerinde, geleceği sentetik uyuşturucu tezgahlarında arayadursun. Şatafatlı yaşantıları, “prezantabl” görünümleriyle asıl suç baronları sistemin "saygın" paydaşları olmaya devam ediyor. Toplumun yalnızca cebinden çaldığı parayı değil, adalete olan inancını ve bir arada yaşama iradesini de yok etmeye kalkan bir düzenle karşı karşıyayız.
Nihayetinde Türkiye sadece bir ekonomik krizin değil, bütünüyle bir sistem çöküşünün eşiğinde.
Kapitalizmin içine düştüğü bu lağım çukurundan çıkışı mevcut aktörlerin ve mekanizmaların ıslah edilmesiyle mümkün olabilir mi göreceğiz?
Göreceğiz ama izlemeyeceğiz…
Ya bu kirli düzen toplumu tamamen yutacak ya da toplum bu düzeni yıkacak, kendi küllerinden temiz bir geleceği, bir emekçi cumhuriyetini inşa edecek. Bunun için mücadele ediyoruz.
/././
365 gün umut ve azim için…-Asaf Güven Aksel-
Eskiden, "zengin"lerin gastritindeki ve "hasret kaldıkları"ndaki eşitliğimize hatta üstünlüğümüze bakar, şükrederdik. Hiç değilse, çorbamız kaynıyordu ve höpürdeterek içiyorduk. Parayla olmuyordu her şey, onların da ne dertleri vardı "Açın mezarı yok" diye öğretilmişti bize.
Geçen sabah uyandığımda, kendimi Kovalyov’un federe burnuyla, Samsa’nın dönüştüğü ifrazatlı böceğin bileşimi olarak bulduğumdan ve bütün “dik dur, devrilme!” telkinlerimin beyhudeliğini anladığımdan, çok kısa tutacağım bu yazıyı (alkışlar, sürekli alkışlar)…
Eskiden, bizim gibi dar gelirli ailelerin, kelimenin tam sözlük anlamıyla “züğürt tesellisi” denilen türden şükür gerekçeleri arasında, “zengin”lerin mağduriyetleri de olurdu. Vehbi Koç mesela, bak o kadar parası vardı, ama, midesi hastaydı, sürk peynirine hasretti. Sabancı ailesi, onca serveti içinde, fiziksel ve zihinsel engellerle boğuşan fertlere sahipti. Yaaa, parayla olmuyordu her şey, onların da ne dertleri vardı, yiyemiyorlardı ki paralarını öyle ferah feza. Şarkılar bile bunu söylüyordu… Halbuki biz…
“Zengin”lerin gastritindeki ve “hasret kaldıkları”ndaki eşitliğimize bakar, şükrederdik. Hiç değilse, çorbamız kaynıyordu ve höpürdeterek içiyorduk. “Açın mezarı yok” diye öğretilmişti bize. Bizim yoksulluğumuz, bizim hastalanmalarımız, bizim ölmelerimiz, fıtrattan, kaderden, kafasızlıktandı, Cenab-ı Hak revasıydı… “Zengin”lerin dertleri ise vergi gibi bedeldi… Onlar üç kuruş için birbirlerinin gözünü oyardı, halbuki bizler sevgi yumağıydık. Azıcık aş, kaygısız baş…
Geçenlerde, Ali Sabancı, bir başka eşitlik çıtası koydu toplumun önüne. 41 milyar lirası vardı, (40’a yuvarlamadan), takriben 9 milyar doları yönetiyordu (10’a yuvarlamadan) ve geçinemiyordu. Milyonlarca insan gibi biriydi yani. Geçinememekte eşittik.
TÜİK’e göre, yüzde 20'lik zengin grubun toplam gelirden aldığı pay, 2025'te bir önceki yıla göre 0,1 puan azalarak yüzde 48’e “düşmüş”tü. Bu payı “fakirler” çalmıştı! Sabancılar’ın Ali, darlanmıştı bizim yüzümüzden.
Enflasyondu, faizdi, büyümeydi, Japonya’da suşi yerine kebap yiyenlerdi, adamın derdi çoktu. Biz öyle miydik ya?
Eskiden “var da yiyemiyorlar” diye onlara üzülür, yok halimize şükrederdik, şimdi “bak onlar da geçinemiyorlar” diye teselli bulacağız. Kıvançta değilse de tasada birlik!
Herifin birinin, bileğinde “3+1 daire” diye kodlanan fiyatta bir saatle oturduğu masada, emekçilere “açlığa bile yetmeyen ücret” belirlenirken, Sabancı’nın yuvarlanmayan milyar dolarlık küsurlarına karşı, bizde “artııı 75 lira” ya da iki simit vurgulanırken, eşittik geçinememekte.
E, “büyük başın derdi de büyük olur”du ya hani, adamın istediği düzey nedir aklımız eremezdi ki, sıkıntısını anlayalım. Bizim ufkumuz, Yılmaz Güney’in tanımladığı kadardı: Soba, pencere camı, iki ekmek…
Yani, hep şükür, hep tahammül düşerdi payımıza, hep teselli ve “zengin”e vah vah… Ama inanır mısınız, bunun bile adabı vardı. Hulusi Kentmen’de cisimleşmiş patron tipi boşuna girmemişti kordelalara. Türedi zengin ya da ezelden sermaye bu kadar fütursuz, alaycı, göze sokucu davranamaz, gelecek “destuur”dan çekinirdi. Kınanırdı varlıkla övünmek.
Televizyondaki sosis reklamı “alamayan var” tepkisiyle geri çekilirdi mesela. Şimdi, mücevher, villa, otel, tatil reklamlarında oluk oluk akan pespaye görmemişlik, böyle şeyleri dert etmiyor. Çünkü günümüzün kaale alınır kesimi değil “alamayan”lar; onlar, zenginlerin, ağaların beylerin konaklı villalı dizilerinde, dertleriyle dertlenebilir, araya fakir kız da girmesiyle avunabilir. Olmazsa, sokak çetelerinin “delikanlı mafya”nın kötüleri dize getireceği düşüne kapılan çocuklarını kapkaranlık bir dünyaya salabilir. Reklamlar onların zaten imkânsız tüketimi için değildir, özenip sınıf atlama yolu araması içindir.
Çok fena gribim, berbat grip, kusuruna bakmayın bu yazının. Yine eskiden, “paçavra” gribi derdik, cuk da otururdu halimize. Şimdi bilimsel adları, varyant kodları var ezberimizde, geliştik.
Geliştik desek de, “soğan kabuğu kâküllü” şehzade, “babadan oğula taht” zamanının kültürünü yeniden inşa etmek, şöyle yayılıp rahat oturtacak, havadar şalvara dönmek, Batı kompleksinden kurtulmak, gençlerin memuriyet değil, nüfuz alanları kovalaması gereği temalı filan yön gösterdi sağ olsun. O geriletici aydın sınıfın tasfiye edildiğini çok şükür, şimdi yine millî ve yerli yeni aydın tabaka oluşacağını müjdeledi!
Bu “paçavra gribi” berbat bir şey. Bilâl Oğlan’ın tepeden tırnağa sıvandığı zırvasına değinecek mecal de, sabır da bırakmıyor, zaten Kovalyov JR nefes alamazken. Ama, genetikçilere, “babadan oğula tevarüs” ne demekmiş, gösteriyor. Aile şirketlerinin mi desek, siyasal iktidarlarının mı doğurduğu, beslediği, büyüttüğü melanetleri sayıp döküp, sonra bunların devasını da kendilerinde gösteriyorlar maharetle.
O melanetlerden biri de, sporda şike, doping, bahismiş. Batı sporlarında tabii! Hep o hain aydınların ve hatta “iki sarhoş eliyle kurulan” düzenin bizi “özümüzden” uzaklaştırmasının suçu! Kuponlara cirit, okçuluk, yağlı güreş eklesek, millî ve yerli hale döner mi iddia diye düşünürken, piyangolarda, bahislerde kımız dışı zararlı maddelerde “ailenin payı” nedir derken, iki mendil arası, karşı apartmanda çam ağacı ışıkları yandı. Aha “jingle bell”…
Futbolda bahis, şike, kara para aklama vesaire gündemiyle geçti 2025’in son demleri… Her zamanki gibi, yine söyleyip gösterecek çok şey var, ama bu önemli konuyu uzun yıllardır somut takipte olduğumuzu belirtmekle yetinip, bu mecrada üzmeyelim kimseyi “taraftarlığımız”la. Bataktan uzakta, es geçelim konuyu bu yazılık.
Yargı Paketi’ni, Pandora’nın kutusu gibi, bir çamın dibine koyup bir açtılar, ışıl ışıl kadın, çocuk, işçi cinayetleri, tacizler, istismarlar uçuştu. “jingle bell…”
Çamın dibi deyince, milliyetçi-mukaddesatçılar olanca alıklıklarıyla sokak ortasında şişme plastiklerini bıçaklayalıberi, Noel Baba efsanesine ilişmez oldum, hatta, çocuk düşleri süslemesinde sakınca bulmayıp, “kara gerçekçi” vaazlar vermedim. Ama, ışıklı, yaldızlı, pamuklu, köpüklü cayırtılardan, artık “tüketim çılgınlığı” riski kalmasa da, oldum olası hiç hoşlanmadığımı söylemeliyim. Anlamlı ya da anlamsız, insanların bir araya gelme, bir süreliğine dertleri umutla örtme, oyalanma geleneklerine laf edecek, şapşalca yasaklarla, günahlarla, saldırılarla buluşacak değilim hoş. Tersine, sofrada yerimi alacağım.
Ama gönül, şu garip gezegen, insanların olanca yok etme çabasına hâlâ direnip bir başka gezegenin etrafında dolaştı diye, hiçbir katkımızın olmadığı bir doğa döngüsünü kutlamaya, kadeh kaldırıp çınlatmaya değer bir şeyler armağan ederek girmek ister. Bu sefer olmazsa, 365 gün sonra…
Biz, “zengin”lerin alaylı yakınmalarını, sırtımızdan kazandıklarını boğazlarına dizerek susturacağımız; işçinin söz hakkı olmayan masada, bileğinde emeklilerin toplam ücretiyle sadaka belirleyemeyeceği; Bilâl Oğlan’ın, Cumhuriyet ve sonrası aydın - sanatçı kuşağımıza dil uzatma cüretini bulamayacağı; futbolun Metin Kurt’un arsasına, Lefter’in 5 Eylül’üne, Baba Hakkı’nın köşe gönderine döneceği ve yeniden seveceğimiz gün olarak kutlayalım 365 takvim yaprağı sonrasını.
Bunun için de, her gün her saat, emekçilerin örgütlü güce dönüşerek sahneye çıkması için çalışacağımız bir yıl olsun 2026. Bu umutla, bu azimle, hepinize iyi yıllar!
/././
Yıl Sonu Andacı, Yılbaşı Telaşı -Ayşe Şule Süzük-
Düne bakacağız ancak oradaki seni azarlayıp durmak olmaz. İnsan değişir, insan gelişir, olgunlaşır; insana dair umulan bu en azından.
Bazı sözcükler dilimize tam yerleşmez, örneğin ajanda der geçeriz ancak “andaç” çok daha derinlikli, çok anlamlı aslında çağrışım açısından da benim derdime tam olarak derman olacak nitelikte bir sözcük. Andacın; ajanda, hatıra, yıllık ve bir yerde geçirilen süreyi anımsamak için düzenlenen fotoğraflı kitapçık anlamları bulunuyor. Tam da bu istediğim, birkaç anlamıyla dolu dolu, metaforlu bir kullanım çünkü yeni bir yıla minik bir adımla atlarken bir bakıma ileri, yüksek bir sıçramayı hayal ederiz. Umudu tüm karaçalılara karşın korumak, yarım kalmış işleri tamamlamak; düşleri ve geleceğe yönelik niyetleri gerçekleştirmek isteriz. İnsan, yeni başlangıçlara ihtiyaç duyar. Tazelenmektir bu. Bu evrendeki konukluğumuzu doldururken bir yandan da onu alabildiğine yaşamak isteriz. Elbette herkesin “yaşamak” kavramına yüklediği anlam farklıdır, kendine özgüdür, biriciktir ya da son derece sıradandır.
İnsanız ve toplumsal varlıklarız. Toplum içine doğar, toplumdan beslenir, toplum tarafından şekillenir, yapıp-etmelerimizle toplumu şekillendiririz. Diyalektik bir ilişkidir söz konusu olan. Böylece canlı, kıpır kıpır, etkileşimli (interaktif diyorlar), vermek/almak üzerine kurulu, beslemek-beslenmek eylemiyle destekli muhteşem olması gereken ve insana yaşıyor olmaktan kaynaklı ezginlik değil ağırlıklı olarak neşe veren geleceğe doğru bir yolculuk olmalıdır bu konukluk hâli.
Geriye dönüp bakılır elbet zaman zaman. “Ne yaptım?”, “Ne dedim?”, “Neleri/kimleri ardımda bıraktım?” gibi sorular eşlik eder bu bakışa. Düne bugünden, bugünün bilinci ve değerleriyle bakmaya retrospektif deniyormuş. Düne bakacağız ancak oradaki seni azarlayıp durmak olmaz. İnsan değişir, insan gelişir, olgunlaşır; insana dair umulan bu en azından. Dün, dünde kaldı. Bugünse yeni şeyler söylemek için bir eşik, bir fırsat, bir kapı. Elbette dünden öğrenilecek, belki dün de zaman zaman özlenecek ama bizler “şimdi”de yaşıyoruz. Bugünün koşullarında, bugünün bilgisini idrak ederek, bugünü anlamlandırmaya çalışarak.
Oldum olası sevinçleri bulup çıkarmada, iyimserliğimi ve umudumu korumada kendimi usta görürüm. Hep bardağın dolu tarafına bakmayı yeğlerim, hasetliği kendimde barındırmam, tamahkâr olduğumu düşünmem. Elimdeki ile yetinir, onu kıymetli bulur, sevinecek ille de bir şeyler bulurum. Gözüm başkasının tavuğunda değildir. Dizginsiz hırslarım yoktur, “İşte yaşıyoruz.” der geçerim. Geçmişimi bugüne kapı açan, yaşamam gerekmiş bir süreç olarak değerlendiririm. Huzurun anahtarının biraz da bu bakışla ilintili olduğunu düşünürüm.
Ancak huzurlu muyum bugün?
İşte, bundan pek emin değilim. İç dinginliğimi her ne kadar korumaya çalışsam da mizacımdan kaynaklı munisliğim yine de beni korumuyor, koruyamıyor bugünlerde. Peki, dedik ya yaşıyor olmaktan kaynaklı bezginlik değil sevinç duymalı, özellikle yeni bir yıla girerken en azından buna dair bir iyimserlik beslemeli insan diye…
Beslemeli elbette. Ama dediğimiz üzere insan toplumsal bir varlık. Dağ başında bir başımıza ilkel dönemlerdeki gibi yaşamadığımıza göre pek uzunca bir süredir bir düzen altında yaşıyoruz. Toz ve gaz bulutundan sınıflı topluma neredeyse astronomik zamana göre bir şimşek çakımı ilerlemişiz. Bakıyoruz Mavi Yuva’ya, 2025 itibariyle durumlar içler acısı. İnsanın insanı sömürdüğü düzen olan kapitalizm başlangıçtaki “ileri”liğini çoktan geride bırakmış, çürümeye ve çürütmeye sürdürülemez bir biçimde hunharca devam ediyor. Son noktayı bugün yaşıyoruz, tarihe bakıyoruz analojiler kuruyor ve geleceği öngörmeye çalışıyoruz ancak ortaya çıkan en azından benim için şimdilik, eldeki verilerle distopik bir gelecek.
Nereye gitti benim iyimserliğim? Nereye gitti benim umudum?
Başkaları adına utanıyorum sıklıkla diyeceğim bu aralar. Yanlış. Başka bir söz/deyim gerek çünkü başkaları adına utanmak öyle ya da böyle bir gönül bağı kurduklarınız için olur. Kendinizden bir parça bulduklarınız ya da bir bağlılık hissettikleriniz için geçerlidir bu duygu. Oysa ben alev alıyorum, çileden çıkıyorum, içimden ateş çıkıyor kimilerinin eylemleri ya da söylemleri karşısında. 2026’ya girerken tüy dikeni şu oldu: Ali Sabancı Beyefendiler “Yönettiğimiz 9 milyar dolarlık varlığın yüzde 50'si yurt dışında” dedikten sonra konuşmasının bir yerinde “Herkesin maddi emelleri var, benim de var. Ben geçinemiyorum. Arzu ettiğime kıyasla ben geçinemiyorum” diye eklemiş. Midemden kalkan bir şeyler, beni çileden çıkaran bir şeyler, hakikaten yüzümün o ekşimik buruşmasına neden olan bir şeyler… Heyhat, tarihe geçecek bir konuşma olabilir. İbret-i âlemlik bir densizlik olabilir.
Öte yandan bir sınıfı temsil etmesi, onu simgelemesi olarak bakılırsa hiç de şaşırtıcı değil elbette. Ama bir insan tekinin bu söylemi… Bilmem ki ne denir? Vay, vay, vay vay, vay vay. Sonuç olarak asgari ücretin 28 bin lira olarak açıklandığı günlerde yaşam bir şenlik olmalıdır, bunu hep birlikte yaşayalım, diyecek hâlleri yok egemenlerin. Aksine, milyon dolarlık servetleri ile karşımıza geçerek, siz bizim neler çektiğimizi biliyor musunuz? tiradını atmaya teşebbüs ediyorlar. Cüret ediyorlar. Söyleyecek tonla söz var. Bir bakıma her şey de söylendi. Anlayacak olanlara ancak söz söylenir. Gerisi boş.
Anısı güzel Doğan Görsev şöyle demiş “Bizler verebildikçe zenginleşenlerdeniz.” Değil mi ki “Aynılar aynı yerde, ayrılar ayrı yerde.” Umudu yitirmeden, insan olmanın dingin sevincini kaybetsek de zaman zaman, bulmaya gayret ederek; yalnız kalmayarak, asla yalnız yürümeyerek devam edelim. Tarafımız insanlığın büyük yürüyüşüdür, tarafımız bellidir ve şüphesiz ki güzel günler henüz yaşamadıklarımız olmalıdır. Şimdiden mutlu mutlu yıllar…
/././
Zamanın akışı ve izlenimcilik -Fide Lale Durak-
Doğa asla yerinde durmamakta, zamanla her şey değişmektedir. Monet’nin denediği şey ise bir nevi imkansızı yakalamaktır. Işık sürekli değiştiği için ince ayrıntıları yakalamanın zorluğu onu, hızlı ve kalın boya katmanlarıyla çalışmaya yönlendirir.
Claude Monet, 1872-73, İzlenim: Gün Doğumuİzlenimcilik ya da empresyonizm akımına adını veren resim, Monet’nin “İzlenim: Gün Doğumu” adlı çalışmasıdır. Resim ilk defa bağımsız bir sergide izleyenlerle buluştuğunda ön yargıyla karşılanmış ve hatta alaya alınmıştı. Eleştirmen Louis Leroy, resmi bitmemiş olarak değerlendirmiş ve resmin en fazla bir izlenim olabileceğini söylemişti. Böylece izlenim kelimesi, başta Monet olmak üzere 1874’teki sergiye katılan diğer sanatçılar tarafından da sahiplenilerek bir akımın adına dönüşür.
1874’teki bu önemli sergi, bir ressam grubu tarafından sınırlayıcı Salon sergilerinden ve akademiden bağımsız olarak eserlerini sergilemek üzere açılmıştı. İzlenimciler adından önce kendilerine kısaca Anonim Ressamlar, tam ve uzun haliyle Ressamlar, Heykeltıraşlar ve Gravürcüler Anonim Topluluğu demekteydiler. Bu toplulukta Pissarro’dan Renoir’a, Degas’dan Cézanne’a bir dönemin neredeyse tüm önemli sanatçıları bir aradadır. 1874’te açtıkları ilk sergi itibariyle modern sanata yön vermişler ve art arda 1876’da, 1877’de açtıkları sergilerle giderek eleştirmenlerden daha olumlu yorumlar almaya başlayarak kendilerini kabul ettirmişlerdir.
Monet, Renoir, Pissarro, Cezanne, Sisley ve diğerleri, hepsinin de amacı gerçeği betimlemenin yeni yöntemlerini bulmak ve Romantiklerin ya da Realistlerin kullandığı birçok geleneksel kuralı, özellikle ışık gölge kullanımını değiştirerek yeni bir dil oluşturmaktı. İzlenimcilik ile başlayan, giderek kendi üsluplarını oluşturan bu sanatçıların bazıları daha sonra öncüsü oldukları farklı bir akımla anılacaktı. Örneğin Cezanne Kübizme gidecek yolu açacak, Pissarro Puantilizm adını verdiği yeni bir akımın önemli ismi olacaktır. Monet ise izlenimciliğin zorlu yollarında çağdaşları için ilham olan eserler üretmeye devam eder.
Monet’nin, Le Havre limanının sisli bir görünümüne yer verdiği “İzlenim: Gündoğumu” resmi ile başlayan serüveni, en çok bilinen resimlerinden “Nilüferler” serisine ve Paris yakınlarındaki Giverny’de kurduğu, yaşamının son dönemini geçirdiği bahçesindeki çalışmalara kadar uzanacaktır. Tüm bunların hemen öncesinde, Monet’nin aklındaki resimde ışık kullanımı tartışmasında önemli bir kırılma noktası olan, Turner’ın resimlerini Londra’da görmesi vardır. Geçen haftalarda yine bu köşede ele aldığımız İngiliz ressam Turner’dan ve özellikle Thames Nehri üzerindeki sisleri betimleyen tablosundaki ışığı kullanma biçiminden çok etkilenir. Turner’in resimlerindeki farklılık, ele aldığı konudan ziyade ışığın ortaya çıkardığı renk paletini kullanma biçimidir. Turner’da gördüğü, kontrast ışık gölge yerine birbirine yakın tonların kullanımının yarattığı geçişkenlik, fırçanın hızlı, dışavurumcu tavrı, resmi daha hareketli ve hatta sanki zamanı yakalamış hissettirmesidir.
Böylece Monet, 1870’de patlak veren Fransa-Prusya Savaşında askere alınmamak için gittiği Londra’dan, izlenimciliğin önemli bir unsuru olan ışık kullanımıyla ilgili ceplerini doldurarak ülkesine geri döner. Bu sırada Fransa Prusya’ya yenilir ve III. Napolyon hükümeti düşer. Fransa’da Üçüncü Cumhuriyet, devrimcilerin bir yandan Fransa’yı işgal eden Prusya ordularıyla savaşıp bir yandan da Napolyon hükümetini alaşağı etmesiyle kurulur. Monet Fransa’ya döndüğünde Üçüncü Cumhuriyet’in Anayasası kabul edilmiştir bile.
Monet, 1871’de ülkesine döndüğünde, Paris’e yakın bir yerleşim yeri olan Argenteuil’e taşınır. Seine nehrini çeşitli görüş açılarından sayısız kez resmeder, sonunda bir tekne kiralayarak nehrin üzerinde hareket edebildiği bir atölye yaratır. Monet, ışığın nehir üzerindeki değişimlerini, ortaya çıkan renk oyunlarını yakından izleyebildiği yüzen atölyesinde gün boyu çalışır. Monet’nin bu çalışma disiplini çağdaşı ressam Manet’yi oldukça etkiler ve Monet’yi tekne atölyesinde eşiyle birlikte gösteren bir resim yaparak ilginç olan bu çalışma yöntemini belgeler.
Edouard Manet, 1874, Monet Tekne Atölyesinde, Neue Pinakothek-MünihMonet’nin ışığı ve zamanı yakalama takıntısını en iyi gösteren çalışmalarından biri de Katedral serisidir: Aşağıda dokuz tanesine yer verdiğimiz bu çalışmalardan toplam otuzdan fazla yapmıştır. Monet bu ve benzeri serilerinde izleyiciye, resme konu ettiği nesneden ziyade, ışığın o nesneyi belirli bir zaman ve mekânda algılayışımızı nasıl etkilediğini gösterir. Doğa asla yerinde durmamakta, zamanla her şey değişmektedir. Monet’nin denediği şey ise bir nevi imkansızı yakalamaktır. Işık sürekli değiştiği için ince ayrıntıları yakalamanın zorluğu onu, hızlı ve kalın boya katmanlarıyla çalışmaya yönlendirir. Ayrıca fırçası da hızlı olmalıdır ki, bu fırça vuruşları da izlenimcilik akımının ayırt edici özelliklerindendir. Monet, her ne kadar resimlerini açık havada bitirmeye çalışsa da bunu gerçekleştiremediği durumlarda zihnine kazıdığı imgelerden yola çıkarak atölyesinde tamamlar. Katedral serisini de 1892-93 yıllarında Normandiya’da Katedral’in karşısında çalışmış, ardından 1894’te atölyesinde yeniden elden geçirmiştir.
![]() |
![]() |
![]() |
| Monet, 1892-1894, Rouen Katedrali çalışmalarından örnekler |
İzlenimcilik, doğayı izlemekten, zamanın nesnede yarattığı farklılığı resmetmekten ve ışığın yarattığı algı oyunlarını yakalamaktan ortaya çıktı. Aslında gerçekliğin bir başka yorumuydu. Bu amacın ortaya çıkardığı biçim, yani renkler, fırça hareketleri, ışığın kullanımı başka amaçlar için de yöntem oldu. Örneğin Osmanlı döneminde Paris’e eğitime gönderilen Akademi mezunu genç sanatçıların en fazla etkilendikleri ve kendi sanatlarına mal ettikleri akım İzlenimcilik olmuştu. 1914 Kuşağı olarak adlandırılan bu ressamlar, izlenimciliğin yöntemiyle Anadolu’nun gerçeğinden yola çıkan konuları ele almış, Kurtuluş Savaşı’nda savaşı anlatmış, bir halkın ülkesini kurtarışını ve Cumhuriyet’i kuruşunu resmetmiştir.
Zamanın akışını en iyi hissettiğimiz Aralık’ın son günlerinde, yeni yıla girmeden önce geçmişi değerlendirme, geleceğe dair dileklerde bulunma adettendir. Konu itibariyle izlenimcilikten yola çıkarak hızlı akan yaşamlarımızda zamanı daha çok yakalayabildiğimiz, mümkünse yakaladığımız anları bir sanat eserine dönüştürebildiğimiz ve ışığın hepimize yol gösterdiği bir yıl olmasını dilerim.
/././
Sattılar, doymadılar: Soma'dan Tekirdağ'a yeni santraller ve limanlar satışa çıkarıldı
Hazine ve Maliye Bakanlığı Özelleştirme İdaresi Başkanlığı, Manisa, Çanakkale ve Tekirdağ’daki kritik enerji ve liman varlıklarını sermayeye devretmek için süreci başlattı. AKP'nin 22 yıllık özelleştirme bilançosuna Soma A Termik Santrali, Bozcaada RES ve Çeşmeli Liman Sahası da ekleniyor.
AKP iktidarı, Türkiye’nin kamusal birikimlerini sermayeye peşkeş çekmeye devam ediyor.
Resmi Gazete’de yayımlanan ilanlarla Manisa’daki Soma A Termik Santrali, Çanakkale’deki Bozcaada Rüzgar Enerji Santrali ve Tekirdağ Çeşmeli Liman Sahası resmen satışa çıkarıldı. Bu adım, 2002’den bu yana toplam tutarı 73,2 milyar dolara ulaşan özelleştirme furyasının son halkasını oluşturuyor.
Dönemin Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın hafızalara kazınan, "Ne banka bırakacağız ne fabrika ne işletme. Liman da bırakmayacağız, hepsini satacağız" sözleri, bugün Tekirdağ ve Manisa’da bir kez daha karşılık buluyor. Halkın ödediği vergilerle kurulan ve stratejik öneme sahip bu tesisler, "işletme hakkı devri" veya "satış" adı altında patronların kâr hanesine yazılmaya hazırlanıyor.
Yıllar sonra yeniden masada
Mülkiyeti Elektrik Üretim AŞ (EÜAŞ) adına kayıtlı olan Soma A Termik Santrali, taşınmazlarıyla birlikte bir bütün halinde satış yöntemiyle özelleştirilecek. Türkiye’nin enerji tarihindeki en eski ve simge tesislerinden biri olan Soma A, daha önce de özelleştirme kapsamına alınmak istenmişti. Ancak olası toplumsal tepkiler nedeniyle iktidar bu hamlesini ertelemek zorunda kalmıştı.
Şimdi ise AKP, 20 milyon liralık geçici teminat bedeliyle bu stratejik tesisi yeniden masaya sürüyor. Son teklif verme tarihi ise 10 Şubat 2026 olarak belirlendi.
Rüzgarı ve denizi de sermayeye bağladılar
Çanakkale’ye bağlı Bozcaada’da bulunan Rüzgar Enerji Santrali de "işletme hakkının verilmesi" yöntemiyle yağmadan payını alıyor. Şartname bedeli 100 bin lira olarak belirlenen bu tesis için patronlar 18 Şubat 2026’ya kadar teklif verebilecek. "Enerjide serbestleşme" adı altında kamu denetiminden çıkarılan her santral, halkın faturasına zam, patronun kasasınaysa garanti gelir olarak dönecek.
"Liman da bırakmayacağız" sözü bu kez Tekirdağ’da yankılanıyor. Türkiye Denizcilik İşletmelerine ait Çeşmeli Liman Sahası, tam 45 yıllığına özel sektöre devrediliyor. Şartname bedeli 150 bin, geçici teminatı ise 70 milyon lira olan bu devir süreci, kıyı şeritlerinin ve lojistik merkezlerin kamusal niteliğinin tasfiyesi anlamına geliyor. 25 Mart 2026 tarihinde sonuçlanacak ihale ile kıyılar yarım asra yakın bir süre sermayenin insafına terk edilecek.
Özelleştirmeler, sadece bir mülkiyet değişimi değil, aynı zamanda halkın cebinden sermayeye devasa bir kaynak aktarımı. Unakıtan’ın "Parayı veren düdüğü çalar" diyerek meşrulaştırmaya çalıştığı bu düzen, bugün enerji faturalarını ödeyemeyen milyonlar yaratmış durumda. "Kamu-Özel İşbirliği" projeleriyle birleşen bu satış dalgası, Türkiye’nin geleceğini ipotek altına alıyor.
***
Ucuzluk değil, zorunluluk: Açlık sınırına mahkum edilen halka pazar artıkları kaldı
Kasımpaşa Pazarı’nda akşam saatlerinde yoğunlaşan kalabalık ucuzluk değil, bir hayatta kalma mücadelesi veriyor. İnsanca beslenme hakkı ellerinden alınan yurttaşlar, çürük meyve ve sebzelerle hayatta kalmaya çalışıyor.
Açlık sınırının altındaki asgari ücret, günden güne eriyen emekli aylıkları yurttaşları semt pazarlarının artıklarına mahkum etti. İstanbul'un Kasımpaşa semtinde akşam pazarında tezgah döküntülerini toplayan işçi ve emekliler, hayatta kalma mücadelelerini anlattı.
Pek çok pazarda olduğu gibi Kasımpaşa’daki semt pazarında da akşam saatlerinde fiyatlar düşüyor.
ANKA'nın haberine göre, sebze-meyve tezgahlarında 25 liralık ürünlerin kalanları 5 liraya alınabiliyor, 200 liralık hamsinin fiyatı 150 liraya, 150 liralık istavritin fiyatı 100 liraya düşebiliyor. Bazı tezgahlardaysa kalan ürünler bedavaya veriliyor. Emeklisi de asgari ücretlisi de akşam pazarını tercih ediyor.
'Kızımdan harçlık aldım da geldim'
Fiyatların uygun olması nedeniyle akşam pazarına geldiğini söyleyen bir emekli vatandaş, “Kızıma gittim ta karşıya pazar parası almaya. Kızımdan harçlık parası aldım geldim. Onunla da her şeyi alamıyorum” dedi.
Fotoğraf: ANKAAsgari ücretle çalıştığını belirten bir vatandaş pazara akşam gelmesini, “Belki bütçemize katkı olur diye geliyoruz. 100 lira kalsa bile çocuklarımızın harçlığı olur” şeklinde açıklarken, 2026 yılı için belirlenen 28 bin 75 liralık asgari ücreti, ”Açlıktan ölelim yani...” ifadeleriyle değerlendirdi ve şöyle konuştu:
“Bir kişi olsan bile zor yeter. Simit, çay içeceksin, anca. En azından 30 bin yapsalardı bari. 75 lirası da var; bozdur bozdur harca. Alt kademe her zaman eziliyor. Üst kademe zirve yapıyor, alttakiler eziliyor. Söylemek istediğimiz çok şey var ama söyleyemiyoruz.”
'Geçinseydim bu portakalı seçmezdim'
Bir tezgahta kalan son portakallardan seçmeye çalışan bir vatandaş durumunu, “Geçinseydim bu portakalı seçmezdim” ifadeleriyle özetledi. Pazardan geriye kalanlar arasından meyve, sebze seçen bir vatandaş, "Ne yapalım, her şey pahalı, alamıyoruz” şeklinde konuştu.
68 yaşında olduğunu ve 18 bin lira emekli aylığı aldığını belirten bir vatandaş, "Bana asgari ücretten para vermiyor, çırak parası veriyor bana, ayıp ya. Beslenmem lazım, beslenemiyoruz. Hiçbirimiz beslenemiyoruz" dedi.
Bir başka yurttaş ise “Bu enflasyonu muhtemelen görmüyorlar. Zaten parası olan da görmez herhalde. Aşağı inip halka inmeleri lazım ama inmiyorlar işte. Biz de bunu çekmeyeceğiz. Zamanı geldiğinde her şey değişecek” ifadelerini kullandı.
Otel odalarında yaşayan emekliler anlattı: Aynı odada kalıyor, banyoyu ortak kullanıyoruz -
https://haber.sol.org.tr/haber/otel-odalarinda-yasayan-emekliler-anlatti-ayni-odada-kaliyor-banyoyu-ortak-kullaniyoruz***
Bir soru olarak değil, düzen eleştirisi olarak 'Öyle değil mi?'-İnci Gül-
Bu ülkede umudu soyut temennilerde değil, değiştirme iradesinde aramak gerekir. Yoksulluğun ve barınma krizinin kader olmadığı, aksine belirli politik ve ekonomik tercihlerle üretildiği artık görmezden gelemeyeceğimiz bir gerçekliktir. Çocuklara aktarmamız gereken de tam olarak budur: Mevcut koşulların değiştirilebilir olduğu ve eşitsizliklerin zorunlu değil tarihsel olduğudur.
Hafize Çınar GünerTansel Ünal
Gündelik yaşantımızda ne kadar çok kullanırız “öyle değil mi?” kalıbını öyle değil mi?
Hafize Çınar Güner’in yazdığı Nesin Yayınları'ndan çıkan, Tansel Ünal’ın paletiyle renklenen "Öyle değil mi?" isimli kitapta bu kalıbın sıklıkla tekrarlandığını görüyoruz. Yazarımız bu kalıbı soru olmaktan çıkararak, okuyan ya da dinleyenin hem vicdanına hem aklına yönelik bilinç uyandırma okları fırlatıyor.
Kitap, çocuk edebiyatının yalın diliyle evsizlere bakmaya çalışıyor.
Gece vakti çöp konteynırlarının yanında, zemheri soğuğunda bankamatiklerin içinde, havalar güzelken parklarda, caddelerde banklarda gördüğümüz, yanlarından öylece geçtiğimiz, hatta geçerken belki biraz tırstığımız, şehir içi otobüslerde yan yana denk gelmişsek bir iki adım ötelerine ilerlediklerimiz. Hayatın görünmezleri: Evsizler.
Konu zor.
Hep orada olan ama görülmeyen, hor görülen, gözümüzü kaçırdıklarımızın dünyasına odaklanmak çocuk kitabı yazarları için cesaret ister. Görünmeyenleri görünür kılmayı, alışılmış bakışları sorgulatmayı hedefleyen yazarın yaklaşımı ise şaşırtıcı derecede saf ve dürüst. Bu çaba, kuşkusuz kıymetli. Çünkü Türkiye’de evsizler yalnızca sokakta görmezden gelinmiyor; istatistiklerin de dışında tutuluyor. Türkiye’de evsizlik, resmî olarak neredeyse yok sayılan bir olgu. Devletin net, şeffaf ve kapsayıcı bir evsiz istatistiği yok. Var olan rakamlar ise gerçeğin yalnızca küçük ve “kabul edilebilir” bir kısmını gösteriyor. Resmî kayıtlara giren birkaç bin kişi, gerçekte on binlerce insanın yaşadığı barınma krizini perdelemekten başka bir işe yaramıyor.
İşte tam burada durup şunu sormak gerekiyor: Bir çocuğa “görmeyi” öğretmek yeterli mi? Ona bu kadar çok insanın neden sokakta yaşadığını ve aç bırakıldığını anlatmak zorunda değil miyiz?
"Öyle değil mi?" Evsizliği bireyin hikâyesi üzerinden anlatıyor. Ancak Türkiye’de evsizlik, bireysel bir hikayeden çok daha fazlası. Bu ülkede yoksulluk, her geçen gün derinleşen, kuşaktan kuşağa aktarılan sınıfsal bir şiddet biçimi olmanın ötesinde, pedagojik olarak normalleştirilen ve çocuklara “hayatın doğal bir gerçeği” olarak sunulan politik bir sonuç olarak karşımıza çıkıyor.
Oysa sokakta uyuyan insanlar yalnızca banklarda, alt geçitlerde, metruk binalarda değil;
– Arkadaşının evinde kalıp ertesi gün nereye gideceğini bilmeyenlerde,
– Kirasını ödeyemediği için eşyalarını depoya koyup günübirlik çözümlerle hayatta kalmaya çalışanlarda,
– Çocuklarını okula gönderirken “Bugün evden çıkarılır mıyız?” korkusuyla yaşayanlarda gizli.
Kira artışları, “piyasa koşulları” denilerek normalleştirildi. Ev, bir yaşam alanı olmaktan çıkarılıp yatırım aracına dönüştürüldü. Barınma hakkı, sermayenin kâr hırsına feda edildi. Devlet, sosyal konut üretmek yerine müteahhitleri korumayı seçti.
Yani işin aslı bu insanlar sadece ekonomik kriz kurbanı değil; aynı zamanda mevcut konut politikalarının başarısızlığının göstergesi. Buradan bakıldığında yoksulluğun sadece “az para” olmadığını, aynı zamanda barınma güvencesinin sistematik olarak yok edilmesi olduğunu da söylememiz gerek.
"Öyle değil mi?" çocuklara empati kurdurarak, görmezden gelinenleri işaret edip, alışkanlıklarımızı sorgulatarak önemli bir kapıyı aralıyor. Ama empati tek başına yeterli değil. Yeterli değil çünkü empati politik bağlama oturtulmadığında, yalnızca duygusal bir rahatlama sağlar. Çocuk üzülür, acır, sonra da hayat devam eder. Tıpkı bizim yaptığımız gibi.
Bugün Türkiye’de bu soru artık daha sert, daha politik, daha kolektif bir yanıtı hak ediyor: ÖYLE DEĞİL! Görmek yetmez. Üzülmek yetmez. Anlamak yetmez. Bu düzeni değiştirmeden hiçbir çocuk kitabı, hiçbir iyi niyetli hikâye, sokakta üşüyen tek bir insanı kurtaramaz.
Biz yetişkinler çocuklara şunu söylemek zorundayız:
– İnsanlar sokakta yaşamayı seçmez.
– Yoksulluk tembellikten değil, eşitsizlikten doğar.
– Barınma bir lütuf değil, haktır.
– Bu düzen değiştirilebilir.
Pedagoji, yalnızca “iyi hissettirmek” değil; dünyayı dönüştürebilecek sorular sormayı öğretmek zorundadır. Çocuk edebiyatı da bundan asla muaf değildir.
Yeni yıla girmemize az kaldı.
Bu ülkede umudu soyut temennilerde değil, değiştirme iradesinde aramak gerekir. Yoksulluğun ve barınma krizinin kader olmadığı, aksine belirli politik ve ekonomik tercihlerle üretildiği artık görmezden gelemeyeceğimiz bir gerçekliktir. Bu nedenle umut, düzenin sınırları içinde teselli bulmak değil; o sınırların aşılabileceğini bilmekten doğar. Çocuklara aktarmamız gereken de tam olarak budur: Mevcut koşulların değiştirilebilir olduğu ve eşitsizliklerin zorunlu değil tarihsel olduğudur. Yeni yıl, barınmanın bir hak olarak savunulduğu, yoksulluğun normalleştirilmediği ve pedagojinin vicdanı yatıştıran değil bilinci keskinleştiren bir araç haline geldiği bir yıl olmak zorundadır.
Yeni yıl bizler için ancak böyle kutlu olabilir öyle değil mi?
***
soL













Hiç yorum yok:
Yorum Gönder