soL "Köşebaşı + Gündem" -20 Aralık 2025-

Sosyalizm tarihinden portreler: Aziz Nesin -soL Arşiv-

"Aziz Nesin mücadeleci kimliği ile bizi sürekli çalışmaya dürten yanıyla, üretkenliğiyle geleneğimizin bir parçasıdır."

Bu yazı Gelenek Dergisi'nin 55. sayısında yayınlanmıştır.

Ben bir rastlantıyla okuma olanağı bulmuştum. Açların, çıplakların, okumayanların yerini, şans bize gülmüş, biz doldurmuştuk. Peki bana bunları kim veriyor diye sorduğumda, o günlerdeki yanıtım devlet oluyordu. Daha sonra devlet kimi temsil ediyor sorusuyla asıl karşılığını buldum. Halk veriyordu, Türkiye gibi okumayanların milyonları bulduğu bir ülkede okuyabilenleri aslında halk okutuyordu… bu borç ödenmez, ama ödemeye çalışmak gerekiyor işte böylece de sosyalist oldum.”1

Kendini dünyanın en borçlu insanı sayan, ve bu düşünceyle de çalışmak için sürekli kendisini dürten yazar, 20 Aralık 1915’te Heybeliada’da doğdu. Savaş yıllarında doğmuş olması, o zor koşullarda ailesi için bir tanrı yardımı anlamına gelmesi istenmiş ki, kendisine “tanrı yardımı” anlamına gelen Nusret adı konulmuştur.

Çocukluğu oldukça dindar bir baba, babasına göre daha aydın denebilecek bir anne ile yoksullukla geçmiştir. Yazar olmasında, hele hele de gülmece yazarı olmasında, -Chaplin, Çehov, Moliere gibi- sınıfla içli dışlı olmasının, sıkıntılarını böyle derinden hissederek yaşamasının önemli bir etkisi olduğunu söyleyen yazarın, bir aydın olarak, sınıf aidiyetini sahiplenmesinin daha o yıllardan kaynaklandığım anlıyoruz. Bu yüzden Aziz Nesin bizim için, “okumuş insanlar emekçilere karşı sorumludur” sloganımızın yaşamış bir örneğidir.

İlk eğitimine, babasının bir arkadaşı olan Ali Galip’in yanında bir süre Farsça, Arapça dersleri alarak başlıyor. Annesinin ısrarı üzerine, daha sonra 1925’te İstanbul Kanuni Sultan Süleyman İptidai Mektebi’nin 3.sınıfına başlıyor. 1930 yılında ise yoksul çocukların parasız gidebileceği tek yer olmasından dolayı Çengelköy Askeri Lisesi’ne giriyor.

1934 yılında Soyadı Kanunu çıkınca, “Bana ortada böbürleneceğim bir soyadı kalmadığından, kendime Nesin soyadını aldım. Herkes Nesin diye çağırdıkça, ne olduğumu düşünüp, kendime geleyim istedim.” diyerek, Nesin soyadını almıştır.

39’da İstanbul’da Maçka’daki Askeri Fen Tatbikat Okulu’nda okurken, bir yandan da İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’ne devam etti, kendini mimar ve mühendis olarak kabul etmesi burada aldığı eğitime dayanır. Fen okulunu 1941’de üsteğmen olarak bitirdi.

1940-43 yılları arasında Kars’ta bulunurken yazdığı şiirleri, o zamanlar sağcı olarak bilinen Millet dergisine, kendi deyimiyle “o zamanlar askerlerin yazı yazmaları hoş karşılanmadığından” babasının adı olan Aziz adı ile yollamıştır. Düzenin istenmeyen adam ilan ettiği yazar daha sonra da uzun yıllar boyunca çeşitli takma isimler kullanarak yazılarını yazmaya devam etmiş, yayıncıların kendisini ihbar etmesi bile onu yıldırmamıştır.

44’de görevi kötüye kullanmaktan üç ay on gün hapis cezası alır ve ordudan atılır. İstanbul’a döndüğünde Yusuf Ziya Ortaç, Sedat Simavi gibi isimlerle görüşerek iş aradığım bildirir. Bir süre sonra da, Sedat Simavi aracılığı ile Yedigün’de yazmaya başlar.

O yıllarda Türkiye tek partili hayattan, çok partili hayata geçmeye hazırlanıyordu. Dönemin cumhurbaşkanı İsmet İnönü 19 Mayıs 1945’te artık Almanya’nın da teslim olmasıyla birlikte, yaptığı ünlü konuşmasıyla, “artık savaş bittiğine göre demokrasi yolunda da birtakım adımlar atılabileceği”nin müjdesini (!) vermiştir.

Tabii bunun nedenlerine bakıldığında, halkta giderek artan bir hoşnutsuzluk olduğu, 2. Paylaşım Savaşı’nın da etkisiyle günden güne bir yoksullaşma, tepeden inme “çağdaşlaşma” programlarının etkisi büyüktür. Varlıklı sınıfların artık yönetimde daha doğrudan söz sahibi olmak istemeleri sonucu artan baskılar, Almanya’nın teslim olmasıyla birlikte giderek batı modeli ile uyum sağlama çabaları “çok partili demokratik hayat” denemesini zorunlu kılmıştır. Böyle bir deneme içinse sınırları çizmek gerekmektedir. Bir kere sol olmayacaktır, sağınsa Osmanlı düzenine dönmek isteyenleri, laiklik karşısında şeriat diyenleri, Nazi yanlısı faşistleri bu demokratlıkta istenmeyen şeylerdir. Yani istenen, yarı-liberal, tek partiden farklı olmayan sağcı bir muhalefettir.

Yaratılmak istenen atmosfer için baskı yolları kullanılarak ortam dikensizleştirilir. Örneğin düzmece bir sokak gösterisi ile, o dönem solcu olarak bilinen Tan ve Görüşler dergilerinin basım evleri yıktırılır. Aziz Nesin de o zamanlarda Tan gazetesinde çalışmaktadır.

Aynı yıl Aziz Nesin “Parti kurmak, Parti vurmak” adlı ilk bağımsız on altı sayfalık broşürünü çıkarmıştır.

İlk örgütlü mücadele denemesi

46’da çok partili hayatın bu sözde demokrat havasından yararlanan Esat Adil, Türkiye Sosyalist Partisi’ni kurar ve Nesin de bu partiye üye olur. İki ay üye kaldıktan sonra istifa ederek ayrılır. Siyasal bir parti veya örgütle ilişkisi de burada başlayıp bitmiş olur. Hayatını sürekli olarak mücadeleye adamış olan bir aydının, bu mücadelesini merkezileştirememiş olmasının başlıca nedenlerinden biri de bu siyasal parti denemesinin kısalığına bağlanmalıdır. Örgütsüzlük, bir süre sonra verdiği mücadelenin parçalı hale gelmesine neden olmuştur.

Böyle bir merkezileşmenin, sanatta güdümlülüğü getireceğini düşünmüştür nedense.

“Güdümlülükten, sanatın dışında birtakım politikacıların, yönetmenlerin sanata ve sanatçıya karışmaları anlaşılıyorsa ben buna karşıyım. Yazarın sorumluluğu doğrultusunda bir yol tutturması gerekir. Sınıfsal bilinci olan her yazar ister istemez güdümlü olduğunu bilir ve bunu hatırlatmak kimseye düşmez.”2

Bağımsız bir aydın olarak verdiği mücadele, sınıfın tarafında, bu bağlamda siyasal olmakla birlikte, Yazarın görevi, çağını tanımlaması, yorumlaması, değişime aşılaması. Yazar zamanı durdurmaya, olan durumu olduğu gibi korumaya çalışan iktidarlarla sürekli çatışma halindedir.”3

Diye düşünür, Aziz Nesin.

Böyle bir düşünce, verdiği mücadelenin, sistemin temsilcisi olan devlet ve iktidar eleştirisi ile sınırlı kalmasına neden olmuştur. Hatta bu mücadele zaman zaman “tepkisel” bile olmuştur denebilir. Kimi zaman içinde kadınlarla birlikte, açık artırmayla satılan bir genelev sorunu üzerinde dururken, kimi zaman da ülkede yasak olan bir kitabın basılmasını istemiş, her ikisini de yaparken bu ülkenin demokratlığının, ya da laikliğinin anayasada da yazıldığını buna uygun davranılması gerektiğini ifade etmiştir. Elbette, kendine mücadeleyi seçmiş olan insanların, inanmış aydınların bu ülke sorunlarına sahip çıkmak gibi bir yükümlülükleri vardır. Ancak bu sorunları yaratan, iktidarın yanlış tutumları değil, kapitalizmin dayattıklarının uygulanmasıdır. Durum böyle olunca da insanların parayla satılması, kitapların yasaklanması anayasal bir sorun olmaktan çıkar. Bugün geçmişe dönüp baktığımızda, bunu bir eksiklik olarak görüyor, fakat bu eksikliği Nesin'in kendisine bağlama kolaycılığına düşmüyoruz. Türkiye solunun en durağan olduğu durumlarda bile, o durmamış, yapılması gerektiğini düşündüğü şeyleri yapmayı kendine bir borç bilmiştir.

“Ben başkalarının yapmadığı, yapılması gerektiği halde yapmadığı şeyleri yapmakla kendimi yükümlü sayıyorum… hep böyle olmuştur, konuyla daha yakından ilişkisi olan bir yerlerden, birilerinden umutlu bir ses, bir tepki gelsin diye bekliyorum, ve sonunda o görevi yapmakla kendimi yükümlü görüyorum.”4 demesi bir aydın olarak olabileceği en ileri noktada olduğunu görmemizi sağlar. Bugün aydınların, hala nedenini kendilerince bulamadıkları bunalımın edebiyatım yapan yazarların, kendine sanatçı deyip kendi köşesine çekilip hiçliği üreten şarlatanların elbette Nesini anlaması, sahiplenmesi güçtür. Fakat sosyalistler olarak bizlerin, Nesini anlamak, mücadeleciliğinden ders almak boynumuzun borcudur.

Çok partili hayatta yeni bir sayfa

Sistem, siyasal alanda yaratmak istediği çok partili demokrasi görüntüsü için uygun bir aday yaratmakta gecikmedi. CHP içinden Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü gibi isimlere Demokrat Parti’yi kurdurdu. Kurucuları dört ay önce CHP’den ayrılmış DP yöneticileri, düzenin istediği rahatlamayı sağlamış, özellikle de tek parti döneminin anti-demokrat uygulamalarının kaldırılması yönündeki vaatleriyle geniş halk kitlelerini etrafına bağlamıştı. Sistemin yarattığı hoşnutsuzluğun kontrolü noktasında DP konusunda bile tereddüt eden burjuvazi ve onların siyasal temsilcileri bu gidişi kontrol altına almak için, bu çok parti denemesinden bile vazgeçecek noktaya gelmiş, ancak o dönemde Sovyet tehlikesini koz olarak kullanıp, sırtını dayadığı ABD’nin uyguladığı politikalar gereği başladığı işe devam etmek zorunda kalmıştır. Çok geçmeden de beklenen “ödül” gelmiştir. Bu ödülün adı Marshall Planı’dır. Öyle ki bu yardım anlaşmasıyla CHP’nin bir süredir onay vermediği, DP’nin istediği anayasal değişim aynı gün imzalanmıştır.

Marshall Planı çok geçmeden protestolara neden oldu. Aziz Nesin de bu konuyla ilgili olarak yazdığı broşürde, Türkiye’nin, Amerika’nın vereceği bu borç parayı almamasını, bu borcun kısa bir süre sonra sömürme-sömürülme ilişkisine döneceğim yazmıştır. Bu broşürden dolayı 10 ay ceza alır. Ayrıca sürgün cezası da verilmiştir. Hapis cezası bittikten sonra da Bursa’ya sürgüne gider. Bu arada, bu broşür basılmış olmasına karşın dağıtılmamıştır. Düzenin kolluk güçleri tarafından daha dağıtılmadan, matbaadan toplanmıştır. Yayınlanmamış bir broşürden dolayı ceza alan Nesinin mahkûmiyetini gerektiren Ceza Yasası’nın 161. maddesi de daha sonra anti-demokratik olduğu gerekçesiyle kaldırılmıştır. Sistem Aziz Nesini yine susturmak istemiş, bunun için kendi kanunlarını hiçe saymıştır.

1946’da Sabahattin Ali ile birlikte çıkardıkları Marko Paşa adlı dergi daha ilk günden büyük yankı uyandırır. Günlük gazetelerin ulaşamadığı bir tiraja ulaşır, bu rakam 60 bin civarıdır. Dergide iktidar sert bir dille eleştirilmektedir. Bu dergide çıkan bir yazısından dolayı tutuklanır. Dergi de kapatılır, ancak usta vazgeçmez ve dergi Malum Paşa adıyla çıkmaya başlar; izlenmeler, tutuklanmalar bir yandan sürerken bir yandan da dergi isim değiştirerek yayınlanmaya devam eder. Malum Paşa, kapatılır Merhum Paşa olur, o kapatılır Ali Baba çıkar sonra da sırasıyla Bizim Paşa, Hür Marko Paşa, en sonra da Medet olarak iktidarla dalga geçercesine yoluna devam eder. Düzenin Aziz Nesini yıldırması mümkün olmaz.

1948’de Azizname’yi yazdığında İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 4 ay tutuklu yargılanır, serbest kalır. 49’da artık kendisine yalnız Türkiye burjuvazisi ve onun temsilcileri değil diğer ülkelerden de davalar açılıyordur. İngiliz prensesi Elizabeth, İran şahı Pehlevi, Mısır kralı Faruk her üçü birden Türk Dışişleri Bakanlığı’na birer dilekçe vererek, Aziz Nesin hakkında kendilerini yazılarında küçük düşürdüğü gerekçesiyle dava açarlar.

1950’de ise Politzer’in “Marksist Felsefe Dersleri” adlı kitabını çevirdiği ve yayınladığı gerekçesiyle 16 aya mahkum olmuştur. Bu kitapla da marksist literatürün Türkiye’deki ilk çevirmenlerinden olmuştur.

Demokrat Parti dönemi, yeni tutuklanmalar

Yıl 1950. Demokrat Parti iktidardadır. Çok partili hayat da artık resmen başlamıştır. DP’nin ilk icraatı, ordu yönetimini değiştirmek olmuştur. Daha sonra da yapılan seçimler ile belediyelerde ve il genel meclisinde kazandığı “başarılar” ile koltuğunu sağlama almak oldu. Bu arada kendini iktidara taşıyan antidemokratik uygulamaların kaldırılacağı sözüne uygun olarak, genel af ilanı ve liberal basın yasası kabul edildi ancak çok geçmeden bu uygulamalar rafa kaldırıldı. Geriye dönüşte öncelik, Ceza Kanunu’ndaki hükümlerin ağırlaştırılmasına verildi. Daha sonra da basına baskılar uygulanmaya başlandı. İnönü’nün uygulamak istediği, kontrollü çok partili hayat biraz daha kontrollü olmaya başlamıştı. Örneğin muhalefet partisi -ki bu “kendi” muhalefetleriydi- CHP’nin mal varlığı 1953’te hazineye devredildi, 1954’te Millet Partisi kapatıldı.

Bu arada sol muhalefet de o güne dek görmediği bir baskıyla karşılaştı. 51 yılında, ünlü komünist tutuklamaları gerçekleştirilirken, gerici ideolojinin önü de önceki dönemlere göre epeyce açıldı. Ezan tekrar Arapça okunmaya başlarken Türkçeleştirilmiş anayasa değiştirilip, eski metin kullanılmaya başlandı. DP, Batıyla uyum konusunda da, üstüne düşeni yapmakta gecikmedi. 15 Temmuz 1950’de Kore savaşında Güney Kore’yi desteklemek üzere 4500 asker çıkarıldı. 52’de NATO’ya üye olundu. DP, iktidar olanaklarını bir yandan ticaret burjuvazisi bir yandan başkanı Adnan Menderes’in de dahil olduğu toprak burjuvazisi için bir yandan da batı emperyalizmi ile bütünleşme yolunda sonuna kadar kullanmıştır.

Sola göz açtırmama düsturu ile hareket eden DP döneminde, 1951’de hapisten çıkan Nesin, Babıali’de iş bulamaz. Bir kitapçı dükkanı açar. O iş de olmayınca 52’de Beyoğlu’nda bir fotoğraf stüdyosu açar. 54’e kadar bu şekilde geçerken, bir yandan da Akbaba dergisine takma adlarla öyküler gönderir, fakat Yusuf Ziya Ortaç daha dergide yazmaya başladığı ilk günden İstanbul Valiliği’ne durumu bildirmiş, öte yandan da zamanın başbakanı Adnan Menderes’e telefon etmiş ve Nesinin takma adlarla dergiye yazılar gönderdiğini duyurmuştur.

Demokrat Parti kendinden beklenen ustalıklı oyunları oynamakta zorluk çekmemektedir. Kriz süreçlerini atlatmada kendinden öncekilerin deneyimlerine başvurmuştur. İngiltere’nin isteği üzerine, Kıbrıs sorununa taraf olan Türkiye içerde, kamuoyunu da bu soruna taraf etmek için düzmece bahanelerle bu sorunu ulusal bir sorun olarak yansıtmaya çalışmış, 55 yılındaki o ünlü 6-7 Eylül olayları patlak vermiştir. Olaylar sonucunda azınlıkların malları yağmalanmış, dükkanları kırılmış, bu arada milliyetçilik ideolojisi de tekrar gözden geçirilmiştir.

Vurmaya çalışılan ikinci kuş da içeride vurulur. Bütün olayların faturası, aydınlara kesilmiştir. Olaylarla yakından uzaktan ilgisi bulunmayan, o sırada bütün gün Akbaba’da çalışan Aziz Nesinin adı, Yusuf Ziya’nın bilmesine rağmen polis kayıtlarına olayların sorumluları arasında geçmiştir. Her dönemde, iktidarın gözünü üstünden ayırmadığı yazar, DP döneminde de aylarca hapiste yatmıştır.

1956’da Yeni Gazete’de köşe yazarlığı yapar. Yine aynı yıl, Fil Hamdi öyküsüyle İtalya Uluslararası Mizahçılar Birliği tarafından Altın Palmiye ile ödüllendirilir. Aynı yıllarda, Adnan Menderes de muhalefet ve basının saldırılarından yararlanan “komünist birliklerin” harekete geçmeye hazırlandıklarım söyleyerek baskıların giderek artacağına işaret etmektedir. Örneğin 57’de, İşçi Sendikaları Konfederasyonu kapatılır. Bu arada siyasal kriz sürerken, ekonomik krize bir çare olarak IMF reçetesi uygulanır, çok yüksek oranlı bir devalüasyon gerçekleştirilirken, zamlar artar, kuyruklar günden güne uzarken hoşnutsuzluklar da artık had safhaya ulaşır.

Hoşnutsuzluk burjuvazinin de dikkatini çekmişti ve onlar da yakınmaya başlamıştı. Demokrat Parti eleştirilerin odağındaydı ve orduda bir kaynaşma başlamıştı. Artık, 60 darbesi yaklaşmıştı.

Ordunun müdahalesi, yapılan anayasal değişiklik önceleri bir sol hava yaratmıştır ve bu sol havaya kapılan aydınlardan biri de Aziz Nesin’dir. Ordu, darbe ile birlikte DP’nin sözüm ona diktatörlüğüne son verecek, ülke demokrasi ortamına kavuşacak ve yemden başladığı demokratlaşma işine devam edecektir. Aziz Nesin de o dönemin tüm solu gibi bu darbeden umutludur ve hatta sevinçle 1956 yılında aldığı Altın Palmiye ödülünü devlet hazinesine bağışlar.

Daha sonra da bu konuyla ilgili olarak:

“Ayıbımı yüzüme vurmazsanız, ilk Altın Palmiye’yi, 27 Mayıs’ın coşkulu, duygulu sevinci içinde, götürüp Devlet Hazinesine verdiğimi söyleyeceğim; hani hacılarımıza döviz yetiştirmeye çalışan Devlet Hazinesi’ne…“5

61 yılında Aziz Nesin Tanin gazetesinde çalışmaya başlar. Bu gazete CHP kökenli Kasım Gülek’in gazetesidir. Genel Yayın Yönetmeni de yine CHP’li İhsan Ada’dır. Sabahattin Eyüboğlu, Yaşar Kemal, Melih Cevdet de yazarları arasındadır. Nesin, gazetede fıkra yazarlığı yapmaktadır. Gazete kısa sürede çok yüksek bir tiraja ulaşmıştır. Gazete, o dönemde “sosyal devlet” anlayışının anayasaya girip girmemesi tartışmasında, girmesi yönünde taraftır. 27 Mayısçılar, aşırı solcu, komünist olarak değerlendirdikleri Tanin’cilerin bu tutumunu benimsememektedirler.

Bu günlerde Milli Birlik Komitesi Başkanı Cemal Gürsel bir basın toplantısı düzenler. Toplantıya Aziz Nesin özel olarak çağrılır. Nesin kendisinin toplantıya çağrılmasını oldukça iyi niyetle karşılar. Nihayetinde kendisi de asker kökenlidir ve askerler de yazılarını ve düşüncelerini beğendikleri için kendisini çağırmış olabilirler. Ancak, toplantı sonrası askerin niyeti belli olur. Toplantıyı bitirirken Cemal Gürsel, Nesin’e “Seninle sonra görüşeceğiz” diyerek gider. Ve bir süre sonra da bu görüşeceğiz ile neyi kastettiği belli olur. 18 Mayıs 1961’de Tanin gazetesine gelen iki sivil polis Aziz Nesin’le İhsan Ada’yı yazılarından dolayı tutuklar. Böylece demokrasi bekçisi ordunun, ilk tutukladığı gazeteci unvanım İhsan Ada ile birlikte alır. Solun umut bağladığı darbe, sınıfsal kimliğini kısa bir süre sonra Nesin gibi dönemin etkin sol aydınlarım hedef alarak gösterir. 19 Mayıs 1961’de ise gazetede çıkan bir yazı ile Kasım Gülek, Aziz Nesinin gazete ile ilişkisinin daha önce kesildiği ve kendisinin de gazeteye zaten bir yararı olmadığını duyurur.

Türkiye Yazarlar Sendikası kuruluyor

Türk Edebiyatçılar Birliği 1970’te, Türkiye Sanatçılar Birliği olur. Daha sonra da çıkan kanun değişikliği ile birlikte Türkiye Sanatçılar Birliği Demeği olur. Ancak bu örgütler sanatçıların haklarını korumada oldukça yetersizdir. Bunun üzerine Türkiye Yazarlar Sendikası 4 Şubat 1974 günü kurulur. Ancak kuruluşunda ortaya bazı sorunlar çıkar. Leyla Erbil’in başını çektiği bir grup yazar bu sendikada hem yazar, hem de yayıncıların bulunmasını istemezler, ki bu da işçi ve patronun aynı sendikada çalışmasını kabul etmemek anlamına gelir. Oysa Nesin’e göre bu sendika doğal olarak diğer sendikalardan farklıydı. Ve yazarların sanayi sektöründeki diğer işçiler gibi “editörlerin işçisi” sayılamayacağını söylüyordu. Kaldı ki o dönemde, yayıncılar şimdi olduğu gibi bu işi salt para kazanmak amacıyla yapmıyorlar, birçok zorluğu göze alarak çalışıyorlardı… Nesin bunu açıklamaya çalışıyordu, ancak bu düşüncesini üçüncü kongreye kadar kabul ettiremedi, tavır olarak da kendisine teklif edilen başkanlığı kabul etmedi.

Sendikanın amacı, yazarların ekonomik hakları ve sosyal güvenlikleri ile ilgili girişimlerde bulunmak; hukuki, sosyal, kültürel, temel hak ve özgürlükler alanında tam bir söz ve yazı özgürlüğünün gerçekleşmesi yolunda, yasal mücadele vermek olarak belirtilmiştir. İlk yönetim kurulunda Aziz Nesin yukarıda belirttiğimiz durumdan dolayı başkanlığı kabul etmez yalnız, yönetime üye olur. 1975’te ise başkanlığa getirilir. Bu dönemin başlıca etkinliği, Sabahattin Ali ve Nazım Hikmeti anma toplantıları olur. aynı dönemde TYS, Sovyet Yazarlar Birliği, Bulgar Yazarlar Birliği, Romanya Yazarlar Birliği ile kültür anlaşmaları imzalar. Bu anlaşmalar iki ülke halkları arasında edebiyat yoluyla dostluk ve kardeşlik ilişkilerinin güçlendirilmesini ve halkların birbirlerini daha yakından tanımalarını öngörüyordu. Türkiye Yazarlar Sendikası 1980 darbesiyle kapatıldı. 82’de Nazım Hikmet gecesindeki konuşmalarından dolayı yöneticilerine dava açıldı. 83’te ise merkezi “yandı.”

1972’de Aziz Nesin Vakfı kurulur. Vakıfta bakıma muhtaç çocuklara yardım edilir. Halen de yaşamakta olan bu vakıf 80 döneminde oldukça dikkat çekmiştir. “Komünist eğitim veriliyor” gerekçesiyle üzerinde çok durulan bir kurum olmuştur vakıf. Bir yandan Vakıflar Genel Müdürlüğü, bir yandan Milli Eğitim Bakanlığı, bir yandan MİT, ziyaretçi kılığında ardı ardına müfettiş gönderirler vakfa. Hatta orada çalışan işçilerin iki ayda bir değişiyor olması, çok düşük ücretle çalışıyor olması başlangıçta sadece Nesinin cimriliğine yorulurken, daha sonraları bu işçilerin MİT’ten kontrol amaçlı geldiği, eh Nesinin de bunları yalnız yok pahasına çalıştırma amacında olmadığı, aynı zamanda da orada şüphelendikleri gibi bir komünist eğitim verilmediğini ispatlamak olduğu anlaşılmıştır. Nesin böyle bir eğitimin verilmesini istemiyordu, sebebini ise çocukların hayata bakarken etki altında kalmamalarını, yollarım nasıl olsa ileride çizebileceklerini, hayata bakış açılarım ise özgür bir şekilde oluşturmalarını gerçekleştirmek olduğunu söylüyordu.

'Aziz Nesin sen nesin?'

3 Aralık 1977’de Vatan Gazetesine yazdığı bir eleştiri-öykü, o dönemde olay olur. Öyküde Maden-İş sendikasının altı aydır sürmekte olan grevi eleştirilmektedir. Öyküde, o dönem için bu grevin yersiz olduğu, hatta bu grevi patronların tezgahladığı, sendika başkanlarının da patronların oyunlarına geldikleri, grev sonucu yapılan zammı ise patronun kendi işine geldiği için yaptığı anlatılır. Bu öykü sadece politika gazetesinde on dört yazıda eleştirilir. Hatta gittiği, Nazım Hikmeti anma gecesinde Maden-İş sendikası tarafından “Aziz Nesin sen nesin” sloganıyla protesto edilir. Bu protestolar uzun süre devam eder.

Türkiye solunun bir başarısı olarak DGM’ler ile ilgili protestolar etkili olmuş ve Demirel döneminde DGM’ler geri çekilmiştir. Bu başarının da etkisiyle MESS’in (Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası) de ezilmesi amacıyla başlatılan bu grev aynı dönemlerde çıkan stokların üretim bölgelerinden ayrı bir yere taşınması ile ilgili kanun, bir süre sonra grevin aslında iki sınıfın karşı karşıya gelmek şöyle dursun, danışıklı dövüş şeklinde olması gibi bir görüntü vermiştir. Grevin sonucunda bütün stoklar satılmış, ücretlere zam yapılmıştır. İşçilerin alım gücünü yükseltmek ise iç pazara dönük üretimin yapıldığı bir ekonomik sistemde patronların çekindikleri bir şey değildir.

Nesinin yaptığı eleştiri sınıfsaldır, patron sınıfına karşı olması gereken grev bir sınıf tavrı olarak, sınıf bilinci ile yapılmak yerine, ücret artışı için yapılmış, grev adeta danışıklı dövüş halini almıştır.

Bunu TKP’nin örgütlü olduğu Maden-İş sendikası değerlendirememiş, aksine dışlayarak bu tavrın anlamına gölge düşürmüştür. Aziz Nesinin bu sorgulayıcılığını, bir aydın olarak titizliğini paylaşamayan sol, bu büyük aydını kazanmak yerine dışına itme kolaylığım seçmiştir.

80’ler…

12 Eylül darbesinin demokrasiyi askıya aldığını düşündüğünden, bu dönemde roman, öykü, hikaye yazmak yerine faşizmin karanlığında, demokrasi mücadelesi vermeyi seçmişti. Bir yandan YÖK’ün dağıttığı üniversiteyi, “Halk Üniversiteleri” adı altında toplamaya çalışırken bir yandan da bir dilekçe hazırlıyordu. Bu arada onbinlerce insanın ortak olacağı bir gazete çıkarmayı planlıyor, aydınlarımızla bir demokrasi kurultayı toplamayı hedefliyordu. Solda yaprak kımıldamayan böyle bir dönemde, köşesine çekilmeyi tercih etmemiş, ülkesi için aydınlık bir damar açmaya çabalamıştır. Bu amaçla aydınlara önderlik etmiştir. Amacına ne kadar ulaştığı tartışılır olmakla birlikte Bilar’ın kuruluşu da bu dönemin ürünüdür.

Nitekim 80’li yıllarda yazı yazmayı bırakmasının nedenini şöyle anlatıyor:

“Bir transatlantik düşünün ki… Avrupa’dan Amerika’ya giderken birden büyük patlamalar oluyor gemide. Gövdenin dört bir yanından delikler açılıyor. Yani, gemi neredeyse battı, batacak… Kurtulabilmek için, deliklerin bir an önce tıkanması gerek mutlaka. Zaten bunun bilincinde olan yolcular arasında bir de dünyanın en büyük keman virtüözü var. Şimdi, delik tıkamakla uğraşan o virtüöze, yahu delik tıkamayı bırak da, bize bir keman resitali ver diyebilir miyiz hiç? Gemi batmak üzereyken resitalin sırası mı? İşte biz Türk yazarlarının durumu da bu… Yani, sırası mı şimdi öykünün, romanın, oyunun filan? Önce delikleri tıkamaya çalışıyoruz.“6

Bu düşünce ile bu dönem ve sonrasında sürekli olarak gerici uygulamalara mücadele etti.

1984’te aydınlar dilekçesi girişiminde bulundu. O dönem için çalışmalara büyük bir gizlilikle yürütüldüğü girişim, Nesinin sayesinde bir kaç yazarın girişimi olmaktan kurtularak bir aydın hareketi haline geldi. 80 darbesinin öncelikle olarak gözünü diktiği TYS hakkındaki davalar sürerken yapılan çalışmalar, “aydınların onurunu kurtaracak bir şeyler yapmak gerek” diyen Nesinin inatçı, kavgacı, kimliğinin ürünü olarak tarihte yerini buldu.

89′ Demokrasi Kurultayı hazırlıklarında görev alırken, demokrasiyi izleme kurultayının da iki eş başkanından biriydi.

Sivas’ta Aziz Nesin

93 yılında Aydınlık dergisinde başyazarlığa başladı. Şeytan Ayetleri adlı kitabın Türkçeye çevrilmesi çalışmaları da bu döneme denk düşer. Şeytan Ayetleri için Diyanet İşleri Başkanlığı, kitabın Türkçeye çevrilmemesi yönünde tavsiye vermiş, bir yandan da İran şeyhi Humeyni, kitabı çeviren yazarın öldürülmesi yolunda fetva vermiştir. Nesin, bu iki olayın aynı anlama geldiğini, laik bir ülkede Diyanet İşleri’nin böyle bir açıklama yapmasının üstü kapalı bir uyan olduğunu ve kitabın Türkçeye çevirilmesinin gerektiğini söylemiştir. Ancak bu kitabın çok önemsendiğinden değil de daha çok bir yasağın kaldırılması, burjuva laiklik anlayışının zorlanması anlamına gelmiştir. Bu konuda yaptığı açıklamada şöyle demiştir;

“Bu romanı yayınlatmaktaki ilk amacım, anayasasında laik olduğu safsatası bulunan T.C.’de islam ülkelerinin dolaylı baskısı ve hükümet içindeki, diyanet işlerinin tavsiyesiyle ve Türkçe yayınlanmasının bir hükümet kararnamesiyle yasaklanmış olmasıdır. Ben, anti-laik, anti-demokratik bir uygulamaya karşıyım. Şeytan Ayetleri’ni çok değerli bulduğum için de yayımlatmak istiyor değilim.”7

Başka bir yerde yine konuya ilişkin olarak şu sözlerle gericiliğe karşı tavrını ortaya koymuştur, ve ölüm tehdidi altında bile gerçek aydınların akılcılıktan ayrılamayacaklarını kanıtlamıştır:

“Şeytan Ayetleri’nin Türkçeye çevirisi benim için herhangi bir romanın çevirisinden öte bir anlam taşıyor. O da Türkiye’nin gittikçe daha hızlı ve daha çok dinsel bağnazlık ve köktendincilik (fanatizm ve fundamentalizm) batağına saplanmakta oluşudur. Ben kendimi halkıma ödenmeyecek denli borçlu sayan bir yazarım. Bu nedenle özelde Şeytan Ayetleri romanını kökten dinciliğe karşı savaşım vermek, hem benim bir yazar olarak insanlık görevim, hem yazarlık sorumluluğum, hem de halkıma karşı olan sonsuz borcumu ödeme çabasıdır.”8

3 Temmuz 1993’te Sivas’ta 37 aydınla birlikte yakılmak istenmesi bu tartışmaların hemen sonrasında gerçekleşmiştir. Bilinçli bir kışkırtma ile, Pir Sultan Abdal Şenlikleri için gittiği Sivas’ta yaptığı konuşmada halkı tahrik ettiği öne sürülmüş, olaylar seyredilirken hiç bir şekilde müdahale edilmemiştir.

Nesin, otelin dışında olaylar devam ederken yazı yazıyordu. Bir arkadaşının yardımıyla son anda otelden çıkarılır, tanınmaması için üzerine giydirilen önlük bugün hala gerici vahşetin bir simgesi olarak vakıfta durmaktadır. Olay sonrası yapılan açıklamalarla birlikte, Aziz Nesin 37 aydının yakılmasından sorumlu tutulmuş ve idamı istenmiştir. Sermayenin bekçileri önce üstüne salınmış, daha sonra da bizzat sistemin temsilcileri olayların sorumlusu olarak Nesin’i gösterip bir kez daha saldırmaya kalkmıştır. Bunu da idamını istemeye dek götürmüştür. Düzenin komünist tehlikeye karşı her zaman yedekte tuttuğu gerici güruh ise tahriklere kapılan, duygularıyla oynanan zavallılar olarak anılmıştır. Dönemin belediye başkanı olan Karamollaoğlu, olaylar olurken bu gerici güruha önderlik etmiştir. Bu şahıs daha sonra meclis koltuğuna taşınarak düzen tarafından korumaya alınmıştır. Bütün bu olaylar olurken Nesin, istediği şeyin yalnızca laikliğin tam uygulanması olduğunu, dine karşı olmadığını, herkesin inançlarında özgür olduğunu söylemiştir. Hatta laikliğin tam uygulanması şeklindeki söylemini, 15 Temmuz’daki köşe yazısında Laik Haklar Derneği kurulması önerisine dek götürmüştür. Bu derneğin yalnız dindarların, Alevilerin, Sünnilerin, Musevilerin değil, dinsizlerin de haklarını savunması gerektiğini söylemiştir. Bu talepleri, sosyalizm programına bağlanmamasına rağmen, burjuva laiklik anlayışını mantıksal sonuçları itibarı ile oldukça zorlayan niteliktedir.

Kendini sürekli olarak bir şeyler yapmaya dürten, bunları da yapamadığında, suçluluk duyan büyük usta, 5 Temmuz 1995’te bir imza günü sonrası aramızdan ayrılmıştır. Kendi vasiyeti üzerine Vakıfta kimsenin bilmediği bir yere gömülmüştür.

Son İstek

Bitki olacaksam,

Çayır çimen olayım

Aman baldıran değil

Yol altında kalacaksam

Gelin arabaları geçsin üstümden

Çelik paletler değil

Üstümde çocuk arabaları koşsun

Ne kaçan ne kovalayan

Askerler değil

Kerpiç yapacaksanız

Okullarda kullanın

Cezaevlerinde değil

Soluğum tükenmez de kalırsa

Islık öttürsünler

Aman ha düdük değil

Kalem yapın beni kalem

Şiirler yazan sevi üstüne

Ölüm kararı değil

Ölünce defne yapraklarında yaşamalıyım ben

Sakın ola ki

Silahlarla değil

***

Yazıyı tamamlamadan önce, mücadeleciliği kadar sıkça üzerinde durulan bir özelliği üzerinde durmak istiyorum: Cimriliği. Bunu söyleyenlerin kanıtları ise; Türkiye Yazarlar Sendikası tarihince davet ettikleri konukların masraflarını sendikaya hiç ödetmemesi, hiç bir şekilde fazla masraf yapmayan Nesin’in, kağıtların her iki yüzünü de sonuna kadar kullanması, sonra bunların bir kısmını peçete olarak kullanması, daha sonra da ya soba tutuşturarak, değerlendirmesi veya kesip konfeti yaparak kullandığı, bir diğer örnekse, kendine gelen mektupların zarflarını ters çevirip, yapıştırıp tekrar zarf haline getirip kullanmasıdır. Bu eleştirilere, Demirtaş Ceyhun’a, çağımızın “Nasrettin Hocası: Aziz Nesin” adlı romanına yolladığı düzeltme mektubunda şöyle cevap vermiştir.

“Benim aşırı tutumluluğumun ana kaynağı, emeğe olan saygımdır. Emeğe saygı duyulmadan, emekçi sınıfından yana olmak olanaksızdır. Ben herhangi bir şeyde, o şeyi üreten insanların emeğini (yani harcadıkları zamanı, yani o insanların yaşamını) görürüm. Örneğin çoğumuz, pilavını yedikten sonra tabağında beş pirinç tanesi bıraksa ve günde düşünelim böyle birkaç yüz çocuk aynı şeyi yaparsa ne olur? Burada ziyan olan pirinç taneleri değildir. O pirinç tanelerinin ekiminden, hasatından, ayıklanmasından, taşınmasından taaa pişirilip soframıza getirilene dek kaç insanın emeğinin geçtiğini düşünelim. O emek o insanların yaşamıdır. Ve o pirinçleri atmak, emeğe, emekçiye ve insan yaşamına ve dolayısıyla insanın kendisine saygısızlığı demektir. Bilmem anlatabildim mi?”9

Yazarların milyarlarca liraya kendini sattığı, her şeyin alabildiğine metalaştığı bir dönemde, emekten yana tavır alan Nesin, bunu yaşamının her alanına sindirmiş, böyle bir dönemde kendini emekçi yazar tarif ederek kendi safını belirlemiştir.

Aziz Nesin mücadeleci kimliği ile, bizi sürekli çalışmaya dürten yanıyla, üretkenliğiyle geleneğimizin bir parçasıdır. Çağının aydınları arasında kendini sürekli olarak halka karşı borçlu hissetmesi, bu borcu ödemek için sürekli olarak çalışması ile farklı bir yerdedir. Düzenin kurumlarına karşı sürekli mücadeleyle bu borcu fazlasıyla ödemiş, bununla birlikte kendini hiçbir zaman yorgun hissetmemiştir. Aksine ölüme yaklaştığım hissettiği her anda, yapması gereken çok şey kaldığını düşünmüş, bu düşünceyle yaşama dört elle sarılmıştır.

“Kendimi dünyanın gelmiş geçmiş en borçlu insanı sayıyorum. Ve bu sanının altında, hele hele de ölüme doğru yaklaştıkça, her gün daha çok eziliyorum. Hiç bir namuslu kişi borçlu ölmek istemez. Ben de borçlu ölmemek için çırpınarak çalışıyorum. Ama çalıştıkça da borçlarım artıyor.”10

Aziz Nesin kendini doğuştan sosyalist saymış, bunu yaşamının her alanına yaymıştır. Bu çalışmayı ustanın sermayeyi korkutan, dostları saflara çağıran, giderek yaklaşan bir sözüyle tamamlamak istiyorum:

"Savulun Sosyalizm Geliyor!"

1NESİN Aziz; Böyle Gelmiş Böyle Gitmez, 1.Basım 1962.

2KABACALI Alpay; Gözyaşından Gülmeceye, s.78.

3A.g.e. s. 78

4NESİN Aziz; Bir Tutam Aydınlık, Adam Yayınları, 1994, s.185.

5CEYHUN Demirtaş; Yaşasın Aziz Nesin, Sis Çanı Yayınları, Eylül 1995 İst.

6A.g.e.

7NESİN Aziz; Bir Tutam Aydınlık, Adam Yayınları, 1994 s.198

8A.g.e. s.186.

9KÜÇÜK Yalçın; Bilim ve Edebiyat, Tekin Yayınevi, İst. 1995, s.305.

10KÜÇÜK Yalçın; Bilim ve Edebiyat, Tekin Yayınevi, İst. 1995, s.305.

/././

Emperyalizmi hafife alanlara -Aydemir Güler-

Emperyalizme karşı mücadele de ya solun işi olagelmiştir, ya da bu sahaya çıkanlar, ister istemez sola kaymışlardır. Hal böyleyken bu faktörü ihmal etmek solda basit bir yanlış, gözden kaçırma falan olamaz… 

Geçen haftaki yazımı “devam edeceğiz” diye sonlandırdığıma göre, bugün yine “sol ve Kemalizm” hakkında bir şeyler bekleyenler olabilir… Umarım haftaya…

Doğrusu uzun zamandır ülke gündemini emperyalizm kavramını kullanmaksızın ele almaya çalışanları hayretle izliyoruz. Basbayağı emperyalistler tarafından projelendirilmiş “açılımların” sağcıların ağzında milli-yerli demagojisine bağlanmasını kast etmiyorum. Sağın kavram ve değerler seti bütünüyle manipülatif, samimiyetten de uzak. Nasıl olmasın? Varlıklarını borçlu oldukları temel dinamikleri açık etme şansları yok… Emperyalizm düzene dışsal, yabancı bir faktör değil, basbayağı içsel. Bu anlamda sağcılık da emperyalizmin uzantısı. Bu gerçeği örtmek zorundalar. 

Ama solu tanımlayan başlıca özelliklerden biri yurtseverlik olmalıdır. Emperyalizmin analiz edilmesini tarihsel olarak sola borçluyuz. Emperyalizme karşı mücadele de ya solun işi olagelmiştir, ya da bu sahaya çıkanlar, ister istemez sola kaymışlardır. Hal böyleyken bu faktörü ihmal etmek solda basit bir yanlış, gözden kaçırma falan olamaz… 

Ben bunları düşünürken Nermin Abadan Unat’ı kaybettik. Değerinin gelecek kuşaklar tarafından kavranmasını diliyor, saygıyla anıyorum. Herkese “hocaların hocası” denmiyor. Bu sıfat bir akademisyenin yetiştirdiği öğrencilerin bir sonraki kuşağa bilgi aktarmasından çok daha fazlasını anlatır… Ölümünün ardından hakkında yazılanlar buna yeterince ışık tuttu. 

Değineceğim boyut başka… Çok kısa süre önce Yazılama Yayınlarından çıkan Parti Tarihi üçüncü kitapta bir Nermin Abadan Unat alıntısı yer alıyor. Daha doğrusu hocanın bir tanıklığına başvuruluyor:

(…) 1959 yazında bu defa ABD'deki Rockefeller Vakfı Türkiye'nin anayasal düzeni konusunda Kilyos'ta bir seminer düzenlemişti. ABD'den gelen seminer üyeleri gerçekten kalburüstü kişilerdi: Columbia Üniversitesi'nin en saygın anayasa profesörü, Japon anayasasının mimarı Walter Gellhorn, daha sonraları eşi ile birlikte esrarengiz bir cinayete kurban giden eski Dışişleri yardımcılarından keza Columbia Üniversitesi'nde bulunan felsefeci Charles Frenkel aklımda kalan isimlerdir. Türklerden Ali Fuat Başgil, Tahsin Bekir Balta, Yavuz Abadan, Recai Okandan, Bülent Nuri Esen, Vakur Versan'ı anımsıyorum. Çevirmen olarak Mümtaz Soysal ile ben görevlendirilmiştik. (…) Demokrasinin Türkiye'de yerleşebilmesi için yürütmenin yasal denetime tabi tutulması, temel hak ve hürriyetlerin anayasaca teminata kavuşturulması, ayrıca bağımsız bir anayasa mahkemesi tarafından korunması, parlamentonun ekspres yasalar yapamaması için ikinci bir meclise gereksinme olduğu, seçim sisteminde nisbi seçime gitmenin daha yararlı olacağı hususları bu seminerin ürünleridir. Küçük bir aydınlar grubunun İstanbul dışında oybirliğine yakın bir biçimde kararlaştırmış oldukları ilke kararlarının çok geçmeden katılanIarın istemedikleri bir biçimde, yasal olmayan yollarda kurulmuş bir cunta marifeti ile uygulanacağını o zamanlar hangimiz tasavvur edebilirdi...” (Nermin Abadan Unat, Kum Saatini izlerken, İletişim Yayınları, 2. baskı 1998, İstanbul, s.186-187)

Birkaç yıl önce beni bu referansa Aydın Meriç ağabey yönlendirmişti. Şaka değil; Nermin hoca Türkiye’nin gördüğü en ilerici anayasanın köşe taşlarında Amerikan dokunuşu olduğuna tanıklık ediyor!

Emperyalist dokunuşlar, ilerleyen yıllarda solun 27 Mayıs Anayasasına sahip çıkmış olmasını lekelemediği gibi, sağın da 27 Mayıs’ın bütününü hedef tahtasına yerleştirmesini anlamsızlaştırmaz. 1960 sonrası halkçı, devrimci emekçi yükselişi, kuşkusuz başta Türkiye’nin iç dinamiklerinin ürünüdür. İçinde, gelişen işçi sınıfının, önceki on yıllarda yetişen sosyalist-komünist aydın kuşağının, 1950’ler gericiliğine karşı ilerici-Cumhuriyetçi tepkiyi temsil edenlerin, hak arayışına atılan çeşitli toplum kesimlerinin, yükseköğrenimle kitlesel olarak tanışan emekçi çocuklarının özverileri, emekleri vardır. 

Ama yukarıdaki bilgi notu, emperyalizmin muazzam öngörüsüne ve müdahale yeteneğine ilişkin de çok şey söylemektedir. Türkiye’nin sola yönelmesinin kaçınılmaz olduğunu anlamışlar ve Demokrat Parti istibdadı kadar yeni demokratik bir yapıyı da etki altına almak için üşenmemiş, çalışmışlar! Türkiye’nin gözde fakültesine, Mülkiye’ye kanca atmışlar veya atmayı denemişler. Kariyeri kamu yöneticiliği ile akademi arasında gidip gelmiş birinci sınıf bir idare hukukçusunu, yine birinci sınıf felsefeci bir diplomatı Kilyos’a kadar göndermişler... Yüzeysel bir internet bilgisi adı geçenlerden birinin daha sonra Vietnam savaşına karşı çıkacak bir formasyona sahip olduğunu da gösteriyor. Yani anlaşılan, sadece üşenmemişler, Türk aydınlarının sola açıklığına hitap etmek konusunda hassas ayar gereğini de ihmal etmemişler…

Şimdilerde bu kadar özen göstermeye gerek duymuyor olmalılar. Öyle ki, artık kartlar tamamen açık olduğunda bile oyunu onların istediği sahada sürdürmeye razı bir “sol” var ne yazık ki… Demek ki, sorun ihmal, gözden kaçırma falan değil…

Ama solculuğun tanımlayıcı özelliklerinden biri yurtseverlik olmaya devam ediyor.

Sol ve Kemalizm -https://haber.sol.org.tr/yazarlar/aydemir-guler/sol-ve-kemalizm-404263

/././

Kuzguncuk İlkokulu'nda 'restorasyon' karmaşası: Tarihi yapının akıbeti belirsiz 

Üsküdar’daki Kuzguncuk İlkokulu'nun "restorasyon" gerekçesiyle apar topar boşaltılmak istenmesi velilerin endişelenmesine neden oldu. Aniden eğitim-öğretim zamanında yapılacağı öğrenilen restorasyon sürecinde öğrencilerin nerede eğitim alacağı konusunda bilgi verilmedi. Okulun akıbeti de belli değil.

İstanbul, Üsküdar’daki Kuzguncuk İlkokulu "restorasyon" gerekçesiyle tahliye edilmek isteniyor.

Eğitim-öğretim yılının ortasında gelen gelen tahliye kararı haberlerinin ardından veliler okulun ticari bir işletmeye dönüştürülüp ellerinden alınabileceği kaygısıyla duruma tepki gösterdi.

Veliler tarihi Marko Paşa Köşkü içinde yer alan yapının restorasyonuna karşı olmadıklarını ancak "sürecin zamanlaması ve sonucu konusunda ciddi belirsizlikler" bulunduğunu vurguluyor.

'Ara tatilde taşınması planlanıyor, bir yıl sürecek' iddiası

Okul Aile Birliği de velilerle bir açıklama paylaşarak, restorasyon sürecine ilişkin ilk bilgiyi, geçtiğimiz haftalarda okulda düzenlenen etkinlik sırasında duyulan bir söylenti aracılığıyla öğrendiklerini vurguladı. 

Konuya dair resmi ve net bilgi edinmek amacıyla okul yönetimiyle temasa geçtiklerini, geçtiğimiz hafta okula ihaleye girmek isteyen inşaat firması yetkililerinin geldiğini ve ihalenin açıldığını duyuran Okul Aile Birliği şu bilgileri paylaştı: Okul müdürüne dün yapılan bir telefon görüşmesinde ihalenin sonuçlandığı, okulun ara tatilde taşınmasının planlandığı ve sürecin yaklaşık 365 gün sürmesinin öngörüldüğü ifade edilmiştir. Bu bilgilendirme sonrasında okul yönetimi, öğretmenleri durumdan haberdar etmiştir.

Boğaz'ı gören ve 1966 yılından bu yana eğitim-öğretim faaliyetini kesintisiz sürdüren bina Kuzguncuk Sahili'nin arka sokağında yer alıyor. 1. Derece sit alanı olan bina bölgenin tarihsel dokusu açısından çok önemli bir yapı.

Bugün semtte Okul Aile Birliği ve Kuzguncuk Derneği'nden bir temsilcinin katılacağı bir toplantı yapılacağı ifade edilirken, öğrencilerin ne olacağı konusu belirsiz.

Okul yönetimiyse velilere resmi bir açıklama yapmış değil. 

'Valilikten kaynak geldi' iddiası

soL'un edindiği bilgiye göre, yapının Temmuz 2019’dan kurul onaylı restorasyon projesi mevcut. 2023 yılında verilen bir basit bakım onarım izni var, 2025 yılı Mart ayında bu izne ek başka talepler de ekleniyor ve sonunda Mayıs 2025'te kurul tarafından bu kalemler de onaylanıyor.

"Basit restorasyon projesi" dışında yapılacak işler için başta bütçe olmadığı ancak İstanbul Valiliği'nden kaynak geldiği ve İl Özel İdaresi eliyle ihale sürecinin tamamlamış olduğu söyleniyor. 

İmza kampanyası başlatıldı

Okuldaki durumun belirsizliği üzerine harekete geçen veliler bir de imza kampanyası başlattı. 

İmza metninde, "Mevcut öğrencilerin eğitim hayatlarına kesintisiz devam edebilmeleri için restorasyon sürecinin gerekli kurumlar inceleme yapıldıktan ve mecburi ihtiyaç kararı verildikten sonra başlatılması gerekmektedir. Şayet böyle bir gereksinim doğarsa, planlama yapılıp en az 3 (üç) ay öncesinden yönetim ve veliler bilgilendirilmelidir" denildi.

"Kuzguncuk İlkokulu’nun öğrencileri mevcut yerinde eğitimine devam etmeli ve restorasyon gerekli görülürse sonrasında tekrar okul olarak geri döneceğinden herhangi bir şüphe oluşmamalıdır" denilen imza metninde öğrencilerin eğitim haklarının önceliklendirilmesine vurgu yapıldı.

***

Cumhuriyetçilerin birliği için kavramlar ailesi(II): Demokratik cumhuriyet -Erhan Nalçacı- 

Şimdi Cumhuriyetçilerin birliği sürecinde emekçi halkın nasıl doğrudan ve temsili olarak yönetime katılabileceğini, bir emekçi demokrasisinin nasıl inşa edileceğini tartışıyoruz.

Farklı kökenden gelen Cumhuriyetçilerin birliği sürecinde önemli bir kavşağa ulaşmışken kritik kavramları açmaya devam edelim.

Demokratik bir cumhuriyet mi?

Evet, tabi.

Ama hayır asla!

Bu kavram etrafındaki çelişkiyi ancak tarihi sınıf mücadeleleri bağlamında kavrarsak çözebiliriz. Daha önce sınıf kavramına yaslanarak Cumhuriyet’in kuruluşuna dair güncel yanılsamaları ele almıştık

Demokratik cumhuriyet meselesini ise ancak dünya tarihinde kısa bir yolculukla çözmeyi deneyebiliriz.

İnsanlık tarihinin milyon yıllara dayanan ilk sınıfsız toplumlar döneminde tabi ki toplumsal birimin üyeleri belli bir yaşa geldiklerinde yönetime katılabiliyor ve söz sahibi olabiliyorlardı. Belki bu olguyu doğal demokrasi olarak tanımlayabiliriz.

Ancak sınıflı toplumlara geçilmesiyle birlikte doğal demokrasi radikal bir biçimde bozulur. Diğer toplumsal sınıfları sömürerek yaşamını sürdüren egemen sınıf emekçilerin yönetime katılımını ya tamamen engeller ya da kontrol ettiği sınırlı bir katılıma izin verir.

Antik feodal toplumlarda, Sümer, Hitit, Mısır, Aztekler vb., iki temel sınıf bulunur: Toprak sahibi aristokratlar ve köylüler. Aristokrasi içinde bazı demokratik katılım mekanizmaları toplumsal döneme göre saptanabilir ama köylülerin yönetime katılımı söz konusu bile değildir.

Buna karşılık çeşitli coğrafya ve zamanlarda feodal iki temel sınıfın arasına farklı sınıflar girer ve sınıf mücadeleleri karmaşıklaşır. Mal üretimi ve ticaretten zenginleşen ve köle emeği kullanan soylu olmayan ancak zengin yeni bir sınıf ortaya çıkar. Para ekonomisine bağlı kentlerde üreyen bu sınıfa soylu olmayan kentli niteliği nedeniyle burjuvazi denmiştir.

Burjuvazi iktidarı egemen sınıf olan aristokratlardan talep eder, en azından iktidarı paylaşmak ister. Bu süreç tarihin birçok anında büyük bir zenginlik gösteren olaylarla bezelidir ve tekrarlanmıştır.

Atina demokrasisi örneğin bu mücadele sonucu doğmuştur. Demokrasi denen olgu iki sömürücü sınıfın iktidarı paylaşmasından başka bir şey değildir. Öte yandan bu çiftin çekişmeli iktidarı halk üzerinde bir baskı aracıdır.

Kimler Atina’da yönetime katılamaz?

“Özgür” kadınlar, kent yoksulları (hakları olduğu halde çalışmaktan zaman bulamazlar) ve köleler. Köleler ki demokrasinin en parlak olduğu dönemde toplumun önemli bir yüzdesini oluşturur.

Atina demokrasisi ve Roma Cumhuriyeti köleler üzerinde mutlak bir diktatörlük anlamına gelmiştir.

17. yüzyıl İngiltere’si karşılaştırmalı tarih açısından Atina ile bazı benzerlikler gösterir.  1640 burjuva devrimi ve sonra gelen hamlelerle burjuvazi ve aristokrasi iktidarı paylaşırlar. Bir süre sonra iki sınıf kaynaşır, burjuvazi toprak satın alır, aristokrasi sermaye biriktirir. İngiliz demokrasisi de işçi sınıfı üzerinde kesin bir diktatörlüktür.

Konuyu anlamak için burada kritik bir noktaya geliyoruz.

İngiltere’de işçi sınıfı yönetime katılmak, oy vermek ve parlamentoda temsil edilmek ister. Bunun için özellikle 19. yüzyılda yoğun bir mücadele yürütür. Ayrıca kadınlar seçme, seçilme hakkı için mücadele ederler.

Sonuç olarak işçi sınıfı kesimlerinin demokrasiye katılma hakkı doğar. 

Ama bir şartla, iktidarı demokrasi yoluyla işçi sınıfı sömürücü sınıflardan alamayacaktır. Bu burjuva demokrasisinin sınırıdır. Almayı denerse egemen sınıf yargı ve cezalandırma, kolluk güçleri, kontrgerilla gibi yasa dışı örgütleri devreye sokar.

Burjuvazinin iktidarında en demokratik rejimlerin bile bir burjuva diktatörlüğü olması buradan kaynaklanır.

Burjuvazinin bir rejim olarak demokrasiyi emekçi sınıflar için esnetmesinin de koşulları vardır.

Burjuvazi çok güçlü bir ideoloji üretme ve yayma mekanizması oluşturmuştur, böylece emekçi sınıfların düzen dışı bir ufka ulaşmaları büyük ölçüde engellenir. İkinci olarak, işçi sınıfı liderleri düzene maddi olanaklar sunularak satın alınmışlardır. Üçüncüsü, burjuva iktidarına rağmen tarihsel koşullar nedeniyle kamusal bir alan oluşmuştur. Devlete ait iktisadi işletmeler, sosyal güvenlik araçları, eğitim kurumları vb.

Türkiye’de Cumhuriyet bir demokrasi inşası ile birlikte kurulmuştur. Meclis Cumhuriyet’in odağına çakılmıştır. Zaman içinde kadınlar ve emekçilerin temsili olarak seçme seçilme hakkı elde edilmiştir.  Kemalist ideoloji güçlü halkçı ve ilerici yapısıyla emekçi sınıfları da düzen içinde olmak kaydıyla kapsamıştır. 

Ayrıca Cumhuriyet geniş bir kamusal alan yaratmıştır. Devlet iktisadi işletmeleri ve planlama dönemleri, sosyal devlet özellikleri, devlet eğitim ve sağlık hizmetleri vb. 

Bunlar işçilerin sendikaları ve siyasi partileri aracılığı ile yönetime katılımının araçları olmuştur. Demokrasi sadece sandıkla sınırlı değildir, sokak gösterileri ve mitingler, grevler ve yargıda hak aramalar da demokratik rejimin parçalarıdır.

Bütün bunlara rağmen Cumhuriyet demin söylediğimiz anlamda bir burjuva diktatörlüğüdür. 

İşçi sınıfının sınıf karşıtlığı üzerinden örgütlenmesi Ceza Kanunu’nun ünlü 141-142 maddeleri tarafından yasaklanmıştır. İşçi sınıfı partileri kapatılmış, üyeleri sorgulanmış, hapsedilmiş, 1960’lardan sonra yasa dışı kontrgerilla örgütlenmesi örgütlü kesimler üzerinde bir iç savaş durumu oluşturmuştur.

Kemalist kökenli ve Marksist kökenli cumhuriyetçiler arasındaki yakın zamana kadar süren ayrım ve bir araya gelememe hali Cumhuriyet’in bu özelliğinden kaynaklanmaktadır.

Şimdi ne oldu da iki kökenden gelen Cumhuriyetçilerin bir araya gelmesi ve birlikte mücadele etmesinin zemini doğdu?

Öncelikle Cumhuriyet’in fiili olarak ortadan kalktığını fark ediyoruz. Bu durum Cumhuriyet’in resmi olarak da ortadan kalkması için bir tehdit oluşturuyor.

Bununla ilişkili olarak, burjuva diktatörlüğü değişmedi ancak rejim değişti. Artık bir burjuva anlamda dahi demokrasiden bahsetmek mümkün değil Türkiye’de. Bir burjuva diktatörlüğü rejimi içinde yaşıyoruz. Ayrıntısına gerek yok, iktidar neyi tehdit görse hemen en hileli yollarla imha ediyor.

Burjuva diktatörlüğü rejimine rengini çalan siyasiler olabilir, ancak rejimin nedeni olarak kişilerin karakterini görmek büyük bir yanılsama olacaktır.

Burjuva diktatörlüğü rejimi tüm kamusal mülkün ve olanaklarının sermayeye devredilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Sadece Türkiye sermayesine değil, uluslararası faaliyet gösteren sermaye sınıfına da. Onların ortak diktatörlüğü ile karşı karşıyayız. Başkasının malını yönetemez emekçi halk.

Şimdi Cumhuriyetçilerin birliği sürecinde emekçi halkın nasıl doğrudan ve temsili olarak yönetime katılabileceğini, bir emekçi demokrasisinin nasıl inşa edileceğini tartışıyoruz.

Tüm yurtseverler ve cumhuriyetçiler bu sürece davetliler.

Cumhuriyetçilerin birliği için kavramlar ailesi: Devrimcilik   https://haber.sol.org.tr/yazarlar/erhan-nalcaci/cumhuriyetcilerin-birligi-icin-kavramlar-ailesi-devrimcilik-404261

/././

Ortaya dökülen rezillikler bitmiyor: Yargı mensuplarıyla ilişki karşılığı tahliye, Soylu'yu görüntülü arama, Saray'dan iş, ödül ve dahası! 

Mehmet Akif Ersoy dosyasıyla birlikte ortaya saçılan skandallara her gün bir yenisi ekleniyor. AKP içinden de teyit edilen iddialar diyecek söz bırakmıyor.

"Yargı mensuplarıyla ilişki karşılığında tahliye", "kızlara hava atmak için Süleyman Soylu'yı gece vakti görüntülü arama", "MHP'li avukat Serkan Toper'e maaş dışı elde edilen paranın aktarılması", "Mümine Sena Yıldız'ın işe hiç gitmeden Saray kadrosunda işe alınması" ve dahası...

Bu iddiaların kaynağı sadece muhalif isimler, kanallar değil, Şamil Tayyar gibi AKP'liler de aynı zamanda.

Tayyar'dan AKP ve çürüme itirafı

AKP'li Şamil Tayyar, Habertürk'ten Mehmet Akif Ersoy'un tutuklandığı olaya ilişkin sosyal medya hesabından dikkat çeken ifadeler kullandı.

Tayyar, şebekenin ilişkilerinin Saray'a kadar uzandığını belirterek, "Önemli kamu kurumundaki başkan yardımcısı, sevgilisini kuruma aldırıyor. Bir başkası, TV sunucusu sevgilisine bir kamu kurumundan sembolik rakamla ev kiralıyor. Üst düzey medya yöneticisi, yargıdaki işleri için yanına bu sunuculardan birini alarak hakim ve savcıları ziyaret ediyor. Bir diğeri, alem esnasında önemli devlet yöneticilerini görüntülü arayarak yanındaki kadınlara güç gösterisi yapıyor. Üzülerek ifade ediyorum, kimileri külliye programına ödül olarak yazılıyor" dedi.

"Devlet, siyaset, ticaret ve yargı dünyasını etkileyerek haksız kazanç temin ettikleri, yargı, bürokrasi ve medyada kadrolaştıkları anlaşılıyor" diyen Tayyar, "Gözaltındaki varlıklı isimlerle ekipteki hukukçular üzerinden bağlantı kurularak milyon dolarlık anlaşmalar yapılıyor. Hem yerel hem merkezi iktidarla eş zamanlı flört ediliyor. Mevzunun yargı boyutu bir yana, siyaset kurumunun çok yönlü arınma sürecini başlatması konusundaki ısrarımız bundandır. Zira, çürüme lokal değil tüm bünyeyi tehdit ediyor" ifadesini kullandı.

Süleyman Soylu, Serkan Toper ve 'cinsel ilişki karşılığı tahliye' ve tutuklama iddiaları

Tayyar'ın bu açıklamalarının yanı sıra Onlar TV yayınında konuşan gazeteci Barış Terkoğlu, Ersoy'un alem sırasında görüntülü aradığı kişinin eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu olduğunu dile getirdi. Terkoğlu, "Mehmet Akif’in, kızlara şekil yapmak için gecenin bir yarısında Süleyman Soylu’yu görüntülü arayıp konuştuğu çok oldu" dedi.

Terkoğlu, Mehmet Akif Ersoy'un maaşı dışında elde ettiği parayı Serkan Toper'e verdiğini, Habertürk aracılığıyla bu ismi güçlendirdiğini, Habertürk'ü kullanarak sevmediği isimleri hedef aldığını ve dava açtırdığını dile getirdi.

Terkoğlu'nun işaret ettiği Toper, MHP'li bir avukat olarak biliniyor.

Terkoğlu'nun Mehmet Akif Ersoy dosyasındaki tanık ifadelerine dayanarak aktardığı bir diğer bilgi, "Bazı yargı mensuplarına, cinsel ilişki karşılığında tutuklama ve tahliye kararları verdirildi" oldu.

Mümine Sena Yıldız'a Saray'da iş

Öte yandan gazeteci İsmail Saymaz da, Tayyar'ın Saray'da iş iddiasını doğrulayan şekilde "Bugün uyuşturucu operasyonunda gözaltına alınan ve evinde esrar bulunan Mümine Sena Yıldız, Haziran 2024’te İletişim Başkanlığı özel kaleminde göreve başlamış. İşe gelmediği ve kendisine ulaşılamadığı gerekçesiyle geçen ağustos ayı sonunda Yıldız’ın iş akdine son verilmiş" iddiasını sosyal medya hesabından paylaştı.

***

Menzil’de kardeş kavgasıyla üstü kapananlar: 2 bin çocuk tarikatın elinde 

Menzil tarikatı liderinin ölümünden sonra oğulları arasında süren rant ve nüfuz savaşı, tarikatın Türkiye’den Orta Asya’ya uzanan devasa yasadışı medrese ağını gün yüzüne çıkardı. 3 bin öğrencinin karanlığına hapsedildiği tarikatta, "Halidi Maarif" adıyla paralel eğitim bakanlığı gibi çalışan şebekede kardeşler, birbirlerini Avrupa makamlarına "radikalizm" suçlamasıyla ihbar etmeye başladı.

Menzil tarikatında liderlik ve miras kavgası, tarikatın sınırları aşan yasadışı medrese ağına da sıçradı.

Cumhuriyet gazetesinden Aytunç Ürkmez'in haberine göre, Menzil'in medreselerinde toplamda 3 bin öğrenci eğitim görüyor. 

Cemaatin ölen lideri Abdulbaki Elhüseyni döneminde bu sistem oluşturuldu. Abdulbaki, bu sistemin yönetiminden oğlu Mübarek Elhüsyeni’yi görevli tuttu. Ancak Abdulbaki’nin ölümünün ardından oğulları Saki, Mübarek ve Fettah Elhüseyni arasında miras kavgası başladı. 

Söz konusu savaşta medreseler de paylaşılamadı. Büyük ağabey ve mevcut cemaat lideri Saki Elhüseyni’nin Avrupa’daki medreseleri “Bu kursta radikal İslamcılar yetiştiriliyor” diye şikayet ettiği iddia ediliyor.

2 bin çocuk tarikatın elinde

Haberdeki verilere göre, cemaatin Türkiye, Avrupa’nın çeşitli ülkeleri ve Ürdün ile Kırgızistan’ı kapsayan dinci/gerici bir eğitim-öğretim yapısı bulunuyor. 

Bu kapsamda; Türkiye’de cemaatin 14 hafızlık kursu, 13 medresesi bulunuyor. Söz konusu hafızlık kurslarında 684, medreselerde bin 386 öğrenci bulunuyor. Avrupa’da ise cemaat 4 medreseye sahip olurken, bu medreselerde de 122 tane öğrenci "eğitim" alıyor. 

Cemaat Ürdün ve Kırgızistan’daki birer medresesinde ise toplam 90 çocuğa öğretim veriyor. Bu yapı, tarikatın "insan kaynağı" deposu olarak işlev görüyor.

Kendine ait medrese sistemi geliştirildi

Cemaatin bu yerlerinde ortaokul çağındaki çocuklar için "temel din eğitimi" ve hafızlık; lise ve üniversite çağındaki öğrencilere de "dini dersler öğretimi" verildiği söyleniyor. Cemaatin 12 Temmuz 2023’te ölen lideri Abdulbaki Elhüseyni (Erol) döneminde bu sistem oluşturuldu.

Abdulbaki, yasadışı medrese öğretim sisteminin sorumluluğunu oğlu Mübarek Elhüseyni’ye bıraktı. Cemaat şunları yaptı:

* "Yasadışı medrese ve din öğretim kurslarını tek bir merkeze bağladı. Medreselere sürdürülebilir finansal bir sistem kurdu.

* Özellikle cemaatin merkezi Adıyaman’ın Menzil köyündeki ve Bitlis’teki Kasrik medreselerinin binası gibi gösterişli ve büyük medrese binaları inşa ettirdi.

* Öğrenci seçme sistemi geliştirdi. Bu sisteme göre; ortaokuldan mezun olup medreseye başvuran öğrenciler arasından 'en başarılı olanlar' seçildi. Bu öğrencilere açıköğretim yoluyla liseyi ve üniversiteyi başarıyla tamamlama koşulu getirildi. Bu şekilde çocuklar medresedeki sözde öğretimlerini tamamladıklarında, açık lise sayesinde yasal bir diplomaya da sahip oluyordu.

* Menzil’e özel bir gerici 'öğretim müfredatı' oluşturuldu. Burada eğitim alanları mezun olmasının ardından, cemaat içinde de istihdamı sağlandı.

Paralel eğitim bakanlığı

Cemaatin bu gerici medrese "öğretim sistemi" ise “Halidi Maarif Kurumları” çatısı altında varlığını sürdürüyor. Aynı zamanda bu kurum dernek statüsünde bulunuyor. Medresede kullanılan kitaplar ise yine cemaate ait olan Haşimi Yayınevleri’nden çıkarılıyor. Adeta paralel Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) gibi hareket eden kurum, Cumhurbaşkanlığı’nın onayıyla her yıl Türkiye Yazarlar Birliği (TYB) İstanbul Şubesi’nin katkısıyla “Arapça kitap ve Kültür Günleri” düzenliyor. Yayınevi ayrıca doğu ve güneydoğudaki yasadışı medreseye de kitap desteği sağlıyor.

Mübarek Saki taraftarlarını medreseden uzaklaştırmıştı

Kardeşler arasında süren miras kavgası kapsamında medreseler de tartışma konusu oldu. Bu kapsamda en dikkat çeken yerler ise Menzil ve Kasrik medreseleri oldu. Bu medreselerde öğrenci ve müderrislerin taksimi üzerine kardeşler arasında tartışma yaşandı. 

Edinilen bilgilere göre; Menzil’deki 528 öğrencinin 345’i, 108 müderristen 73’ü; Kasrik’teki 79 öğrencinin 59’u; 13 müderristen 11’i Saki Elhüseyni taraftarıydı. Mübarek; ağabeyinin medreselerdeki üstünlüğünü kırmak için ona bağlı öğrenci ve müderrisleri medreselerden çıkarttı.

‘Bu kursta radikal islamcılar yetiştiriliyor’

Mübarek’in eylemlerine karşılık olarak ise Saki önceki günler de taraftarlarına kardeşlerinin “münafıklıkla” suçlayarak, tarafsızlığın da münafıklık olduğunu vurguladı. Cemaat kaynaklarının aktardığına göre; Saki taraftarları aracılığıyla kardeşinin kontrolündeki Avrupa medreseleri hakkında resmi kurumlara “Bu kursta radikal İslamcılar yetiştiriliyor” şeklinde şikayette bulunduruyor. Bu şikayetler sonucunda Avrupa’daki bir medresenin kapatıldığı aktarılıyor.

***

Putin'den 'Rusya'yla savaşa hazırlık' çağrısı yapan Rutte'ye: Neden bahsediyorsun, okuma yazman yok mu?

Rusya Devlet Başkanı Putin, Rusya'yla büyük bir savaşa hazırlanma çağrısı yapan NATO Genel Sekreteri Rutte'ye ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi'ni işaret etti, "Okuma yazmanız var mı?" dedi.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Rusya ile büyük ölçekli bir savaşa hazırlanma uyarısı nedeniyle NATO Genel Sekreteri Mark Rutte hakkında sert sözler sarf etti.

Putin, gazetecilerin ve halkın sorularını yanıtladığı yıllık etkinlikte, Rutte'ye “Nelerden bahsediyorsunuz? Gerçekten sormak istiyorum: Dinleyin, ne diye Rusya ile savaşa hazırlanmaktan bahsediyorsunuz? Okuma yazmanız bile var mı? ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi'ni okuyun” diye seslendi.

Rutte geçen hafta Berlin'de, NATO'nun Ukrayna'dan sonra Rusya'nın bir sonraki hedefi olduğunu ve ittifak üyelerinin “savaş zihniyetine” geçmesi gerektiğini ve “dedelerinin ve büyük dedelerinin yaşadığı savaşın ölçeğine hazır olmaları gerektiğini” iddia etmişti.

Bu açıklamaları saldırgan olarak niteleyen Putin, NATO'nun geleneksel omurgası olan ABD'nin yeni güvenlik stratejisinde Rusya'yı “düşman veya hedef” olarak görmediğini hatırlatarak, Rutte'nin NATO'yu Rusya ile savaşa yönlendirmemesi gerektiğini vurguladı.

Putin, "Yeni stratejide Rusya düşman veya hedef olarak adlandırılmıyor... ve NATO genel sekreteri bizimle savaşa girmeye hazırlanıyor. Bu nedir? Okuma yazmanız bile yok mu? NATO'nun ana ülkesi bizi düşman olarak görmüyorsa, neden NATO'yu Rusya ile savaşa girmeye teşvik ediyorsunuz?" diye tepki gösterdi.

***

İmamoğlu’nun Foreign Affairs yazısı ve Türkiye halkının güvenliği -Cangül Örnek- 

İmamoğlu imzalı bu yazı, yayınlandığı mecra itibariyle Batı kamuoyuna değil, ABD’nin ve Avrupa’nın siyasi ve iktisadi elitlerine ulaşmayı hedefliyor. Temel iddia, içeride tam demokrasinin inşasının Türkiye’yi bölgesine istikrar getirecek bir ülke konumuna yükselteceği ve böylece Türkiye’nin Batı’nın güvenebileceği bir ortak haline gelebileceği.

Tarihçi Erik Jan Zürcher’in “Atlantik Türkiye” diye bir tanımlaması var. Bu tanımlamayı, Demokrat Parti dönemi dış politikasını adlandırmak için kullanıyor. Ekrem İmamoğlu imzasıyla 11 Aralık 2025 tarihinde Foreign Affairs dergisinde yayınlanan yazıyı okuyunca aklıma bu ifade geldi. Yazı, İmamoğlu’nun ve dolayısıyla CHP’nin dış politika perspektifini genel olarak bu tanımlamadaki çerçeveye yerleştiriyor.

İmamoğlu imzalı bu yazı, yayınlandığı mecra itibariyle Batı kamuoyuna değil, ABD’nin ve Avrupa’nın siyasi ve iktisadi elitlerine ulaşmayı hedefliyor. Yazı, uzun uzadıya Türkiye’deki anti-demokratik uygulamaları, hukuksuzlukları anlatıyor. Temel iddiası, içeride tam demokrasinin inşasının Türkiye’yi bölgesine istikrar getirecek bir ülke konumuna yükselteceği ve böylece Türkiye’nin Batı’nın güvenebileceği bir ortak haline gelebileceği. Batı-AKP ilişkisinde Batı, “demokratik değerlere yaslanan” taraf olarak kabul edilirken, AKP’nin Batı ile gelgitli ilişkisi eleştiriliyor.  

İkincil önemde bir mesele olmakla birlikte, Batı ile ilgili bu varsayımın karşılığı olup olmadığına bakalım. Olmadığını yazıyı kaleme alan danışmanların da iyi bildiğini düşünüyorum ama yazıda Batı’nın bu şekilde konumlandırılmış olmasının rahatsız edici bazı sonuçları var.

“Demokratik gerilme”den bahsedeceksek bunun farklı ölçeklerde Batılı ülkeler için de söz konusu olduğu konusunda kuşku yok. İşin kolayına kaçıp Donald Trump’a işaret etmeyeceğim. Daha önce de birkaç defa ifade etmiştim: Trump’la uğraşmanın sistemin genelindeki ve özellikle Avrupa siyasetindeki anti-demokratik gelişmeleri gözden kaçırmaya yol açan bir yönü var. O yüzden ABD’deki gelişmeleri bir tarafa bırakarak Avrupa’ya bakalım.

Fransa’da Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un halk desteği yüzde 10’a kadar gerilemiş durumda. Macron, 2024 yılındaki son genel seçim sonuçlarını tanımadı. İktidarı seçimlerden lider çıkan solcu Yeni Halk Cephesi’ne vermemek için azınlık hükümetleri kurdurmayı tercih etti ve dikiş tutmayan hükümetler nedeniyle ülkeyi bir siyasi krizden diğerine sürükleyecek kadar otokratlığı ele aldı. Fransız yargısı Macron’un en önemli rakibi olan aşırı sağcı Marine Le Pen’i saf dışı etmek için yolsuzluk iddialarını kullanarak bu siyasetçiye siyasi yasak getirdi. Davanın amacı da buydu zaten. Bu tabloya baktığımda Fransa bana seçim sonuçlarını tanımayan, yargıyı siyasallaştıran iktidarları şikayet edebileceğiniz son ülkelerden biri olarak görünüyor.

Almanya’ya geçelim. Polislerin, Filistin soykırımına karşı sokağa çıkan bir kadını, kameraların önünde vahşice yumruklayıp burnunu kırarak gözaltına aldığı “Alman demokrasisi”ne. İfade özgürlüğünün yok sayıldığı, üniversitelerin baskı altına alındığı, İsrail’i eleştirmenin suç ilan edildiği Almanya’dan bahsediyorum. Üstelik son çıkan haberlere göre, Şansölye Friedrich Merz, henüz partisinin parlamento grubuna başkanlık ederken kendisine hakaret ettikleri gerekçesiyle yüzlerce kişiyi mahkemeye vermişti ve bu suçlamayla iki kişinin evi basılmıştı.

İngiltere’yi ise uzaklarda aramaya gerek yok: Bu emperyalist ülkeyi, tam da şanına yakışır şekilde, en son Şara’nın sarayında bir odada bulduk. İngiliz yönetici sınıfının ne tür liderlerden hoşlandığını anlamak için bu bilgi yeterli.

Dediğim gibi bence burada, Avrupa’nın siyasi çürümesi ve sevilen kavramla “demokratik gerilemesi” ikincil önemde. Ancak önemsiz değil... Çünkü yazıyı okuyan biz yurttaşlar için Avrupa’ya atfedilen irtifa, göç gibi başlıklarda dengeli bir ilişki gözetilmiş olsa bile, en hafif tabirle can sıkıcı. Çünkü yazıya damgasını vuran his, kendini Batı’ya beğendirme arzusu.

Avrupa 12 Eylül’ü bile dert etmedi

Bu yazıyı trajik yapan bir hakikat daha var. Avrupa’nın da Avrupa Birliği’nin de kendisine atfedilen değerlerden ne kadar uzak düştüğünü biz aslında 19 Mart operasyonundan hemen sonra deneyimleyip görmüştük. İngiltere ve Almanya, İmamoğlu’na yapılanlardan ve halkın seçme-seçilme hakkının gasp edilmesinden ziyade Türkiye’ye Eurofighter savaş uçağı satışıyla ilgilendiklerini açık bir şekilde göstermişlerdi.

Aslına bakarsanız, Batı’dan aksi bir tavır beklenmesinin arkasında, özellikle 2000’lerde liberallerin ve sol liberallerin de katkısıyla Avrupa Birliği’ne (AB) bir tür “demokratikleştirici ajan” işlevi yüklenmiş olması yatıyor. Daha eski dönemlere, özellikle 1980 öncesine giderseniz, Türkiye’de siyasetçilerin de halkın da özellikle Avrupalı emperyalist ülkeler söz konusu olduğunda kuşkucu ve eleştirel olduklarını görürsünüz. Özellikle 2000’li yıllarda AKP’ye verilen destekle AB’ye verilen destek birbirini besleyerek yükseldi. Avrupa güçlerinin herkes için demokrasi ve insan hakları istediği yakıştırması, Avrupalı güçlerin ve kurumların da bilinçli bir şekilde kullandığı, inşa edilmiş bir çarpıtma olarak bu dönemde zirve yaptı.

Çarpıtma her zamanki gibi tarihyazımında da yansımasını bulmuş ve AKP ile AB’nin el ele ülkeyi “askeri vesayet”ten özgürleştireceği savlarına tarihsel arkaplan yazmak için, Avrupa’nın 12 Eylül’den çıkışa da destek olduğu iddiaları dile getirilmişti.

Halbuki gerçeğin bununla alakası yoktu.

Farklı Avrupa kurumlarının (Avrupa Ekonomik Topluluğu veya Avrupa Konseyi) 12 Eylül darbesi ve cunta yönetimi karşısındaki tutumlarına bakıldığında bu örgütlerin ilk günden itibaren “darbecileri idare etmek” olarak özetlenebilecek bir politika benimsedikleri görülecektir. Türkiye ile ilgili en sert tutumu sergileyen Konsey bile son kertede bu hattan ayrılmaz. Yıllarca “sert eleştiriler” eşliğinde sürdürülen darbecileri idare etme siyasetinin ardından işler eskisi gibi devam etti.

Meslektaşım Behlül Özkan, bir süre önce 12 Eylül darbesinde Almanya’nın rolüne ilişkin çok çarpıcı bir makale yayınladı. Meraklılarına ama en başta bu metni yazan isimlere bu makaleyi bulup okumalarını öneririm. Makale, “ABD darbeyi destekledi, Avrupa ise eleştirdi” iddiasının aksini gösteren önemli veriler sunuyor.

Bu tavrın konjonktürel olmadığını, sınıfsal yapıyla ve emperyalist sistemin merkez ülkeleriyle diğerleri arasındaki ilişkiyle yakından ilgili olduğunu vurgulamak gerekiyor. Tam da bu nedenlerle, 12 Eylülcülerin ekonomi politikaları, siyasi ve sosyal düzenlemeleri düşünüldüğünde darbenin Avrupa’nın merkez ülkelerini rahatsız etmemesi değil, etmesi tuhaf olurdu.

Silah, daha çok silah... İşte bütün mesele bu

Biz yine yakın döneme gelelim.

Görünen o ki dünya ciddi bir kırılmaya gidiyor ve bu kırılmanın Batı ittifakını nereye sürükleyeceği şu anda belirsiz. Ancak bu aşamada belirginleşen yönelimler Avrupa halkları için de bizim için de hiç parlak değil.

Bu süreçte Avrupa’nın hızla militaristleşmesi endişeleri artıran gelişmelerin başında geliyor. Örneğin, bugün Almanya yurttaşlarına askerlik propagandası yapıyor; zorunlu askerliği tartışıyor. Hatırlayın; daha yakın döneme kadar Alman Yeşilleri Türkiye’yi militarizm başlığında topa tutarlardı. Halbuki bu yeni militarist dalganın önderliğini onlar yaptılar. Bu dalga siyasi partiler arasında bayrak devriyle sürürken giderek ivme kazanıyor.

Bu sıralar şunu sık sık tekrarlamak zorunda kalıyorum: Tarih bizim için derslerle doluysa, bunların başında Almanya’nın ve Japonya’nın aynı anda silahlandığı dönemlerin tehlikeli olduğu dersi gelir. Endişelenmemiz ve gelişmeleri ciddiye almamız lazım.

Politico gazetesinin kendi kaynaklarına dayandırdığı haberine göre, Alman hükümeti vadesi henüz kesinleşmemiş olsa da, önümüzdeki yıllarda 377 milyar Avro’luk bir askeri harcama yapmaya hazırlanıyor. Çarşamba günü Alman parlamentosu, 50 milyar Avro’luk bir silahlanma paketinin önünü açtı. Almanya’nın 2029’a “yani Rusya’nın NATO’ya saldıracağı yıla kadar” keseyi sonuna kadar açma politikası uygulayacağı belirtiliyor. Rusya’nın NATO’ya saldıracak güce sahip olduğunu varsayan bu fantastik iddiadan daha kötü olan bu iddianın yurttaşlara ayrılacak kaynakların silahlanmaya harcanması için bilinçli olarak propaganda edilmesi. Özellikle zor durumdaki Alman sermayesinin kaynak ihtiyacının bu yeni politikanın inşasında belirleyici etken olduğunu vurgulamak lazım.

Atlantikçi-Avrasyacı ikilemini reddetmek gerek

Biz Foreign Affairs’te çıkan İmamoğlu imzalı yazıya geri dönelim.

Bu yazı, yapay zekadan iklim krizine kadar çok fazla başlıkta çok şey söylemeye çalışıyor ancak sonuç olarak, uluslararası alanda belirsizliği ve savaş olasılığını artıran bu derece kritik gelişmeler karşısında Türkiye’nin güvenliğini tereddütsüz biçimde Batı ittifakına bağlıyor. Halbuki Batı ittifakı bile kendi içinde tereddütlü.

Yazıda Küresel Güney ile Batı arasında bir köprü olmaktan bahsedilse de, bu esasında Türkiye’nin Batı için faydalarının öne çıkarılması bağlamında dile getiriliyor. Öte yandan kağıt üzerinde çekici olan bu tür ifadelerin gereğini yerine getirmek, hele bir bloğa bağlılık konusunda “1950’ler modeli” bir perspektif benimsenince nasıl mümkün olacak; yanıtı belirsiz. Herkesin yeni dönemde geçmişin alışılmış güvenlik mimarisinin geçerliliğini yitirebileceğini dillendirdiği, ittifakların karmaşıklaştığı bir dönemde Türkiye halkının güvenliğini buraya bağlamak fazlasıyla gerçekçilikten uzak, hatta sorumsuz bir tavır değil mi?

Doğru anlaşılmak için şunun altını çizmem lazım: Bunları görmek ve söylemek için dünyaya Rusya ya da Çin gözlükleriyle bakmamıza gerek yok. Hatta bana kalırsa Atlantik gözlüğü de körü körüne takılan diğer gözlükler de şu anda sadece daha fazla körleşmeye yarıyor.

Üstelik Rusya-Ukrayna savaşını Avrupa’ya rağmen sonlandırmaya çalışan Trump yönetiminin Rusya ile bir yakınlaşma siyaseti izlemesi durumunda, Türkiye’deki Atlantikçi-Avrasyacı tartışmasında taraf olanların nasıl boşa düştüğünü hep birlikte görebiliriz. Zor ama olasılık dışı değil.

Bir de üstüne Bloomberg’in iddiası doğru çıkar da Rusya’ya S-400’leri iade etmeyi gündeme getirecek kadar ABD ile senkronize olmaya arzulu yeni dönem AKP dış politikası altın vuruşunu yaparsa, kimin kendini Batı ittifakına daha fazla beğendireceği konusunda rekabete girişmek Türkiye halkını gelecekte büyük risklerin beklediği anlamına gelir.

Yazıyı o risklerden bazılarına işaret ederek bitirelim.

Suskunluğun anlamı

Foreign Affairs yazısı, anamuhalefetin Türkiye’yi yakından ilgilendiren bir dizi hayati konuda “taktik bir sessizlik” içinde olduğunu da gösterdi. “Taktik sessizlik” dememin nedeni, CHP’nin, kısa süre önce değişen parti programıyla birlikte ele alındığında, bazı kritik başlıklarda net bir pozisyon açıklamamasının bilinçli bir tercih olarak görünmesi.

Türkiye, sınırların belirsizleşmekte olduğu Ortadoğu’da güney sınırı olmayan bir ülke. Ancak ne CHP programı ne de Foreign Affairs yazısı, Türkiye’nin Ortadoğu politikası konusunda ciddi bir çerçeve çiziyor. Üstelik önümüzdeki dönemde Ortadoğu’da İbrahim Antlaşmaları süreci yeniden canlandırılabilir, Lübnan’da Hizbullah Türkiye ve Suriye desteğiyle hedef haline getirilebilir. Birkaç yıldır yaşananların ve olası gelişmelerin işaret ettiği şey, ABD’nin bölgeyi İsrail’in güvenliğini gözeten ama en çok kendi ekonomik hegemonyasına hizmet edecek şekilde dönüştürmek istediği.

Ancak dikkat edin, Suudi Arabistan bile bu tabloyu okuyarak bir yandan ABD ile ilişkilerini iyi tutarken diğer yandan Çin dahil tüm kritik aktörlerle ciddi ilişkiler kuruyor. O sırada İmamoğlu ekibi, Türkiye’nin Rusya ve Çin ile ilişkilerini gri alanlar olarak mimliyor. Oysa hepimiz biliyoruz ki Türkiye-ABD ilişkileri ya da Türkiye-Almanya ilişkileri de şeffaflığıyla göz kamaştırmıyor.

Üstelik İran’a yönelik kapsamlı bir müdahale olasılığı kapımızda beklerken Türkiye’nin böyle bir durumda izlemesi gereken politika konusunda da sessizlik korunuyor. CHP’nin dış politika yapıcısı Namık Tan’ın bir süre önce X platformu üzerinden yaptığı paylaşımlarda İran’ı Türkiye için bir tehdit olarak nitelediği düşünülürse, CHP’nin bu konuda da Batı ittifakının politikalarına uyumu gözeteceği anlaşılıyor. Halbuki İran’a yönelik bir saldırının, İran’ın parçalanması veya zayıflatılmasının Türkiye halkının çıkarlarıyla uzaktan yakından ilgisi yok. Bizim savaşın, parçalanmanın, emperyalist müdahalelerin yaşanmadığı, iç işlerine saygı çerçevesinde geliştirilen komşuluk ilişkilerine ihtiyacımız var.

Son olarak bir hatırlatmayla bitireyim: Dış politika öncelikle bu dış politikanın bedelini ödeyecek olan yurttaşları ilgilendiriyor. Dönüp yurttaşlara anlatmadığınız dış politika perspektifinizi, ABD’nin devletlu bir düşünce kuruluşuna ait dergide yayınlattığınız yazıyla öğrenmemeliyiz.

/././

soL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -20 Aralık 2025-

Sosyalizm tarihinden portreler: Aziz Nesin -soL Arşiv- "Aziz Nesin mücadeleci kimliği ile bizi sürekli çalışmaya dürten yanıyla, üretke...