2026’ya girerken dünya ekonomisi
Dünya ekonomisi 2026’ya girerken resesyon sınırında (yüzde 3) yavaşlamaya devam ediyor, riskler ve büyüme önündeki engeller artıyor.
RESESYON OLASILIĞI YÜKSEK
IMF 2024’te yüzde 3.3 olan ekonomik büyüme hızının 2025’te yüzde 3.2’ye, 2026’da 3.1’e gerilemesini bekliyor. Dünya Bankası’na göre 2025’te küresel ekonomik büyüme yüzde 2.3 olacak; Banka 2026-27 ortalamasının yüzde 2.5 dolayında kalmasını bekliyor.
Birleşmiş Milletler (DESA) 2025- 26 ortalamasının yüzde 2.5 olmasını bekliyor. Morgan Stanley’in beklentileri yüzde 3-3.1 düzeyinde. Oxford Economics yüzde 2.8 diyor, bir yavaşlama trendine işaret ediyor. Kısacası her ülkeyi aynı derecede etkileyecek olmasa da güçlü bir resesyon olasılığı söz konusu. Baltık Kuru Yük Endeksi (BDI) için 2025 ve 2026 yıllarına yönelik genel beklenti, küresel düzeyde navlun oranlarının 2024 seviyelerine kıyasla daha düşük olacağı yönünde. Bu gösterge de resesyon olasılığıyla uyumlu.
IMF, dünya ekonomisinin, 2024 sonları, 2025 başlarında yapay zekâ, iyileşen finansal koşullar gibi faktörlerin etkisiyle beklenenden daha dirençli çıktığına, ancak jeopolitik gerilimler, ekonomik politika belirsizlikleri, artan gümrük tarifeleri potansiyeli gibi süregelen risklerin büyüme dinamiklerini baskıladığına işaret ediyor
Oxford Economics, “2026’da küresel ekonomide izlenmesi gereken üç ana trend” başlıklı çalışmasının sonuç bölümüne göre, “ABD, liderliğini sürdürüyor. Çin ekonomisi stabilize oluyor ancak rekabet baskısını gelişmiş ekonomilere kaydırıyor. Euro Bölgesi ve Japonya geride kalıyor, bu ülkelerde yapısal zorluklar daha belirgin hale geliyor”.
DİKKATLER YZ ÜZERİNDE
IMF, dünya ekonomisinin yapay zekâ, iyileşen finansal koşullar gibi faktörlerin etkisiyle beklenenden daha dirençli bir performans gösterdiğini söylerken Oxford Economics “Yapay zekâ bir şok emici mi, yoksa şok büyütücü mü” diye soruyor. Bu sorunun cevabı, YZ şirketleriyle finansal piyasalar arasındaki ilişkinin dinamikleri bağlamında, özellikle dünyanın en büyük ekonomisi, finans merkezi, rezerv paranın kaynağı olmaya devam ettiği için de küresel ekonomi üzerinde kritik bir etkiye sahip ABD için özellikle önemli.
Barclays’in, diğer analizlerin derlemesine göre, ABD’de bugünkü büyümenin büyük bir bölümü YZ harcaması, veri merkezi yatırımlarına, borsada teknoloji hisselerinin artışından kaynaklanan bir zenginlik etkisine dayanıyor; YZ harcamalarının ilk yarıda ekonomik büyümeye katkısı yıllıklandırılmış olarak yaklaşık yüzde 60 dolayındaydı; aynı dönemde toplam büyüme ise yıllıklandırılmış 1.6 puandı. YZ etkisi çıkınca büyüme yüzde 1’in altına düşüyor. JP Morgan, YZ hisselerindeki değer artışının, zenginlik etkisinin hanehalkı tüketimini son bir yılda 0.9 puan, başka bir deyişle yaklaşık 180 milyar dolar artırdığını hesaplıyor. Bank of America’dan ekonomistler, Microsoft, Amazon, Alphabet, Meta şirketlerinin toplam sermaye harcamalarının 2025’te 344 milyar dolara yükseldiğini, 2026’da ise analist projeksiyonlarına göre 404 milyar dolara çıkabileceğini düşünüyor. Bunlar kısa vadede büyümeyi canlı tutuyor ama riskler de artıyor:
Borsada P/E (fiyat/kazanç) oranları yüksek, piyasa beklentileri şişmiş; S&P 500 endeksinde yüzde 20-30’lık bir düşüş GSYH büyümesini bir yıl içinde 1-1.5 puan aşağı çekebilir; AI yatırımları yavaşlarsa ek olarak 0.5 puan, tamamen sıfırlanırsa 1 puan daha düşer. YZ sektöründe, ciddi bir sermaye harcaması durgunluğu ekonomiyi doğrudan resesyona itebilir. Ayrıca YZ yatırımları çok yüksek oranda borçla ve kaldıraçla finanse ediliyor. JP Morgan’ın bir raporu, yapay zekâ sektörünün “kârlı hale gelmesi” için yılda 650 milyar dolar gelir üretmesi gerektiğini söylüyordu. Bu, yatırım ve borç yapısının sürdürülebilirliği konusundaki belirsizliğe işaret ediyor. Beklenen gelirler oluşmazsa kredi piyasalarında yeni kırılmalar yaşanabilir. Ayrıca, 1960’tan bu yana ABD ekonomisinde her resesyondan önce görülen “ters gelir eğrisi” (tahvil getirilerinde: kısa vaade>uzun vaade) de dikkat çekiyor.
ABD ekonomisi, 2026’ya kırılgan, teknoloji odaklı dinamiğe fazlasıyla bağımlı bir şekilde giriyor. Dünya ekonomisi bir resesyon eşiğinde. Bu tablo hem finansal piyasalar hem de reel ekonomi açısından sistemik risklerin artmaya devam ettiğini gösteriyor.
‘Süreç’ gerçek değil!
“Komisyon”, hukuki, idari ve anayasal bir zeminden yoksun. Ülkede artık böyle ayrıntıların önemi yok ama, ne yazık ki “süreç” de gerçek değil. Çatlaklarından ısrarla başını çıkaran imkânsızlığını örtmek için üretilen “eşit vatandaşlık”, “komünalist toplum” gibi fantezileri benimsemek de olanaksız.
‘EŞİT VATANDAŞLIK’
Tabii akla her şeyden önce, eşit vatandaşlar olarak seçilip Meclis’e girenlerin dillendirdiği “eşit vatandaşlık” talebi geliyor. Peki, “ıslak yağmur”, “sıcak ateş” gibi bir “oxymoron” olmanın ötesinde (vatandaşlık kavramı eşitliği içerir) bu “eşit vatandaşlık” talebi hangi sancılı gerçeği örtmeyi amaçlayan bir fantezi olarak karşımıza çıkıyor?
Bu fantezi şu sancılı gerçeği örtmeye çalışıyor: Bu “süreç” Kürt (ve de Türk) vatandaşların haklarının, özgürlüklerinin genişletilmesi, yaşam koşullarının iyileştirilmesi bağlamında gerçek değil! Daha açık söylemek gerekirse tarihsel bir sorunu çözmek, yaklaşık 40 yıldır sürmekte olan çatışmaları gerçek bir barışla sonuçlandırmak için barışması gereken halklar “sürecin” içinde deyim yerindeyse “masada” yoklar. Barış için gereken, Demirtaş’ın “Sürecin muhasebesi: Neler yapabilirdik ya da yapabiliriz?” yazısında önerdiği simgesel barışma, “ruhsal yakınlaşma” adımları üzerinden emeklemeye başlayabilecek gerçek bir toplumsal diyalog gündemde değil. Böyle bir diyalogu teşvik edecek, destekleyecek ekonomik, demokratik, kurumsal ve hukuksal reformlar da... Aksine süreç olarak faşizm ilerliyor.
Peki öyleyse ne oluyor? “Süreç” platformunda, konuşanların karşılıklı olarak ileri sürdüğü talepler gerçekleştiğinde ne Türk ne de Kürt vatandaşların demokratik, ekonomik haklarında, belki Kürtçeye tanınacak ayrıcalık umudundan başka nasıl bir iyileşme olacak? Türkiye kapitalizminin emperyalist sistem içinde, bağımlılıkları kapsamında yarattığı bölgesel eşitsizlikler, bunları yeniden üreten feodal-patronaj ilişkileri, sınıf ilişkileri ve tabii çelişkileri nasıl değişecek? Bugün egemen olan sınıflar matrisi varlığını koruyacak, belki bu matrisin içinde onu oluşturan unsurların arasındaki yeğinlikler skalasında, o da belki, bir değişiklik olacak.
Bu süreç içinde, kendilerini barışması gereken Türk ve Kürt vatandaşların yerine ikame eden elitler kendi aralarında iktidar pazarlığı yapıyorlar. Siyasal İslamın elitleri iktidarlarını sürdürmeyi, Kürt elitleri de bunu sağlamanın karşılığında kendi bölgelerindeki iktidarlarını genişletmeyi ve kurumsallaştırmayı umuyorlar. Eğer 19. yüzyılın sömürgeci emperyalizmi döneminde olsaydık, antiemperyalist uluslaşma adına, bir sömürge yapısının (beyaz maske siyah ten) yerine, yeni bağımsız bir mülk sahibi egemen sınıfın şekillenmesini, “iktidar olmasını” ilerici bir gelişme olarak görebilirdik. Bugün orada değiliz (Vatandaşlık kurumu, genel seçimler, Meclis’te temsiliyet de sömürge statüsünü dışlıyor). Zaten, bu yeni mülk sahibi egemen sınıfların hemen ilerici hareketleri, özgürlükleri bastırarak emperyalizmle bütünleşme çabaları, bu varsayımın da tarihsel olarak çöktüğünü gösteriyor.
‘KOMÜNALİST YAŞAM’
Bu elitler arası pazarlığı gizlemek için de türlü fanteziler havada uçuşuyor. En tuhafı da “kurucu liderin” ürettikleri.
Bu fantezilerin başında da Kürt halkına layık görülen, tarihsel-diyalektik materyalizm karşıtı “komünalist -adeta korporatist-yaşam” vaadi geliyor. Bu vaadin arkasındaki felsefi ve bilimsel kargaşayı tartışmaya gerek yok, yalnızca şu soruyu bırakıp geçeyim: Bu “komünalist” toplumu ayakta tutacak ekonomik-artık nasıl, kimler tarafından üretilecek, karşımıza “şeyler” olarak mı yoksa “değer” olarak mı ya da başka bir biçimde mi çıkacak? Nasıl paylaşılacak? Kürt bölgelerinde gelişmeye, dünya ekonomisiyle, emperyalist sistemle bütünleşmeye devam eden kapitalizm; onun sınıfları, onları, banka, fabrika, AVM, tarım ve hayvancılık mülkiyetleri, hatta sanayi, tarım, gig ekonomisi emekçilerinin sendika ve örgütlenme haklarına bu “komünalist toplumda” ne olacak?
O felsefi ve bilimsel kargaşadan bu sorulara mantıklı bir cevap çıkmaz. Ama aslında, önemli de değil! Sanki esas önemli olan rejimle barışık, onun ömrünü uzatacak birinin serbest kalması, barışık olmayanın ve 30 yıldır hareketi fiilen yöneten aktörlerin tasfiyesi... Dediğim gibi bu “süreç” gerçek değil.
‘Evrenin yeni efendileri’
The Economist 1990’larda, bir sayısında, finansallaşma başlarken 10 dev ABD bankasını kastederek “evrenin yeni efendileri” diyordu. Bu bankalar dünya borç piyasasında egemendi. Bugün “evrenin yeni efendileri” hızla değişiyor: ABD’de teknoloji sermayesi, sınıflar matrisinin lider fraksiyonu konumuna yükseliyor.
Bir sınıf fraksiyonu, kendi birikim mantığını devletin stratejik öncelikleriyle birleştirerek sektörel çıkarlarını “ulusal çıkar” olarak yeniden paketleyerek hegemonik konuma yükselir; devlet harcamalarını, sanayi politikalarını ve dış politikayı kendi ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirir.
Amerika’da 19. yüzyılda demiryolları gelişmeci ve genişlemeci (soykırımcı) devletin çekirdeğiydi; 20. yüzyılın ortasında otomotiv, savunma, enerji devletin temelini oluşturdu. 1980 sonrası, özellikle 1990’larda finans kapital neoliberal küreselleşmenin motoruydu. Bugün ABD’de devlet artık çipler, GPU zincirleri, veri merkezleri, YZ laboratuvarları ve yazılımın, savunma iç-dış istihbarat kompleksinin gereksinimlerine bağlanması etrafında örgütleniyor.
Bu gelişmelerin bir izdüşümünü, Dış İlişkiler Konseyi’nin (CFR) geçtiğimiz günlerde yayımlanan, yükselen teknolojilerle devlet arasında başlayan sembiyoz ilişkiler üzerine, “Ekonomik Güvenlik” başlıklı raporunda görebiliyoruz. Rapora göre, yapay zekâ girişimlerine devlet garantileri, YZ sunucuları için gerekli elektronik sistemlerin üretimine 900 milyon dolarlık sübvansiyon-hibe programı, kuantum ve biyoteknolojiye stratejik destek gerekiyor.
Raporu hazırlayanlardan, James Taiclet, 2020-2024 arasında 313 milyar dolarlık savunma kontratı alan Lockheed Martin’in CEO’su. Gina Raimondo, hem eski ticaret bakanı hem de YZ şirketlerine yatırım yapan bir girişim sermayesi fonunun kurucusu. Justin Muzinich, teknoloji ve sanayi kredilerine yoğunlaşmış küresel bir finans firmasının yöneticisi. Thomas Donilon BlackRock başkan yardımcısı.
Rapor, YZ ve ileri teknolojileri ulusal güvenlik meselesi olarak sunuyor, böylece riskleri kamunun üstlenmesini, şirket kârlarının güvenceye alınmasını istiyor. Raporun dili, Soğuk Savaş döneminin sanayi seferberliğini andırıyor; ancak bugün “motor”, sanayi değil, büyük teknoloji-finans-savunma kompleksi.
Bugün demiryollarının veya otomotivin 20. yüzyıldaki rolüne benzer bir konuma sahip OpenAI, Palantir veya büyük bulut şirketlerinin altyapıları o kadar büyük, pahalı ve stratejik ki buradaki sermayenin birikimi piyasa güçlerine bırakılamıyor. Piyasaların kaldıramayacağı hızda mali kaynak emen yapay zekâ firmaları, jeopolitik anlatının merkezine de yerleşmiş durumdalar. ABD, “yarının teknolojilerini kazanmak için” devasa yatırımlar yapmak zorunda derken CFR raporu bunu açıkça ortaya koyuyor. Teknoloji şirketleri, ulusal güvenlik bürokrasisi ve büyük finans kapital birleşerek Amerikan kapitalizminin yeni hegemonik blokunu inşa ediyorlar.
Bu blokun sürücü gücü ise 2025 yılının ilk yarısında ekonomik büyüme oranının yüzde 92’sini (teknoloji sektörünün büyüme hızını çıkarınca ABD GSH büyüme hızı yüzde 0.1 düzeyine geriliyor), borsadaki artışın yüzde 80’ini sağlayan teknoloji şirketleridir. Yalnızca NVIDIA’nın veri merkezi segmenti, finans devlerinin toplamından daha yüksek piyasa değerine ulaşmış.
Teknoloji sermayesinin altyapısal erişiminin genişliği onu önceki hegemonik fraksiyonlardan ayırıyor. Diğer sektörlerin çalıştığı araçları, kullandığı verileri toplayan bu sektörün elindeki sosyal medya, elektronik ticaret platformları iletişimi, ticareti, araştırmayı, yönetişimi, lojistiği ve giderek ilerleyen ölçüde insanların siyasi kültürel tercihlerini, değerlerini, savaşma dinamiklerini belirliyor. Hiçbir önceki sınıf fraksiyonu toplumsal yaşama, kültüre ve devlet stratejisine bu kadar derinlemesine ve aynı anda nüfuz etmemişti.
ABD’de devletin girdileri (teknoloji, finans), işletim sistemi (örgütler örüntüsü, bunların içindeki personel), çıktıları (politikaları) varlığını teknolojik rekabete, toplumsal kontrole ve jeopolitik gerilime bağlamış bir sermaye fraksiyonunun gelişmesine, yeniden üretimine hizmet edecek biçimde şekilleniyor. İçeride “süreç olarak faşizm”, dışarıda sistemik bir hegemonya evresinin kapanmakta olması gibi bir tarihsel zemin üzerinde.
Arjantin’de Milei zaferinin şifreleri
Serbest piyasa Ayetullahları sevindiler: Neoliberalizm hâlâ canlı ve seçim kazanıyor. Sol şaşırdı: Halk kendilerini yoksullaştıran politikalara oy verdi. Gerçek çok daha karmaşık. Her iki yorum da yanıltıcı. Birincisi: Milei’nin seçim zaferi neoliberalizmin bir zaferi değil, aksine neoliberal küreselleşme sonrasında yeniden şekillenme dinamiklerinin bir parçası. İkincisi: Halkın kendilerini yoksullaştıran politikalara oy vermeye devam ettiğini söylemek o kadar kolay değil. İkincisinden başlayalım.
BİRTAKIM TUHAFLIKLAR
Milei’nin seçmen tarafından onaylanma oranı şubat ayında yüzde 43.7. Bu oran istikrarlı olarak düşerek eylül sonunda yüzde 32.1 olmuş. Onaylamayanların oranı da yüzde 40.01’den yüzde 53.7’ye yükselmiş. Milei’nin, bu ortamda seçim kazanmış olmasından başka bir tuhaflık daha var. Milei’nin partisi 2025 Mayıs Buenos Aires kenti belediye seçimlerini muhalefetin 27.9 oyuna karşılık 30.7 oyla yüzde 3 farkla kazanmıştı. Buna karşılık eylül başında yapılan Buenos Aires eyalet seçimlerini 33.7’ye karşılık 47.28 ile kaybetmişti. Ekim sonunda yapılan genel seçimlerde Buenos Aires’te Milei’nin oy oranını aniden artırarak eyalet düzeyinde yüzde 41.5 ve kent düzeyinde yüzde 47.1 ile kazandığını görüyoruz.
Kısacası, bir ay gibi kısa bir sürede, seçmenin onaylama oranı düşmeye devam ederken sandıkta inanılması zor, açıklanması gereken bir oy kayması olmuş. Muhalefetin inanılır bir alternatif sunamamış olması bir yana iki gelişmeye dikkatle bakmak gerekiyor. Birincisi, seçimlerden önceki aylarda Milei, ABD’deydi; Altman (GPT), Zuckerberg (Facebook), Musk (X), Thier (Palantir, Paypal) ve üst düzey Google yöneticileriyle görüşüyordu. Bunlar, topladıkları kişisel veriler üzerinden algoritmalarla sosyal medya, e-mail mesajlarıyla seçmen manipülasyonu, yönlendirme, caydırma alanlarında uzman kuruluşlar. İkincisi, Trump Milei’nin seçimleri kazanmasını istiyor, 20 milyar dolarlık swap anlaşmasıyla mali destek veriyordu. Maliye bakanı Bessent’in dediği gibi, J.P. Morgan, Citigroup ve Santander Bank bu alanda yardımcı olmuş. Seçimlerden sonra Wall Street Journal, “Yatırımcılar çok sevinçli” diyordu.
YENİDEN ŞEKİLLENME DİNAMİKLERİ
“‘Gizli (stealth) sömürgecilik’ ve Türkiye” başlıklı yazımda neoliberal küreselleşmeden sonra dünya ekonomisinin ve jeopolitiğinin yeniden şekillenmekte olduğuna işaret etmiştim. Bu yeni evre doğrudan kaynak kontrolü, altyapısal bağımlılık ve jeopolitik rekabet üzerine kuruluyor. Bu dönüşümü, “gizli (hatta hortlak) sömürgecilik” olarak da tanımlayabiliriz. Arjantin’de Milei ile başlayan dönem neoliberalizmin bir kalıntısı olmaktan daha çok, bu yeni dönemin bir parçası.
Yeni dönemin lider sermaye kesimlerinin (teknoloji, yapay zekâ, savunma, yeşil ekonomi) gereksinimleri ve ABD-Çin rekabeti bağlamında Arjantin, iki açıdan önemli. Birincisi, Milei, teknoloji milyarderlerinin aşırı bireyci (sovereign individual), haklar ve özgürlükler anlamında demokrasi, devlet denetimi düşmanı (faşist), “gizli sömürgecilik” şekillenmesine uygun ideolojisini paylaşıyor. İkincisi Arjantin zengin mineral kaynaklarının yanı sıra yeni dönemin lider sermayesinin gereksinimleri açısından son derecede stratejik iki kaynağa sahip. Biri bakır, ikincisi lityum. Ancak çevre korumaya, kamu mülkiyetine, yerel toplulukların haklarına ilişkin yasalar bu kaynakların serbestçe kullanılmasını engelliyordu. Milei bu engelleri kaldırmaya söz verdi, egemen sınıf fraksiyonlarını özellikle bakır bölgelerinde bulunan büyük sığır çiftliklerinin sahiplerini ikna etmeye başlamıştı.
Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz:
1) Milei rejimi, geçmişin bir kalıntısı değil, daha çok yeni küresel şekillenmenin dinamiklerinin bir parçası.
2) Halk, neden kendi çıkarlarına karşın Milei’ye oy verdi sorusu bu durumun özelliklerine uygun değil.
3) Yerli egemen sınıfın ve emperyalizmin desteklediği bir rejim karşısında seçim kazanmanın son derecede zor ve sancılı olması bir yana kazanılsa bile yönetmek bu sınıfların gücünü kırmadan olanaksız.
4) Sürekli düş kırıklığı yaşamaktan korunmak için sosyalist hareketin geleneğindeki, seçimlere, parlamentarizme yönelik eleştirileri anımsamakta yarar olabilir.
Küresel Organize Suç Endeksi ve Türkiye
Küresel Organize Suç Endeksi’nin 2025 raporu açıklandı. Türkiye 2020’de 6.9 puanla 12.sıradayken bugün 7.2 ile 10. sıraya yükselmiş. Küresel ortalama 5.08. Bu endeks, sadece mafyanın gücünü ya da kaçakçılık hatlarını ölçmüyor; devlet içi yapılardan finansal suçlara, yargı bağımsızlığından ekonomiye sızmış suç ağlarına kadar geniş bir tabloyu ortaya koyuyor.
Ekonomi yıllardır toparlanamazken bu tabloyu görünce aklıma Günter Reimann’ın klasikleşmiş kitabı The Vampire Economy (1939) geldi.
Reimann, Nazi Almanya’sında devletin ekonomi üzerindeki keyfi ve cezalandırıcı kontrolünü, iş dünyasının nasıl bir “suç ekonomisi” içinde sıkıştığını anlatırken aslında çok evrensel bir uyarıda bulunuyordu: Hukukun ve öngörülebilirliğin yerini keyfilik aldığında piyasa ekonomisinden geriye yalnızca asalak bir düzen kalır.
Bugün Türkiye’de yaşanan ekonomik çözümsüzlüğü faiz politikalarıyla, para basmayla ya da küresel konjonktürle açıklama çabaları yüzeysel kalıyor. Çünkü ekonominin ana arterlerine suç ekonomisinin mantığı yerleşmiş. Türkiye’de insan kaçakçılığından uyuşturucuya, sahte ilaçtan akaryakıt ve altın kaçakçılığına, haraçtan finansal dolandırıcılığa kadar geniş bir alana yayılan suç piyasaları artık yalnızca yeraltı gruplarının değil; devlet içindeki aktörlerin, siyasi bağlantılı iş çevrelerinin ve rant-rüşvet-komisyon mekanizmalarının etkileşimiyle çalışıyor. Suç endeksinin “state-embedded actors” (devlet içindeki aktörler) kategorisinde 9.0 puanla (küresel oran 6) en yüksek risk alanını oluşturması tesadüf değil.
Reimann’ın anlattığıyla örtüşen bir dizi dinamik, Türkiye’nin bugünkü durumunu betimlemeyi, “noktaları birleştirmeyi” çok kolaylaştırıyor. Reimann’ın temel tezi şuydu: Otoriterleşme ile suç ekonomisi iç içe geçtiğinde piyasa aktörleri rasyonel değil, korkuya göre davranır. Korkunun olduğu yerde yatırım, inovasyon, planlama olmaz. Çünkü kimsenin yarınına güveni yoktur. Bugün Türkiye’de iş dünyasının en sık duyulan cümlesi, “Hukuka güven yok” değil mi? Vergi cezasından yerel yöneticilerin baskısına, yargı süreçlerinin öngörülemezliğinden şirketlere kayyum atanmasına kadar geniş bir alanda, iş insanları kendilerini bir piyasa düzeninin değil, bir güç ilişkileri sisteminin içinde buluyor. Reimann’ın Nazi ekonomisinde anlattığı gibi, hukuki çerçeveden çok “kimin kimi koruduğu”, “kimin hangi hat üzerinde dokunulmazlık kazandığı” önem taşıyor. Yani piyasa ilişkisinin yerini patronaj ve koruma ilişkileri alıyor.
Bir başka paralellik, güvensizlik ekonomisinin büyümesi. Reimann, iş insanlarının her an keyfi bir suçlamayla karşılaşma ihtimali nedeniyle stok gizlediğini, yatırım yapmadığını ve ekonominin yeraltına kaydığını yazıyordu. Bugün Türkiye’de kayıtdışı ekonomi tarihin en yüksek seviyelerinde. Çünkü iş insanı yasal belirsizliğin olduğu yerde vergi ödemekten, uzun vadeli yatırım yapmaktan, istihdam yaratmaktan kaçıyor. Bu kaçınma bireysel bir strateji gibi görünse de aslında makro ölçekte ekonomik çöküşü derinleştiren bir davranış zinciri oluşturuyor.
Reimann’ın “vampir ekonomi” kavramı da burada anlamlı hale geliyor: Devlet ve ona bağlı ağlar, üretim yapan artık-değer üreten kesimlerin üzerinden bir tür “ekonomik kan emme” mekanizması kuruyor. İhale dağıtımındaki kayırmacılık, belirli şirketlere aktarılan krediler, kamu kaynaklarının şeffaf olmayan biçimde kullanılması, ekonomik gücün giderek daralan bir çevrenin elinde yoğunlaşması, bunların hepsi birer modern “vampirlik” sistemi oluşturuyor. Üretenden tüketene kadar herkesin kanının emildiği ama büyüyen tek şeyin kırılgan bir iktidar-sermaye ittifakı olduğu bir düzen bu.
Ve elbette bu durumun en ağır sonucu, hukuk düzeninin çözülmesi. Çünkü organize suç endeksinde yükselmek, yalnızca ekonomik bir gösterge değil; aynı zamanda hukukun siyasete, siyasetin ise gayri resmi ilişkilere teslim olduğunun işareti. Hukuk çöktüğünde ne para kalır ne piyasa ne de toplumsal sözleşme. Bunun bedelini de sadece iş dünyası değil, öncelikle çalışanlar, gençler, emekliler, kısacası toplumun tamamı öder.
Reimann’ın uyarısı bugünün Türkiye’si için de geçerli: “Hukukun bağımsızlığı kaybolduğunda, ekonomi, kendini vampirlerin sofrasında bulur.”
Ergin Yıldızoğlu
/././
Öcalan’ın himaye çağrısının anlamı
TBMM komisyonunun İmralı’da Öcalan’la görüşmesinin üzerinden bir hafta geçti ama henüz Türkiye o görüşmeye dair “resmi gerçekleri” bilmiyor. Çünkü komisyonun bu gündemle yapacağı toplantı ertelendi. Ancak İmralı’da neler konuşulduğu parça parça açıklanıyor. Örneğin AKP’li Şamil Tayyar’ın belirttiğine göre Öcalan, “Türkiye Suriye Kürtlerine hamilik yapmalı” demiş!
TANIMA ÇAĞRISI
Peki Öcalan, Türkiye’den, daha doğrusu Erdoğan-Bahçeli ikilisinden Suriye Kürtlerini kime karşı korumasını (hamilik) istiyor? ABD’ye karşı mı, İsrail’e karşı mı? Yoksa Araplara karşı mı? Yoksa aslında Türkiye’ye karşı mı?
ABD ve İsrail zaten Suriye Kürtlerinin hamisi durumunda. Dolayısıyla Türkiye’nin ABD ve İsrail’e karşı Suriye Kürtlerini korumasına gerek yok. Suriye Kürtlerinin yine ABD-İsrail ilişkisi nedeniyle aslında Araplara karşı da korunmaya ihtiyacı yok. Geriye Türkiye kalıyor.
Çağrının anlamı şudur: Öcalan “Türkiye, Suriye Kürtlerini himaye etmeli” derken aslında Ankara’dan PKK/YPG/SDG’nin özerk bölgesini tanımasını istiyor!
1960’LARDA IRAK-İRAN KÜRTLERİNE HAMİLİK PROJESİ
Öcalan’ın çağrısı özünde bir ABD projesi zaten: “Türkiye himayesinde Kürdistan” projesi. Washington açısından Türkiye himayesinde Kürdistan, Büyük Kürdistan’a giden ve Türkiye’yi küçülten projenin albenili bir ambalaja sarılmış ön aşamasıdır. ABD ve Türkiye’deki işbirlikçileri bunu ABD’nin Ortadoğu’daki planlamalarına paralel olarak kimi zaman “Musul ve Kerkük’ü almazsak Diyarbakır’ı veririz” diyerek kimi zaman “Türkiye büyümezse küçülür” diyerek sunarlar.
ABD bu projeyi 1960’larda, “Türkiye Irak ve İran Kürtlerine hamilik yapmalı” diyerek Ankara’ya teklif edildi. Senato üyesi Sadi Koçaş 1977’de yazdığı anılarında anlatmıştı: “ABD AP’yi ve Demirel’i 1965’te iktidara getirdiğinde ‘Irak-İran ve Türkiye Kürtlerini federe bir cumhuriyet haline getirelim, bunu Türkiye’ye bağlayalım’ isteğinde bulundu.” Amiral Vedii Bilget 24 Şubat 1987’de Cumhuriyet’te doğruladı bunu: ABD, 1965 yılında, Türkiye’ye bağlanacak bir “federe Kürt cumhuriyeti” için Başbakan Süleyman Demirel’in ağzını aramıştı.
1990-2010’LARDA IRAK KÜRTLERİNE HAMİLİK PROJESİ
1986 yılında Türkiye’ye gelen ABD Savunma Bakan Yardımcısı William Taft, “Türkiye himayesinde Kürdistan” projesini güncelleyerek yeniden Ankara’ya sundu. Kenan Evren ve Turgut Özal kabul etti, Genelkurmay Başkanı Necdet Üruğ karşı çıktı. ABD’nin Irak’a 1991’de saldırısı sırasında, Turgut Özal bu projeyi “Bir koyup üç alacağız” diyerek Türk ordusuna yutturmaya çalıştı. Sonra ABD’nin 2003 Irak işgali geldi ve plan, bu kez ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) merkezi konularından biri oldu. BOP Eşbaşkanı Erdoğan, “Diyarbakır’ı ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi içinde bir merkez yapacağız” dedi. ABD’nin Ankara Büyükelçisi Robert Pearson projeyi “Anadolu’nun güneyini, doğusunu ve Irak’ın kuzeyini alırsanız tek bir ekonomik bölge olduğunu görürsünüz” diyerek pazarladı.
ABD’nin “our boys”u Kenan Evren 2007’de sahneye çıktı ve “Türkiye ileride eyalet sistemine geçebilir” dedi. Erdoğan zaten daha 1990’larda eyalet sistemini savunuyordu ve 12 Eylül 2010 referandumunun akşamında yaptığı konuşmada, “federal meclis, federal konsey”e işaret etti!
GÜNÜMÜZDE IRAK-SURİYE KÜRTLERİNE HAMİLİK PROJESİ
Suriye’de Beşşar Esad yönetimi devrildi ve proje bu kez Irak ve Suriye Kürtlerini kapsayarak yeniden Türkiye’nin önüne kondu. Açılımın aynı takvimle başlatılması bundandır. Devlet Bahçeli’nin Halep, Musul ve Kerkük’e plaka dağıtması, Ahmet Türk’ün “Irak ve Suriye Kürtleri tıpkı Osmanlı’daki gibi Türklerle birlikte yaşamak istiyor” demesi, ABD Büyükelçisi Tom Barrack’ın “Osmanlı millet sistemi” önermesi, Erdoğan’ın “Türk-Kürt-Arap” ittifakı ile ümmete işaret etmesi ve şimdi de Öcalan’ın “Türkiye Suriye Kürtlerine hamilik yapmalı” demesi. Hepsi birbirinin bütünleyeni...
TÜRKİYE’Yİ BÜYÜTEREK KÜÇÜLTME PROJESİ
Öcalan’ın “Türkiye Suriye Kürtlerine hamilik yapmalı” çağrısı, Ankara’nın Irak’taki Barzani bölgesi gibi, Suriye’deki “Öcalan-Abdi bölgesini” tanıması içindir. Bunu kamuoyuna yutturabilmek için de “Türkiye’yi Kürtlerle büyütmek, genişletmek” diye pazarlıyorlar.
Mesele şu ki “Türkiye büyümezse küçülür” sopasına taktıkları “Türkiye’yi Irak ve Suriye Kürtleriyle genişletme” oltası, aslında ve son tahlilde “Türkiye’yi büyüterek küçültme” projesidir.
CHP programında ŞİÖ ve BRICS yok
CHP’nin yeni programının taslağı, yoğun gündem nedeniyle basında hakkıyla ele alınamadı, tartışılamadı. Programın eksiklerine, hatalarına, yanlış yönelimlerine elbette dikkat çekenler oldu.
Özellikle “Türk milleti” kavramının buharlaşıp yerinin “yurttaşlıkla” doldurulmasına haklı tepkiler geldi. Hatta CHP yönetiminin bir PKK icadı olan “eşit yurttaşlık” kavramını programına sokması da eleştirildi.
EŞİT YURTTAŞLIK İLE YURTTAŞLARIN EŞİTLİĞİ FARKI
Elbette haklı eleştiriler bunlar. Zira yurttaşlık, zaten modernist eşitliğin kavramıdır. Hanedanların, krallıkların feodal düzenindeki kulluk, devrimlerle ulusal devlette eşitlenerek yurttaşlığa dönüşmüştür. Yani yurttaşlık zaten eşitlik içermektedir. Dolayısıyla “eşit yurttaş” demek, “sıvı su”, “sıcak ateş” demek gibi yanlış bir nitelemedir. Dolayısıyla eşitsizlik sorununa işaret etmesi gereken kavram “eşit yurttaşlık” değil, “yurttaşların eşitliği”dir ki bunun sebebi de sınıfsaldır.
PKK ve türevlerinin “yurttaşların eşitliği” yerine “eşit yurttaşlık” demesi ise farklı sosyolojik kategoriler olan etnisite ile ulusu eşitleme niyetiyledir. Ve bu amaçla kullanılan “eşit yurttaşlık” nitelemesi, örneğin “Nasıl bir yurttaş” sorusuna yanıt ararken dile getirilen “yoksulluktan kurtulmuş, başı dik, eşit ve özgür yurttaş” gibi bir nitelemeden köklü bir şekilde farklıdır.
CHP ASYA’YA KÖR
Ne yazık ki CHP programının dış politika bölümü üzerinde uzun uzun konuşulacak pek bir şey yok. Hatta şu saptamayla başlarsam ne demek istediğim daha iyi anlaşılır: CHP’nin program taslağında Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) yok, BRICS yok!
CHP programında Avrupa Konseyi var, AB var, AGİT var, NATO var, Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) var, İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) var ama ŞİÖ yok, BRICS yok!
Oysa Türkiye 2012’den beri ŞİÖ’nün “diyalog ortağı”dır. Ve Türkiye, BRICS zirvelerine katılan, zaman zaman üye olma amacını da ortaya koyan bir pozisyondadır. Dahası Türkiye’nin ŞİÖ ve BRICS içinde olması gereken statüde olamamasının nedeni de iktidarın “neo-Abdülhamitçi” dış politikasıdır; Asya’yla işbirliğini Atlantik’le pazarlıkta koz kart yapma hevesidir.
CHP’NİN AMERİKANCILIĞI VE AVRUPACILIĞI
CHP’nin dış politikasında İİT bile varken neden ŞİÖ ve BRICS yok? Yanıtı CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in Batı gazetelerine verdiği “Biz AKP’den daha Batıcıyız, daha NATO’cuyuz, daha AB’ciyiz” mesajlarındadır. Yanıtı eski CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçime üç kala hiç konusu bile yokken Rusya karşıtlığı mesajlarındadır. Yanıtı eski CHP/SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın’ın “AB’ye girmeden gümrük birliğine girişe” imza atmasındadır.
Yanıtı, CHP’nin tıpkı iktidar partisi gibi, dış politikasının merkezine “Türkiye’nin AB üyeliği” hedefini koymasındadır. Bunca yıla, bunca açıklamaya, bunca olguya rağmen, Türkiye’nin birinci, ikinci ve sıra sıra diğer partilerinin hâlâ “AB üyeliği” hayali kurabilmesi, açık söyleyelim, Amerikancılık ve NATO’culuk nedeniyledir. Türkiye’de AB’cilik, Amerikancılığın ve NATO’culuğun gereğidir. Türkiye’de AB’cilik, ABD’nin Türkiye’yi Asya’ya yönelmemesi için AB kapısında tutabilmesi içindir.
CHP PROGRAMININ DIŞ POLİTİKASI YOK!
CHP’nin dış politika programı hakkında uzun uzun yazabilmek ne yazık ki olası değil, çünkü neredeyse “CHP programının dış politikası yok”!
Dünya analizi, Türkiye’nin yeni dünyada nasıl konumlanması gerektiği, Türkiye’nin hangi tehditlerle karşı karşıya olduğu, bu tehditlere karşı nasıl ve hangi güçlerle işbirliği yaparak pozisyon alabileceği gibi konular, yok derecesinde ne acı ki.
Tamam, CHP ağır saldırı altında ve iktidarın bu saldırısına karşı mücadele önemli. Ancak bu, parti programının “iktidara karşı mücadele eylem kılavuzu haline” getirilmesini gerektirmiyor. Program başka, eylem kılavuzu başka. Mücadele önemli fakat kendisini iktidar adayı olarak gösteren CHP ekonomide, dış politikada kapsamlı bir program sunmadan halkın oyunu nasıl alacak?
Dolmabahçe sendromu
Bahçeli’nin “Yeter ki terör bitsin, varsın sonumuz darağacı olsun” sözleri size de tuhaf gelmedi mi? Hani Bahçeli “Yeter ki terör bitsin, Nobel Barış Ödülü almasam da olur” dese, bunda bir mantık var. Zira 50 yıllık terör sorununu çözebilmek, evet, Türkiye’nin ve dünyanın en değerli barış ödüllerine layıktır.
Peki akla neden barış ödülü değil de darağacı geliyor? Terörü bitirmenin, barışı getirmenin sonucunun neden darağacı olabileceği düşünülüyor? Salt muhalefetin tepkisi nedeniyle mi?
HANİ HENDEK ÖZRÜ?
Bahçeli’nin sözlerini işitince, “Bu acaba bir Dolmabahçe sendromu mu” diye düşündüm kendi kendime. (Üstelik Erdoğan’ın Bahçeli’nin üç adım gerisinden yürüdüğü düşünülürse.)
Anımsayın, AKP ve DEM (HDP) yöneticileri, bir önceki açılımda “Dolmabahçe mutabakatı” imzalamış ve gururla kameralara poz vermişlerdi. Sonra ne oldu? Erdoğan “Dolmabahçe’deki o kare yanlış bir kareydi” dedi, “Dolmabahçe’yi yanlış buldum” dedi ve açılımı kapattı. Sonrasında hendek savaşı geldi. 793 güvenlik görevlisi şehit oldu, TİHV raporuna göre 310 sivil ile sayısı net bilinmeyen PKK’li öldü.
Dolmabahçe’den hendek savaşına dönüşümün esas nedeni neydi? PKK’nin Suriye’nin kuzeydoğusunda egemen olmaya başlamasıydı. Peki bugünkü açılımda ne konuşuluyor? PKK/ SDG devlete ve orduya nasıl entegre olacak, blok halinde mi, tek tek mi? Bu fiilen Ankara'nın PKK’nin Suriye’nin kuzeydoğusundaki yapısına nasıl pozisyon alacağını belirleyecek.
Sizce de bugün yeniden açılım yapan aynı aktörlerin, Dolmabahçe ve hendek savaşı konularında, önce topluma bir özür ve özeleştiri borçları yok mu?
YAYMAN’IN FOTOĞRAF ENDİŞESİ
Bahçeli’nin darağacı sözü dışında, İmralı’ya giden heyetteki AKP’li milletvekili Hüseyin Yayman’ın tutumu da ilginçti. TBMM komisyonunun AKP’li, MHP’li ve DEM’li üç üyesinin heyet halinde İmralı’ya gittiği haberi ajanslara düştüğünde, Yayman “Ben gitmedim” dedi. Halbuki gitmişti!
Partili arkadaşı Şamil Tayyar’ın açıkladığına göre, 3 saatlik İmralı ziyaretinde, DEM’li üye çok istediyse de AKP’li Hüseyin Yayman bir hatıra fotoğrafı çekilmesine karşı çıkmış.
Neden? İmralı’ya gitmeyi bu kadar savunmuşken, İmralı’ya gitmeme kararı alan CHP’nin ne kadar Türkiye karşıtlığına düştüğünü propaganda etmişken neden bir hatıra fotoğrafı çektirmediler? Fotoğraf teklifi geldiğinde acaba AKP’li Yayman’ın aklına ne geldi? Yoksa Erdoğan’ın “Dolmabahçe’deki o kare yanlış bir kareydi” sözü mü? Aslında Tayyar’ın şu sözleri bile gerçeği bir yönüyle açıklıyor: “Ziyarete yoğun tepki varken fotoğraf çektirip milletin gözüne sokmak büyük hata olurdu.”
AÇILIMIN KRİTİK DÜĞÜMÜ
Yukarıda belirttiğim gibi AKP-HDP’nin bir önceki açılımı, PKK’nin Suriye’nin kuzeydoğusunda güçlenmesinin bir yansıması olan hendek savaşı nedeniyle bitmişti.
Bugünkü açılımın Öcalan nezdinde özü ise şu: PKK Türkiye’de devlet, federasyon, hatta özerklik bile istemiyor artık ama karşılığında PKK’nin Suriye’nin kuzeydoğusunda devletleşmesinin Ankara tarafından kabul edilmesini istiyor.
Devlet/iktidar katında bu talebe olumlu ve olumsuz bakan iki kanadın olduğu anlaşılıyor.
TBMM komisyonunun İmralı ziyaretinin gündeminde de esas olarak bu konu vardı. Nitekim DEM Parti Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğlulları’nın, AKPMHP-DEM heyetinin İmralı’dan dönüşü sonrasında yaptığı açıklama da buna işaret ediyor: “Görüşmede, Suriye sorununun çözümüne ışık tutacak önemli değerlendirmeler yapılmıştır. Öcalan Kuzeydoğu Suriye özelinde ve Suriye’nin bütünü açısından çözüm sürecinin anahtarı olabilecek bir perspektifi ortaya koymuştur.”
AÇILIM BAŞKA, ÇÖZÜM BAŞKA
Terörün bitmesini hepimiz istiyoruz. Yola önce sosyalistleri Türkiye’nin doğu ve güneydoğusundan temizleme göreviyle çıkarılan PKK’nin, tüm kollarıyla birlikte ortadan kalkmasını hepimiz istiyoruz. Terör örgütünün “zoraki hamiliğinden” kurtulan Kürtlerin, birlik temelinde siyaset sahnesinde daha etkili olmasını Kürtlerin çoğunluğu olarak istiyoruz. Ama aynı aktörlerin aynı açılımla, her seferinde, aynı filmin devamını izletmesini istemiyoruz.
Bu açılıma birincisi “çözümle, barışla, demokratikleşmeyle” ilgisi olmadığı için, ikincisi iktidarın dışarıda ABD’nin yeni Ortadoğu düzeninden pay kapma arayışıyla ve içeride Erdoğan’a dördüncü kez cumhurbaşkanı yolu açmakla ilgili olduğu için karşı çıkıyorum.
Açılımın esası bu olduğu için de açılımın kimi alt aktörleri, gönül rahatlığıyla, yaptıkları işleri savunamıyorlar.
İmralı ısrarının nedeni
İş öyle bir noktaya getirildi ki TBMM komisyonu İmralı’ya gitmezse sanki süreç duracak! Öyle ki MHP lideri Bahçeli, “Komisyon İmralı’ya gitmezse, ben giderim” diyerek komisyona rest bile çekti.
Peki komisyonun neden ille de İmralı’ya gitmesi isteniyor? Komisyonun İmralı’da Öcalan’la görüşmesinden ne umuluyor?
Komisyon’daki DEM periyodik olarak Öcalan’la zaten görüşüyor ve onun görüşlerini kamuoyuna açıklıyor. Devlet görevlileri Öcalan’la zaten görüşüyor ve içeriğini Saray’a aktarıyor. Dolayısıyla Öcalan’ın görüşleri hakkında taraflar bilgi sahibi. Hatta Öcalan’ın görüşleri telekonferans yoluyla Kandil’e bile ulaştırılıyor.
O zaman bu ısrar neden? CHP’nin ve komisyonda bulunan birer üyeli partilerin mi Öcalan tarafından bilgilendirilmesini istiyorlar? Elbette hayır. TBMM komisyonunu Öcalan’ın ayağına götürerek “kurucu önder” payesi verdikleri Öcalan’ı, “meşru siyasi aktör” mertebesine yükseltmek istiyorlar.
AKP-MHP-DEM KOMİSYONU
TBMM komisyonunun İmralı’ya gidip gitmemeyi konuşacağı ve oylayacağı oturumu kapalı yapması bile çok şey anlatıyor. Milletin meclisinin komisyonu, milletten gizleyerek kapalı oturumda İmralı’ya gitmeyi ele aldı ve kabul etti.
51 üyeli komisyonun karar alabilmesi için CHP’nin talebiyle kabul edilen nitelikli oy, yani 31 oy gerekiyor. Ki o zaman da CHP’ye nitelikli oy konusunun bir şey çözemeyeceğini anlatmaya çalıştık. AKP’nin 22, DEM’in 5 ve MHP’nin 4 oyu var ve 31 ediyor. Yani istedikleri her kararı alabilecek durumdalar. Öyle de oldu ve AKP-MHP-DEM, Öcalan’a gitmekte ittifak etti.
AÇILIMIN ASIL AMACI
CHP İmralı’ya gitmeme kararı aldı. Kapalı toplanma kararı aldığı için komisyon toplantısına da katılmadı.
CHP’nin bu kararı doğru ama eksik. Çünkü CHP, hatalı bir kararla, kendisine darbe yapanların komisyonuna girerek yeni açılıma “kısmi meşruiyet” verdi.
Israrla belirttik, bu komisyon bir AKPMHP-DEM projesidir. CHP’yi komisyona meşruiyet sağlaması için istiyorlardı. Yoksa CHP’nin görüşlerinden yararlanmak ya da demokrasinin gereği diye değildi.
Kaldı ki ortada bir demokrasi projesi zaten yoktu. İktidar, düne kadar TBMM’den atılmasını istediği, terörist dediği DEM’lilerle, Öcalan’la ve PKK’yle açılımı, birbirini bütünleyen, ikisi iç biri dış üç nedenle istiyordu:
1) CHP ile DEM’in belediye seçiminde yaptığı ittifakın tekrarlanmasını önlemek.
2) Erdoğan’ın dördüncü kez cumhurbaşkanı olabilmesi için DEM’in oyuna ihtiyacı var. DEM’siz bir yeni anayasa mümkün değil çünkü.
3) Esad’ın devrilmesi sonrasında ABD Suriye’yi şekillendirme üzerinden Ortadoğu’da yeni bir düzen kurmaya çalışıyor. Ankara bundan pay kapma peşinde.
Kimlik siyasetlerine karşıyım ama daha iyi anlatabilmek için belirteyim: “Etnik kimliği Kürt, ulusal kimliği Türk olarak” ya da “Kürt kökenli Türk olarak” veya “Kürt alt kimlikli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak” ya da “Türkiye Kürt’ü olarak” aylardır anlatmaya çalışıyorum: 23 yıldır her açılımı siyasal konumlarını güçlendirmek için yaptılar. Ne barış ne çözüm ne demokratikleşme ne de özgürlük arayışındalar. Bu nedenle her açılımları fiyaskoyla sonuçlandı, her açılımları terörü büyüttü, her açılımları Türk ile Kürt’ü daha çok karşı karşıya getirdi. Son açılım güneydoğuyu savaş alanına çevirdi ne yazık ki.
CHP KOMİSYON’U TERK ETMELİDİR
CHP aslında tam da bu projenin gereği olarak iktidarın saldırısı altında; partisi kapatılmaya ve kayyımlarla yönetilmeye çalışılıyor, belediye başkanları tutuklu, 15 milyon dilekçeli cumhurbaşkanı adayı tutuklu.
Ülkenin ana muhalefet partisinin tasfiye edilmeye çalışıldığı şartlarda açılım sürecinin iddia ettikleri gibi “demokratikleşme” hedefiyle yapılıyor olması elbette mümkün değildi. CHP bu nedenle 31/51 oylamasında da görüldüğü üzere, hiçbir etkisinin olamayacağı bu komisyona baştan girmemeliydi.
Hata etti girdi. Ama artık bu komisyonun amacının çözüm, barış, demokratikleşme olmadığını görmüş olmalı. CHP bu nedenle ABD sponsorlu bu AKP-MHP-DEM projesine destek vermeyi bırakmalı ve komisyonu terketmelidir.
Gerçek demokratikleşme ve çözüm, ancak AKP-MHP sonrasında mümkündür.
ABD’nin İran planı
Siyaset ve Uluslararası Çalışmalar Enstitüsü’nün (IPIS) İran’ın başkenti Tahran’da düzenlediği “Saldırı Altında Uluslararası Hukuk” konferansına yazılı sunduğum görüşlerimi Ufuk Ötesi’nde siz Cumhuriyet gazetesi okurlarının da dikkatine sunacağım.
Çünkü İran üzerindeki ABD-İsrail baskısı ve emperyalizmin İran planlaması, doğrudan ülkemizi ve bölgemizi ilgilendiriyor, geleceğimizi etkiliyor.
1. NÜKLEER ÇİFTE STANDART
Nükleer silahlanma konusunda endişeli olan tüm ülkeler, öncelikle İsrail’in nükleer silahı olup olmadığını resmileştirmelidir.
Biliyoruz, İsrail’in nükleer silahları var, uzun yıllar önce ABD desteğiyle geliştirildi ama resmi olarak varlığı gizleniyor.
Peki nükleer silah sahibi ülkeler, nükleer silahları olduğunu ilan etmişken İsrail’in nükleer silahları neden gizleniyor? Ortadoğu’da İsrail’in nükleer silahının olduğu kabul edilirse bölgedeki diğer ülkelerin de edinme hakkı doğar diye.
Nükleer silahlanma konusundaki bu çifte standart, uluslararası hukukun şu anda en temel sorunlarının başında gelmektedir.
2. İSRAİL’İ DURDURMAK İSTEYEN, ABD’YE KARŞI DURMALI
İsrail, ABD başkanının ifadesiyle ABD emperyalizmin Ortadoğu’daki ileri karakoludur. İsrail, Almanya başbakanının ifadesiyle, Avrupa’nın kirli işlerini yapan taşerondur.
Bu nedenle Ortadoğu’nun asıl sorunu İsrail değildir, emperyalist ABD’dir. Emperyalist ABD’nin siyasi, askeri, istihbari ve ekonomik desteği olmasa İsrail saldırganlığı da olmaz. ABD varsa İsrail tehdidi vardır, ABD yoksa İsrail tehdidi yoktur.
O nedenle bölge ülkeleri okun ucunu ABD’ye yöneltmelidir.
Bölge ülkelerinin Amerikancılık yaparak İsrail’e karşı çıkmaları gerçekçi değildir, işlevsel değildir, etik değildir.
3. ABD’NİN İSRAİL HEGEMONYASINDA YENİ ORTADOĞU PLANI
ABD İsrail hegemonyasında yeni bir Ortadoğu düzeni kurmaya çalışıyor.
ABD 1990-2005 arasında 15 yıl Irak’ı hedef aldı, 2010-2025 arasında 15 yıl Suriye’yi hedef aldı, şimdi de 15 yıl boyunca İran’ı hedef almak istiyor.
Bu amaçla ABD bölgede İran’a karşı bir cephe inşa etmeye çalışıyor: İran’ı kuzeyinden Güney Kafkasya’dan, batısından Türkiye ve Irak’taki üsleri üzerinden, güneyinden Körfez’deki üsleri ile kuşatmak istiyor. Ve ABD Pakistan’ı da İran’ı doğusundan çevrelemekte kullanabilmek için zorluyor.
4. ABD KUŞAK VE YOL’U ORTADOĞU’DA DÜĞÜMLEMEK İSTİYOR
Emperyalist ABD’nin ana stratejik hedefi Çin’dir.
ABD, Çin’in liderlik ettiği Kuşak ve Yol’u, Ortadoğu’da düğümlemek istemektedir. ABD sponsorlu Hindistan-Ortadoğu-Avrupa (IMEC) Koridoru bu amaçladır.
ABD bunun altyapısı için Arap ülkeleriyle İsrail arasında İbrahim Anlaşmaları yapmaya çalışıyor, bu koridor için stratejik önemde olan Gazze’yi işgal ediyor, Filistinlilerden arındırarak bir emlak merkezi yapmaya çalışıyor.
5. BEŞLİ GÜVENLİK MEKANİZMASI
İsrail hegemonyasına, İsrail saldırganlığına karşı “beşli bölgesel güvenlik mekanizması” oluşturulması tarihi bir ihtiyaçtır. Türkiye, İran, Mısır, Suudi Arabistan ve Pakistan’ın oluşturacağı bu beşli mekanizma, İsrail’in Filistin’de, Lübnan’da, Suriye’de, Yemen’de ve İran’da süren saldırganlığına karşı en gerçekçi caydırıcılık olacaktır.
Tahran izlenimleri
İran-Siyaset ve Uluslararası Çalışmalar Enstitüsü’nün (IPIS) düzenlediği “Saldırı Altında Uluslararası Hukuk” konferansı nedeniyle Yeni Dünya Araştırmaları Merkezi (YDAM) koordinatörü ve Cumhuriyet gazetesi yazarı olarak Tahran’dayım.
İlk kez geldiğim Tahran’da iki zorlukla karşılaştım: Birincisi sabahın 5’indeki trafik nedeniyle otele 1.5 saatte ulaşmam, ikincisi de otelde karşılaştığım pasaport kuralı!
PASAPORT KRİZİ
Ülkeye girenlerin pasaportları, İran’daki kurallar gereği otelden ayrılana kadar otelde kalıyormuş! Haliyle itiraz ettim, gerekli bilgilerin fotokopisini çekip pasaportumu vermelerini istedim, gün içinde Tahran’da pasaportsuz gezmenin doğuracağı riskler olacağını iddia ettim. Küçük çaplı bir kriz yaşadık ve İran dışişleri bakanlığı görevlilerinin de yardımıyla sorunu çözdük, pasaportumu aldım.
Bunu şundan anlatıyorum: Daha sonra İranlı bir gazeteci, benzerinin Türkiye’de de uygulandığını söyledi. Bir süre önce gittiği Van’da, ayrılana kadar pasaportunun otelde tutulduğunu söyledi.
İyi komşuluğa yakışmıyor. İlk kimin başlattığı bir kenara bırakılarak Ankara ve Tahran’ın bu uygulamayı terk etmesinde yarar var.
KADINLARIN ZAFERİ
Tahran sokaklarında ilk dikkatimi çeken başörtüsüz kadınların varlığıydı. İranlı kadınların başörtülerini, Türkiye’de türban kullananlardan farklı olarak saçını gösteren, başının yarısını dışarıda bırakan şekilde taktıklarını biliyordum. Ama artık dileyen tümden çıkarıyor.
İranlı gazetecilerle bu değişimi konuştum. Söylediklerini birleştirirsem bunun üç önemli nedeni olduğu anlaşılıyor.
İlki Mahsa Amini’nin ölümüyle kadınların başlattığı özgürlük mücadelesiydi. Evet, kadınlar mücadele ede ede, bedel ödeye ödeye bu kazanımı elde etmişti esas olarak.
İkincisi ise Mesud Pezeşkiyan’ın cumhurbaşkanlığıyla siyasal iklimin yumuşamasıydı. O iklim, “ahlak polisinin” elini tutmuş ve böylesi bir birimi gereksizleştirmiş, fiilen sahadan da çekmiş.
Bir üçüncü etken olarak da İsrail saldırısını gösterdiler! Bana ilginç geldi. Yorum şöyle: Halk kabaca rejim yanlıları ve reformistler diye ikiye bölünmüş olmasına rağmen, İsrail saldırısında İran halkının tek yumruk olması, Netanyahu’nun “kalkışma çağrılarına” birlik yanıtı verilmesi, rejimin “özgürlüklere” bakışında bir ölçüde yumuşama sağlamış. ABD ve İsrail tehdidi altında, rejim nezdinde özgürlükçülerin talepleri tehdit olmaktan çıkmış.
ALT KİMLİKLERİN TUTUMU KONUSU
İranlı akademisyenlerle ve gazetecilerle ikili sohbetlerimin ana konusu bölgedeki ABD ve İsrail saldırganlığıydı haliyle...
İranlı bir gazetecinin Türkiye’yle ilgili şu yorumu ilginçti: “Türk halkı Türk hükümetine göre daha anti Amerikancı, daha anti İsrailci. İran’da ise bunun tersi yaşanıyor. İran yönetimi İran halkına göre daha anti Amerikancı, anti İsrailci. İran halkı İran yönetimine göre daha liberal.”
ABD demişken...
İki ülkede de üst kimliklerin altında alt kimlikler var ve bu alt kimlikler aynı zamanda ortaklık, akrabalık ve kardeşlik demek. ABD’nin uzun yıllar üzerinde çalıştığı “Türk ayrılıkçılığının” İran’da neden tutmadığı hemen anlaşılıyor: Konuştuğum tüm İran Türkleri, İran devletini kendi devletleri olarak görüyorlar çünkü. Türkiye Kürtlerinin önemli bir kısmı da böyle düşünüyor. Bunca abanmasına rağmen ABD’nin Türkiye’de Kürt ayrılıkçılığını başarıya ulaştıramamasının nedeni de bu.
İRANLILARA ANITKABİR ZİYARETİ ÖNERİM
Konuştuğum hemen her İranlıya şu genel prensibi içeren önerimi anlatmaya çalıştım: “Türkiye’nin rejimi Türkiye’ye, İran’ın rejimi İran’a... İki devlet de halklarının bir bölümünde var olan bazı hassasiyetleri kaşıyan değil, törpüleyen bir yönelimde olmalı. Örneğin keşke İranlı yetkililer Türkiye’ye geldiklerinde Anıtkabir’e gitmeme politikalarını değiştirse. İran cumhurbaşkanlarının Anıtkabir’i ziyareti onların İslamcılıklarından bir şey götürmez ama Türkiye’deki laik kesimin İran’a bakışını hızla çok olumlu yapar.”
İki ülkenin işbirliğine dünden daha fazla ihtiyaç duyduğumuz yeni ve zor bir döneme giriyoruz çünkü.
Trump, Suriye’yi İsrail’e müttefik yapıyor
Washington’dan gelen mesajlar, Suriye ile İsrail’in bir güvenlik anlaşması imzalamaya doğru ilerlediğine işaret ediyor. Suriye’nin geçici cumhurbaşkanı Şara’nın mesajları ise daha çok zaman kazanmaya çalıştığını gösteriyor.
Örneğin Şara, Trump’la 10 Kasım’da Beyaz Saray’da görüştükten sonra Washington Post’a şu açıklamayı yaptı: “İsrail ile doğrudan müzakereler yürütüyoruz ve anlaşmaya varma yolunda önemli mesafe kat ettik.” (AA, 12.11.2025) Ancak Şara devamında, “nihai anlaşma için İsrail 8 Aralık 2024 öncesi sınırlarına çekilmeli” diyor.
ŞARA ABD GARANTÖRLÜĞÜ İSTİYOR
Görünen o ki Şara İsrail’in Esad’ın devrilmesini fırsat bilerek yeni işgal ettiği bölgeler ve Suriye’nin güneyinin askersizleştirilmesi konusunda sıkışmış durumda. Zira bu iki konuda vereceği taviz, Suriye’yi yönetmesini zorlaştırır. Şara o nedenle ABD’nin “denetleyici” ve “garantörlük” rolü üzerinden siyasi pozisyonunu sağlama almaya çalışıyor. Yani tavizi İsrail’e değil de ABD’ye vererek durumdan sıyrılmak istiyor.
Örneğin Şara o role dair niyetini SDG’yle entegrasyon konusunda şöyle ifade ediyor: “En makul çözüm, Suriye’deki ABD askerlerinin, SDG’nin entegrasyon sürecini denetlemesi.” (AA, 12.11.2025)
Şara ABD’nin garantörlüğünü aslında iki kere istiyor. ABD’nin garantörlüğünü, aynı zamanda kendi siyasi geleceğinin de garantörlüğü olarak görüyor.
AĞIR ŞARTLAR
Şara “İsrail’le henüz anlaşma yok” diyor ama hedefi İsrail’le anlaşma olan bir ABD-Suriye güvenlik anlaşması metni dolaşımda.
9 maddelik bu metin, Suriye için ağır şartlar içeriyor. Anlaşmanın 1. maddesine göre “Suriye (…) ilk adım olarak bölgesel normalleşme mekanizmasına (Abraham Anlaşmaları) katılmayı değerlendirmeyi taahhüt eder.” 2. madde ise Suriye’nin güneyinin askersizleştirilmesiyle ilgili: “Kuneytra, Dera ve Şam kırsalının bazı bölgelerinde ağır silahların ve bağımsız silahlı grupların yasaklandığı bir silahsızlandırılmış bölge oluşturulur.” 3, 4 ve 5. maddeler ise İsrail’in güvenliğini garantileyen içeriğe sahip.
SURİYE ABD’NİN ORTADOĞU İŞLERİNE YARDIM EDECEK
6. madde şöyle: “Suriye, Hizbullah, Hamas ve silahlı Filistinli gruplar gibi örgütlerin kendi topraklarında faaliyet göstermesini veya konuşlanmasını engellemeyi; ayrıca ABD’nin garantörlüğüyle koordinasyon içinde İran’ın askeri etkisini sınırlandıracak adımlar atmayı taahhüt eder.”
Evet, bu “anlaşma metni” gayri resmi olarak dolaşımda ama ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın 13 Kasım’da sosyal medyadan paylaştığı şu mesaj tam da 6. maddeye oturuyor: “Şam, artık IŞİD’in kalıntılarıyla, İran Devrim Muhafızları, Hamas, Hizbullah ve diğer terör ağlarıyla mücadelede bize aktif olarak yardım edecek.” Anlaşmanın 7. maddesi askeri kurumların yapılanması, 8. maddesi IŞİD’le mücadele ve 9. maddesi Suriye’nin bölgesel güvenliğe bağlılık taahhüdü ile ilgili.
KİMİN ZAFERİ?
Görüleceği üzere anlaşma metninin varlığını doğrulayacak nitelikte resmi açıklamalar var. Dolayısıyla bu anlaşma hayata geçecek olursa Suriye, Ortadoğu’da ABD-İsrail eksenine tamamen eklemlenmiş olacak.
Peki bu ne anlama gelir?
Tamam, ABD bu yolla İran’ın “direniş eksenini” zayıflatmış oldu ama bu sonuç Ankara’nın Suriye’de 15 yıldır yaptığı İhvanlı/ÖSO’lu yatırımın da kenara atılması anlamına geliyor.
8 Aralık 2024 günü Esad’ın devrilmesinin Ankara’da zaferle kutlanmasının nasıl vahim bir hata olduğunu ve faturasının ne kadar ağır olacağını anlatmaya çalışmamız bundandı. Çünkü iktidar Esad’ın yıkılmasını kendi zaferi görse de ulusal çıkarlar açısından bu Türkiye’nin zaferi değildi, ne yazık ki ABD ve İsrail’in zaferiydi.
Üstelik faturanın daha ağır olan kısmı da henüz gelmedi!
Mehmet Ali Güller
/././
Cumhuriyet

.jpeg)


Hiç yorum yok:
Yorum Gönder