Çiğdem Toker: 'Yap-İşlet-Devret', politik bir simbiyoz yarattı, risklerin çoğu özel sektörde değil devlette kalıyor -Ebru D. Dedeoğlu /T24-

"Devletin ticari sırrı olmaz. Vatandaşın her şeye erişme, her şeyi bilme hakkı vardır. Ancak yıllar içinde ciddi bir kafa karışıklığı yaratıldı. Devletin, devlet olmasından kaynaklanan bazı sırları olduğu fikri hepimizin aşina olduğu bir şey. Ama bu sözleşmeler sanki o türden bir sırmış gibi sunuldu. Zamanla bu yaklaşım, hukuki olarak da doğruymuş gibi empoze edildi. Oysa hukuken doğru değil. Devletin ticari sırrı olamaz"

ebru dedeoğlu 28 aralık haftalıkÇiğdem Toker (Fotoğraf: Sercan Meriç)

Uzun yıllardır kamu ihaleleri, kamu-özel işbirliği projeleri ve bütçe politikaları üzerine çalışan gazeteci Çiğdem Toker’in Devletin Cebinden: Büyük Simbiyoz adlı kitabı, ihale sisteminin araçsallaştırılması yoluyla kamu kaynakları üzerinde kurulan yapıyı mercek altına alıyor. Tekin Yayınevi tarafından yayımlanan kitap, özellikle ulaştırma alanında kamu-özel işbirliği modeliyle hayata geçirilen otoyol, köprü, tünel ve havalimanı projelerine odaklanıyor.

Çalışma, yıllardır “ticari sır” gerekçesiyle TBMM’den ve kamusal denetimden uzak tutulan Yap-İşlet-Devret sözleşmelerini görünür kılmayı amaçlıyor. Otoyollar, köprüler ve havalimanları üzerinden; bütçede ilk bakışta görünmeyen uzun vadeli yükümlülükleri, döviz cinsinden verilen garantileri ve kamuoyundan saklanan sözleşme hükümlerini ayrıntılı biçimde inceliyor. Kitapta, bugüne kadar TBMM ve Sayıştay denetiminin büyük ölçüde dışında bırakılmış bazı Yap-İşlet-Devret sözleşmelerinin metinlerine de yer veriliyor.

Toker, polemikçi bir yaklaşımdan ziyade, gazeteciliğin temel ilkeleri doğrultusunda sorguluyor ve sorular soruyor: Devlet, gelecekte toplayacağı vergilere güvenmeden bu tür uzun vadeli garantileri verebilir mi? Eğer bu sözleşmelerin bedeli bugünün değil, yarının bütçelerinden karşılanacaksa, vatandaşın bu sözleşmeleri bilme hakkı yok mu?

Hakkında açılan davalar ve baskılara rağmen araştırmacı gazetecilikte ısrar eden Çiğdem Toker ile bir araya geldik; “Büyük Simbiyoz” olarak tarif ettiği sermaye-iktidar ilişkisini konuştuk.

- Yap İşlet Devret Projeleri’ne Devletin Cebinden Büyük Simbiyoz ‘u  önceki kitaplardan ayıran ve üçlemenin tamamlayıcı halkası yapan farklar ne oldu?

Öncelikle yoğun, emek dolu  bir çalışma oldu, onu söylemeliyim. Aslında buna bir gazetecilik çalışması demek daha doğru. Çünkü ihaleleri çok uzun süredir izliyorum; neredeyse meslek hayatım boyunca diyebilirim. Bu kitabın arkasında bir süreklilik var. Daha önce Kamu İhale  Kanunu’ndaki 21/B maddesine odaklanan Kamu İhalelerinde Olağan İşler kitabını yaptık. Ardından şehir hastanelerini ele alan Milletin Cebinden geldi. Bu kitap da aslında bir üçlemenin üçüncüsü oldu. Bu kez odağımız Yap-İşlet-Devret ve Kamu-Özel İşbirliği projeleri üzerinden devletin bütçeyle kurduğu ilişki. Kitapta yer alan pek çok konu, benim Ankara’da ekonomi muhabiri olarak çalıştığım yıllarda yakından izlediğim alanlardan süzülen yazılara dayanıyor. Ama bu bir “yazılar derlemesi” değil. Bu metinleri, tarihsel ve hukuki arka planıyla birlikte yeniden ele alıp kitaplaştırdık. Kitabın en önemli iddiası ise şu: “Ticari sır” denilerek kamuoyundan gizlenen bazı Yap-İşlet-Devret sözleşmelerine, belge olarak yer vermek. Bu da çalışmayı sıradan bir değerlendirme kitabı olmaktan çıkarıyor.

- Bugünden geriye baktığınızda şunu sormak istiyorum: 2001 krizinden sonra “kamu disiplinini korumak” için çıkarılan yasaların, zamanla tam tersine çalışmaya başladığını ne zaman fark ettiniz?

Bu, tek bir anda fark edilen bir şey olmadı; zamana yayılan, etap etap ilerleyen bir süreçti. Örneğin “borç üstlenimi” diye bir olgu ortaya çıktı ve buna ilişkin yönetmelik 2014’te yürürlüğe girdi. Bu, mali disiplin çizgisinden bir miktar uzaklaşmayı temsil ediyordu. Ondan önce Kamu İhale Kanunu meselesi var. Meşhur 21/B maddesi üzerinden ele aldığımız ve daha önce kitaplaştırdığımız konu bu. Kamu İhale Kanunu, çıktığı dönemde Avrupa Birliği normlarına uygun, oldukça ileri bir yasaydı. Ancak zamanla bundan ciddi sapmalar oldu; kanun değişiklikleri yapıldı, istisnalar eklendi, uygulama alanı genişletildi. Bu sapmalar daha çok 2010’lara doğru hız kazandı. Yani süreç fasıl fasıl ilerledi. Yap-İşlet-Devret meselesi ise bu kitabın dayanağını oluşturan başlık ama aslında çok daha geriye gidiyor. Mevcut iktidarın sıfırdan başlattığı bir şey değil; hazır bir yasal altyapıyı devraldı. Bizim gazeteci olarak yıllarca peşinden koştuğumuz konu hep aynıydı: kamuda saydamlık ve hesap verebilirlik.

- Devlet, büyük altyapı projeleri için gelecekteki bütçeleri bugünden bağladığında, bunun vatandaş açısından anlamı nedir?

Bir devlet dediğiniz mekanizma, kamu hizmeti verir. Emniyet, güvenlik, sağlık, eğitim, ulaştırma ve altyapı gibi alanlarda hizmet üretir. Bunun için de bütçeye, yani kaynağa ihtiyaç duyar. Bu modelin gerekçesi genellikle şöyle anlatılır: Nüfus artıyor, dünya ticareti artıyor. Malların, hizmetlerin ve insanların bir yerden bir yere gitmesi gerekiyor. Dolayısıyla yeni yollara, yeni ulaştırma projelerine ihtiyaç var. Çok basit anlatıyorum. Ancak deniyor ki, bu kadar yüksek teknoloji gerektiren ve bu kadar büyük yatırımlar isteyen ulaştırma projelerine devletin bütçesi yetmez. Kamu kaynağı sınırlıdır. O yüzden bu modeli uyguluyoruz. Özel sektörün dinamizmi ve sağlayacağı finansmanla, kamunun deneyimini bir araya getiriyoruz ve bu hizmeti bu şekilde sunuyoruz. Bunun kaçınılmaz olduğu söyleniyor.

Çiğdem Toker (solda) ve Ebru D. Dedeoğlu

- Yap-İşlet-Devret modeli nedir?

Aslında nereden baktığınıza bağlı. Yap-İşlet-Devret hem bir model, hem bir sözleşme tipi, hem bir finansman yöntemi; hatta belki bunların hepsinin bir arada olduğu bir set. Bir yönüyle uzun ve kapsamlı bir sözleşme. Bunun hukuki niteliği ayrıca hukukçular tarafından da tartışılıyor. Bir yönüyle de bir finansman yöntemi. Özel sektör “Bu finansmanı ben bulurum” diyor; bulup getiriyor, sağlıyor. Zaten bu iktidarın diline yıllar boyunca yerleşmiş olan ve propaganda aracı olarak kullanılan “devletin cebinden beş kuruş çıkmayacak, milletin cebinden beş kuruş çıkmayacak” söylemi de buradan geliyor. Kâğıt üzerinde bu bir risk paylaşımı modeli. Bir yanda devlet risk alıyor, diğer yanda özel sektör risk alıyor. Ama asıl mesele tam da burada. Özel sektör, kendi riskini mümkün olduğunca minimize etmeye ve bunun üzerine kârını artırmaya çalışıyor. Döviz garantili, yolcu garantili, araç geçiş garantili projelerin bu kadar yüksek hacimlerde düzenlenmesinin temel nedeni de bu.

- İlk anlatıldığında “Devlet para harcamıyor, riski özel sektör alıyor” deniyordu. Bugün geldiğimiz noktada, söylenenlerle yapılanlar arasındaki fark nedir?

Milyarlarca dolar. Her yıl aralıkta olduğu gibi son günlerde de konumuz asgari ücretti. 26 mı olacak, 27 mi olacak, 30 mu olacak derken 28 bin 75 TL olarak açıklandı. Oysa burada bütçeden ayrılan ve 300–400 milyar liraları bulan, üstelik sürekli ve geometrik olarak artan bir kaynaktan söz ediyoruz. Bu, bir modelden ve bir proje setinden kaynaklanıyor. Şimdi bu projelerin tümüne ya da çoğuna ihtiyaç var mıydı? Belki vardı, denebilir. Köprülere, tünellere, otoyollara ihtiyaç olduğu söylenebilir. Ama bu şekilde olmak zorunda değildi. Bu ölçekte, bu tarzda olmak zorunda değildi. Daha farklı yapılabilirdi. Karşıdaki şirketlere bu kadar fazla avantaj sağlamadan da pekâlâ mümkündü.

- “Ticari sır” konusunu sormak istiyorum; çünkü kitapta beni en çok düşündüren bölümlerden biri bu. Devletin yaptığı sözleşmelerde “ticari sır” ne demek? Neden şeffaf değil?

Zaten biz de tam olarak bunu söylüyoruz: Devletin ticari sırrı olmaz. Vatandaşın her şeye erişme, her şeyi bilme hakkı vardır. Ancak yıllar içinde ciddi bir kafa karışıklığı yaratıldı. Devletin, devlet olmasından kaynaklanan bazı sırları olduğu fikri hepimizin aşina olduğu bir şey. Ama bu sözleşmeler sanki o türden bir sırmış gibi sunuldu. Zamanla bu yaklaşım, hukuki olarak da doğruymuş gibi empoze edildi. Oysa hukuken doğru değil. Devletin ticari sırrı olamaz. Biz kitapta bunun hukuki dayanağını da ortaya koyuyoruz. Bu nedenle bu alanda çalışmış bir hukukçu olan Avukat Gökhan Tekşen’le de görüştük. Çünkü siz devletsiniz; bir özel sektör şirketiyle masaya oturuyorsunuz ve ona bir kamu hizmeti gördürüyorsunuz. Yol yap diyorsunuz, tünel yap diyorsunuz, havalimanı yap diyorsunuz. Bunu halk için yapıyorsunuz; vatandaş için yapıyorsunuz. Dolayısıyla bu sözleşmelere “ticari sır” dediğinizde, aslında o şirkete sağlanan avantajları gizlemiş oluyorsunuz. Bu, kamu için yapılmış bir iş olmaktan uzaklaşıyor. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bu sözleşmelerle ilgili soru soran milletvekillerine “ticari sır, açıklayamayız” diye verilen onlarca cevap, fiilen şunu söylüyor: Şirketlerin çıkarları, kamunun çıkarlarının önüne geçiyor. Bu sert ve kaba gelebilir ama sonuçta söylenen bu.

Fotoğraf: Cemre Polat

- Neden ticari sır?

Şöyle bir örnek vereyim. Diyelim ki X tünelini, X otoyolunu ya da X köprüsünü işleten şirketin, yurt dışındaki bir banka ya da finans kuruluşuyla yaptığı kredi sözleşmesini görmek istiyorsunuz. Size “ticari sır” denirse, bu yerden göğe kadar haklı olur. Bizim o sözleşmeleri görmeye ne yetkimiz ne de hakkımız var; ticari sır tam olarak budur. Ama Karayolları Genel Müdürlüğü’nün ya da Devlet Hava Meydanları İşletmesi’nin, bir şirketle yaptığı ve döviz üzerinden, euro ya da dolar cinsinden garanti verdiği uygulama sözleşmelerini kapatamazsınız. Bunları halka kapatamazsınız. Çünkü temel mantık çok açık: Devlet, bu şirketlere yıllar boyunca sürecek garantiler verirken, bütçeden ayrılacak kaynağa, yani bizlerden toplayacağı vergilere yaslanıyor. Buna güveniyor. Mesele bu. Ayrıca devletin bir erk olarak, maaşlardan yapılacak kesintilere, emekli aylıklarına ilişkin düzenlemeler yapma yetkisi var. Sonuçta bütçe, bir tercihler seti. “Kaynak yok” deniyor ama kaynak var. Türkiye hâlâ zengin bir ülke. Asıl mesele, bu kaynak kompozisyonunun kimden yana, hangi sınıflardan yana ve nasıl kullanıldığı. Sözleşmelerin kapalı tutulmasının nedeni de tam olarak bu.

-  “Ticari sır” hegamonik yapı nedeniyle mi ortaya çıkıyor? Bugün yaşadığımız tabloyu böyle mi anlamak gerekir?

Tam olarak öyle. Aslında 2018’de geçilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nden önce de “ticari sır” meselesi yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştı. Ama sistem değişikliğinden sonra bu gerekçeyle verilen cevaplar çok daha fazla arttı. Milletvekillerinin, bizim adımıza sordukları sorulara cevap alamadığını görüyoruz. Normal koşullarda bir bakanlığın, bir bakanlıkta çalışanların Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne böyle bir cevap verememesi gerekir. Bu cevabın bu kadar rahat veriliyor olması, onların da başka şeylere güvendiği sorusunu sorduruyor biz

- Kamu-Özel İşbirliği projeleri uzun süre “bütçeye yük olmadan yapılan yatırımlar” diye anlatıldı. Sizin verilerle ortaya koyduğunuz tabloyla anlatılanlar nerelerde ayrışıyor?

Çok temel bir örnek vereyim. Rakamlar kura göre değişir ama ihalelerin yapıldığı tarihteki kurla bugünkü kur arasında 50 kat, 100 kata varan farklar oluştu. Bu bile başlı başına çok büyük bir problem. Çünkü yolcu başına, araç başına verilen garantiler dolar ve euro üzerinden. Doların 1,5 lira, euronun 3 lira olduğu dönemlerde verilen garantiler, bugün 45–50 liralarla çarpılıyor. Bu fark doğrudan bütçeye yansıyor. Sözleşmelerin kapalı tutulmasının nedenlerinden biri de şu: Bu ödemeler yılda bir kez yapılırken, şirketlerin talebi üzerine artırılmış. Bunu biz sonradan öğrendik. Bu alanda çalışan milletvekilleri de vardı; Deniz Yavuzyılmaz başta olmak üzere. Onlar bu durumu sorun olarak gündeme getirdiler, yaptıkları hesapları ve aldıkları yanıtları kamuoyuyla paylaştılar. Mesela Yavuz Sultan Selim Köprüsü. Bu projelerin hepsinde bir inşaat süresi ve bir de işletme süresi var. Bu süreler projeden projeye değişiyor; 4 yıl, 5 yıl, 7 yıl gibi. Standart bir süre yok. Zaten ihaleler de bazen bu sürelere göre kazanılıyor; bazen en kısa süre üzerinden yarıştırılıyor. Kamuoyuna yıllar önce yapılan açıklamalara ve ihale sonuçlarına göre Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nün 2024’te devlete devredilmesi gerekiyordu. Ama öyle olmadı. Meğerse işletme süresi uzatılmış; 2028’e kadar. Bu da kamuoyunun ancak Ulaştırma Bakanı’nın bir yayında yaptığı açıklamayla öğrendiği bir bilgi oldu. Benzer bir durum Kuzey Marmara Otoyolu için de geçerli. Birden fazla kesimden oluşan bu projede de garantiler artırılmış, süreler uzatılmış ve böylece aktarılacak kamu kaynağı büyütülmüş. Bunları da hep sonradan öğreniyoruz. Yüzlerce milyar liradan, en azından yüz milyara yakın tutarlardan söz ediyoruz ve net biçimde bilmiyoruz. Çünkü sözleşmeler çok karmaşık. Kur farklı, süreler değişiyor, sözleşme büyüklükleri farklı. Ortada kaotik bir tablo var.

- Otoyolları, köprüleri ve havalimanı projeleri üzerinden Türkiye’nin son yirmi yılına baktığınızda nasıl bir ekonomi politik çerçeve görüyorsunuz?

Az önce bütçeyle ilgili tercihlerden söz ettim. Aslında mesele tam olarak bu: Tercihler. Kaynakları nereye ve nasıl kullandığınızla ilgili bir mesele. Türkiye’nin daha yoksullaştığı, satın alma gücünün düştüğü, işsizliğin çok genişlediği ortada. Bunu hepimiz biliyoruz. Bir sorun yaşadığımız çok açık. “Kriz yok” deniyor; çünkü kriz denince 2001 krizi hatırlatılıyor, çarkların bir anda durması bekleniyor. Oysa ihracat yapıyoruz, üretim var deniyor. Ama tarımda kriz var, sağlıkta var, eğitimde var, satın alma gücünde var. Biz hiçbir zaman asgari ücreti bu kadar çok konuşmuyorduk; bir numaralı gündem maddemiz değildi. Bugün çalışanların yüzde altmışından fazlası asgari ücretli. Emekliler de öyle. İnsanlar artık insanlık onuruna yakışmayan koşullarda yaşamaya mahkûm ediliyor. Gelinen nokta, bu tercihlerin sonucu. Genel hatlarıyla iktidarın ekonomi politik tercihlerinin sonucu diyebiliriz.

- Kitapta yayımladığınız YİD ile ilgili dört uygulama sözleşmesinde, devletin mali sorumluluğunu artıran kritik maddeler daha çok hangi başlıklarda toplanıyor? Çarpık noktalar neler?

Hepsinde ortak bir çarpık noktayı söyleyeyim: Başta kur riski olmak üzere risklerin çoğunun devlet tarafında kalması. Maliyet artışı olduğunda onu da tamamen devlet üstleniyor. Mesele sözleşme imzalayan taraf Karayolları ise inşaatta maliyet artışı olduğunda, Görevli Şirket’e ek sözleşmelerle ek süreler veriliyor. Daha başka bir çok kritik madde yer alıyor elbette ama onları da okurların keşfetmesini beklerim doğrusu.

- “Büyük Simbiyoz”u bize anlatmanızı istesem, nasıl tarif edersiniz?

Simbiyotik ilişki kavramını ben lisedeyken biyoloji dersinden hatırlıyorum. O zamandan beri de ilgimi çeken bir kavram oldu. Daha sonra bu sözleşmelere, sözleşmelerin yapılma biçimlerine, saydam olmayan uygulamalara bakmaya başladım. Gizlice uzatılan vadeleri, artırılan garantileri, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne verilen önergelerde ve “ticari sır” gerekçesiyle kapatılan yanıtları gördükçe şunu düşündüm: Burada bir simbiyotik ilişki var. Bir yanda sermaye ile iktidar arasındaki ilişki var. Bu ilişki, iktidarın ömrünü uzatan bir yapı oluşturuyor. Şirketler açısından da durum benzer. İki tarafın da karşılıklı yarar sağladığı bir ilişki biçimi söz konusu. Elbette bunun temelinde bir menfaat ilişkisi var.Yap-İşlet-Devret modelinin Türkiye’de uygulanma biçimi, politik bir simbiyoz yarattı. Biz de bu kavramı özellikle seçtik; çünkü bu ilişkinin tartışılmasını, kavramsal olarak da konuşulmasını istedik.

- Peki Büyük Simbiyoz’un tartışılması için neler yapılması gerekli? Sistemin daha faydalı ve şeffaf olması için ne yapılabilir?

Siyasal irade aynı kaldığı müddetçe bunun çok kolay olmadığını söylemek gerekir. Bir yandan da ciddi hukuki zorluklar var. Çünkü bu sözleşmeler bağıtlanmış durumda ve uluslararası finans mekanizmalarının bir parçası. Yurt dışına kadar uzanan bir yapıdan söz ediyoruz. Bu sözleşmeler, başka sözleşmelerden oluşan büyük bir set halinde. Dolayısıyla devlet bunlardan sorumlu; bu borçları ödemekle yükümlü. O nedenle, bir gecede hepsine el koyup kamulaştırmak, kulağa politik olarak iyi gelebilir ama bu ancak bir bedel karşılığında mümkün olur. Bu bedel de mali açıdan çok büyük olur. Ama bu, sözleşmelerin gözden geçirilmesine engel değil. Bu sözleşmeleri olabildiğince kamu yararına hale getirecek bazı düzenlemeler yapmak, bana göre hâlâ mümkün.

Ebru D. Dedeoğlu /T24

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -28 Aralık 2025-

Sermaye, yeni-Osmanlıcılığa nasıl ayak uyduruyor: Bir Koç Holding yöneticisinin portresi -Gamze Erbil-  Koç Holding yönetimine “stratejik da...