(I) -“London Consensus” ve devletin yeni rolü
Son yıllarda küresel ekonomi-politik düzlemde sessiz fakat derin bir paradigma kaymasına tanıklık ediyoruz. Neoliberal çerçevenin yerleşik kabullerinin sorgulanmaya başlanması, özellikle 2020 sonrası dönemde daha görünür hale geldi. Bu sorgulamanın ürettiği alternatif yaklaşım ise, giderek daha fazla akademik literatürde ve politika yapıcı çevrelerde karşılaştığımız bir kavramla ifade ediliyor: London Consensus.
Bu kavram, yalnızca ekonomik teori düzeyinde bir tartışma değil; hükümetlerin pratik politika üretme süreçlerini de doğrudan etkileyen bir yönelim. Dahası, küresel güç rekabetinin, enerji güvenliğinin ve teknolojik dönüşümün hızlandığı bir evrede devletin rolüne ilişkin yeniden düşünmeyi zorunlu kılıyor.
TEMEL ÖNERMESİ NE
London Consensus, özetle, devletin ekonomik ve toplumsal kalkınmada yeniden “stratejik aktör” konumunu üstlenmesi gerektiği tezine dayanıyor. UCL’de İnovasyon ve Kamu Amacı Enstitüsü’nün kurucu yöneticisi ekonomist Prof. Mariana Mazzucato’yu burada anmadan geçmeyelim.
Bu yaklaşım, 1980’lerden itibaren küresel politika tavsiyelerine damgasını vuran derinleşen gelir adaletsizliğinin temelinde yatan Washington Consensus’un tersine, devletin geri çekildiği bir düzeni değil; tam tersine koordinasyon, yatırım ve yönlendirme kapasitesinin öne çıktığı yeni bir model öneriyor. Çünkü dünya ekonomisi eski parametrelerle yönetilemeyecek kadar hızlı ve çok katmanlı bir dönüşüm yaşıyor. Tedarik zincirlerini güvence altına almayan ülkeler kırılganlaşıyor; teknoloji üretmeyen ülkeler bağımlı hale geliyor; enerji dönüşümüne geçmeyen ekonomiler rekabet avantajını kaybediyor.
Bu dönüşümü tetikleyen unsurlar, son on yılın küresel dinamiklerinde giderek belirginleşen bir dizi yapısal kırılmadan besleniyor. Pandemiyle birlikte görünür hale gelen tedarik zincirlerinin kırılganlığı, ülkelerin yalnızca maliyet avantajına dayalı küresel üretim ağlarına güvenemeyeceğini gösterdi. Aynı dönemde jeopolitik rekabetin ekonomik alana taşınması, özellikle ABD–Çin hattında teknoloji, ticaret ve stratejik sektörler üzerinden yeni tür bir güç mücadelesini ortaya çıkardı. Bununla eş zamanlı olarak enerji güvenliği ve iklim krizinin zorladığı dönüşüm, ülkeleri yeni enerji kaynaklarına, altyapı yatırımlarına ve karbon azaltım stratejilerine yöneltti.
Birçok ekonomide hissedilen yüksek enflasyon, ücret baskıları ve artan eşitsizlikler, sosyal dokuyu zayıflatarak ekonomik politikaların yeniden düşünülmesini zorunlu kıldı. Bir de tabi, yapay zekâ, yarı iletkenler ve biyoteknoloji gibi alanlarda derinleşen rekabet, teknolojik kapasitenin artık ulusal gücün temel belirleyicilerinden biri haline geldiğini teyit etti.
İşte tüm bu sorunlu alanlara çözüm geliştirme yolunda yapılan akademik çalışmalar bir araya gelerek devletin ekonomik düzlemdeki rolüne ilişkin yeni bir yaklaşım olan London Consensus’un ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Bu yaklaşım akademik literatürde giderek daha sistematik bir form kazanıyor. London Consensus temelde altı ana sütun üzerinde yükseliyor:
- Sanayi Politikası: Stratejik sektörlerde devletin açık yönlendirmesi, yerli üretimin güçlendirilmesi ve tedarik zinciri bağımsızlığı.
- Yeşil Dönüşüm ve Enerji Ekonomisi: Karbonsuzlaşma sürecinin ekonomik yapıları dönüştürmesi ve enerji güvenliği ile iklim politikalarının bütünleşmesi.
- Teknoloji Devleti: Yapay zekâ, yarı iletkenler, biyoteknoloji gibi yüksek teknolojili alanlarda rekabetin devlet destekli kurumsal mimari ile yürütülmesi.
- Kamu Yatırımları ve Altyapı Modernizasyonu: Dijital, ulaşım, enerji ve sosyal altyapıların yeniden tasarlanması; kamu yatırımlarının stratejik niteliğinin artması.
- Aktif İşgücü Politikaları: Beceri dönüşümü, yaşam boyu eğitim, genç ve kadın istihdamını artırmaya dönük kurumsal yeniden yapılanmalar.
- Ulusal Güvenlik – Ekonomi Bütünleşmesi: Ekonomik politikaların dış politika ve güvenlik stratejileriyle uyumlandırılması; kritik sektörlerde stratejik otonomi. Bu altı sütun yalnızca yeni bir ekonomi politikası önerisi değil; aynı zamanda devletin kapasitesini, kurumların işleyişini ve ekonominin üretim yapısını yeniden tanımlayan bütünsel bir yaklaşımı temsil etmesiyle yeni bir çağın da kodları. Bildiğimiz ticaret kurallarının, uluslararası kurumların, aşırıya kaça özeleştirmelerle kapasitesi taşeronlaştırılan devletlerin, kamusal kurumlardaki aşınma sonucu ortaya çıkan yönetim kabiliyeti düşüklüğünün ve nihayetinde yükselen otokratik düzenin antitezini tanımlıyor.
Bu bağlamda London Consensus, yalnızca ekonomik bir söylem değil; küresel düzenin yeniden şekillendiği bir dönemde stratejik konumlanmanın çerçevesi, demokrasiye can suyu adına bir umut olarak görülüyor. Kısaca, London Consensus, günümüzün karmaşık ekonomik gerçekliği içinde yeni bir yol haritası sunuyor. Eski normların çözüldüğü, yeni oyun kurallarının yazıldığı bir dönemde bu çerçeveyi anlamak, yalnızca akademik bir merak değil; aynı zamanda geleceği doğru okumak için zorunlu bir adım.
Bu başlangıç yazısı ile amacım London Consensus’u yalnızca kavramsal bir çerçeve olarak tanıtmak değil. Bir yazı dizisi haline getirerek önümüzdeki haftalarda bu altı sütunu ayrı ayrı ele almak. Böylece Türkiye olarak ekonomik buhranı kaçınılmaz kılan hukuksuzluk deliğine düşmeye devam ederken dünyanın hangi yönde ilerlediğini, küresel güçlerin bu yaklaşımı nasıl uyguladığını, yeni dönemin kazanan ve kaybedenlerinin nasıl şekilleneceğini ve ekonomik dönüşüm ile siyasal düzen arasındaki ilişkinin nasıl değişmekte olduğu gibi soruları analitik bir düzeyde tartışmak. Başladığım yazı dizisi ile dönüşen dünyayı kavramak, bu dönüşümün mantığını berraklaştırmak ve tabi Türkiye’nin bu gelecekteki yerini tartışmaya açmak.
(II)-“London Consensus” ve Sanayi Politikalarının Küresel Dönüşümü
Türkiye’de siyasi gündem yangın yeri. Bir yandan artık “İmralı Açılımı” ismiyle tarihe geçeceği belli olan amorf “sürecin” rengi belli olurken, bir yandan ana muhalefet partisi CHP üzerinde beklenmedik yerlerden de gelen baskıların artışını izliyoruz. Ekonomide gündem uzun zaman olduğu gibi enflasyon oranıyla sınırlı. Bunun en doğrudan yansıması olarak 2026 asgari ücret artış oranı çoğunluğun haklı merak konusu. Hukuk devleti olmadan ekonomideki bu kısır döngüden çıkmak imkânsız. O yüzden de siyasi gündemin boğan havasından uzaklaşıp ekonomi-politikte dünyanın neleri tartışmaya açıp uygulamaya geçtiğini düşünmek için zaman çıkıyor. Geçen hafta bu amaçla 1980’lerden beri küresel politika tavsiyelerine damgasını vurarak gelir adaletsizliğini derinleştiren Washington Consensus’un antidotu olmaya aday “London Consensus” yaklaşımını tanıtmak amacıyla yazmaya başladım.
Bu hafta bu yazının ikinci kısmında biraz daha derine inerek bu yeni ekonomi-politik düzlemde sanayi politikasına yeni bir yaklaşımı anlatmaya çalışacağım. Başka ifadeyle, Yeni Sanayi ihtiyacını tartışacağım.
Ekonomik düşüncede dönüşümler finansal piyasalardaki krizlere benzeyen hızda gerçekleşmiyor. Sanayi politikalarının bugün yeniden küresel gündemin merkezine oturması da böyle bir sessiz kırılmanın ürünü. Uzun yıllar boyunca devlet müdahalesine mesafeli duran, rekabete ve piyasaya öncelik veren yaklaşım; yaşanan krizler, teknolojik rekabetin keskinleşmesi ve enerji sistemlerinin dönüşmesiyle birlikte yerini daha aktif bir devlet anlayışına bırakıyor. London Consensus da işte bu yeni yönelimin teorik çerçevesi.
Son kırk yılın küreselleşme modeli, verimlilik artışlarını belirli coğrafyalarda yoğunlaştırırken, ekonomilerin tedarik zincirlerine aşırı bağımlı hale gelmesine yol açtı. Pandemi bir ülkenin üretim kapasitesini başka bir kıtadaki darboğazdan bağımsız düşünmenin artık mümkün olmadığını gösterdi. Teknolojik üstünlük, ulusal gücün temel bileşeni oldu ve kritik bir boyut kazandı. Enerji sektöründe yaşanan fiyat dalgalanmaları ve iklim krizi ise sanayi ile enerji politikalarının ayrılmazlığını kanıtladı. Artan gelir adaletsizliği ve eşitsizlikler 80’lerden bu yana izlenen ekonomik politikaların toplumsal meşruiyetini zayıflattı.
Tüm bu dinamikler sonucunda da devletin yalnızca düzenleyici değil, stratejik yönlendirici bir aktör olarak geri dönmesi zorunlu kabul edilmeye başlandı.
London Consensus bakış açısında yeni sanayi politikası, geleneksel korumacı modellerden farklı olarak, tüm ekonomiyi dönüştürmeyi amaçlayan çok katmanlı bir yaklaşım. Yenilik ve rekabetçilik artık sadece özel sektörün sorumluluğunda görülmüyor. Devlet, Ar-Ge yatırımlarından teknoloji standartlarına, yetenek geliştirme programlarından finansman mekanizmalarına kadar geniş bir alanda sistem kurucu rol üstleniyor.
Teknolojik kapasite, yalnızca üretim süreçlerinin iyileştirilmesi değil, aynı zamanda yazılım, yapay zekâ, biyoteknoloji ve ileri malzemeler gibi stratejik alanlarda öğrenme hızının artırılmasını gerektiriyor. Yeşil ve dijital dönüşüm, tüm ekonomik yapının yeniden tasarlanmasını zorunlu kılıyor.
Bu nedenle sanayi politikaları, iklim politikalarını ve enerji stratejilerini içine alan bütünsel bir çerçeveyle yürütülüyor. Üstelik bölgesel eşitsizliklerin azaltılması, işgücünün yeni becerilerle donatılması ve dönüşümün toplumun tüm kesimlerini kapsaması yeni sanayi politikasının ayrılmaz bir parçası haline geliyor.
Küresel ticaret sistemi de sanayi politikalarının dönüşümüyle birlikte yeniden tanımlanıyor. Modern yaklaşım, dışa kapanmayı değil; küresel değer zincirlerine daha stratejik, bilinçli ve katma değer odaklı bir entegrasyonu savunuyor. Ürün çeşitliliği ve teknoloji yoğunluk düzeyi bir ülkenin üretim kapasitesinin göstergesine dönüşüyor. Dolayısıyla ticaret politikaları ile sanayi politikaları artık paralel değil, bütünleşik bir yapıda ele alınıyor.
Yeni Sanayi politikasının görünmez koşulu da devlet kapasitesi. Devletin sadece plan yapması değil; uygulamada öğrenen, uyarlanan, hatalardan geri dönebilen ve özel sektörle şeffaf işbirliği kurabilen bir yapıda olması gerekiyor. Kamu kurumlarının kapasitesi London Consensus’ın en sessiz ama en belirleyici unsuru.
Türkiye son yıllarda küresel üretim zincirlerindeki dönüşümün etkilerini yakından tanıdı. Enerji fiyatlarındaki oynaklık, ithal teknolojiye bağımlılık, bölgesel düzeyde artan eşitsizlikler ve orta-yüksek teknoloji sektörlerinde yaşanan sınırlı ilerleme ve potansiyel büyüme hızının %3,5’lere gerilmesi ülkenin sanayi politikası yaklaşımının yenilenmesi gerektiğinin kanıtı.
Özellikle yeşil dönüşümün zorunlu hale geldiği, teknolojik rekabetin hızlandığı bir dönemde Türkiye’nin yalnız mali teşvikler değil, uzun vadeli ve koordineli bir kapasite geliştirme stratejisine ihtiyacı olduğu açık. Nitelikli işgücü, bölgesel kalkınma, temiz enerji altyapısı ve teknoloji odaklı üretim modelleri, Türkiye için rekabet gücünü belirleyecek temel başlıklar haline geldi.
London Consensus’ın Türkiye için önemi de bu yakıcı dönüşüm ihtiyacını gerçekleştirecek yol haritasını göstermesi, Türkiye’nin sanayi ve teknoloji politikalarını yeniden düşünmesi için önemli bir referans sunması.
Yazı dizisinin sonunda çok önemsediğim, CHP’nin ekonomi programını da bu perspektiften tartışıyor olacağız.
(III)-“London Consensus” Yeni bir kalkınma vizyonunun önkoşulu
Yeşil dönüşüm, artık iklim politikalarının dar sınırlarına sıkışmış bir başlık değil; 21. yüzyılın yeni sanayi stratejisinin çekirdeği. Dönüşümün temeli ekonomik gücü, teknolojik kapasiteyi ve istihdam kalitesini belirleyecek yeni bir rekabet alanı haline gelmiş durumda.
Sanayi politikaları, uzun süre enerji politikalarından ayrı bir alan olarak düşünüldü. Ancak bugün durum tamamen değişti. Güneş ve rüzgâr teknolojileri, batarya üretimi, yeşil hidrojen, küçük modüler reaktörler, elektrikli araçlar, ısı pompaları, akıllı şebekeler ve karbon yakalama sistemleri… Bunların her biri hem enerji sektörünü hem de imalat, inşaat, ulaşım ve tarım başta olmak üzere tüm üretim yapısını yeniden biçimlendiriyor.
Bu nedenle enerji sistemlerinin yeniden tasarlanması, ekonomilerin kırılma noktası. Bu dönüşümü zamanında gerçekleştiremeyen ülkeler teknolojik üstünlüğü kaybedip yüksek enerji maliyetleri altında sıkıştıkça sanayi rekabetinde geri düşecek. Yakında bu maliyete bir de karbon vergileri eklenecek. Dönüşümü başaran ülkeler de yalnızca çevresel riskleri azaltmakla kalmayacak. Yüksek verimlilik, nitelikli istihdam ve yeni teknolojilerle küresel ekonomide liderlik imkânı kazanacak.
“DEVLET” BU İŞİN HER YERİNDE
Yeşil dönüşümün en temel yanı, piyasanın tek başına çözemeyeceği bir ölçek ve hız gerektirmesi. Rüzgâr ve güneş kapasitesinin artırılması, batarya fabrikalarının kurulması, iletim hatlarının yenilenmesi, enerji depolama teknolojilerinin ticarileşmesi, yeşil hidrojen altyapısının gelişmesi gibi milyarlarca dolarlık uzun vadeli yatırım gerektiren süreçler söz konusu.
Devletin geride kaldığı ve küçültülmeye çalışıldığı geçmiş 40 yıllık ekonomi politikaları bu yeni gelecekte işe yaramıyor. Keza, devletin büyük planlamacı rolü ve yatırım kapasitesinin devrede olmadığı ülkelerde bu dönüşüm mümkün olmadığı gibi, maliyetler de katlanarak artıyor.
Bu nedenle yeni sanayi politikaları devletin planlayıcı, yatırımcı ve yönlendirici olarak ekonomide yeniden aktif rol almasını gerektiriyor. Devletin enerji, sanayi ve iklim politikalarını ortak bir koordinasyon içinde tasarlaması, kritik altyapılara doğrudan yatırım yapması veya özel sektörü teşviklerle yönlendirmesi gerekli. Karbon fiyatlaması, yeşil standartlar, yerli üretim teşvikleri ve teknoloji alım garantileriyle özel sektörün risk iştahını artırması da gerekiyor.
KALİTELİ İŞLERİN YÜKSELİŞİ
Yeşil dönüşümle bütünleşik sanayi politikası yalnızca emisyon azaltmıyor, aynı zamanda istihdamın niteliğini de değiştiriyor. Güneş paneli montajından batarya mühendisliğine, yeşil bina dönüşümünden elektrikli araç ekosistemine kadar uzanan bu geniş alan; düşük nitelikli işlerin ağırlığını azaltırken, orta ve yüksek beceri gerektiren yeni meslekler yaratıyor.
Yeşil dönüşüm “iş” yok etmiyor. Belirleyici unsur, hangi işlerin daha kaliteli ve daha güvenceli hale geldiği. Yeşil sektörlerde ücretler genellikle daha yüksek; sendikalaşma eğilimleri daha güçlü ve çalışma koşulları daha iyi. Dahası, bu işler dış şoklara karşı daha dayanıklı, yani ekonomik krizlerde kayıp riski daha düşük.
TÜRKİYE: FIRSATLAR, RİSKLER VE ZORLUKLAR
Türkiye, enerji sistemleri ve sanayi yapısı açısından yeşil dönüşümün etkilerini en yoğun hissedecek ülkelerden biri. Bir kere Türkiye’nin enerjide dışa bağımlılığı yüksek ve maliyetler sanayinin rekabet gücünü doğrudan etkiliyor. Mevcut iktidar yenilenebilir enerji kapasitesi artırma çabasında. Ancak cumhurbaşkanlığı sistemiyle gelen liyakatsizlik planlama eksikliği üzerinden depolama ve şebeke modernizasyonu tarafını aksatıyor. Sonuç olarak da Türkiye’deki dönüşüm hızı başka ülkelere kıyasla düşük kalıyor, reel ekonominin rekabet gücü yaralanıyor.
Başta Avrupa olmak üzere Türkiye’nin ana ihracat pazarlarında devreye girmek üzere olan karbon sınır vergisi temiz üretime geçemeyen sektörler için çok ciddi maliyet artışı demek. Yeşil çeliği, yeşil tekstili, düşük karbonlu lojistiği önceleyen bir Avrupa pazarında Türkiye ancak enerji dönüşümünü hızlandırarak rekabetçi kalabilecek. Yoksa tekstilin başına gelen diğer sektörlere de yansıyacak.
Bu değişim Türkiye için ekonomik olduğu kadar sosyal da bir fırsat. Bizde genç nüfusun istihdam potansiyeli yüksek ancak mevcut işlerin niteliği düşük. Yeşil dönüşüm özellikle mühendislik, bakım-onarım, yazılım, tasarım, enerji verimliliği, sürdürülebilir üretim ve döngüsel ekonomi alanlarında orta ve yüksek becerili geniş işler imkânı kaynağı.
Türkiye, yeşil dönüşüm çağında yalnızca enerji stratejisini değil, bütünsel ekonomik modelini yeniden ele almak zorunda. Tekrar olacak belki ama yeşil dönüşümün sanayi politikasının merkezine alınması gereğini net yazmak gerekli. Çünkü bu dönüşüm, enerji maliyetlerini azaltarak sanayinin rekabet gücünü TL’ye bağlı oynaklıklardan hem kurtaracak hem de bu gücü artıracak. Temiz üretim teknolojilerinde yerli kapasitesi oluşacak, ekonomik büyüme güçlenecek. Nitelikli istihdam alanlarını genişleterek orta sınıfın yapısını güçlendirecek. İhracatın karbon düzenlemeleri karşısında sürdürülebilirliğini güvence altına alacak. Teknolojik yetkinliğin gelişeceği bir ekosistem yaratacak.
Dolayısıyla konu sadece yenilenebilir enerji yatırımlarını artırmakla sınırlı değil. Türkiye’de asıl ihtiyaç, ekonominin üretim yapısını, işgücü piyasalarını ve kamu yatırımlarını ortak bir hedef doğrultusunda yeniden tasarlamak. Türkiye için yeni bir büyüme dalgasını taşıyacak güçlü bir fırsat alanı yaratmak.
(IV) -London Consensus -Teknolojik üstünlük ve Yeni Sanayi politikası
Yazı dizisinin dördüncüsünde amacım Türkiye’nin ihtiyacı olan ekonomik yeniden yapılanmanın temel taşlarını dünyadaki ekonomik gelişmeleri merkeze alarak nasıl kurgulayacağımızın yolunu bulmak. Keza dünya ekonomisi, doğal kaynaklara veya ucuz emeğe dayanan üretim modelinden hızla uzaklaştı. Teknoloji ve yenilik kapasitesine dayalı rekabetin merkezi olduğu bir evreye girdi. Geleneksel sanayi üretimi, evet hâlâ önemli ama ülkelerin kaderini artık sanayi politikalarının şekli belirlemiyor. Teknolojik üstünlüğü yakalayan önde. Özellikle yapay zekâ (YZ), ileri veri analitiği, yüksek katma değerli üretim ve yenilikçi teknoloji alanları bir tercih değil, ülkeler için stratejik zorunluluk.
London Consensus’ın yeni paradigmalarından en kritiği teknoloji, yenilik ve YZ odaklı yüksek katma değerli üretim kapasitesini devlet, özel sektör ve akademi arasında yeniden kurulacak bir dengeyle oluşturmak. Firmalar kadar devletlerin de stratejik planlarına YZ ve teknoloji kapasitesini merkeze koyması zorunlu. Neoliberal politikaların küçültmeyi hedeflediği devlet kapasitesi bu yeni dinamikler içinde yeniden başrole çıkıyor. Çünkü yüksek teknoloji üretimi, yalnız sermaye değil, insan kaynağı, eğitim-sağlık politikaları, AR-GE altyapısı, veri politikası, fiziksel yatırım, ortak standartlar, regülasyon ve uzun vadeli planlama gerektiriyor.
Devletin “sadece düzenleyici” sınırları aşması gerektiği farkındalığına sahip yöneticilerin elinde hedeflerle uyumlu destekler veren, yatırım yapan ve tabi koordinatör olarak devreye giren şekilde baştan aşağıya kurgulanması gerekiyor.
TÜRKİYE’DE DURUM: POTANSİYEL, GİRİŞİMLER VE POLİTİKALAR
Türkiye’nin şu anda temel yol haritası olarak elinde 2021–2025 dönemini kapsayan Ulusal Yapay Zekâ Stratejisi (UYZS) var. Hedef yapay zekâ uzmanlarının yetiştirilmesi, TechVisa programıyla yeteneklerin ülkeye çekilmesi, üniversitelerde veri bilimi ve yapay zekâ odaklı yeni programlar açılması. Özel sektör açısından Türkiye Yapay Zeka İnisiyatifi (TRAI) gibi kurumlar, yapay zekâ ekosistemini inşa etme, girişim ve firmaları destekleme, kapasite artırımı ve farkındalık yaratma görevini üstleniyor. Olumlu adımlar olsa da bütüncül değişim gereğini yakalamaktan uzaklar.
Anadolu Ajansı kaynaklarına göre 2025 itibarıyla Türkiye’de “üretken yapay zekâ” kullandığını beyan eden bireylerin oranı %19,2’ye ulaşmış durumda. Bu, toplumun ve iş dünyasının YZ’ye yöneldiğini gösteren bir sinyal olsa da devletin rolünün yeniden ön plana çekilmemesi nedeniyle kapsamlı bir dönüşüm programı uygulanamıyor.
Halbuki genç işsizliğinin çift hanelerde olduğu Türkiye, OECD verilerine göre üniversite mezunlarının işsizlik oranının genel işsizliğin üstünde olduğu tek Avrupa ülkesi. Eğer Türkiye, sanayi politikası, eğitim-istihdam bağlantısı, nitelikli iş gücü üretme ve gençleri işgücüne kazandırma alanlarında adımlar atmazsa, bu genç nüfusu zaten ezmekte olan ekonomik hem toplumsal riskler daha da artacak.
Halbuki teknoloji ve yapay zekâ odaklı üretime geçiş sadece ülkenin rekabet gücünü artırmak için değil. Aynı zamanda istihdam yapısını daha kaliteli, daha kalifiye ve daha dayanıklı hâle getirebiliyor. Yakıcı genç işsizliğine çare olmak adına o zaman Türkiye’nin teknik altyapı ve insan kaynağı odaklı yatırımlarla YZ ve yüksek katma değerli teknoloji üretiminde bir sıçrama yapabilecek potansiyelini destekleyen hedefli politikalar gerekiyor. Çünkü geleneksel sanayi ya da hizmet sektöründeki emek yoğun, düşük maaşlı, kırılgan işlerin yerini; yazılım mühendisliğinden veri analistliğine, yapay zekâ geliştirmeden AR-GE uzmanlığına kadar orta ve yüksek beceri gerektiren işler alıyor.
Bu dönüşümün, orta sınıfın büyümesine katkı sağlarken, genç nüfusun nitelikli iş bulma umutlarını artıracağına şüphe yok. Türkiye gibi genç nüfuslu, %30’a yakın geniş işsizliğin olduğu bir ekonomide bu potansiyel, sosyal istikrar ve ekonomik dinamizm açısından kritik.
TÜRKİYE İÇİN BİR DÖNÜŞÜM FIRSATI
Bugün Türkiye’de bütün bu potansiyeli gerçekleştirecek bir hükümet vizyonu yok. Yapılan çalışmaların parçalı yapısı bunu doğruluyor.
Kamunun kurumsal çerçevesini 2018’den bu yana bilinçli şekilde yıpratan iktidar da kâğıt üzerinde şık görünen kendi yaptığı planların hayata geçirilemeyişinin en basit nedeni. 2018 cumhurbaşkanlığı sistemine geçişle beraber açıklanan Orta Vadeli Programların bugünün gerçekliğinden bile ne derece uzak olduğuna bakınca gelecek adına umutlu olmak da mümkün değil. Yalnız AR-GE yatırımlarının yetmeyeceği bu gelecekte hukuk, regülasyon, veri güvenliği, standartlar, kaliteli kamu eğitimi, nitelikli insan kaynağı yönetimi ve uzun vadeli strateji ile planlı ilerleme şart.
Türkiye, doğru kaynak yönetimi ve bölgesel avantajlarla bu yarışta yer alabilecek potansiyele sahip. Bu potansiyel, yeni bir devlet-akademi-özel sektör işbirliği ve uzun vadeli vizyonla bir sıçrama alanına dönüşebilir. Ancak bu sıçrama tesadüfi gelmeyecek. Planlı, kararlı, hedef odaklı, kapsayıcı ve devrim niteliğinde değişime soyunacak bir siyaset ile mümkün.
(V)-London Consensus- İnsan sermayesi ve aktif emek politikaları: Dönüşümün belirleyici ayağı
Türkiye’de emek piyasası uzun süredir derin bir sıkışma içinde. Bu sıkışma yalnızca ücretlerin yetersizliğinden ibaret değil; emeğin korunmasından temsil edilmesine, iş güvenliğinden toplu pazarlık gücüne kadar uzanan çok boyutlu bir yapısal sorun. Bugün Türkiye’de milyonlarca çalışan için “çalışmak”, refah üretmekten çok hayatta kalma mücadelesi.
Bu tablonun en görünür göstergesi asgari ücret sıkışması. Asgari ücret, olması gerektiği gibi bir taban ücret olmaktan çıkarak ücret sisteminin merkezinde. Bu durum, ücret skalasının yukarı doğru işlemesini engelliyor, nitelik farklarını anlamsızlaştırıyor ve emeğin değerini aşındırıyor. Daha fazla eğitim, daha fazla beceri ya da daha ağır iş yükü, anlamlı bir gelir farkı yaratmıyor.
Bu sıkışmanın doğal sonucu, çalışan yoksulluğunun kalıcı hale gelmesi. Çalışmak artık yoksulluktan çıkış yolu değil. Ücret artışları enflasyon karşısında hızla erirken, emek gelirlerinin milli gelirden aldığı pay düşüyor. Türkiye’de büyüme dönemleri çalışanların yaşam standartlarına yeterince yansımıyor.
Sorunun ikinci temel boyutu, emeğin örgütlenme kapasitesinin zayıflığı. Türkiye’de sendikalaşma oranları OECD’nin yarısından az, toplu sözleşme kapsamı sınırlı ve sendikal haklar fiilen daraltılmış durumda. Üstelik yasal çerçevede var olan haklar, uygulamada çoğu zaman caydırıcı mekanizmalarla etkisizleştirilmiş halde. İşten çıkarma tehdidi, taşeronlaşma, güvencesiz sözleşmeler ve kayıt dışılık, çalışanların sendikal haklarını kullanmasını fiilen engelliyor.
Sendikaların zayıflaması, yalnızca ücret pazarlığını değil; iş güvenliği, çalışma süreleri, işyeri demokrasisi ve mesleki gelişim gibi alanları da doğrudan olumsuz etkiliyor. Emeğin sesi, ekonomik karar alma süreçlerinden büyük ölçüde dışlanmış durumda. Sosyal diyalog yerine tek taraflı kararlar var.
Emeği Merkeze Alan demokratik Bir Ekonomik Dönüşüm
Türkiye’de işgücü politikaları büyük ölçüde pasif araçlara dayanıyor. Kısa vadeli teşvikler, geçici istihdam destekleri ve dönemsel programlar sorunu öteliyor ama çözmüyor. Oysa London Consensus yaklaşımının temel vurgularından biri, aktif işgücü politikalarının sanayi ve teknoloji politikalarıyla birlikte ele alınması.
London Consensus, insan sermayesini ekonomik dönüşümün yan ürünü olarak değil; ön koşulu olarak ele alan bir bakış açısı. Çünkü bu yaklaşım, ekonomik dönüşümü yalnız büyüme rakamları üzerinden değil; üretkenlik, nitelikli istihdam ve sosyal denge üzerinden ele alıyor. London Consensus’un merkezinde, emeği maliyet unsuru olarak gören anlayıştan kopuş var.
Bu çerçeve, Türkiye açısından üç temel politika yönelimi sunuyor.
Birincisi, beceri odaklı sanayi politikası. Yüksek katma değerli sektörlere geçiş hedefi, yalnız yatırım teşvikleriyle değil; bu sektörlerin ihtiyaç duyduğu becerilerin sistematik biçimde üretilmesiyle mümkün. Yeşil dönüşüm, yapay zekâ, ileri imalat ve dijital hizmetler gibi alanlarda, devletin beceri standartlarını belirlemesi ve eğitim programlarını buna göre şekillendirmesi gerekir.
İkincisi, yaşam boyu öğrenmenin kurumsallaşması. Bugünün tek bir diploma ile uzun bir kariyer sürdürmek zor. London Consensus yaklaşımı, çalışanların meslek hayatları boyunca yeni beceriler kazanabileceği esnek ve erişilebilir mekanizmalar öneriyor. Türkiye’de bu alanda hâlâ sınırlı pilot uygulamalar görülüyor; oysa merkezi ve aktif bir stratejiye ihtiyaç var.
Üçüncüsü, işgücü piyasası kurumlarının güçlendirilmesi. Etkili istihdam ofisleri, kariyer rehberliği sistemleri ve veri temelli işgücü analizleri olmadan dönüşüm yönetilemez. Türkiye’de işgücü piyasasına dair veri üretimi ve yönlendirme kapasitesi sınırlı; bu da hem iş arayanların hem işverenlerin yanlış kararlar almasına yol açıyor.
Bu çerçeve de Türkiye açısından üç kritik fırsat yaratıyor:
Birincisi, asgari ücret sıkışmasını aşacak bir üretim modeli. Yüksek katma değerli sektörlere geçiş, ücretlerin tabandan yukarı doğru yayılmasını mümkün kılar. Nitelikli işgücü talebi arttıkça, ücret farkları yeniden anlam kazanır.
İkincisi, sendikalaşma ve toplu pazarlığın sanayi politikalarının parçası haline gelmesi. London Consensus, sosyal diyalogu kalkınmanın önkoşulu olarak kabul ediyor. Yeşil dönüşümden teknoloji yatırımlarına kadar her alanda işçi temsilinin kurumsallaşması bu modelin temel unsurlarından.
Üçüncüsü, iş güvenliği ve çalışma koşullarının rekabet unsuru haline gelmesi. Keza, yeni sanayi politikaları, ucuz emekle değil; güvenli, verimli ve sürdürülebilir çalışma ortamlarıyla rekabet etmeyi hedefler.
London Consensus, elbette tek başına mucize bir çözüm sunmayacak. Ancak doğru kullanıldığında, Türkiye’nin emek piyasasındaki kronik sorunları eş zamanlı ve bütüncül biçimde ele almasına imkân tanıyacaktır. Bunun için ekonomik dönüşüm ile demokratikleşmenin birlikte düşünülmesi şart. İşçi haklarının güçlenmediği, sendikaların söz sahibi olmadığı, emeğin korunmadığı bir sanayi politikası sürdürülebilir olmaz.
O zaman soralım: Türkiye, emeği yeniden kalkınmanın öznesi haline getirecek bir yolculuğa çıkabilecek mi? Yoksa özellikle son yılların asgari ücret sıkışmasına, güvencesizliğe ve yoksullaşmaya mahkûm bir emek düzeniyle mi yoluna devam edecek?
Kuşkusuz bu soruların cevabı, yalnız ekonomi politikalarının değil; demokrasinin de kaderini belirleyecek.
Güldem Atabay / BİRGÜN

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder