Hatay'da Erdoğan ziyareti öncesi 'film seti' hazırlığı: Yıkım saklandı, nehre su verildi, vinçler söküldü -Özkan Öztaş-
Erdoğan’ın Hatay’a yapacağı ziyaret öncesinde kentte hummalı bir çalışma başlatıldı. Ancak bu çalışma depremin yaralarını sarmayı değil, yıkımı Erdoğan’ın gözünden kaçırmayı hedefliyor. Erdoğan’ın geçeceği güzergah adeta bir film setine dönüştürülürken, enkazların üzeri apartman görünümlü brandalarla örtülüyor, kurumuş nehre su pompalanıyor, şantiye görünümü olmasın diye vinçler sökülüyor.
Hatay, depremin üzerinden geçen zamana rağmen barınma, altyapı ve sağlık sorunlarıyla boğuşmaya devam ederken, AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kente yapacağı ziyaret bürokrasiyi "makyaj" telaşına soktu.
Kentin genelinde devam eden sorunlar çözülmezken, Erdoğan'ın geçiş güzergahı üzerinde yapılan çalışmalar "bu kadarına da pes" dedirtti.
Tüm belediye ekipleri, işçiler ve kurumlar kenti Erdoğan'a kusursuz göstermek için seferber edildi. Ancak yapılanlar iyileştirmeden çok, gerçeği gizleme çabasına dönüştü.
Erdoğan görmesin diye depremzedeler saklanıyor
Ziyaret öncesi en çok tartışılan konulardan biri, Erdoğan'ın konvoyunun geçeceği yol kenarındaki konteyner kentlerin "görüntü kirliliği" oluşturduğu gerekçesiyle kapatılması oldu.
Özellikle "Türkiye-Kore Dostluk Konteyner Kenti"nin önüne bariyerler yığılarak dev brandalar çekilmesi, depremzedelerin yaşam alanlarının protokolden saklanması olarak yorumlandı.
Gazeteci Mustafa Dilek’in görüntülediği o anlar, kentteki "makyajlama" faaliyetinin boyutunu gözler önüne serdi. https://haber.sol.org.tr/sites/default/files/2025-12/a.mp4
'Dezenformasyon' savunması ve gerçekler
Konunun sosyal medyada gündem olması üzerine İletişim Başkanlığı Dezenformasyonla Mücadele Merkezi bir açıklama yaparak, "Enkaz alanlarının panellerle gizlendiği iddiası manipülasyon içermektedir" ifadelerini kullandı.
Ancak sahadan gelen görüntüler resmi açıklamaları yalanlar nitelikte.
Hatay'da gündeme gelen "Konteyner kentlerin üzeri kaplanıyor" gündemi Dezenformasyonla Mücadele Merkezi tarafından "Manipülasyon amaçlı paylaşımlar" olarak yorumlanmış ve reddedilmişti. Oysa sahadaki gerçekler daha farklı.Görüntüleri ortaya çıkaran gazeteci Mustafa Dilek, manipülasyon iddialarına sert yanıt verdi. Dilek, sosyal medyada yaptığı açıklamada Hatay Valisi Mustafa Masatlı'nın "Bana 10 gün süre verin" talimatıyla sürecin başladığını belirterek şu soruları yöneltti:
Aylarca çukur ve çamur içinde görünmeyen yerler bir anda görünmeye başlandı. Habere konu olan yerlere 2 yıldır uygulanmayan kapatma işlemi, bir 'aydınlanma' ile neden son 10 günde yapıldı? Eğer maksat çevre kirliliğini azaltmaksa, rutin bir uygulama ise 2 yıldır neyi beklediler?
Şantiyelerin üstü apartman, Asi Nehri'nin köprüsü akarsu görseliyle kaplandı
Hatay'dan gelen görüntüler, yapılan çalışmanın bir illüzyondan ibaret olduğunu kanıtlıyor.
Bitmeyen inşaatların dış cephelerine "bitmiş apartman" görselleri içeren brandalar asıldı. Daha da ileri gidilerek, Asi Nehri üzerindeki köprülerin kenarlarına nehrin dolu göründüğü su görselleri yerleştirildi ve normalde su seviyesi düşük olan nehre bir anda su verilmeye başlandı.
Yapılan tüm bu süslemeler sadece Erdoğan'ın göreceği açılarla sınırlı kalırken, brandaların hemen arkasında çamur, şantiye ve depremin çıplak gerçeği durmaya devam ediyor.
Kentte iyileştirme çalışmaları devam eden Asi Nehri'ne, üzerinde nehir akıntısı görseli olan bir pankart asıldı. Islah çalışmaları kapsamında kesilen su yeniden verildi. Fotoğraf: Mustafa DilekYolu olmayan kente bisiklet yolu
Hataylıların uzun süredir araçlarının lastiklerini patlatan, yürümeyi dahi imkansız kılan bozuk yollara isyanı sürerken, ziyaret güzergahına yapılan "bisiklet yolu" halkın tepkisini çekti.
Trafiğin kilit olduğu, ana yolların dahi çamur deryasına döndüğü bir ortamda, Erdoğan'ın geçeceği yola yapılan bu makyaj, yurttaşlar tarafından alay konusu oldu. Depremzedeler, "Şehirde yol yok ama bisiklet yolumuz var" diyerek yapılan göstermelik düzenlemeye tepki gösterdi.
Şu an hiç kimsenin yaşamadığı bir bölge olan Atatürk Caddesi güzergahındaki şantiye alanına bisiklet yolu yapılması ve yolun bisiklet yolunu gösteren işaretlerle boyanması sosyal medyada tepkilere neden oldu. Görüntü: Bisiklet Hatay İnfoKaldırımlara çiçek, esnafa tahliye
Kaldırım düzenlemesi adı altında yollara saksılar yerleştirilerek peyzaj çalışmaları yapılırken, bu "film setinin" içinde kalan esnaf ise mağdur edildi.
Güzergah üzerinde bulunan ve ekmek teknesi olan konteyner işyerlerine "acil kaldırın" talimatı gitti. Esnafa sadece 1 gün süre verilirken, Erdoğan gittikten sonra her şeyin eski haline dönüp dönmeyeceği ise belirsizliğini koruyor.
Şantiye görüntüsü olmayacak: Vinçler söküldü, işçiler işten çıkarıldı
Valiliğin "şantiye görüntüsü olmasın" talimatı, inşaat çalışmalarını da durdurdu.
Erdoğan'ın geçeceği bölgelerdeki kule vinçler söküldü. İddiaya göre, vinçlerin sökülmesiyle birlikte bazı vinç operatörleri ve işçiler işten çıkarıldı.
Hatay, Erdoğan ziyareti öncesi koca bir dekora dönüşürken, depremzede yurttaşlar perdenin arkasındaki yaşam mücadelesiyle baş başa bırakıldı.

https://haber.sol.org.tr/sites/default/files/2025-12/filmim_0.mp4
***
11. Yargı Paketi'nin getirdikleri: Aşınan temel ilkeler, hak ihlali riskleri, zayıflatılan savunma -Aslı İnanmışık-
11. Yargı Paketi'yle yargı bağımsızlığı yeniden ve daha büyük bir tartışma konusu olacak gibi görünüyor. Savunma bağımsızlığını daha da zayıflatacak maddelerin yer aldığı düzenleme, pek çok yeni hak ihlaline kapı aralıyor. İnfaz rejimindeki değişikliklerse hem yeni sorunlara gebe hem de mevcut problemleri çözmekten çok uzakta.
Kamuoyunda “11. Yargı Paketi” olarak anılan ve çok sayıda temel kanunda değişiklik içeren torba yasa kabul edildi.
Paketin ilk halinde yer alan deprem suçlularıyla ilgili madde çok gündem oldu. Kamuoyunun tepkisi ve depremzedelerin mücadelesi sayesinde yasa taslağından söz konusu maddenin çıkarılması deprem mağdurları için büyük bir kazanım oldu.
Ancak torba yasayla geçen bazı maddeler yargı sisteminde önemli sorunlar yaratacak, mevcut sorunları da derinleştirecek gibi görünüyor.
Konuyla ilgili değerlendirmelerine başvurduğumuz Avukat Özge Fındık, düzenlemelerin savunma makamının konumu, ceza adaletinin temel ilkeleri, mülkiyet hakkı, kişi özgürlüğü ve infaz rejimi bakımından yeni belirsizlikler ve hak ihlali riskleri doğurduğuna dikkat çekiyor.
Paketin yasalaşmasıyla binlerce hükümlü serbest kalmaya başladı. Fotoğraf: DHA, Yer: Kocaeli‘Savunmanın bağımsızlığı zayıfladı’
Avukatlık Kanunu’nda disiplin hükümlerine ilişkin yapılan değişiklikler, belirlilik ve öngörülebilirlik ilkeleri yönünden ciddi sakıncalar içerdiğini söyleyen Fındık, “Disiplin fiillerinin kalemler hâlinde sayılması biçimsel olarak Anayasa Mahkemesi kararlarının gereği gibi görünse de kullanılan kavramların geniş ve yoruma açık niteliği disiplin hukukunun istisnai karakteriyle bağdaşmıyor” diyor.
Özge Fındık şöyle devam ediyor:
Avukatların yargı mensuplarıyla ilişkileri ve savunma sırasında kullandıkları ifade biçimleri, mesleğin doğası gereği eleştirel ve çatışmalı olabiliyor. Bu alanın disiplin tehdidiyle çevrelenmesi, savunmanın bağımsızlığını zayıflatıyor ve oto-sansür riskini artırıyor. Avukatın mesleki kimliği ve güvenceleri, kamu gücünün takdirine açık hâle geliyor; bu durum doğrudan yurttaşın adalete erişim hakkını etkiliyor.
Ödeme kuruluşlarının hesabı yargı kararı olmadan sınırlandırılacak
Ceza muhakemesi alanında yapılan değişikliklerin de benzer şekilde hak temelli bir yaklaşım ortaya koymadığını vurgulayan Özge Fındık, banka ve ödeme kuruluşlarına, yargısal bir karar olmaksızın hesaplara erişimi sınırlandırma yetkisi tanındığını hatırlatıyor.
Bunun mülkiyet hakkına yönelik ağır bir müdahale alanı yarattığına işaret ediyor:
Özel hukuk tüzel kişilerinin fiilen tedbir uygulayan aktörlere dönüştürülmesi, hukuk devleti ilkesinin temel güvenceleriyle bağdaşmıyor. Bu tür müdahalelere karşı başvuru yollarının etkili ve bağımsız yargısal denetimden yoksun bırakılması, hak arama özgürlüğünü zayıflatıyor.
Yargılama ilkeleri zedelenecek, hak ihlalleri riski artacak
Hakaret suçuna ilişkin yapılan düzenlemeyse kamu görevlileri lehine daha ağır bir “usul rejimi” öngörüyor. Bu da “ifade özgürlüğü” ve “eşitlik” ilkeleri bakımından yeni sorunlar yaratıyor.
Fındık, burada “kamu gücü kullanan kişilerin eleştiriye daha açık olması gerektiği” yönündeki anayasal ve uluslararası standartların gözetilmediğine dikkat çekiyor.
İstinaf mahkemelerinin bozma yetkisinin genişletilmesi ise Anayasa Mahkemesi’nin adil yargılanma ve mahkemeye erişim hakkına ilişkin içtihatlarıyla uyumlu bir yaklaşım sergilemiyor.
Özge Fındık “Bu düzenleme, yargısal uygulamaların yol açtığı hak ihlallerini gidermek yerine, mevcut pratikleri normatif düzeye taşıma eğilimini yansıtıyor. Uzun vadede hukuk birliği ve yargılamanın makul sürede sonuçlanması ilkeleri bakımından ciddi riskler barındırıyor” diyor.
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’nün 1 Eylül 2025 itibarıyla yayımladığı güncel verilere göre toplam mahpus sayısı 419 bin 194 kişiye ulaşmıştı. Bu sayı cezaevleri kapasitelerinin yaklaşık 100 bin kişi üzerindeydi. 11. Yargı Paketi'yle yaklaşık 50 bin kişinin tahliye edilmesi bekleniyor. Fotoğraf: Anadolu Ajansı“İnfaz hukukunda yapılan değişiklikler, açık biçimde “af” kavramından kaçınılarak kurgulanmış; cezaevlerindeki yoğunluk ve infaz sistemindeki tıkanıklık, denetimli serbestlik ve koşullu salıverme rejimlerinin genişletilmesi yoluyla giderilmeye çalışılmış” diyen Özge Fındık, öte yandan bu yaklaşımın infaz rejimini “geçici rahatlama sağlayan bir yönetim aracına” indirgediğinin altını çiziyor ve ekliyor:
Cezanın öngörülebilirliği, eşit uygulanması ve adalet duygusu üzerinde kalıcı bir belirsizlik yaratıyor. İnfaz sisteminde yıllardır süregelen parçalı değişiklikler, hem mahpuslar hem de toplum açısından cezanın ne zaman ve nasıl sona ereceğini belirsiz hâle getirmiş durumda.
Avukat Özge Fındık, cezaevlerindeki yapısal sorunların, infaz koşullarının insan onuruna uygun olup olmadığının, sağlık ve psikososyal destek, eğitim ve iyileştirme mekanizmalarının bu düzenlemelerde bütüncül biçimde ele alınmadığına da dikkat çekiyor.
“İnfaz rejiminin yalnızca nüfus azaltmaya odaklanan değişikliklerle şekillendirilmesi, suçun tekrarını önleme ve topluma yeniden kazandırma hedeflerini zayıflatıyor” diyor.
‘Cezanın kişiselleştirilmesi ilkesi zayıflatılıyor, ceza otomatik bir yaptırım mekanizmasına dönüştürülmek isteniyor’
Ceza hukukuna ilişkin düzenlemelerinse suç ve ceza arasındaki dengeyi, kusur ilkesini ve yargısal denetim mekanizmalarını zayıflatan nitelikte değişiklikler içerdiğini belirten Özge Fındık, şöyle devam ediyor:
"Yapılan müdahaleler, ceza hukukunun temel ilkeleri yerine idari kolaylık ve kontrol odaklı bir yaklaşımın benimsendiğini gösteriyor.
Akıl hastalığına ilişkin düzenlemeler, ceza hukukunun en temel prensiplerinden biri olan kusur ilkesinden ciddi bir sapmaya işaret ediyor. ‘Tam ve kısmi akıl hastalığı’ kapsamında değerlendirilen kişilere yönelik olarak, hâkimlerin ve uzmanların tedaviye ilişkin takdir alanı daraltılmış; akıl hastalığı bulunan bireylerin cezalandırılmasına ilişkin zorunlu ve katı sonuçlar öngörülmüş halde. Oysa ceza hukuku, failin cezai sorumluluğunu değerlendirirken soyut normlar kadar bireysel özellikleri, psikiyatrik durumu ve somut olayın koşullarını da gözetmek zorunda.
Bu alandaki takdir yetkisinin daraltılması, cezanın kişiselleştirilmesi ilkesini zayıflatıyor; cezalandırmayı bir iyileştirme ve koruma aracı olmaktan çıkararak otomatik bir yaptırım mekanizmasına dönüştürüyor. Bu yaklaşımın, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı bakımından demokratik toplumda gerekli olmayan müdahalelere yol açabileceği ve ileride hak ihlali kararlarına konu olabileceği açık."
Kurumlara tedbir uygulama ve kolluk yetkisi: ‘Anayasal güvencelerin devre dışı bırakılması demektir’
Ceza Muhakemesi Kanunu’na eklenen 128/A maddesini de yorumlayan Fındık, bu maddenin ceza muhakemesi sisteminde yargısal denetimi en fazla zayıflatan düzenlemelerden biri olduğunu vurguluyor.
“Bu hükümle banka ve ödeme kuruluşlarına, kolluk veya Cumhuriyet savcısının talebi dahi olmaksızın, tamamen kendi değerlendirmeleriyle hesaplara erişimi sınırlandırma yetkisi tanınıyor. Böylece idari veya özel hukuk tüzel kişisi niteliğindeki kurumlara, fiilen tedbir uygulama ve kolluk yetkisi devrediliyor” diyen Özge Fındık, ceza muhakemesinde mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerin ancak yargı kararıyla, istisnai ve ölçülü koşullar altında mümkün olabileceğini hatırlatıyor.
“Herhangi bir yargısal karar olmaksızın hesaplara erişimin kısıtlanabilmesi, anayasal güvencelerin devre dışı bırakılması anlamına geliyor” diye de ekliyor.
Aynı düzenleme ile banka ve ödeme kuruluşları lehine bir “hukuki sorumsuzluk” rejimi öngörülmesini ise bu yetkilerin “hak ihlali doğurma potansiyeli”nin yasa koyucunun farkında olmasına bağlıyor.
“Bu yaklaşım, mülkiyet hakkına yönelik ağır müdahalelerin olağan ve denetimsiz bir uygulamaya dönüşmesi riskini artırıyor” diyen Fındık şu değerlendirmeyi yapıyor:
Ayrıca erişim sınırlandırma kararlarına karşı başvuru yolunun hâkimlikler yerine Cumhuriyet savcılarına bırakılması, etkili başvuru hakkı ve yargısal denetim bakımından ciddi bir zafiyet yaratıyor. Savcılık makamının soruşturmanın tarafı olduğu bir süreçte, bu tür müdahalelere karşı tarafsız ve bağımsız bir denetim sağlanması mümkün değildir.
Depremzede ailelerin itirazlarıyla iktidar geri adım attı ve deprem suçları 11. Yargı Paketi’nden çıkarıldı. Depremzedeler Meclis yakınındaki bir parkta günlerce nöbet tutmuştu. Fotoğraf: Özkan ÖztaşHakaret suçuna ilişkin yapılan değişiklikse Özge Fındık'a göre, ceza hukukunda eşitlik ve tutarlılık ilkeleriyle bağdaşmayan yeni bir ayrım yaratıyor.
TCK’nin 75. maddesinde yapılan düzenleme ile hakaret suçu, "kamu görevlisine karşı görevinden dolayı işlenmesi" hâli dışında "ön ödeme" kapsamına alınıyor. Oysa Fındık'a göre hakaret suçunda korunan hukuki değer, kişinin şeref ve saygınlığı ve bu değerin mağdurun kamu görevlisi olup olmamasına göre farklı bir usul rejimine tabi tutulmasını haklı kılacak nesnel ve makul bir gerekçe bulunmuyor. Fındık bu durumu şöyle anlatıyor:
Aksine, kamu gücü kullanan kişilerin daha geniş bir eleştiri ve denetime açık olmaları gerekirken, bu kişilere yönelen ifadelerin daha ağır bir usule tabi tutulması ifade özgürlüğü bakımından sorunlu. Bu düzenleme, Anayasa Mahkemesi’nin içtihatlarında ortaya koyduğu ilkelerle de uyumlu değil.
'İstinaf mahkemeleri adeta bölgesel Yargıtaylar gibi hareket edebilecek'
İstinaf mahkemelerinin bozma yetkisinin genişletilmesi de torba yasada yer alan düzenlemelerden biri. Bunun ceza muhakemesi sisteminde hak arama yollarının etkinliğini azalttığına dikkat çeken Özge Fındık, "Anayasa Mahkemesi, istinaf mahkemelerinin kendi görmeleri gereken dosyaları ilk derece mahkemelerine iade etmesini, mahkemeye erişim hakkı kapsamında adil yargılanma hakkının ihlali olarak değerlendirir. Buna rağmen yapılan yeni düzenleme, yargısal uygulamaların Anayasa’ya uygun hâle getirilmesi yerine, hukukun uygulamaya uydurulması anlayışını yansıtıyor" diyor. Fındık şöyle devam ediyor:
İstinaf mahkemelerinin adeta bölgesel Yargıtaylar gibi hareket etmesi ve bozma kararlarına karşı direnme imkânının bulunmaması, hukuk birliği ve öngörülebilirlik bakımından ciddi riskler doğuruyor.
Avukat Özge Fındık, bu çerçevede ceza hukukuna ilişkin değişikliklerin, hak ve özgürlükleri güçlendiren bir reform perspektifi yerine; yargısal denetimi daraltan, idari ve özel aktörlere geniş takdir alanları tanıyan ve ceza adaletinin temel ilkelerini aşındıran bir yönelim ortaya koyduğunu da vurguluyor.
İnfaz hukuku: 'Kısa vadede cezaevi nüfusu azalsa da orta vadede durum değişebilir'
Fındık, infaz hukukuna ilişkin değişiklikleri de yorumlayarak yapısal sorunların çözülmediğini hatta yeni risk alanları yaratıldığını belirtiyor:
İnfaz hukukuna ilişkin düzenlemeler, denetimli serbestlik ve koşullu salıverme rejimlerinin kapsamının genişletilmesi yoluyla ceza infaz sistemindeki tıkanıklığı gidermeyi hedefliyor. Ancak bu yaklaşım, ceza adalet sisteminin kronik ve yapısal sorunlarını çözmekten uzak olduğu gibi, infaz hukukunun temel ilkeleri ve insan hakları standartları bakımından yeni risk alanları yaratıyor. İnfaz rejiminde yapılan bu tercihin, cezanın niteliği ve öngörülebilirliği üzerinde doğrudan etkileri bulunuyor.
Kamuoyunda “kuyu tipi” cezaevleri olarak bilinen yüksek güvenlikli infaz kurumlarında yaşanan ağır ve süreklilik arz eden yapısal sorunları hatırlatan Fındık, söz konusu cezaevlerinin insan onuruna dayalı infaz anlayışı bakımından uzun süredir ciddi endişelere yol açtığını ifade ediyor.
Buna rağmen, "yargı reformu" iddiasıyla hazırlanan düzenlemede bu sorunların bütüncül biçimde ele alınmadığının altını çizen Fındık, "Bir yandan infaz rejimi gevşetilirken, diğer yandan bazı suç tiplerine ilişkin cezaların artırılması, ceza politikasında tutarlılık ve ölçülülük ilkelerini zedeliyor. Bu yaklaşım, kısa vadede cezaevi nüfusunun azalmasına yol açsa da orta vadede yeniden aşırı doluluk sorununu üretme potansiyeli taşıyor" diyor.
Türkiye genelinde 11 yüksek güvenlikli, 6 Y tipi ve 7 S tipi cezaevi bulunuyor. Bu cezaevleri, F tipi ve T tipi cezaevlerine kıyasla çok daha ağır izolasyon koşullarına sahip. Mahpuslar, “güneşin, havanın, yağmurun, rüzgarın olmadığı yerler” diyerek bu hapishaneleri “kuyu”ya benzetiyor. Fotoğraf: Adalet Bakanlığıİnfaz Kanunu’nda uzun yıllardır sürdürülen parçalı ve geçici nitelikteki değişikliklerin, "hukuki güvenlik ve öngörülebilirlik ilkesini" ciddi biçimde aşındırdığını kaydeden Özge Fındık, şunları vurguluyor:
Denetimli serbestlik ve koşullu salıverme koşullarının sık aralıklarla değiştirilmesi, cezanın ne olduğu ve ne zaman sona ereceği sorusunu belirsiz hâle getiriyor. Bu belirsizlik, yalnızca mahpuslar açısından değil; mağdurlar ve toplum bakımından da ceza adaletine duyulan güveni zayıflatıyor. Cezanın caydırıcılık ve adalet duygusu üzerindeki etkisi, bu öngörülemez yapı nedeniyle giderek aşınıyor.
İnfaz rejiminin karmaşık ve sürekli değişen bir yapıya kavuşturulduğuna dikkat çekerek, bu durumun mahpusların etkili başvuru ve hukuki yardım haklarını da fiilen zayıflattığına işaret eden Fındık, hukukçuların dahi takip etmekte zorlandığı bir infaz sisteminde şeffaf ve güvenilir infaz süreleri öngörmenin mümkün olamayacağını belirtiyor.
"Bu durum, hukuki belirlilik, erişilebilirlik ve etkili başvuru ilkeleriyle bağdaşmıyor" diyen Avukat Özge Fındık, infaz hukukunun yapısal sorunlarının parçalı ve geçici müdahalelerle çözülemeyeceğine dikkat çekiyor:
İnfaz düzenlemelerinin, cezaevi nüfusunu geçici olarak azaltmaya odaklanan niceliksel bir rahatlama hedefiyle ele alınması, infaz hukukunun temel amaçlarını işlevsiz hâle getiriyor. Islah, yeniden topluma kazandırma ve yeniden suç işlenmesini önleme hedefleri, yalnızca infaz süresini kısaltmaya yönelik düzenlemelerle gerçekleştirilemez. Bu yaklaşım, infazı bir sosyal politika ve insan hakları meselesi olmaktan çıkararak, kısa vadeli idari bir yönetim aracına indirgiyor.
"İnsan haklarına dayalı bir infaz rejimi; cezaevlerinin doluluk oranlarını geçici olarak düşürmeye yönelik düzenlemelerle değil, mahpusların insan onuruna uygun koşullarda barındırılması, sağlık ve psikososyal destek hizmetlerine etkin erişim sağlanması, eğitim ve mesleki gelişim olanaklarının güçlendirilmesi ve etkili, şeffaf, denetlenebilir denetimli serbestlik mekanizmalarının kurulmasıyla mümkündür" diyen Fındık, bu unsurlar sağlanmadan yapılan infaz düzenlemelerinin, suçun tekrarını önlemek bir yana, toplumsal güvensizliği ve cezasızlık algısını derinleştirme riski taşıdığını ifade ediyor.
11. Yargı Paketi: Adaletin değil, itaatin yasası -Özge Fındık-https://haber.sol.org.tr/haber/11-yargi-paketi-adaletin-degil-itaatin-yasasi-402621
/././
Operasyonun son durağındaki figür: Erden Timur kimdir?
AKP iktidarı döneminde servetine servet katan isimlerden biri Erden Timur. Henüz 40 yaşına dahi girmeden Türkiye'nin en zengin 100 isminden biri olmuştu. Yakın zamanda yarıda bıraktığı bir iş dolayısıyla hakkında ihalelere girme yasağı verilen Timur, şimdi bahis operasyonu kapsamında, kara para aklama iddiasıyla gözaltında. Peki, kimdir bu Erden Timur?
Aylardır “temiz eller” diye sunulan bir dizi operasyon yapılıyor.
Bu operasyonun uzandığı son halkalardan biri de eski Galatasaray yöneticisi, NEF’in patronu Erden Timur oldu.
Timur hakkındaki suçlama, bahis soruşturması kapsamında gözaltına alınmasına rağmen “bahis oynamak” değil.
Suçlamanın merkezindeki iddialar da yeni değil, uzun süredir gündemde.
Gazeteci Murat Ağırel, "Kirli Çark" adlı bir kitap yazmış, kitapta yasadışı bahis baronlarının kazandıkları milyarlarca lirayı nasıl akladığını aktarmıştı.
Ağırel’in o dönemki iddialarından biri de Timur ile ilgiliydi.
Ağırel'in iddiasına göre, yasadışı bahis baronu Veysel Şahin’in kazandığı kara parayı aklamak için izlediği yöntemlerden biri daire satın almak. İddiaya göre Şahin’in daire aldığı projelerden biri Erden Timur’a aitti.
Ağırel, o dönem katıldığı bir televizyon programında, Şahin'e 24 daire satışı yapacak olan Timur'un polis tarafından uyarıldığını, işlemin durdurulduğunu aktarmıştı.
Ağırel, Timur'un yaşananlara ilişkin kendisine şu açıklamayı yaptığını paylaşmıştı:
“Biz bunun böyle olduğunu bilmiyorduk. Binlerce daire satıyoruz. Polis geldi bize, kesinlikle bu evleri devretmeyin çünkü bu kara para aklama. Ve biz evlerin hepsini devretmedik, emniyet el koydu buna.”
Bugünkü operasyon, aylardır konuşulan, gündemde de olan bu konuyla ilişkili.
Polisin durdurduğu ve müdahale ettiği söylenen bir olayla ilgili söz konusu "şüpheli para hareketliliğinin" kaynağının ne olduğu merak konusu.
Öte yandan bu konuya dair birçok ayrıntı aylardır basına yansımasına rağmen neden hiçbir adım atılmadı ve şimdi operasyona konu oldu, bu da ayrı bir tartışma başlığı.
Erden Timur kimdir?
Tarsus Amerikan Koleji ve Marmara Üniversitesi Hukuk mezunu olan Erden Timur, NEF’in sahibi.
Futbol dünyasında öne çıkan tüm isimlerde olduğu gibi o da bir patron.
Şirketin sitesinde 2009 yılında NEF markasıyla proje geliştirilmeye başlandığı belirtiliyor.
En son güncelleme 2023’ten ve şu ifadeleri içeriyor: “25 milyar liralık varlık ve 13 milyar liralık öz kaynak, son iki yılda dört kat büyüyen aktif büyüklüğe ulaştı.”
AKP iktidarı döneminde kâr rekorları kıran bir inşaat şirketi patronu Timur.
550 milyon dolarlık servetiyle Forbes’un “Türkiye’nin En Zengin 100 kişisinden” biri oldu. En zenginler listesine ilk girdiğinde, 2020 yılında henüz 40 yaşına bile değildi.
Konut işlerinin faaliyetlerini ağırlıklı olarak yurt dışında yürüten firma, projelerinin yüzde 70’ini Timur’un açıklamasına göre yurt dışında yapıyor.
Sadece Ortadağu’da da değil, ABD’ye kadar uzanmış durumda. Bir röportajında şunları söylüyor örneğin: “New York, Brooklyn, California Coachella’dayız. Coachella, Amerika’da da dünyada da popüler. Onun dışında da Miami’deyiz. Yakın zamanda 2.2 milyar dolarlık konut yatırımı yaptık Miami’de. Arsaları aldık ve bunların hepsi kiralık konut.”
Türkiye'de, patronların en sevdiği iktidar olan AKP döneminde büyüdükçe büyümüş bir isimden söz ediyoruz.
Ancak buna rağmen siyaset ve devletle kurulan bağlara ilişkin de farklı iddiaları sürekli dile getiren bir isim Erden Timur:
“Düşünün ben hiç hayatımda kamu işi yapmadım. Hiç imar artışı yapmadım. 16 bin konut yapmışım İstanbul’da sadece imar artışı olsa artı 5 bin fazladan konut olurdu, bugünkü değerini düşünün. Bu yasa dışı değil ama bence hakkaniyete aykırı. Birilerinin hakkını yiyorsunuz. Ömür boyu oraya hak yeme makinesi takın! Çünkü siz imar artışı yaptığınızda kim orada yolda kalıyorsa trafikte siz de onun bir kaynağısınız ya da çocuğunu verecek okul kontenjanı bulamıyorsa birileri, siz sorumlusunuz, çünkü bin ev yapılacaktı siz iki bin ev yaptınız. Ben yapmadım. Kamu bankalarında kredisi olmayan bir inşaat firmasıyız. Bugüne kadar İstanbul’da bu kadar konut yapıp hayatımda hiçbir İBB başkanıyla tanışmadım, hep ruhsatım neyse onu yaptım. Türkiye’de Emlak Konut’tan sonra biz sektörün lideriyiz. Rekabette o kadar dezavantajlı olmana rağmen bu şu demek; bir tane projemde ben imar artışı yapmış olsam artı 2 milyar özkaynak olurdu.”
Kamuyla hiç iş yapmadığı iddiasında bulunan Timur’un firması RDN Gayrimenkul ve Ticaret A.Ş.’nin, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı Yerel Yönetimler Genel Müdürlüğü tarafından 1 yıl süreyle ihalelere katılması yasaklandı.
Bu yasaklamanın gerekçesi “kamudan hiç iş almadım” diyen Timur’un Sakarya’da aldığı ihaleyi tamamlamaması ve yarıda bırakması.
Timur’un kamuoyunda gündem olmasını sağlayan asıl olaysa tüm bunlar değil, Galatasaray yöneticiliğiydi.
Takımın yaptığı sansasyonel transferlerle taraftarın ilgisini çeken bu isim, yaptığı sert açıklamalarla da futbol kamuoyunda hızlıca öne çıktı.
Dursun Özbek yönetimiyle Florya projesinin de aralarında olduğu birçok konuda fikir ayrılıkları yaşamasının ardından görevinden istifa etti.
Timur, Özbek ile yaşadığı gerilimin dışında dönemin Fenerbahçe Başkanı Ali Koç ile de yaşadığı karşılıklı polemiklerle hatırlanıyor.
Timur hakkında görev süresinde gündeme gelen en ilginç iddialardan biri Rıfai cemaatinin kadın lideri Cemalnur Sargut'un elini öptüğü yönünde olmuştu. İddianın sahibi Ahmet Çakar olurken, buna yanıt veren Erden Timur, tarikatçı olduğunu reddetmiş, Alevi olduğunu açıklamıştı.
Neler oluyor?
soL'da bir süredir AKP'nin "temiz eller" adı altında yürüttüğü operasyonun AKP'nin iç gerilimleriyle bağlarına işaret etmiş, arkada dönen büyük kavgaya vurgu yapmıştık.
Erden Timur adımının burada nereye denk düştüğünü kısa süre içinde yandaş basın üzerinden görmek, şaşırtıcı olmayacaktır.
Öte yandan hem bahis operasyonları hem de uyuşturucu operasyonları üzerinden AKP önemli bir fırsat elde ediyor gibi görünüyor. Taraftarlığın geçirdiği dönüşüm AKP'nin elini rahatlatırken, bu kapsamda ortaya çıkan manzaraya da soL'da ayrıntılarıyla işaret etmiştik.
***
ABD 'kendine Hıristiyan': Ortadoğu'da destekledi, Nijerya'da tehditler savurup operasyon düzenledi -Yalçın Çuğ-
ABD'nin yaptırım ve askeri operasyon tehditlerinin ardından Nijerya'ya vermeyi planladığı milyar dolarlık hibe işe yaradı. Böylece ABD, Nijerya'daki Hıristiyanları koruma iddiasıyla ilk askeri operasyonu gerçekleştirdi. Peki aynı ABD'nin aklına neden Lübnan, Suriye ve Filistin'deki Hıristiyanları "korumak" gelmiyor?
Hıristiyanların katledildiğini öne süren ABD Başkanı Donald Trump, Nijerya'ya önce yaptırım sonra da askeri operasyon tehdidinde bulundu.
Tehditlerin ardından iki ülke arasında 5,1 milyar dolar değerinde işbirliği mutabakatı imzalanması "diplomatik gerilimi" kısa sürede çözdü ve dün ilk meyvesini verdi: ABD, Nijerya'da ilk operasyonunu gerçekleştirdi.
Evet, IŞİD ve Boko Haram gerçekten de Nijerya için bir tehdit. Fakat ABD'nin tehditler savurarak Nijerya'daki Hıristiyanları "koruma" arzusu nereden geliyor?
Oysa aynı ABD Lübnan, Suriye ve Filistin'de Hıristiyanları katleden müttefiklerine destek veriyor.
Trump'dan Nijerya'ya operasyon tehdidi
ABD Başkanı Trump, 31 Ekim'de Nijerya'yı "dini özgürlükleri ciddi şekilde ihlal eden" ülkelere karşı yaptırım uygulanmasını öngören "özel endişe duyulan ülke" ilan etti ve yardımların kesileceğini duyurdu. ABD ordusuna da Nijerya'da operasyona hazırlanma için emir verdi.
Gerekçe ise bir süredir ABD'deki bazı sağcı çevrelerce gündeme getirilen iddiayla aynıydı: "Nijerya'da Hıristiyanlara yönelik soykırım".
Nijerya Devlet Başkanı Bola Ahmed Tinubu, ülkesinin dini baskıya tolerans göstermediğini söyleyerek ABD'nin Nijerya'yı "özel endişe duyulan ülkeler" listesine dahil etmesine tepki gösterdi.
Washington'un kararı sonrası Tinubu, hükümetinin inançları ne olursa olsun herkesi korumak için ABD ve uluslararası toplumla birlikte çalışmaya kararlı olduğunu söyledi.
Gerilimin ortasında imzalanan 5,1 milyar dolarlık mutabakat
Bu gerilim devam ederken, geçtiğimiz hafta iki ülke arasında 5,1 milyar dolar değerinde ikili işbirliği için mutabakat zaptı imzalandı.
ABD'nin Abuja Büyükelçiliği'nden yapılan açıklamada, beş yıl sürecek bu işbirliğinin sağlık alanına yönelik olduğu belirtildi. Açıklamada, mutabakat zaptının önemli unsurlarından birinin, Nijerya genelinde faaliyet gösteren 900 Hıristiyan sağlık merkezine 200 milyon dolarlık destek sağlanması olduğu aktarıldı.
ABD'nin beş yıl içinde 2,1 milyar dolar destek sağlamayı, Nijerya'nın ise aynı dönemde 3 milyar dolarlık yeni yerel sağlık yatırımı yapmayı planladığı bildirildi.
Öte yandan anlaşmanın ABD'nin genel dış politika önceliklerine tabi olduğu belirtilerek, ABD Başkanı ve Dışişleri Bakanı'nın, ulusal çıkarlara uygun olmadığı değerlendirilen programları durdurma veya sonlandırma yetkisini saklı tuttuğu kaydedildi.
İmzalar atıldı, diplomatik gerginlik sonlandı
İmzalanan bu mutabakatın hemen ardından Nijerya hükümeti, ABD ile son dönemde yaşanan ve Trump'ın askeri müdahale tehdidinde bulunmasına yol açan diplomatik gerginliğin büyük ölçüde çözüldüğünü bildirdi.
Hafta başında konuşan Enformasyon ve Ulusal Yönelim Bakanı Mohammed İdris, "ABD ile yaşanan son diplomatik sürtüşme, güçlü ve saygılı bir diplomatik angajman sayesinde büyük ölçüde çözüme kavuşmuş, Nijerya ile ABD arasındaki ortaklık daha da güçlenmiştir" dedi.
"Nijerya-ABD ilişkilerinin son yanlış anlaşılmalar nedeniyle zayıfladığını düşünenler, bugün bağların eskisinden daha güçlü olduğunu açıkça görebilir" diyen İdris, ülkesinin artık küresel arenada kenarda duran değil, ulusal çıkarlarını savunan ve stratejik ortaklıklar kuran bir aktör olduğunu iddia etti.
İdris'in yaptığı açıklamada, imzalanan mutabakata da işaret etmesi dikkat çekti: "Anlaşma kapsamında ABD 2,1 milyar dolar hibe sağlayacak."
Anlaşma ilk meyvesini verdi: 'ABD IŞİD'e karşı ölümcül bir saldırı başlattı'
Nijerya'ya verilecek olan hibe işe yaramış olacak ki İdris'in de belirttiği üzere "diplomatik gerginlik" kısa sürede çözüldü ve ilk meyvesini verdi.
ABD ordusu, Nijerya topraklarındaki ilk operasyonunu günün ilk saatlerinde gerçekleştirdi.
Operasyonu sosyal medya üzerinden duyuran Trump, "Başkomutan" olarak verdiği talimat doğrultusunda ABD'nin Kuzeybatı Nijerya'da, "başta masum Hıristiyanlar olmak üzere, yıllardır hatta yüzyıllardır görülmemiş seviyelerde acımasızca öldüren IŞİD teröristlerine karşı güçlü ve ölümcül bir saldırı" başlattığını bildirdi.
"Daha önce bu teröristleri, Hıristiyanların katliamını durdurmazlarsa cehennem azabı çekecekleri konusunda uyarmıştım ve bu gece de öyle oldu" diyen Trump, "Yalnızca Amerika Birleşik Devletleri'nin yapabileceği gibi, çok sayıda mükemmel saldırı gerçekleştirildi" ifadesini kullandı.
Trump açıklamasını şöyle noktaladı:
Liderliğim altında, ülkemiz radikal İslamcı terörizmin gelişmesine izin vermeyecektir. Tanrı ordumuzu kutsasın ve ölen teröristler de dahil olmak üzere herkese mutlu Noeller. Hristiyanların katliamı devam ederse daha da çok öleceklerdir.
'Nijerya ile koordinasyon içinde düzenlendi'
ABD Savunma Bakanı Pete Hegseth de sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda, "Nijerya'da (ve başka yerlerde) masum Hıristiyanların öldürülmesi sona ermeli" ifadelerini kullandı.
ABD'nin IŞİD'e yönelik saldırısına işaret eden Hegseth, "daha fazlasının da geleceğini" belirtti.
Hegseth ayrıca, Nijerya hükümetinin desteği ve işbirliği için minnettar olduklarını söyledi.
ABD Afrika Komutanlığı'ndan (AFRICOM) konuya ilişkin yapılan açıklamada ise Trump ve Hegseth'in talimatıyla, "Nijeryalı yetkililerle koordinasyon içinde, Sokoto eyaletinde IŞİD teröristlerine karşı saldırılar düzenlendiği" öne sürüldü.
Nijerya Dışişleri Bakanlığı'ndan açıklama: 'Uluslararası ortaklarla işbirliğine devam'
Nijerya Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada, ülke yetkililerinin "süregelen terör ve şiddet yanlısı aşırıcılık tehdidine karşı ABD de dâhil uluslararası ortaklarla güvenlik işbirliğine devam ettiği" belirtildi. Açıklamada, "Bunun sonucu olarak kuzeybatıdaki hava saldırılarıyla Nijerya'daki terörist hedefler hassas şekilde vuruldu" denildi.
Nijerya Devlet Başkanı Bola Tinubu'nun danışmanı Daniel Bwala, daha önce BBC'ye yaptığı açıklamada cihatçı gruplara karşı herhangi bir askeri harekatın birlikte yürütülmesi gerektiğini söylemişti. Bwala, Nijerya'nın İslamcı isyancılarla mücadelede ABD'nin yardımını memnuniyetle karşılayacağını ancak "egemen" bir ülke olduğunu da belirtmişti.
Gerekçe gerçekten Hıristiyanlar mı?
Evet, Nijerya uzun bir süredir ülkenin çeşitli bölgelerine yayılmış silahlı çetelerin yanı sıra Boko Haram ve IŞİD'in düzenlendiği saldırılarla boğuşuyor. Özellikle 2009 yılından beri bu saldırılarda binlerce kişinin hayatını kaybettiği, yüz binlerce kişinin ise yerinden edildiği tahmin ediliyor. Son zamanlarda ise ülkede insan kaçırma ve bombalı saldırılar başta olmak üzere birçok olay gündeme geldi.
Ancak ABD'nin askeri saldırı ve yaptırım tehdidiyle elde ettiği operasyonun gerekçesi de tartışmalara neden oluyor.
Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu (ECOWAS), saldırıların sadece Hıristiyanları hedef aldığı iddiasının doğru olmadığını açıklamış, bu grupların bölgedeki tüm Müslüman, Hıristiyan ve diğer dinlere mensup masum sivilleri hedef aldığını açıklamıştı.
Bir diğer benzer açıklama da dünya genelinde siyasi şiddeti analiz eden Silahlı Çatışma ve Olay Veri Projesi'nden (ACLED) gelmişti. Paylaşılan verilere göre Nijerya'da düzenlenen saldırılarda hayatını kaybedenlerin çoğunluğu Müslümandı. Öte yandan açıklamada, Nijerya'nın orta kesiminde çoğunlukla Müslüman olan çobanlar ile genellikle Hıristiyan olan çiftçi grupları arasında sık sık su ve meraya erişim kaynaklı çatışmalar yaşandığı aktarılmıştı.
Nijerya Devlet Başkanı Bola Tinubu da ülkesinde dini ne olursa olsun herkese hoşgörüyle bakıldığını ve güvenlik sorunlarının "farklı inanç ve bölgelerdeki" insanları etkilediğini ısrarla vurgulamıştı.
Nijerya Dışişleri Bakanı Yusuf Maitama Tuggar ise BBC'ye yaptığı açıklamada, gerçekleştirilen operasyonun "belirli bir dinle ilgisi olmadığının" altını çizdi.
ABD'nin gözünü kapattığı Hıristiyanlar: Lübnan, Filistin, Suriye...
ABD'nin "Hıristiyanlara yönelik saldırı" gerekçesinin ikiyüzlülüğünü Lübnan, Suriye ve Filistin'deki Hıristiyanlara yönelik saldırılar ortaya koyuyor.
ABD'nin sürekli müdahale etmeye çalıştığı ve müttefiki İsrail tarafından düzenli şekilde ateşkesin ihlal edildiği Lübnan'da, bu zamana kadar birçok kiliseye saldırı düzenlendi. Bu saldırılarda 10'a yakın kilise zarar görürken, Hıristiyanlar da can kaybı yaşadı.
İsrail'in Lübnan'a düzenlediği saldırılarda evleri ve kiliseleri hasara uğrayan Hristiyanlar, dün Lübnan-İsrail sınır bölgesinde ve Hristiyanların yaşadığı Yarun beldesinde bulunan St. Georges Kilisesi'nde Noel ayini düzenlendi.Batı ve ABD'nin de destekleriyle geçen yıl Suriye'de iktidara gelen Heyet Tahrir'uş Şam (HTŞ) öncülüğündeki cihatçı blok da Hıristiyanlara karşı düzenlenen saldırılar ve yıldırma politikalarıyla gündeme geldi.
Başkent Şam’ın dış mahallelerinden Duveyla'da bulunan Mar İlyas Kilisesi’ne geçtiğimiz haziran ayında saldırı düzenlenmiş ve 25 kişi hayatını kaybetmişti. Beşar Esad yönetiminin düşmesinin ardından gerçekleştirilen saldırı, Suriye’de uzun yıllar sonra bu ölçekte yapılan ilk saldırı olarak kayıtlara geçmişti.
Mar İlyas Kilisesi'ni hedef alan saldırının ardından, dün Noel öncesi düzenlenen törende Hıristiyanlar bir araya gelerek saldırıda hayatını kaybedenleri andı.Müttefiki İsrail tarafından katledilirken, ABD'nin gözünü kapattıklarından biri de Gazze'deki Hıristiyan nüfus.
Gazze Patrikhanesi Operasyon Direktörü George Anthon, kiliselerin sığınma merkezlerine dönüştüğünü aktardı. Anthon, bölgedeki saldırılar ve patlamaların ateşkese rağmen sürdüğünü, kilisenin sarı hatta yakın olduğu için bu durumdan etkilenebildiğini belirtti. İsrail saldırılarının din ayrımı olmaksızın bölgeyi tamamen hedef aldığını dile getiren Anthon, Hıristiyan Gazzelilerin tedirginliklerinin sürdüğünü söyledi.
Dün Gazze kentinin doğusundaki Katolik Kutsal Aile Kilisesi'nde Noel ayini düzenlendi. Bu kilise birkaç kez İsrail saldırılarına hedef oldu. Sonuncusu Temmuz 2025'te gerçekleşen saldırıda kiliseye sığınan 3 kişi hayatını kaybetti, kilisenin papazı Gabriel Romanelli de dahil 9 kişi de yaralandı. Öte yandan bu süreçte Gazze'deki 3 büyük kilise birçok kez İsrail saldırılarının hedefi oldu.
Dün Katolik Kutsal Aile Kilisesi'nde Noel ayini düzenlendi. https://haber.sol.org.tr/sites/default/files/2025-12/ssstwitter.com_1766748142905.mp4Kemalizmin tarihi düz bir çizgi değil. Sanırım artık çoğunluğun kabul ettiği gibi, bu tarihte en kritik dönemeç Kemalizmin iktidar sistematiğinin dışına düşmesiyle alındı.
Bu hareket, Osmanlı’nın dağılışı sırasında “ikili iktidarın” bir kanadı olarak doğmuştu: İşgalin ve saltanatın İstanbul’u ile Milli Mücadele’nin Ankara’sı… Kurtuluş Savaşı emperyalizme karşı verildiği kadar, Kemalizmin içeride kendi iktidarını inşa etmesidir de. Dahası, savaş bir bakıma ikinci boyutta başarılı olunduğu için kazanılabilmiştir. 30 Ağustos sadece bir askeri zafer değil, iki yılı aşkın bir politik hegemonya mücadelesinin son noktasıdır.
Kemalizmin devletle özdeşleşmesi ise Cumhuriyetin ilanı ve planlı sanayileşme ile zirve yaptı. Sonrası, yani 1930’ların sonlarından itibaren –Demokrat Parti dönemindeki gerilemenin 27 Mayıs rüzgârıyla telafi edilmesi hariç- neredeyse düzenli bir geri çekilme görürüz… AKP iktidarı, zemini artık çok aşınmış olan Kemalizmin devletin dışına atılmasıdır. Halen kendilerini devletin sahibi veya ortağı sayanların gerçeklikle bağı tartışmalıdır. Tabii örtük AKP’li değillerse!
Solda bir yorum, Cumhuriyet ile Osmanlı arasında bir sürekliliğe işaret eder. Bunu geçmişe dönük olarak, tarih bilgimizin parçaları olarak tartışmak mümkündür, ama artık sürecin geldiği nokta itibariyle, yani AKP’nin Cumhuriyeti tasfiye etmesiyle birlikte bu yaklaşım politik anlamını kaybetmiştir. Çünkü aralarında ne ölçüde süreklilik olduğu tartışılan taraflar birbirlerinin karşıtı olarak sahnede yerlerini almış bulunuyorlar. Biri diğerini tasfiye etti.
Devrimin kazanımlarının birer birer düşüşüne tanık olduktan sonra Kemalist devrimin “efsaneleştirilmesi” de anlamsızlaştı. Karşıdevrimler, hele burjuva devrimlerinde, çoğunlukla gökten düşmez, yani dışsal değillerdir. Devrime eşlik ederler. Türkiye’de de tam öyle olmuştur. Kemalist devrim eski düzeni süpürme gücüne sahip olamamış, somut olarak radikal zorlamalar Mustafa Kemal’in, frenci eğilimler diğer önde gelen kadroların hanesine yazılmıştır. Ortaya çıkan bileşkenin belirleyenleri arasında emperyalist kuşatma vardır, statükocu taşra burjuvazisi vardır, feodal veya kapitalist büyük toprak sahipleri vardır, ilkel sermaye birikiminin yağmacı vahşi taşıyıcıları vardır, “aferist” liberaller vardır, saltanat ve hilafet geleneğinden kopamayanlar vardır, laikliği lüks bulanlar, siyasallaşmış dini elden bırakmamakta direnenler vardır, mandacılığın mirasçısı kah İngilizci kah Almancı anti-Sovyet, antikomünistler vardır. Bunlar karşıdevrim dinamikleriydi ve uzun süre Cumhuriyet’e “tutundular.” Tertemiz bir devrim yoktur. Olsaydı zaten saflarında büyük bir enerji birikir ve yaşadığımız gibi tırmalana tırmalana tüketilemezdi. Bir “Asrısaadet” anlatımı bugüne ve yarına ışık tutmayacaktır.
En önemlisi, karşıdevrim dinamiklerinin anti-Kemalist karakterinin belirginleşmesi AKP’ye kadar istisnaidir. Ne İkinci Dünya Savaşının ırkçıları, ne 50’lerin liberalleri, ne 12 Eylül cuntacıları Kemalizmi açıktan reddetti. Aslında inkârcısı olmaları gereken Cumhuriyetçilik devlete yerleşikti. Onlar da kendilerini bir Kemalizm yorumu, eklentisi, içeriden eleştirisi olarak sundular. Gizlendiler mi, bu sunuma inandılar mı, önemli değil… Ama sonuçta Kemalizmi de amorf hale getirdiler. Sayısız karşıt versiyonu barındıran bir akım kaçınılmaz olarak etki gücünden kaybeder. Artık Kemalist Cumhuriyetçiler kendilerini devletin gerçek sahibi, bu konumlarını garantili, gericiliği ise geçici zannederken devrimin kazanımları giderek değersizleşmiştir.
Aslına bakarsanız, Kemalizmi, köşeleri belirgin kompakt bir ideoloji, net bir politik program haline getirmeyi Atatürk’ün kendisi de tercih etmemişti. Cumhuriyet devriminin sınıf temelleri buna elverecek ölçüde güçlü köklere sahip değildi. Solun geçmişinde bu kökleri toptan yok sayanlar, halkın devrime angaje oluşunu hafife alanlar olmuştur ve bu saçmadır. Öte yandan Kemalizmde başlı başına temel bir ideolojik akım ve politik hareket arayanlar da, açık söylemek gerekirse hayal görmüşlerdir. Yeri gelmişken, Kemalizmi sistem haline getirmek doğrultusunda en ciddi girişim, TKP’den “dönenlerin” Atatürk’ün icazetiyle çıkardıkları Kadro dergisidir ve kısa ömürlüdür. Kadrocular Kemalizmi fazla zorladılar. Bir anlamda Doğan Avcıoğlu’nun, onlardan otuz yıl sonra Kemalizmi “sahip çıkarak aşmayı”, güncellemeyi denediği Yön-Devrim hareketi de benzer biçimde yorumlanabilir. Kadrocu sağ-Kemalistleri oyunun dışına atamadı. Avcıoğlu ise 12 Mart 1971’de, yine kendini Kemalizm zemininde sunmaya uğraşan bir karşıdevrimin mağdurları arasına girdi.
Kimlerin Atatürk’ün çizgisine daha fazla uyduğu tartışmaya açık olsa da, bu mücadeleler gerçektir ve Kemalizmin tarihi sağa sola çekiştirmelerle yoğrulmuştur. Sol ise geçmişte bu ayarları gözden kaçırabilmiştir.
Cumhuriyet karşıtlığına düşen liberalleri geçiyorum. Diğer uçta ise, sol zaman zaman sınıfsallığı ihmal edecek ölçüde burjuva devrimine angaje olmuştur. Bu tutum devrimin ilerlemesine destek vermek adına yapıldıysa da, sosyalizmi/ komünizmi bir alternatif olmaktan çıkartmak bu amaca hizmet etmez. Burjuva devrimin ilerlemesi, solunun ana akımın içinde erimesiyle değil, tersine bağımsız bir sınıf hareketi olarak güç kazanmasına bağlıdır.
Burjuva devrimi demişken; aslolan sınıfsallıktır ve Fransız Devrimi nasıl burjuva karakter taşıdıysa, bizim Cumhuriyetimiz de bir burjuva devrimidir. Marksizm ilerlemelere sahip çıkmak için, onun tarihselliğini ve dolayısıyla sınıf karakterini görmezden gelmez. Aydınlanmayı, insanın kaderini eline almasını, eşitliği ilan eden burjuva devrimi “bizimdir.” Gerisine düşemeyeceğimiz bir eşik, ileri yürümek için ayaklarımızı basmamız gereken temeldir bu.
Hele bugün, Cumhuriyet’in ayağa kaldırılması gereği ile “sınıfsızlık-imtiyazsızlık” iddiasını yan yana getirmenin faydasızlığı bütün açıklığıyla ortadadır. Cumhuriyet artık ancak emekçi karakteriyle, sosyalizme bağlanarak ayağa kaldırılabilir. Bugün kendilerine öyle desinler demesinler, sol-Kemalistlerin emekçi halka yüzlerini dönmekte olması da çok yerindedir.
İdeolojik politik amorfluktan söz etmek de, Cumhuriyet devrimine burjuva karakter atfetmekte olduğu gibi bir aşağılama sayılmamalıdır. Atatürk’ün faili olduğu bir yanlıştan değil, çok taraflı bir sürecin ürününden söz ediyoruz… Ama amorfluğu, farklı dönemlere ve gereksinimlere adaptasyon imkânı veren bir olumluluk sayanlar yanlış yapmaktadır. Kemalizmin köşeli ideoloji ve siyasi hareketlere oranla hayli “esnek” olması, reel politikada avantaj sağlasa da, ucu açık bir pragmatizm uzun erimde zaaf oluşturur. Öyle ki, yukarıda işaret ettiğim gibi, türlü sağcılık Kemalizmin sahasında cirit atma olanağını bu sayede bulmuştur. Geçmişte somut durumda “gereğini yapan Atatürk” bugüne ışık tutmaya yetmez. Günün ihtiyacı karşıdevrime set çekecek ilkelerdir. Emperyalist dünyada çağdaşlık aramakla, İslamcılığı halkçılığın kapsamında görmekle Cumhuriyetçilik artık bağdaştırılamaz.
İki hafta önce de söyledim, bu yazıya bir “Kemalist Rönesans” gerçeği vesile oluyor. Bu, aynı zamanda şiddetli bir tartışma ve hesaplaşmanın güncelliğini anlatır. Söz konusu olan bir geçmiş tartışması değildir. Dolayısıyla sorunun özü, “asıl gerçeği” keşfetmek değil, halkçı, devrimci bir yorumun önünü açabilmekte düğümleniyor.
/././
Cumhuriyetçilerin birliği için kavramlar ailesi(III): Yurttaşların eşitliği
Bu koşullarda Cumhuriyeti yeniden ayağa dikmek için hukuk önünde eşitlik yetmez, mülkiyette eşitliğin garanti altına alınması gerekir.
Cumhuriyetçiler Kurultayı Danışma Kurulu’nun 23 Mayıs 2025’te gerçekleştirdiği Kurtuluş Programı Çalıştayı’nda yurttaşların eşitliği en çok konuşulan kavramlardan biri oldu. Ancak gündemin yoğunluğu nedeniyle yeterince tartışılamadı.
Burada cumhuriyetçilerin birliği sürecine katkı amacıyla bir deneme yapalım.
Tabi ki yurttaşların eşitliği.
Ama nasıl bir eşitlik?
Zor kavramlar için tarihe dönmek en iyisi.
İnsanlığın milyon yıllara yayılan ilk sınıfsız toplumlarında anayasal bir yurttaşlık tanımı bulmak mümkün değil ancak bu dönemde toplumun üyeleri arasında eşitliğin çok temel bir özellik olduğu biliniyor.
Çok uzağa gitmeyelim, günümüzden 9 bin yıl kadar önce kurulan ve 1500 yıl boyunca kesintisiz bir şekilde süren Çatalhöyük’e bakalım. Tarım ve hayvancılıkla uğraşan Çatalhöyük halkı eşitlikçi bir toplumdu. Dayanışmayı temsil eden sırt sırta yükselen evler birbirlerinden ne büyüklük ne dekorasyon açısından farklı değildi.
Toplumsal eşitliği yıkan şey, tarımsal artı ürünün üzerine çökülmesi ve sistematik emek sömürüsünün toplumun dokusuna yerleşmesi oldu.
Tarımsal artı ürüne sahip bir toplumun üzerine çöreklenen ve askeri olarak daha güçlü olanlar bir kast toplumuna yol açtı.
Ancak sömürü Sparta’da olduğu gibi sürekli silaha ve zora dayanamazdı. Binlerce yıl boyunca işe yarayacak olan bir ideolojik kılıf icat edildi. Tanrılar insanları kastlarına uygun bir doğa ile yaratmıştı. Sömüren soylu sınıf üstün özelliklere sahipti, köylüler ise aşağıydılar. Soylular Tanrıyı temsil ettikleri için Tanrıların yönettiği dünya işlerinde aracılık etme yeteneğini de sahiptiler.
Bu “yaratılmış” toplumsal eşitsizlik sömürüyü meşrulaştırıyor, köylülerin gönüllülükle ürünlerini saraya, tapınağa, vergi memuruna teslim etmesine neden oluyordu. Böyle bir toplum yurttaşlık tanımına da izin vermiyordu. Toplum soylular ve yaşamları üzerinde her türlü hakkın soylulara ait olduğu köylü yığınlarından oluşuyordu.
Bu korkunç eşitsizliği günümüzde anlamak kolay değil. Halbuki 250 yıl kadar önce feodal eşitsizlikler bütün boyutlarıyla sürüyordu.
Günümüzde klasik müzik besteciliği çok saygın ve önemli bir iş olarak görülür. Ancak zamanında Bach ve Mozart gibi sanatçıların hiçbir zaman soylularla birlikte yemek yiyemediğini, diğer hizmetçilerle birlikte sofraya oturduklarını akıl etmek zordur.
Goethe’nin Genç Werther’in Acıları adlı ünlü romanı kendi yaşam öyküsünden izler taşır ve kahramanın yanlışlıkla bir salonda soyluların arasına düştüğünde çıkana kadar esen buz gibi sessizliği çok iyi tanımlamıştır.
Yine Goethe’nin Bakanlık yaptığı Weimer Prensliği’nde Prens’in o bölgede doğan çocukların yarısının babası olduğu söylenir. Tebaanın bedeni üzerinde her türlü hakka sahip olan soyluların yargılanmaları mümkün değildi, yargı genel olarak tebaayı cezalandırmak için vardı. Yasama, yargı ve yürütme soylu sınıfın elinde tekleşmişti.
Türkiye’de hangi sınıfa karşı devrimin yapıldığını anlamak için Topkapı Sarayı’nın Harem Dairesi’ni gezmenizi öneririz. Yüksek duvarların arkasında saklanan toplumsal eşitsizliği ve hanedanın yaşam biçimini kavramak Türkiye’de Cumhuriyet devriminin içeriğini anlamak için de önemlidir.
Burjuva devrimleri anayasacıdır. Laik bir anayasa soyluluğu ortadan kaldırır veya sınırlarken tebaanın hukuk önünde eşitliğini sağlar. Hukuk önünde eşitlik yurttaşlığın esasıdır. Bunu yaparken feodal mülkiyet biçimlerini de ortadan kaldırır.
1923 Devrimi de Cumhuriyet’i kurarken hukuk önünde eşitliği inşa etmiştir.
Bu uzun konu ancak burjuva devrimleri ilk atılımda tam bir hukuk önünde eşitliği sağlayamazlar. Örneğin, kadının toplumsal eşitliği veya emekçilerin seçme seçilme hakkı için uzun mücadeleler gerekecektir. 1923 Cumhuriyet Devrimi geçmiş deneyimlerin ışığında bu yolu oldukça hızlı almıştır.
Bu çok önemli toplumsal devrim dalgasına karşın hukuk önünde eşitliğin toplumsal eşitliği sağlamadığı acı bir şekilde fark edilecektir.
Evet, feodal mülkiyet şu veya bu şekilde, şu hızda veya bu hızda, ortadan kaldırılmış ancak yeni mülkiyet biçimi amansız bir toplumsal eşitsizlik jeneratörü haline gelmiştir.
Sermaye sınıfı öyle bir mülk edinme biçimi geliştirmiştir ki bu toplumsal eşitsizliği sıçratmıştır adeta. Fabrikaların mülkiyetinin yanı sıra işçilerin emek gücünü de satın almış, üretimin her dakikasında her saatinde işleyen bir sömürü mekanizması kurulmuştur.
Bugün Dünya Bankası gibi kurumlar bu sömürü ilişkisini saklamak için “dezavantajlı toplumsal kesimler” kavramını kullanır. Oysa emekçi sınıflar handikaplı oldukları için değil sömürüldükleri için yoksuldurlar, daha az eğitimlidirler ve daha az sağlıklıdırlar.
Bu açgözlü sermaye sınıfı sonunda tüm toplumun emeğiyle oluşmuş devlet fabrikalarını, madenlerini, limanlarını her şeyi yağmalamıştır, Cumhuriyet’i tamamen ortadan kaldıran bu yağmaya dayalı olağanüstü mülk eşitsizliğidir.
Mülkiyette eşitlik olmayınca hukuk önünde eşitlik de kalmamıştır.
Yoksullar için avukat tutmak bile imkansızdır.
Emekçilerin çocukları kazaya, cinayet veya saldırıya uğradığında çoğu kez adalet işlemez, kan parası, tehdit ve paraya dayalı güçlü savunma her seferinde adaleti sarsar.
Son 20 yıldaki mülk devri yargı, yasama ve yürütmenin sermaye sınıfının elinde birleşmesine neden olmuştur.
Tıpkı soylu sınıflar gibi yargı onlar için değil, onları halktan korumak içindir.
Hukuk önünde eşitsiz duruma düşmek sömürüyü ve mülkiyette eşitsizliği daha da artırır, bir kısır döngüye yol açar.
Açıklanan asgari ücret tamamen sermaye sınıfının sömürü oranını yüksek tutmak için tasarlanmıştır, itiraz edilebilecek hiçbir makam bulunmaz emekçiler için.
Yurttaşların eşitliğinin yeni bir Anayasa ile geleceğini söyleyenlerin yalancılığı sermaye sınıfının uzantıları olmalarından kaynaklanır.
Bu koşullarda Cumhuriyeti yeniden ayağa dikmek için hukuk önünde eşitlik yetmez, mülkiyette eşitliğin garanti altına alınması gerekir.
Günümüzde mülkiyette eşitliği sağlamayan her Cumhuriyet tasavvuru yanılsamaya dayanmaktadır.
/././
soL



Hiç yorum yok:
Yorum Gönder