22 Aralık 2013 Pazar

Namık Kemal’in Dramı - I-II ALİ SİRMEN

Sevgili, 

Hıfzı Topuz’un son kitabı Namık Kemal’in romanı olan “Vatanı Sattık Bir Pula”nın“Vatan Yahut Silistre” bölümünü okurken, aklıma Edmond Rostand ve başyapıtı Cyrano de Bergerac geldi; gülsem mi, ağlasam mı karar veremedim. 
“Vatan Yahut Silistre” bölümünü okurken, Cyrano de Bergerac’ı anımsamam boşuna değil. 
Bir kere her iki yazar da aslen şair. 
Edmond Rostand bütün tiyatro yapıtlarını manzum olarak yazmış. En sonuncusu Chanteclair de, tiyatro olarak olduğu kadar belki de daha çok şiir olarak kalmış. 
Burada bir parantez açarak Edmond Rostand’ın eserlerini dilimize kazandıran, Sabri Esat Siyavuşgil’in manzum çevirisinin üstün niteliğine değinmek isterim. Cyrano’yu başucu kitabım haline getiren de Sabri Esat Siyavuşgil’in bu eşsiz çevirisidir. 
Hemen belirteyim Cyrano de Bergerac yine Siyavuşgil’in enfes çevirisiyle ve ciltli lüks baskı olarak Türkiye İş Bankası Yayınları arasında bu yıl bir kez daha basıldı. Alıp okuyabilirsin. 
Hararetle tavsiye ederim.
***
Vatan Yahut Silistre’de de Cyrano’da da kahramanlık teması ön planda yer tutar. 
Her iki yapıt da, oynandıklarında kıyametin kopmasına neden olmuşlar, perde indiğinde ikisinde de seyirciler çılgınca bir coşku içinde kendilerinden geçmişlerdi. 
Tepkilerdeki bu benzerlik nedensiz değildi. 
İlk defa 20 Nisan 1873’te Güllü Agop Efendi’nin tiyatrosunda sahnelenen Vatan Yahut Silistre’nin oynandığı ortamda Osmanlı artık çöküş dönemine girmiş, toplumsal bir depresyon açıkça telaffuz edilmese bile hissedilmeye başlanmıştı. 
Cyrano de Bergerac’ın, ilk kez sahnelendiği 1897 yılında da, Fransa 1871 bozgununu yaşamış, Alsace-Lorraine’nin kaybıyla sarsılmış, Almanya’ya ağır bir savaş tazminatı yükü altında ezilmiş, Sadi Carnot suikastıyla travma yaşayan, Dreyfus olayıyla ikiye bölünmüş, sosyal depresyon geçiren bir ülkeydi. 
25 yıl arayla iki ülkede de, toplumsal psikolojik ortamda böyle bir benzerlik vardı. 
Namık Kemal’in düşman kuşatması altında olan Silistre Kalesi’nde geçen, arka planında bir de aşk örgüsü olan kahramanlıklarla dolu öyküsü, şairin hamaset dolu şiirleriyle de bezenmişti. 
Ve bu piyes bu ortamda, seyredenlerin kendilerinden geçmesine neden oldu. 17. yüzyılda yaşamış olan şair, filozof, fizikçi, musikişinas ve de silahşor olan Savinien Cyrano de Bergerac’tan esinlenerek Edmond Rostand’ın yarattığı Cyrano de Bergerac da, aynı toplumsal travmaları 25 yıl sonra yaşayan Fransa’da ilk oynandığında kıyametlerin kopmasına neden oldu.
***
Evet her iki oyun da ilk oynandıklarında, toplumsal birer olay oldular. 
Ama her iki eserin de, yazarlarının bundan dolayı başlarına gelenler çok değişiktir. 
Başrolünü dönemin ünlü aktörü Constant Coquelin’in oynadığı Cyrano de Bergrac, Theatre de la Porte Saint Martin’de ilk kez sahnelendiği 28 Aralık 1897’de perde indikten sonra, halk yarım saat ara vermeden alkışlamıştır. 
O gece oyunu izleyen Fransız Maliye Bakanı Georges Cochery, Edmond Rostand’ı locasına davet ediyor ve göğsündeki Legion d’Honneur nişanını çıkarıp, yazarın göğsüne takarken şöyle diyordu: 
- Bu şerefi ilk ben yaşamak istedim. Nitekim aradan dört gün geçince, 1 Ocak 1898’de Edmond Rostand’a resmen Legion d’Honneur nişanı veriliyordu. 
Peki ya 25 yıl önce 20 Nisan 1873’te, Vatan Yahut Silistre’nin ilk kez Güllü Agop’un tiyatrosundaki temsilinde aynı toplumsal tepkiyi yaratmış olan Namık Kemal’in başına neler geliyordu? 
Gazetesi kapanıyor, kendisi tutuklanıyor ve Magosa’ya sürgüne gönderiliyordu. 
Nedeni 20 Nisan gecesi 50-60 kişilik bir grup, Güllü Agop’un Şehzadebaşı’ndaki tiyatrosundan İbret gazetesine kadar yürürken “Allah muradımızı versin! Muradımızı isteriz” diye bağırmalarıydı. Yoksa murat Şehzade Murat mıydı? 
İki olayın sonuçları arasındaki fark sadece Namık Kemal’in mi, yoksa hepimizin mi dramı?


Sevgili,
 
Geçen hafta sana, Namık Kemal’in “Vatan Yahut Silistre” piyesi ile Edmond Rostand’ın manzum oyunu Cyrano de Bergerac’ın öykülerini anlatmıştım.
Namık Kemal birçok yönüyle dramatik bir kişilik; “Vatan Şairinin” romanını yazanHıfzı Topuz son derece akıcı yapıtında, dramatik yönleri, altını kalın çizgilerle çizmeden ama yeterince açık biçemle çok iyi belirtiyor. 
Vatan şairi olarak anılan Namık Kemal’in en büyük dramı, tam da bu noktada olmayacak bir düşün peşine düşmüş olmasıdır. 
“Vatan savaşı kazanmış bir kumandanın kılıcı ya da bir kâtibin kalemiyle çizilen belirsiz çizgilerden, sınırlardan ibaret değildir. Vatan düşüncesi, millet, özgürlük çıkar, kardeşlik, egemenlik, atalara saygı, aile sevgisi, çocukluk anıları gibi yüce duyguların toplamından oluşur” (Hıfzı Topuz, “Bir Pula Sattık Vatanı” Remzi Kitabevi 5. baskı s. 237), derken Namık Kemal, Renancı bir vatan tasviri yapıyordu, ama özünde zorunlu olarak ondan ayrılıyordu.
***
Namık Kemal vatan şairiydi. Ama onun o kadar yücelttiği vatanının üzerinde bir, değil birkaçtan fazla ulus yaşıyordu. 
O da bu durumda, çağının gerçekleriyle bağdaşmayacak, bir düşün peşinde, çokuluslu bir Osmanlılık bilinci yaratmaya çalışıyordu, ki bu da olmayacak duaya amin demekten öte bir anlam taşımıyordu. 
Çünkü Namık Kemal’in yaşadığı çağın gerçeği ulus devlet gerçeğiydi. 
Nitekim Hıfzı Topuz kitabınının 238’inci sayfasında Namık Kemal’in Midilli’deki İtalyan asıllı arkadaşı Sinyor Dandolo bu durumu şöyle dile getiriyordu: 
“Kemal Bey siz vatan elden gidiyor, diye haykırdığınız zaman, hangi topraklardan söz ediyorsunuz? Bosna Hersek’ten mi? Karadağ’dan mı? Eflak Boğdan’dan mı? Sırbistan’dan mı? Girit’ten mi? Bulgaristan’dan mı? O ülkeler oralarda yaşayan insanların vatanı değil midir? Siz oralarda hep azınlıkta kaldınız. O ülkeler hiçbir zaman sizin vatanınız olmadı ki! Oralarda yaşayan insanlar kendi vatanlarının bağımsızlığını istiyorlar. Bu eğilim gittikçe güçleniyor.” 
Ama, Namık Kemal hayatı boyunca, Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan insanların her biri kendi kavimlerini ve dillerini koruyarak, özgürlüklerin tamamından yararlanacak olurlarsa Osmanlı vatanının kıymetini daha iyi bilecekleri düşüncesini savundu. 
Oysa bir Osmanlı vatanı yoktu. O birçok ulusun vatanlarının toplamı bir toprak parçası üzerindeki imparatorluktan başka bir şey değildi.
***
Namık Kemal, Osmanlı’nın geri kalmışlığından kurtularak, çağın gelişmiş ülkeleri gibi demokrasiye ve de “meşrutiyete” (cumhuriyet fikrine hiçbir zaman iltifat etmemiştir“Osmanlı vatanı”nın şairi) ileriye gitmenin çaresi olarak eskiyi korumayı, eskinin görkemli dönemlerine dönmeyi önermekteydi. 
Latin alfabesine karşı Arap alfabesinin korunmasını savunan Namık Kemal aynı zamanda, hukuk düzeni olarak şeriattan yanaydı. 
Ve onun için bir toplumun Rönesansı’nı, Aydınlanmasını yaşamadan da, çağını yakalaması mümkündü. 
Namık Kemal ne Rönesans’ın Aydınlanma felsefesinin özünün peşindeydi ne de çağın yeni akımlarının, nitekim Karl Marx ile aynı zamanda Londra’da bulunmuş olmasına rağmen, onun adını bile duymamıştı. 
Gerçekten yiğit vatan şairinin, hayatı çelişkiler ve bunların yarattığı dramlarla dolu geçmiştir. 
Bu çelişkiler ve onun doğurduğu dramlar, yaşadığı toplumun içinde bulunduğu koşullardan kaynaklanıyordu ve Namık Kemal ne denli yiğit ve içten olursa olsun, toplumsal koşulların ötesine geçemiyordu. Nitekim, vatanın bu yılmaz şairi, Genç Osmanlılar’ın bu gözünü budaktan sakınmaz yazarı gazetecisi, ömrünün son sekiz yılını Abdülhamid döneminde Midilli, Rodos ve Sakız mutasarrıfı olarak geçirecekti. 
Hıfzı Topuz’un kitabı vatan şairimizin dramını yakından görmek açısından çok yararlı, tavsiye ederim.  

ALİ SİRMEN
Cumhuriyet

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder