BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -21 Aralık2025-

İletişim’in bütçesi rendelendi -Mustafa Bildircin- 


İletişim Başkanlığı, kasım ayında kasasını tamamen boşalttı. Medyaya yönelik tutumu ve binanın mimari yapısı nedeniyle “Rende başkanlığı” olarak anılan kurum, 6,1 milyar TL’lik yıllık bütçesine karşın 11 ayda 6,6 milyar TL’lik devasa harcama yaptı.  https://www.birgun.net/haber/iletisimin-butcesi-rendelendi-678060

Kamu arazisi elden çıktı -Havva Çetinkaya- 

Kamu işletmeleri özelleştirilince satışın adresi araziler oldu. Bütçede 11,3 milyar lira öngörülen taşınmaz satışı geliri 11 ayda 16,7 milyar liraya ulaştı. Orman vasfından çıkarılanlar ile tarım arazileri, satışta öne çıktı.  https://www.birgun.net/haber/kamu-arazisi-elden-cikti-678059

Grev çadırının direği kadın işçiler -Ebru Çelik- 


Gebze’de kurulu Smart Solar’da çoğunluğu kadın 260 işçi, zamsız çalışma dayatmasına karşı iki aydır grevde. Ziyaret ettiğimiz fabrikada kadınların omzunda büyüyen üretim, yine kadınların omuzunda büyüyen inatçı bir mücadeleye dönüşmüş durumda.  https://www.birgun.net/haber/grev-cadirinin-diregi-kadin-isciler-678047

Buz gibi sınıflarda eğitim görüyorlar -İlayda Kaya- 


Depremin üzerinden 1050 gün geçmesine rağmen Hatay’daki okullarda hâlâ ısınma sorunu yaşanıyor. Özellikle Defne ve Antakya’da doğalgaz verilmeyen sınıflarda çocuklar üşüyerek ders görüyor. Veliler ve eğitimciler tepkili.  https://www.birgun.net/haber/buz-gibi-siniflarda-egitim-goruyorlar-678048

Veriler akademinin durumunu gösterdi: Akademisyen başına 0,35 makale -Deniz Güngör- 


YÖK’ün verileri ülkede akademinin geldiği noktayı ortaya koydu. Verilere göre ülkedeki yalnızca 6 üniversitede 10’un üzerinde doktoralı araştırmacı bulunurken akademisyen başına 0,35 makale.  https://www.birgun.net/haber/veriler-akademinin-durumunu-gosterdi-akademisyen-basina-0-35-makale-678053

İBB davasında çıplak arama iddiası: AYM'ye başvuru yapıldı -Mustafa Kömüş- 

İBB davasında 23 Mart'tan beri tutuklu bulunan İBB iştiraki Medya AŞ Genel Müdür'ün çıplak aramaya maruz bırakıldığı iddia edildi. Türker'in avukatları Konu hakkında AYM'ye başvuru yaptı.

İBB davasında tutuklu bulunan Medya AŞ Genel Müdürü Fatoş Pınar Türker'in çıplak aramaya maruz bırakıldığı iddia edildi. Türker'in avukatları hem bu konu hakkındah em de tutukluluğun kaldırılması için Anayasa Mahkemesi'ne başvurdu.   3 KEZ İFADE VERMEK İSTEDİ Dilekçede Türker'in 13 Mart günü yurtdışına çıkmak üzereyken pasaportuna el konulduğu ve bunun üzerine 14, 15 ve 18 Mart'ta 3 ayrı kez savcılığa başvurduğu ancak ifadesinin alınmadığı aktarıldı. İfadesi alınmayan Türker İBB soruşturması çerçevesinde 19 Mart'ta gözaltına alındı.  Dilekçede Türker'in "depo" olarak adlandırılan bir yerde 4 gün boyunca tutulduğu ve burada çıplak aramaya maruz bırakıldığı aktarıldı. 23 Mart'ta tutuklanan Türker'in avukatları daha sonra tutukluluğun kaldırılması için defalarca başvuru yaptı.  Avukatlar sırasıyla İstanbul 1. Sulh Ceza Hakimliği, İstanbul 4. Sulh Ceza Hakimliği, İstanbul 1. Sulh Ceza Hakimliği, İstanbul 7. Sulh Ceza Hakimliği, İstanbul 3. Sulh Ceza Hakimliği, İstanbul 11. Sulh Ceza Hakimliği, İstanbul 59. Asliye Ceza Mahkemesi, İstanbul 8. Sulh Ceza Hakimliği, İstanbul 1. Sulh Ceza Hakimliği'ne başvurdu. Ancak her seferinde bu başvuru reddedildi. "HUKUKA AYKIRI MUAMELELERLE GÖZALTINDA TUTULDU" Dilekçede Türker'in hukuka aykırı muamelelerle gözaltında tutulduğu ve 4 gün sonunda tutuklandığının altı çizildi. Dilekçede şu ifadeler kullanıldı: "Haksız ve hukuksuz gözaltı işlemi ile başlayab, itirazların zamanında incelenmemesi ile devam eden, tutukluluk incelemelerinin veya müdafine önceden bildirilmeden yapıldığı, tutukluluk incelemelerinde ısrarla müdafi yardımından yararlandırılmayarak etkili bir inceleme yapılmamasına sebep olunduğu, avukat dilekçelerinin dikkate alınmadığı, taraflar hakkında verilen kararların dahi zamanında tebliğ edilmediği veya özellikle  verilmediği 6 aylık süreç içerisinde tüm delillerin toplandığı açıktır. Müvekkilemize isnat edilen hususlar ihaleler ile ilgili olup tüm ihal dosyaları gözaltı işleminden önce ilgili kurumlardan alındığı ve bunların resmi belge sıfatıyla değiştirilmesinin mümkün olmadığı açık iken, halen tutukluluk halinin devam ettirilmesi ve makul sürede sonlandırılmaması doğru değildir. Müvekkilemiz ile ilgili tutuklama kararı rüşvet suçlamasından dolayıdır. Ancak ne emniyet ifadesinde, ne savcılık ifadesinde ne de sulh ceza sorgusunda kendisine rüşvet aldığına ilişkin tek bir soru sorulmamıştır. Buna rağmen müvekkilemizin yaklaşık 7 aydır tutuklu olması hatalıdır. Bu durum kişi hak ve özgürlüğünü açıkça ihlal etmektedir. Özellikle başvuruya konu kararda itiraz ile ilgili olarak dahi karar 'verilmemesi adli kontrol tedbiri olan tutukluluğunun dışına çıktığını göstermektedir."TAZMİNAT TALEBİ  Tutukluluk halinin sona erdirilmesi ve 100.000 TL manevi tazminat talep eden Türker'in avukatları "kişi özgürlüğü ve güvenliği, kanuni hakim güvencesi, hak arama hürriyeti" haklarının ihlal edildiğini öne sürdü. 500 BİN TL PARA TRANSFERİ "DİKKAT ÇEKİCİ"YMİŞ İBB iddianamesinde Türker’e ilişkin hazırlanan MASAK raporu oldukça dikkat çekiciydi. Türker’in 2022-2024 arasında sadece 500 bin TL’lik para transferi “dikkat çekici” bulundu. İddianamede Türker’e ilişkin “Fatoş Pınar Türker'in 2022 senesinde nakit para çekmelerinin çoğaldığı, 2023'te dikkat çekici bir hacme ulaştığı, bu yoğunluğun 2024 senesinde de devam ettiği ve şahsın toplam hacim göz önüne alındığında 500.000,00 TL üzerinde para transferinde bulunduğu ve mahiyetinin anlaşılamadığı tespit edilmiştir. Bu tespit İBB iştirakinde çalışan bir profil için dikkat çekici olarak değerlendirilmiştir” denildi.

***

Emekliler üzerinden algı operasyonu yürüten kim?-Gözde Bedeloğlu- 

Misal; kirasını ödeyebildiğim, başımı sokabileceğim bir evim var. Pazara, markete gidip korkmadan çantamı, filemi dolduruyorum. Ekmek, süt, yumurta, un, şeker, yağ, pirinç gibi temel gıda maddelerini kolaylıkla satın alabiliyorum, düzenli olarak et, balık tüketebiliyorum. Arkadaşlarımla buluşabiliyor, çay kahve içip sosyalleşebiliyorum. Sinemaya, tiyatroya gidebiliyor, spor yapabiliyorum. İhtiyacım olduğunda hızlıca hekime ulaşabiliyor ve kolayca sağlık hizmetlerinden yararlanabiliyorum. Bu yıl sağlığıma iyi geleceğini düşündüğüm için kaplıcaya gitmeye karar verdim. Emekliyim. Tek başıma yaşıyorum. Maaşımla geçinebiliyorum. Kimseye muhtaç değilim. Kendime yetemediğim bir durumda ise yıllarca çalışıp emek verdiğim devletin yanımda olacağına güveniyorum. Ama ben yine de bütün bunlardan vazgeçerek Ankara Ulus’ta, günlüğü 200 ila 400 lira arasında değişen; kimi odalarında tuvalet ve banyo olmayan bir otel odasında yaşamaya karar verdim. Neden mi? Çünkü canım öyle istedi. Size böyle bir hikâye anlatmış olsaydım inanmamakla kalmaz akıl sağlığımın yerinde olup olmadığınızı sorgulardınız, değil mi? Kimse böyle bir hayatı tercih etmez.

***

Mine Şenocaklı, geçen hafta Oksijen Gazetesi’nde, çok önemli bir habere imza attı. Ankara Ulus’taki ucuz otelleri gezdi. Odalarında kalan emeklilerle konuştu. Çoğunun aldığı maaş, en düşük emekli aylığı olan 16 bin 881 TL. Bu yılın ocak ayında en düşük emekli maaşı 14 bin 469 TL’ydi. Temmuz 2025 zammıyla beraber 16 bin 881 TL’ye yükseltildi. Ocak 2026 itibarıyla 19 bin liranın biraz üzerine çıkacağı tahmin ediliyor. Buna karşın, TÜRK-İŞ’in Kasım 2025 verilerine göre Ankara’da yaşayan dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 29.828 TL. İşin içine giyim, kira, ısınma, ulaşım, eğitim ve sağlık gibi diğer zorunlu masraflar girdiğinde yoksulluk sınırı 97.159 TL’ye çıkıyor. Çalışan tek bir kişinin yaşam maliyeti ise 38.752 lira. Asgari ücret bunun altında, en düşük emekli maaşı onun da altında. Apaçık görülüyor, gelir belli gider belli. Şenocaklı’nın konuştuğu emekliler çıplak gerçeği anlatmış. Evleri yok. Maaşları kiraya yetmiyor. Çıkışı, ucuz otel odalarına yerleşmekte bulmuşlar. Bununla da bitmiyor. Onlarca yıl çalıştıktan sonra ve şimdi de çeşitli sağlık sorunlarıyla uğraşıyorken, günün koşullarında çalışmaya devam etmek zorundalar. Disk-Ar’ın verilerine göre; düşük emekli aylıkları sebebiyle, 2002 yılında yüzde 36,6 olan çalışan veya iş arayan emeklilerin oranı Aralık 2024’te yüzde 65,7’ye yükselmiş. Demek ki ortada keyfi bir durum yok. Emekliler, hobi olarak değil, yaşabilmek için iş arıyor.

***

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş, aynı görüşte değil. Son günlerde yaşlı vatandaşlar ve emekliler üzerinden bir algı operasyonu yürütüldüğü kanaatinde. Evsizlere Konaklama Projesi kapsamında her yıl 81 il valiliğine, Aile Sosyal Hizmetler İl Müdürlükleri ve sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıflarına bir genelge göndererek evsiz ve kimsesiz bir vatandaş var mıdır diye tespit edilmesini istediklerini söyleyen Bakan Göktaş, bu kişileri ücretsiz olarak kamu misafirhanelerine yerleştirdiklerini ya da onlara otel gibi konaklama imkânı sağladıklarını açıkladı. Ankara Ulus’ta otel odasında yaşayan emeklilerle de görüştüklerini ancak ikna edilebilenlerin konuk evine yerleştirildiğini belirten Göktaş, devletin bütün imkânlarına rağmen, ‘bireysel tercihlerin’ ülkede toplumsal bir kriz yaşanıyormuş gibi sunulmaya çalışıldığını söyledi. Ülkede, açlık sınırı ve altında yaşayan milyonlarca emekli var. Bakın, bu kişiler onlarca yıl çalışmış ve emeklerinin karşılığı olarak aldıkları maaşla, sefalet içinde hayatta kalmaya çalışıyor. “Yaşıyor muyuz, ölü müyüz belli değil” diyecek kadar görünmez hissediyorlar kendilerini. İhtiyaç sahiplerine destek olmak sosyal devletin gereği zaten. Ama hükümetin temel görevi, en başta bu sefalet koşullarının oluşmasını engelleyecek politikalar üretmektir. 79 yaşında bir insan inşaatta çalışırken öldü bu ülkede. Bireysel tercihi miydi o yaşta bu koşullarda çalışmak? Sadece kasım ayında 65 yaş ve üstü 11 işçi öldü. (İSİG)

***

Bakan Göktaş, maaşı ancak Ankara’da ucuz otel odasında kalmaya yeten emeklilerden birkaçı devletin konuk evine gitmek istemedi diye, bunun ‘bireysel tercih’ olduğunu söyleyerek, ülkede toplumsal ve ekonomik kriz yaşanmıyormuş gibi bir algı mı oluşturmaya çalışıyor? BirGün’den Mustafa Bildircin’in paylaştığı, Ankara Büyükşehir Belediyesi verileri ortada: 2024’te 22 bin 567 olan emekli desteğinden yararlanan yardıma muhtaç emekli sayısı, Aralık 2025 itibarıyla 80 bin 880’e ulaşmış! Genciyle yaşlısıyla büyük bir trajedinin içindeyiz hep beraber.

/././

Sol, Uçum ve Öcalan -Berkant Gültekin- 

Geçtiğimiz hafta solun tarihsel ve güncel sorunlarını konu alan iki görüş gündeme geldi. Bunlardan biri PKK lideri Abdullah Öcalan’a, diğeri ise Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum’a aitti. Uçum, AA’da yayınlanan yazısının başında, yazıyı Öcalan’ın görüşlerinin ardından başlayan tartışmalar üzerine yazdığını belirtiyordu. Birbirinden ayrılan noktaları olsa da iki görüşün de “sınıfsal bakışı” eleştirinin merkezine koyduğu söylenebilir. Öcalan ve Uçum, “sınıfın bittiğini” doğrudan söylemiyor ancak sınıfın merkez alındığı bir sosyalist siyasetin döneminin kapandığını iddia ediyor. Yani “sınıf bitti” değil, “sınıf temelli solculuk bitti” iddiasını dile getiriyorlar. Bu tip düşüncelerin yeni olmadığı biliniyor. 

Öcalan, Marksizmin tarih kuramını eleştirerek, “Tarih sınıf mücadelesinden ibaret değil. Bunu da içermekle birlikte; aşağı yukarı 30 bin yıl öncesine dayanan komünal gelişmeyle anti-komünal gelişme arasındaki bir ilişki ve çatışma süreci olarak tarihi okumak daha doğrudur” diyor. Meselenin emek-sermayeden çok, devlet-komün çelişkisiyle ilgili olduğunu savunuyor. Reel sosyalizmin de ulus-devlet anlayışı yüzünden tutunamadığını söyleyip, devletçiliğin, sosyalizmi başarısızlığa sürüklediğini ileri sürüyor. Bunun karşısına ise çözüm olarak “demokratik toplum” kavramını koyuyor; “devleti demokratikleştirmekten” söz ediyor. Ancak iktidar olma zorunluluğu öngörmüyor. Haliyle “üretim araçlarını kimin kontrol ettiği” konusu da girmiyor. Bunun yerine “Çelişkileri birbirini yok eden uçlar şeklinde değil, birbirini besleyen toplumsal olgular olarak görmek zorundayız. Çünkü komün olmadan devlet, burjuvazi olmadan proletarya olmaz. Dolayısıyla çelişkiyi yok edici bir mantıkla değil, dönüştürücü bir tarihsel perspektifle ele almak gereklidir” gibi bir tespit yapıyor.

Uçum ise daha çok Türkiye tarihine eğiliyor ve sol eleştirisini buradan yapıyor. “Solun işçi sınıfına dayalı siyaset döneminin kapandığı veya marjinalleştiğini” ifade ettikten sonra, “Türkiye'nin son 150 yıllık tarihinde sınıf esaslı solculuk yapan akımlar, tabansız bir kadro hareketinden başka bir noktaya gelememişlerdir. Dolayısıyla, Türkiye'de hiçbir zaman işçi sınıfına dayanan sosyolojik bir güçle sınıf esaslı sol siyaset olmamıştır, olamamıştır” diyor. Devamında “siyasi pratik bakımından sol ilkelere daha uygun hareket eden liderin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, sol politikalara yakın olan partinin AK Parti olduğu pozitif bir tespit olarak söylenebilir” şeklinde ağızları açık bırakan bir yorumda bulunuyor. Oradan lafı bugünkü sürece getirerek, “Türkiye'nin yaşadığı tarihsel dönem bakımından yurtsever solculuk, kayıtsız şartsız Terörsüz Türkiye hedefine destek vermeyi gerektirir. Bu konuda en ufak bir şüphe duymak, yurtsever sol perspektifle çelişir” mesajı veriyor. 

Sol teoriyle ilgili bu eleştirilerin neden yapıldığı önemli. Onun kadar, Marksizmin bugüne kadar teorik yaklaşımını geliştirip güncellediğini anlamak da önemli. Yani ilk başta şunu vurgulamak gerekir ki Marksizm “el değmemiş kutsal bir kitap” değil. Dolayısıyla demode bir düşünce akımı da değil. Marksizm de bugüne kadar tarihsel birikimle büyümüş, teorik çerçevesini güncellemiştir. Marksizm, Marx’tan ayrı tutulamayacağı gibi Marx’ın ortaya koyduğu görüşlerle de sınırlandırılamaz. Bu, Marksizmin ilkelerinin esnetebileceği ve düşünsel altyapısının temelden sorgulanabileceği demek değildir; Marksizmin felsefi ve politik karakterine sadık kalınarak teorinin derinleştirilebileceğini anlatır. 1917’de Lenin’in önderliğinde gerçekleşen Bolşevik Devrimi buna iyi bir örnektir. Devrim, parti önderliğinde halkı örgütleyip Çar’ı devirmişti, “Marksizme aykırı” değildi ama görünürde Marx ve Engels’in “devrimin gelişmiş kapitalist ülkelerde gerçekleşeceği” teziyle de örtüşmüyordu. Fakat emperyalizm çağında durum değişmişti. Emperyalizmi “kapitalizmin en yüksek aşaması” olarak tanımlayan Lenin, ezilen ulusların anti-emperyalist mücadelesi ile proleteryanın kurtuluşu ve sosyalizm arasında tarihsel bir bağ kurdu. Lenin Marksistlere, anti-emperyalist mücadelenin devrimcilerin görevi olduğunu ve bunun bir devrim sorunu olduğunu öğretti.

Lenin, “Marx’a karşı geldi” ama ihanet etmedi. Ekim Devrimi, bir başka Marksist düşünür Gramsci’nin veciz ifadesiyle “Kapital’e karşı devrim”di. Ancak bu tam da Marksist bir devrimdi. Zira teori de Lenin’in katkılarıyla Marksizm-Leninizm olarak isimlendirilmeye başlandı. Lenin, düşünsel temeline sadık kalarak, Marksizmi teorik, politik ve örgütsel olarak geliştirdi. Aynı zamanda şunu da öğretti, Marksizm katı kalıplarla anlaşılabilecek bir şey değildir; evrensel ölçeği kapsayan genel kabullerin yanı sıra her halkın, kültürün, toprağın ve tarihsel periyodun kendine has, özgün koşulları vardır. Devrimcilik, bu özgünlükleri kavrayıp doğru bir mücadele hattı çizme meselesidir. Marksizm ezberle, dogmalarla, kalıplarla anlaşılamaz. Bu yüzden bazen, “Lenin’in hiçbir kitabında yazmayan” şeyleri de söylemek gerekir.

Bu yazının amacı durduk yerde bir Lenin güzellemesi yapmak değil. Marksizmin hareket sistematiğine dair küçük bir hatırlatmada bulunmak, onun zaten bugüne kadar gelişerek kendini güncelleyebildiğini, bu diyalektiği içinde barındırdığını anlatmak. Öte yandan Marx’a ve Marksizme yönelik eleştirilerin geneli, onu dar bir çerçeveye sıkıştırma hatasına düşüyor. Bazen bugünkü siyasi, toplumsal ve kültürel dinamiklerin, Marx’ın yaşadığı koşullarda hiç var olmadığı, Marx’ın bunun üzerine düşünmediği, dolayısıyla pek çok konuyu es geçtiği ve sınıf savaşımından başka hiçbir şeyi görmediği sanılıyor. Elbette Marx, bugün tartışılan her konuyu yeterince kapsamlı analiz edemedi ancak onun yaşadığı dönemde de dünya emekçiler ve burjuvazi olarak iki net sınıfsal kampa ayrılmamıştı. Bu temel çelişkinin üstünü örten bir dizi siyasi ve kültürel fenomen vardı ve Marx da bunun farkındaydı. Kültürün ve ideolojinin kaynaklarını inceledi. Altyapının, yani ekonomik üretim ilişkilerinin, üst yapıyı belirlediğini söyledi. Düşüncesini biçimlendirirken etrafındaki her şeyi görmeye çalışıyordu. Tabii ki onun serptiği tohumların büyütülmesine ihtiyaç vardı. Marksizmin gelişimi, Marx’ın hayatıyla aynı anda son bulmadı.

Marx, sınıfı, sığ bir mercek ya da çiğ bir romantizmle değil, onu içeren ve etkileyen siyasal şartlar içinde yorumladı. Bu nedenle birçok eseri günün siyasetine dair önemli dersler sunmaya devam ediyor. “Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire’i” çalışmasında, objektif şartların devrimci bir durumu ortaya koymasına rağmen ülkenin nasıl diktatörlüğe sürüklendiğini çözümledi. Sınıfların parçalı yapısının, emekçi kitlelere verdiği zararı analiz etti. Burjuvazinin de emekçi sınıftan korktuğu için otoriteden yana tavır aldığını, sonunda kendi siyasal gücünü de kaybettiğini ve bunun cumhuriyetin tasfiye edilip diktatörlüğün kurulmasına nasıl yol verdiğini anlattı. Bonapartizm, tarafsız şekilde devlet aygıtını kullanarak otoriteyi sağlar gibi durur ama aslında ezen sınıftan yanadır. Ne kadar tanıdık bir hikâye, değil mi!

Bugün de ilerici bir bakışla reel sosyalizm ve Marksizm eleştirisi yapmak gereklidir kuşkusuz. Marksizm dün eleştirildi, yarın da eleştirilecektir. Bir dogmadan bahsetmiyoruz sonuçta. Ancak kapitalist düzeni değiştirme iddiasından vazgeçmiş, sermaye ile işçi sınıfını “birbirini besleyen” güçler olarak gören bir anlayışla bu mümkün olamaz. Bu başka bir “şey”dir. İşin özü, gerek Öcalan’ın gerekse de Uçum’un sol, sosyalizm ve Marksizm hakkında eleştirileri, güncel durumda bulundukları siyasal pozisyonu ve izledikleri stratejiyi anlamlandırmakla ilgili gibi duruyor. PKK’ye ve çeşitli bileşenlerine yeni bir perspektif çizen Öcalan, Kürt siyasal hareketinin sınıfsal yapısını ve yerel-bölgesel güncel ihtiyaçlarını gözeterek bir “sosyalizm” tanımı yaparken, Uçum da beyhude bir çabayla halka yoksulluktan başka hiçbir şey getirmeyen, ABD ile iyi geçinip “anti-emperyalist” olunabileceğini savunan bir iktidara soldan rıza üretmenin fırsatlarını zorluyor.

Ne var ki kapitalist düzen eşi benzeri görülmemiş bir eşitsizlik yaratırken, bugün dünya yeni bir “sınıflar çağı”na giriyormuş gibi görünüyor. Ya da daha popüler ifadeyle söyleyelim: “Dünyada bir hayalet dolaşıyor.”

2025’te medya ve siyaset: Müdahale, mücadele ve  arayışlar -Çağrı Kaderoğlu Bulut - Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi- 

2025’i bitirirken, geride bıraktığımız bu zorlu ve uzun yılda yaşananlara hızla göz atmak anlamlı olacaktır. 2025 müdahaleler, mücadeleler ve arayışlarla öne çıktı. Bu metin de bir “yenilgi” yazısı değil, mücadele ve hatırlatma yazısı olarak değerlendirilmelidir.

Türkiye’de medya ve ifade özgürlüğü alanında yaşananlar artık geçici gerilimler ya da münferit ihlaller olarak okunamaz hale gelmiş durumda. Gazetecilik artık yalnızca çileli bir meslek değil; aynı zamanda siyasal iktidarın sınırlarını belirlediği, hukuki ve idari müdahalelerle çevrili dar bir alanda icra edilen yüzeysel ve operasyonel bir faaliyete dönüşmeye de zorlanıyor. Bu tablo medya alanına özgü bir krizden çok, Türkiye’de demokrasinin işleyişine içkin, kurumsallaşmış bir otoriterleşme sürecinin parçası olarak şekilleniyor.

Gazetecilere yönelik yargı baskısı bu sürecin en görünür başlıklarından biri olmayı sürdürüyor. Haberler, köşe yazıları, televizyon programları ve sosyal medya paylaşımları; “dezenformasyon”, “kamu düzeni” ya da “milli güvenlik” gibi muğlak ve geniş yorumlanabilen kavramlar üzerinden soruşturma ve davalara konu ediliyor. Hukukun sınırlarının belirsizleştiği bu ortamda gazeteciler, yalnızca yaptıkları haberlerden değil, yapmayı düşündükleri haberlerden de sorumlu tutulabileceklerini bilerek hareket ediyor. Bu durum, cezalandırmadan çok daha etkili bir sonuç yaratıyor: En baştan işleyen, süreklileşmiş bir caydırma ve susturma rejimi.

BASKININ GENİŞLEYEN SINIRLARI

2025’i önceki yıllardan ayıran temel özellik ise bu baskı rejiminin medya alanıyla sınırlı kalmayarak toplumun geneline ve doğrudan ana muhalefet partisine yönelmesi. Önceki yıllarda Kürt siyasetçilere ve Gezi direnişi gibi toplumsal hareketlerdeki sembolik isimlere yönelen baskı artık ana akım siyasetin ve ana muhalefetin formel alanlarına yayılmış durumda. Seçilmiş siyasetçilere, muhalefet aktörlerine ve toplumsal muhalefetin farklı bileşenlerine yönelik yargı müdahaleleri, ifade özgürlüğü alanındaki daralmanın siyasal zeminini açık biçimde ortaya koyuyor. Başta Ekrem İmamoğlu olmak üzere belediye başkanlarına ve muhalif isimlere yönelik yargı süreçleri ve tutuklamalar, yalnızca bireysel davalar olarak değil; seçme ve seçilme hakkının, siyasal temsilin ve kamusal sözün topyekûn hedef alındığı bir sürecin parçası olarak okunmalı. Medya üzerindeki baskı ile siyaset üzerindeki yargı kuşatması, aynı otoriter mantığın birbirini tamamlayan yüzleri.

Bu tabloyu en çıplak biçimde görünür kılan gelişmelerden biri ise muhalif medya kuruluşlarına yönelik doğrudan hukuki müdahaleler oldu. TELE1’e kayyum atanması, yalnızca bir medya kuruluşunun yönetimine el konulması anlamına gelmiyor. Bu adım, muhalif yayıncılığın ekonomik, idari ve siyasal araçlarla tasfiye edilmesinin yeni bir eşiğe ulaştığını gösteriyor. Kayyum uygulaması, medya alanında artık yalnızca içeriklerin ve gazetecilerin değil, kurumların da doğrudan hedef alındığını; muhalif arayışların yapısal olarak ortadan kaldırılmaya başlandığını ortaya koyuyor.

Buna 2025’in son döneminde hızlanan ve iktidara yakın medya kuruluşları ve gazeteciler üzerinden gerçekleşen yeni operasyonlar eklendiğinde, hedefin artık doğrudan muhalefetle sınırlı kalmadığı, iktidar içindeki kavganın da mevcut baskı ikliminin kapsamında yürütülmeye başlandığı anlaşılıyor.

BELİRSİZLİKLE YÖNETMEK

Bu süreç, RTÜK’ün muhalif medyaya yönelik sistematik baskısıyla tamamlanıyor. Para cezaları, yayın durdurmalar ve lisans iptali tehditleri, muhalif medya kuruluşları için süreklileşmiş bir baskı mekanizmasına dönüşmüş durumda. RTÜK kararları, teknik bir denetim aracı olmaktan çıkıp açık bir siyasal disiplin mekanizması olarak işliyor. Hangi sözün, hangi eleştirinin “sınırı aştığı” belirsiz; belirsizlik ise başlı başına bir baskı aracına dönüşüyor.

Bu siyasal iklimde otosansür, belki de en kalıcı ve en görünmez baskı biçimi olarak öne çıkıyor. Gazeteciler açısından mesele artık yalnızca “yasak olan” değil; “hangi haberin hangi sonuçları doğurabileceği”. İşten çıkarılma korkusu, dava riski, kanalın kapatılması ya da kayyum atanması ihtimali, haber üretim süreçlerini baştan şekillendiriyor. Böylece kamusal tartışma alanı, doğrudan müdahaleye dahi gerek kalmadan daraltılıyor. Suskunluk, “bireysel bir tercih” olmaktan çıkıp yapısal bir sonuç haline geliyor.

Dijital alan bu baskı ortamının tamamlayıcı bir boyutunu oluşturuyor. Erişim engelleri, içerik kaldırma kararları ve algoritmik görünmezleştirme, klasik sansür biçimlerinin yerini alan yeni kontrol mekanizmaları olarak karşımıza çıkıyor. Hangi haberin dolaşıma gireceği, hangisinin görünmez kılınacağı çoğu zaman belirsiz; bu belirsizlik hem gazeteciler hem de okurlar açısından süreklileşmiş bir güvensizlik hali üretiyor.

EKONOMİK KRİZDEN SİYASAL SADAKATA

Tüm bunların üzerine medya sektörünün derinleşen ekonomik krizi ekleniyor. Azalan reklam gelirleri, kamu ilanlarının siyasal sadakat üzerinden dağıtılması ve medya sahipliğindeki iktidar yanlısı yoğunlaşma, editoryal bağımsızlığı yok ederken gazeteciliğe güveni sarsıyor. Güvencesiz çalışma, düşük ücretler ve işten çıkarmalar ise gazeteciliği sürdürülebilir olmaktan uzaklaştırıyor.

Gazeteciler açısından güvenlik sorunu da bu siyasal iklimden bağımsız değil. Fiziksel saldırılar, hedef gösterme kampanyaları ve dijital tehditler, gazeteciler için mesleğin ayrılmaz bir parçası haline geliyor. İfade özgürlüğü üzerindeki baskı, doğrudan bedensel ve psikolojik risklere dönüşüyor.

Uluslararası raporlar ve basın özgürlüğü endeksleri, Türkiye’de yaşananların geçici bir gerilemeden ziyade kalıcı bir yönelimi işaret ettiğini ortaya koyuyor. Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’nde Türkiye 180 ülke arasında 2024 yılında 158. sırada iken bu sıra 2025’te 159’a geriliyor. 2024’te 31,6 olan puanı ise 2025’te 29,4’e düşmüş bulunuyor. Bu sıralama ile Türkiye birçok Afrika ve Asya ülkesi ile Ortadoğu’daki birçok ülkenin gerisinde bulunuyor.

YENİ BİR ARAYIŞIN EŞİĞİNDE

Medya üzerindeki baskı, siyasal muhalefetin yargı yoluyla bastırılmasıyla birleştiğinde, sorun artık yalnızca gazetecilerin mesleki koşulları olmaktan çıkıyor. Mesele, toplumun hakikate erişim imkanının ve siyasal tercihlerini özgürce oluşturabilme kapasitesinin giderek aşındırılması oluyor.

2025’te medya ve ifade özgürlüğü alanında yaşananlar, Türkiye’de demokrasinin sınırlarının yeniden ve daha dar biçimde çizildiği bir döneme işaret ediyor. Gazetecilik bu sınırların içinde ayakta kalmaya çalışırken, yaşananları kayda geçirmek, hakikati aramak ve görünür kılmak artık yalnızca mesleki değil, açıkça siyasal ve toplumsal bir sorumluluk haline geliyor.

Tüm bunlar bir bitişi değil, yeni bir arayışı vurguluyor. Başlayacağımız nokta burası olmalı.

/././

BİRGÜN



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

Devri sabık yaratmak (I+II) -Özdemir İnce / Cumhuriyet-

  (I) Devri sabık yaratmak, Türkiye siyasi tarihinde yeni gelen yönetimin/iktidarın, kendinden önceki dönemi sorgulaması, hesap sorması vb. ...