31 Ağustos 2016 Çarşamba

Sadat AŞ’de revizyon-ÇİĞDEM TOKER

Emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi, geçenlerde Saray’a başdanışman olarak atandı malum. Tanrıverdi, kurulduğu 2012’den bu yana Sadat AŞ’nin yönetim kurulu başkanlığını yürütüyordu. 
Daha önce ilgilenenler anımsar; Sadat, gayrinizami harp kursu sattığını; daha önemlisi şirketin sunduğu hizmetlerin Türk mevzuatı çerçevesinde tam karşılığı bulunmadığını kendi internet sitesinden ilan etmiş bir şirket. 
Yönetim ve danışman kadrosunda, ASDER kurucusu eski TSK mensuplarının yanı sıra, öğretim üyeleri, gazeteciler yer alıyor. 
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Tanrıverdi’yle ilgili tasarrufu, şirketin görev dağılımında değişikliğe yol açmış. Bu değişimlerin izini, Ticaret Sicili gazetesinde görünce paylaşalım istedik. 
26 Ağustos 2016 tarihli kayda göre Sadat yönetimi, 15 Ağustos’ta şu isimlerle toplanıyor: Adnan Tanrıverdi, Mehmet Zelka, Mehmet Naci Efe, Haluk Yıldırım, Ali Kamil Melih Tanrıverdi. 

Yönetim kurulu, bu toplantıda Adnan Tanrıverdi’nin istifasını kabul ediyor. Başkanlığa Ali Kamil Melih Tanrıverdi’yi, başkan yardımcılığına da Prof. Mehmet Zelka’yı getiriyor. Yönetim kurulu üyeleri ise Mehmet Naci Efe, Haluk Yıldırım ve Adnan Tanrıverdi olarak belirleniyor.
Sütlü tatlılar ve özel harp 
Son karardan anlaşılıyor ki, Adnan Tanrıverdi’nin Sadat ile bağı kopmamış. Cumhurbaşkanı başdanışmanı, başkan değilse bile şirkette yönetim kurulu üyesi olarak söz sahibi olmayı sürdürüyor. 
Peki, şirketin yeni yönetim kurulu başkanı Ali Kamil Melih Tanrıverdi ile selefi Tanrıverdi arasında bir akrabalık bağı var mı? 
Bu konuyu bir soru işareti olarak kayda geçirip diğer bir ilgi çekici ayrıntıdan söz edelim: Yeni başkan Ali Kamil Melih Tanrıverdi’nin adı “Trileçe Dünyası” diye bir şirkette de geçiyor. 
Trileçe özellikle son iki yıldır ülkemizde de popülaritesi artan sütlü, hafif bir tatlı malum. Eğer iki şirketin patronu aynı Ali Kamil Melih Tanrıverdi’yse, özel harp teknikleri ile sütlü tatlılar arasındaki bağlantıya hep birlikte kafa yorabiliriz. Ya da hiç kafa yormayız, “sermaye böyle bir şey” der geçeriz. Tercih sizin.
Ekol Grup Güvenlik 
Diğer yandan, Sadat Yönetim Kurulu üyeliğine getirilen Mehmet Naci Efe’nin, Sadat dışında, Ekol Grup Güvenlik adlı şirketin yönetim kurulu başkanı olduğunu not düşelim. Şirketi tanıtan videolarda, Efe’nin akademisyen ve SAT komandosu olduğu, özel birliklerde görev yaptığı bilgileri aktarılıyor. 2 milyon TL sermayeli özel güvenlik şirketinin portföyünde Bakırköy Adliyesi, Üsküdar Üniversitesi gibi kurumlar var. Dr. Efe şirketin internet sitesinde profesyonel orduyla ilgili bir de makale paylaşmış. 
Saray’da başdanışmanlık, gayrinizami harp, sütlü tatlı, özel güvenlik derken, Erdoğan’ın bir tasarrufunun, domino taşı misali yaptığı değişimleri izlemenin öğretici olduğunu teslim edelim.
----- 
Not: Yarınki yargı yılı açılış töreni için CHP ile Türkiye Barolar Birliği’ne yapılan davet, davet nezaketini aşıp psikolojik baskıya dönüşme aşamasında. Milli bütçeye maliyet rakamları halktan kaçırılan Saray’ın, kozmetik bir Külliye’ye evrilmesine meşruiyet kazandırmak, bu ısrarın amaçlarından sadece biridir.

Çiğdem Toker/Cumhuriyet

29 Ağustos 2016 Pazartesi

" Hâkimiyet milletindir' desem, inanır mısınız?- İZZETTİN ÖNDER/SOL

15 Temmuz girişiminden sonra çelişen görüntülere tanık olmaktayız. İktidar, “İlahi lütuf” olarak gördüğü ve topluma gösterdiği, organize(!) kalkış ertesi politikasını, OHAL kalkanı altında fevkalade sinsi ve o derece de yanlış olarak iki ray üzerinde sürdürmektedir. İktidar, olağan dönemde toplumsal tepki ile karşılaşabilecek düzenlemeleri baskı altında kotarırken, kısmen sıkışmışlık, kısmen de uygulamayı kolaylaştırmak ve siyasi alan kaybına uğramamak için baskı ve şiddet uygulamalarını perdeleyici manevralar üretmektedir. Bir yandan başta Varlık Fonu olmak üzere, sermayeye tanınan ayrıcalıklar ve emekçi hakları gasp edilirken, diğer yandan da, dinci tabanına nasıl anlatacağı kuşkulu olan, “hâkimiyet milletindir” aldatmacası yanında, şirinlik göstergesi olarak, her fırsatta vurgulanan birlik ve beraberlik mesajları vitrine yerleştirilmektedir. Çelişkili gibi görünen bu süreçte hiçbir çelişki yoktur. AKP politikasının özünde bir değişiklik olmayıp, emperyalizme monte edilmiş ekonomi olağan rayında ilerle(til)mektedir. Bu koşullar altında, “hâkimiyet milletindir” desem, gerçekten inanır mısınız? Biraz daha ileri giderek şunu da sormak istiyorum: Parlamentodaki “Hâkimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir” ifadesinin gölgesinde 14 yıldır yaşadıklarımız ortada iken, niçin 15 Temmuz sonrasında, ani bir değişiklikle, hem ulusal birlik diye bir ilke ucundan hatırlandı, hem de hâkimiyetin millette olduğu dillendirilmeye başlandı ki, acaba? Kim hâkimiyet hakkından feragat etti ki, ortaya saçılanı millet sahiplendi?
Diktatör yöneticilerin en tipik yöntemi, ana amaçlarından ve yöntemlerinden kesinlikle taviz vermeden, görece tali alanlarda bu katılığı perdeleyecek uygulamalara yönelmek ya da ifadelere başvurmaktır. Böylece, perdeleyici zırhlar ya da aldatıcı yönlendirmelerle –ki, zamanımızda, bunlara algı operasyonu denmektedir- amaçlarını gizleyen dikta heveslileri politik hedeflerinde yoğunlaşır ve yaşam sürelerini uzatır. AKP politikasının özü budur.
Çevresel konumlu bir ülkenin ekonomisi bağımlı ise, siyaseti bağımsız olabilir mi? Komşumuz Yunanistan’da Aleksis Cipras, hem de Radikal Sol Koalisyon lideri olarak demokrat yöneticiliğe soyundu. Sonuç! Olmadı, olamazdı, çünkü Çipras’ın dış ilişkilerinden soyutlamadığı iç politikada halk tercihi de geçersiz kalmaya mahkûmdu! Bu arayışımızın yanıtını şu soruda bulabiliriz: Küreselleşen emperyalizmde çevresel konumlu ekonomilerde iktidara taşınan yerel diktatörlerin işlevi nedir? Belki, Büyük Ortadoğu Projesi eş-başkanlığı projesinde olduğu gibi bölgede emperyalistin hedeflerinin gerçekleşmesine hizmet etmek. Belki, aralarında doğrudan teması az olan büyük devletlere sıkça gidip-gelerek, büyük devletlerarasında iletişim aracılığı yapmak. Ama en önemlisi, iç ekonomide halkın ve emekçilerin gırtlağına basarak emperyalistlere faaliyet ve kâr alanı açmaktır. Sistemler bütünselliklerdir; tüm elemanlarını ihtiva eder, aralarındaki ayrılıkları törpüler ve yabancı unsurları da sistem dışına iter. O nedenle, sivrisineklerle değil de, bataklıkla uğraşmalıyız. O bataklık da, ekonomik sistem ve onun emperyalizm aşamasıdır. Sivrisineklerle de tabii ki mücadele edeceğiz, ama ana bataklığı biran bile akıldan çıkarmadan. AKP ile mücadele edeceğiz, gasp edilen emekçi hakları ile mücadele edeceğiz, Varlık Fonları ile mücadele edeceğiz, ama bizim beğenmediğimiz ortama sermayenin methiyeler düzmesini de anlayacağız, bizim mücadele ettiğimiz ortama Batı’nın müsamahakâr bakmasını da anlayacağız. Hatta ülke siyasilerinin Batı’ya sert çıkışlarını da(!) anlayacağız.
Sistem kapitalizm, biz de bu sisteme göbekten bağlı olduğumuza göre, iç politikaları anlamak demek, ülke siyasetçilerinin üzerinden Batı’nın dilini ve tercihini okumak demektir. Bunun için de bir yandan Batı güçlerinin, örneğin ABD, Rusya, Çin ve AB ülkelerinin aralarındaki göreli güç dengeleri ve mücadelelerini anlamalıyız, diğer yandan da kan emici bu ekonomilerin, kendi çıkarlarına göre, çevresel ekonomileri yönlendirici politikalarını yorumlamak zorundayız. Böylesi büyütülmüş resim böyle bir yazıyı da, beni de aşar. Zaten amacım da bütünsel bir analiz yapmak değil –bu, hiç haddim değil- beni rahatsız eden bazı konuları gündeme getirmektir.
Desem ki, “2008 krizi ABD’de, finans kesiminde oluştu.” Bu cümledeki üç yanlışı görebilir miyiz? Bir defa, kapitalizmin üçüncü büyük krizi finans kesiminde değil, reel kesimde, 2008 yılında değil, çok önceleri başladı, finans kesimi krizi 2008’e dek öteledi. Bu ifade ile bilimsel görüntü altında, sadece sizlere üç yanlış şey söylemiş olmadım, çok temel kriz nedeni olan kapitalizmin gelişme aşamasını, yani sistemi geri plana çekerek, krizden masun kılmış oldum. Kısacası, totolojik yaklaşımla görüneni anlatarak dikkatleri sistemden mekanik görüntüye çekmiş oldum. İşte, günümüz iktidarı da, aynen 2010 “yetmez, ama evet” anayasa referandumundaki yöntemi ile sempatik görüntü sergileyerek,  emperyalistlerin emeline hizmet eden adımlar atmaktadır. OHAL kalkanına sığınarak emekçilerin haklarına saldırı, zorunlu bireysel emeklilik, Varlık Fonu ve kara para aklama hükümleri sermaye ve emperyalistlere hizmet ettiği için, fevkalade anti-demokratik olmalarına rağmen, bu kesimden onay alabilmektedir. Bu acı ilacın halka içirilebilmesi ise, hâkimiyetin millette olduğu gibi, bizzat siyasi liderlerin dahi inanmadığı ifadeden tutun da, milli birlik ve beraberliğe vurgu ve toplum üzerinde devamlı tehdit algısı operasyonları sürdürülmektedir. “Milli hâkimiyet” sloganları ile ümmet kavramından, millet kavramına evirildiği görüntüsü yanında, devamlı milli birlik ve dayanışma pompalanması yapılırken, bir kesimin zorlaşan yaşam koşulları karşısında ufak bir kesimin şaşaalı yaşamının toplum üzerindeki olumsuz etkisinin algılanması engellenmeye çalışılmaktadır. Sömürü ve sınıflar arasındaki uçurum algılaması anlık olmadığından, sistemin gerçek yüzünün topluma ve emekçilere yansıtılması da mücadele bilincini anında uyandırmaz, ancak algılama kanallarını açık tutar.
Kapitalizmde millet dokusu içinde emekçiler ile patronlar arasında sınıf çatışması piyasa ortamında oluşur. Güvenlik amacıyla ihdas edilmiş olan OHAL perdelemesi altında siyasilerin yaptığı ise, hukuken ve siyaseten fevkalade yanlış ve etik dışı olarak, piyasada oluşan sistemik baskı ve sömürü mekanizmasını siyasi kararlarla yoğunlaştırmaktır. İşte size, halkına saygılı, demokratik anayasa(!) inşasında ısrarlı ve hâkimiyetin millette olduğunu ileri süren siyasal erkin asıl zihniyeti! Muhalefete gelince, biri hariç, diğerleri karanlıkta far huzmesi altındaki tavşan misali gibi bir görüntü veriyor.
 İZZETTİN ÖNDER/SOL

28 Ağustos 2016 Pazar

İlber Ortaylı: Türkiye'yi cahiller yönetiyor-Ceren Çıplak/Röportaj-Cumhuriyet

Tarih profesörü İlber Ortaylı, milletvekillerinin çoğunun avukat ve müteahhit olduğunu ve bunun tesadüf olmadığını vurgulayarak ‘O yüzden hukuk ve inşaat işleri iyi yürüyor herhalde!’ diyor. ‘Cahil’ tanımından siyasiler de payını alıyor. Ortaylı, ‘Türkiye’yi cahiller yönetiyor, ama görgü ayrı bir şey. Herkes âlim olmadığına göre cahiller de yönetir. Burada nispeti fazladır’ diyor.

Tarih profesörü İlber Ortaylı’yla Kadıköy Kütüphanesi’nde buluşuyoruz. Odaya girdiğim andan itibaren tatlı huysuzluğu başlıyor. “Merhaba” bile demeden “Ne soracaksınız bana” diyor. Anlayacağınız, dakika bir gol bir. Önümüzdeki dakikalar içinse tedirginim. Ama öncelikle söyleşi sonrasını anlatmak istiyorum.
Sohbetimiz bittikten sonra Kadıköy’den Beşiktaş’a geçmek için beraber vapura biniyoruz. Öyle bir ilgi var ki İlber Ortaylı’ya! Sanki Tarkan bindi vapura! “E, ben milletin hocasıyım” diyerek karşılıyor durumu.
Vapurun üst katındaki açık alanda oturuyoruz. İnsanlar etrafımıza geliyorlar. Vapur adeta açıkhava soru sahnesine dönüşüyor. Herkes “Hocam” diye başlıyor söze. Rüzgâr bir yandan, sorular bir yandan esiyor... Çırağan Sarayı’nı görüyoruz. Genç delikanlı “Hocam Ak Saray mı güzel, yoksa bu saray mı” diye soruyor. İlber Ortaylı da hafiften tersleyerek “Ne bileyim evladım Ak Saray’ı görmedim ki” diyor.
Ben de sohbetimizde daha önce de kadınlara yönelik fırçalarına çokca şahit olduğumdan “Kadınlara gareziniz mi var” diye soruyorum. Yazma diyor yanıtı. Yazmıyorum. Vapurdaki kadınlara “Bu gazeteci bana kadınlara garezin mi var diye soruyor, sizce var mı?” diye soruyor. Halk, Hoca’yı seviyor: “Hayır Hocam yok öyle bir şey” diyorlar. Ortaylı, bana dönüp “Senin değil halkın sesi önemli” diye yapıştırıyor cevabı. Önceki gece televizyon programında kendisine yöneltilen “Pensilvanya’ya gittiniz mi” sorusuna sinirlenmişti Ortaylı, ben de bu soru yağmuru arasında “Peki demokrasi nöbetine gittiniz mi?” diye soruyorum, “İşim vardı gitmedim, dişim ağrıyordu” diyor.
Söyleşinin başına dönecek olursa sohbeti İlber Ortaylı şöyle başlatıyor:
İlber Ortaylı: Evet ne soracaksınız bana?
- Ceren Çıplak: İlk olarak ‘Nasılsınız’ desem?
İ.O: Biliyor musun hırs çok kötü bir şey. Hepinizde hırs var. Mutlu olmaya çalışın, yaptığınız iş iyi olduğu için okusunlar. Genel yayın yönetmeni olayım diye gazeteci olunmaz. Bunu unutma.
- Türkiye’de kadın olmak her alanda daha fazla mücadele gerektiriyor, o kadar baskı ve şiddet var ki...
Hiç baskı, şiddet yok. Evet bir kısımda var, ama diğer kısım da çok şımarık. Türkiye’deki bazı kadınlar çok şımarık. “Ayy bu memlekette yaşanmaz” diyorlar.
- Sizce bu memlekette yaşanmaz mı?
Yaşanmaz, ama şu anda yaşanmaz.
- Neden yaşanmaz? Çok mu ‘cahil' var?
Herkes âlim olmadığına göre...
- Peki, Türkiye’yi cahiller mi yönetiyor?
Türkiye’yi zaten cahiller yönetiyor, ama görgü ayrı bir şey. Herkes âlim olmadığına göre cahiller de yönetir. Bütün dünyada bu böyledir. Burada nispeti fazladır. Bir de çok cüretkâr burası.
- Politikacılar mı cüretkâr?
Evet, iktidarı da muhalefeti de çok cüretkâr. Bilmeden çok cüretkâr oluyorlar. Darbede bile gördük cahil olduklarını.
- En son ne zaman gittiniz Beyoğlu’na? Beyoğlu artık Laleli-Merter karışımı mı?
Entelektüel takım artık Beyoğlu’nda tur atmaz. Onun için bu normal. Şimdi Araplar geziyor en çok. Kaliteyi düşüren enterasan bir kalabalık var Beyoğlu’nda. Bombalar patlıyor, insanlar gitmiyor ama Anadolu’dan gelen gençlerin gözü pek, iki gün gitmeseler üçüncü gün giderler.
- Peki, genel anlamda giyim kuşamda bir değişim görüyor musunuz?
İyi bir değişim var. Konfeksiyon, tekstil sanayimiz iyice gelişti. Ben 50’leri 60’ları bilirim, altını üstünü uyduramazlardı, ama şimdi ucuz mal satılıyor.
En ucuz ayakkabının, en ucuz elbisenin bile bir albenisi var. Millet renk uyumunu öğrenmeye başladı. Merter’deki mağazaya git 40 TL’ye giyinir çıkarsın. İnsanlarımız değişti. Nesil değişti. Artık insanlar kapalı ailelerde evlenmiyorlar. Alevi - Sünninin kendi içinde evlenme dönemi bitti.
- Aslında pek bitmedi...
Bitti şekerim. En azından Erzincan’ın Alevisi başka bir şehrin Alevisi ile evlenebiliyor. Çarpıklık da bitti. İnsanların birdenbire boyu posu uzadı. Coğrafyada yerini bilmediği bir adamın çocuğu olarak dünyaya geliniyor artık. O yüzden ırkımız da güzelleşti. Türkler güzelleşti. Gelişti.
- Peki kültürü gelişti mi?
Bu, çok güzel bir soru. Kültür gelişmedi. Türkler, ağzını açmasın. İstanbul Türkçesi kayboldu. İnsanlara Türkçenin diş öncesinde söylendiğini öğretemedik. Gidiyor Ajda Pekkan’a özeniyor. Ajda Pekkan’ı küçümsemiyorum ama Türkçe öyle olmamalı.
- Zeki Müren gibi mi konuşalım?
Evet, bal gibi de öyle konuşacaksınız. Zeki Müren Bursalıdır ve Türkçe konuşurdu. Türkçe çok basit, dişin öncesinde konuşulur, öyle yayarak konuşulmaz. Türkçe bilmiyorlar, seyrettikleri şeyler fevkalade aptal şeyler. Kaliteli film, dizi izlemiyorlar.
- ‘Demokrasi nöbet’lerinde mehter marşı çalınıyor, yeni açılan köprülere padişah adları veriliyor. Toplumda bitmeyen bir Osmanlı özentisi mi var?
Mehter takımını da seversin, Osmanlı tarihini de bilirsin. Cumhuriyettekilerin mi adını vereceksin? Var mı mimar? Sen Türkiye’de köprüye isminin verileceği bir mimar biliyor musun? O yeni olan Haliç köprüsüne mimarının mı adını vereceksin? Yoksa belediye başkanının adını mı vereyim, estağfirullah!
- Üçüncü köprüye “Yavuz Sultan Selim Köprüsü” denmesi tepki çekiyor, çünkü Alevileri katleden bir padişah olarak niteleniyor. Öyle mi?
Alevileri katletmesi meselesi tartışılıyor. Başbakan az zamanda çok iş yapan bir padişah olduğu için onun adını aldıklarını söylemişti. Büyük bir mimarın adı verilmeliydi. Mimar Sinan gibi...
- Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın politikalarının Osmanlı politikalarına benzetilmesine ne diyorsunuz?
Ben öyle olduğunu düşünmüyorum.
- Erdoğan’a neden padişah diyorlar? Padişaha benziyor mu?
Bu soruyu git Cumhurbaşkanı’na sor.
‘Davutoğlu döneminde dış politikamızda çok darbe yedik’
- Bugünkü Türkiye’nin gidişatını nasıl görüyorsunuz?
Bugünkü Türkiye bir imparatorluk kalıntısı. 3. dünya ülkesinde sandık demokrasisi ve kapitalist kalkınma yöntemleri ile başarlı olmuş, büyük bir sosyo-transformasyon geçirmiş bir ülke. Fevkalede renkli fakat uyuşma ihtimalimiz az. Bu üzücü. Burası çok güzel işler başarmış bir ülke. Bir komplo teorisi değil bu; Türkiye’nin büyümesinden ciddi olarak çekiniyorlar. Bizim sınırlarımızda çatışma isteniyor. Bu bir stratejik gereklilik olarak görülüyor.
- Türkiye’nin dış politikasını nasıl buluyorsunuz?
Diploması geleneğindeki zayıflamayı millet ittihatçılara atıyor ama öyle değil. Memuriyetin rutine dönmesi Sultan Abdülhamit devrinin eseridir. Günahı onundur. Bugün dış politikayı makro olarak henüz inceleyemedim, ama çok ciddi bir kadro sorunumuz var. Ahmet Davutoğlu döneminde dış politikamızda çok darbe yediğimiz kanısındayım. Bunlar inşallah kalıcı yaralar değildir. Şu yeni hükümet devrinde inşallah düzelecektir dedikleri gibi.

'Bugünkü siyasiler çok sıkıcı'
- Özel hayatınıza da bulaşalım. Sevgiliniz var mı?
Benim özel hayatım 70 yaşındaki bir âlimin özel hayatı. Hiçbir zaman senin koordinatlarınla uyuşmaz.
- Laf vurmayı ne çok seviyorsunuz...
Eee ne olmuş yani? Sen de açık verme.
- Yalnız mısınız?
Özel hayatımın büyük bir kısmı kızımla torunuma ait. Diğer kısmı da yazılarıma, kitaplarıma ve gezmelerime, konferanslarıma ait. Allah’a şükür oldukça yalnızım.
- Devlet katında da gördüğümüz bir aşk manzarası yok. Siz ki o kadar Hürrem Sultan - Kanuni Sultan Süleyman gibi nice aşkları okumuşsunuz... Peki, bugün devlet katında büyük aşkların olmamasını nasıl görüyorsunuz?
Göremiyorum. Herkes evinde yaşıyor galiba. Bunlar çirkin siyasiler; ne anlar aşktan. Hürrem - Kanuni güzel oluyor hikâyeleri... Bugünkü siyasiler ise sıkıcı.
 ‘En tehlikelisi yarı cahildir’
- Dile pelesenk olan cahillik konusuna gelecek olursak hepimiz Güneydoğu’da yaşananlara dair cahil değil miyiz?
Asıl tragedya bizim onları bilmememiz değil. Güneydoğu da kendisini bilmiyor. Şimdi bak karşımızda Kürdistan diye bir yer var. Bir kısmı Irak’ta bir kısmı Suriye’de. İran’ın Kürtleri fevkalede iyi insanlar. Benim gördüğüm en iyi müze Müderleri İran’ın Kürtlerindendir. Irak Kürt’ü de tarihini bilir, anneannesi Türkiye’dedir, Türkiye ile iyi geçinir. Türkiye’nin okumuş Kürt’ü de kendini bilmiyor. Kendi tarihini bilmeyen ve bilmemekte ısrar eden entelektüel sınıf bizdedir. Türkiye’nin okumuş Kürt’ü kendini biliyor mu ki okumuş Türkü de bilsin. O yüzden buradaki etnik ayrımcılık teranesi hiçbir şeyi çözmüyor.
- Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’nu özelleştirme riskinin devam ettiğini söyleyebiliriz. Tarihimiz adına çok riskli bir durum değil mi?
Tehlikeli görmüyorum. Büyük kayıp olarak görüyorum. Bu kurumlar iş gören kurumlardır. Bana kalırsa asıl hedef kurumların binaları! Binaları çok pahalıdır. Şimdi ne olacak bilmiyorum.
- Özelleştirme paranın ideolojisini devreye sokmaz mı?
Efendim onları seçiyoruz. Ne yapayım yüzde 50 seçiyor. Ben seçmedim.
- Yüzde 50 cahil mi?
Benden çok bildikleri belli.
- Kime cahil dersiniz?
Tonla dolu. Ne zannediyorsun. İş bilmez dolu bu ülkede. Geçen senelerde başkâtiplik için memur sınavı yapıldı. Yüzde 95’i kaldı.
- Pek çok kimseyi cahil diye aşağılarken ‘sevimli’ ya da ‘sevimsiz’ göründüğünüze dair kaygınız var mı?
Ne denir peki? Cahile cahil denir. Cahil herifler kendini bir şey biliyor sanıyor. Hiç gitmiyor musun kongrelere?
- Ben daha çok sanat etkinliklerine gidiyorum.
Onlar çok âlim sanki...
- Peki siz herkese cahil derken her şeyi bildiğinizi mi iddia ediyorsunuz? Yoksa neyi bilmediğinizin mi farkındasınız?
Benim neyi bildiğim beni ilgilendirmez. Cahili biliyorum ya.
- O zaman insanları cahil diye fırçalayacağınıza siz bir şeyler öğretseniz, güzel olmaz mı?
Tabii fırçalarım cahillik yapanı. Öğreten büyük adam olmak gibi bir niyetim yok.
- Ne alıp veremediğiniz var ‘cahil’lerle?
Cahil olmasınlar ne yapayım? Ama en tehlikeli adam cahil adam değildir, kimdir biliyor musun?
- Bilmiyorum.
Yarı cahil adamdır.
‘Türkiye’de kendini bilme hali yok’
- İstanbul’da tarih niye hiç korunamıyor?
Çünkü burada para faktörü var.
- Roma da bir Bizans kenti, İstanbul da. Roma’da her yer tarih, İstanbul’da her yer inşaat...
İtalyanlar da bizim kadar parayı severler, ama onlarda şuur vardır. Tarihleri ile varolacaklarını bilirler. Türkiye’de kendini bilme hali yok. Türkiye’deki adam vatan, millet, Sakarya, Türklük, Müslümanlık sempozyumları tertipliyor ama dedesinin evini bile korumuyor. Bu bir şuursuzluktur. Şuur çok önemli çünkü arkasında kimlik yatar. Para, kimliğin ve şuurun önüne geçmemeli. Mesela evindeki eski bir kitabı satıyorlar, o kitabı sattığında çaputun bile iyisini alamazsın, ne satıyorsun o zaman. Battı mı sana dedenin kitabı, dedenin okumuş bir adam olduğunu bilmek.
- İnsan ne için para kazanır?
PARA KAZANMAKyaşamak içindir. Güzel bir yerde, güzel binaların arasında, güzel bir tabiatta yaşamak ve yeme-içme için kazanılmalıdır. Şuurlu yaşamak için para kazanılmalıdır. Bu toplum Ankara’nın doğusundaki insanların hırsına göre yaşıyor. Bütün Karadenizliler partilere girerler ve milletvekili olurlar. Amaçları rahatça müteahhitlik yapmaktır. Parti de seçmezler. AKP, CHP, MHP’ye bak dolu müteahhit görürsün. Üç sene içinde on tane zırt pırt parti değiştiren müteahhit söyleyebilirim sana. Kendilerine de sosyal demokrat diyorlar. Ya sosyal demokrat nedir bilmiyorsun ya da müteahhitliği anlamamışsın. Milletvekillerinin bir sürüsü müteahhit. Çoğu da maalesef avukat. O yüzden hukuk ve inşaat işleri çok iyi yürüyor herhalde! Bu bir tesadüf olamaz. El birliği ile bir yerlere geliyorlar. Bu demokrasi değil o zaman. Böyle demokrasi mi olur? Belediye meclisine memur olan giremiyor! Var mı böyle bir hikâye?
- Demokrasiyi nasıl tanımlıyorsunuz?
Demokrasi çok güzel ve sihirli bir kelimedir. Demokrasinin şartlarından biri yazılı kanunlara bağlı olunmasıdır ve üzerinde uzlaşılmasıdır. Yani bir düğüne gittiğiniz zaman hepiniz oynayabilirsiniz fakat hiçbiriniz hangi yöreden hangi partiden olursanız olun gelinle damadın şerefine striptiz yapmazsınız. Herkes kendine göre ahmakça ve arsızca kurallar çıkarmasın. Sen hiç elbisenin poposuna kraliçenin resmini yapıştıran Britanyalı bir komünist gördün mü?

Ceren Çıplak/Cumhuriyet

26 Ağustos 2016 Cuma

‘Fırçalamak!’ - Meriç Velidedeoğlu

Sözlükler bu edimi (fiil), “temizlemek veya parlatmak için fırçayla sürtmek” diye açıklıyor; bu gerçek anlamının dışında da, “kendinden alt düzeyde olan birini çok azarlama” olarak belirtiyor. 
Değerli dostlar, “fırçalamak”tan söz etmemin nedeni, Başbakan Binali Yıldırım’ın geçen hafta bunu, “fırça yemek” biçiminde daha da somutlaştırarak kullanması. 
Başbakan’ın muhalefetle sürdürülen kimi görüşmelerinin bir sonuca bağlanamaması üzerine, partisinin yöneticilerinden, uzlaşmanın sağlanması için,“Cumhurbaşkanı’yla konuşalım!” önerisini, “Ben ikna edemedim!” diye yanıtlayıp; ardından “Fırça yemek istiyorsanız gidin!” diye ekler; böylece“Erdoğan” ile görüşmenin nasıl bir ortamda gerçekleştiğini, “fırça yemiş” bir “ Başbakan” olarak açıkça ortaya koyuverir. 
Öte yanda Erdoğan’ın -özenle bezenle- seçtiği Başbakan’ını “fırçalarken” neler söylüyordu ki, canı iyice yanan Başbakan, onca insana, “yediği fırça”yı açıkça ortaya koyuyordu, “sıkıysa gidip konuşun” dercesine... 
Ne var ki, artık günümüzde neredeyse yüz yıllık çağdaş bir hukuk devletinde böyle bir “üst yönetici”nin varlığından söz edilmeli mi? Eğer ediliyorsa, yönetici için “sağlıklı”bir tutum mu bu? Bu çizgiye gelen bir durumu hâlâ “olağan” görmeyi sürdürecek miyiz? 
Yanıtın ne olduğunu bildiğimiz halde insan yine de sormaktan kendini alamıyor... 
Ve yine de “tepeden” gelen “birlik beraberlik” çağrısının, “bütün” ülkemiz için, “tüm”halkımız için “yaşamsal” bir konu olduğunun ayrımında olmalıyız, dolayısıyla da bugünü, yarını iyice düşünerek, “özellikle” de “dünü” anımsayarak ele almanın bilincinde de olmak durumundayız. 
Değerli dostlar, kısa bir dile getirilişle de olsa, “dünü anımsamak” vurgusuna uysak diyorum; öyle çok gerilere değil, “Emine Erdoğan”ın “enkaz” dediği Kurtuluş Savaşı” dönemine uzanalım ve “Recep T. Erdoğan”ın “ayyaş” dediği “Atatürk”ün önderliğinde kurulan “Türkiye Büyük Millet Meclisi”nin “17 Mart 1921” günkü oturumunda konuşulanlara kulak verelim; ama önce kısa bir “giriş”. 
“Kurtuluş Savaşı” sürecinde Anadolu’yu kasıp kavuran, orduyu da uğraştıran iç ayaklanmalardan biri de “1921 Mart”ının ilk günlerinde beliren “KoçgiriAyaklanması”ydı; “İngiltere” tarafından başlatılıp desteklenen bu başkaldırıların amacı, Anadolu’da bir Kürdistan” devleti kurdurmaktı.
Ne ki bu ayaklanmanın haberi yayılır yayılmaz, “Meclis”e telgraflar yağmaya başlar, sözü edilen oturumda da okunur; bunlardan birinde, “Kürtler Türk Birliği”nden ayrılmak zihniyetinde bulunanları, kendi milletinden addetmezler. Kürtlerin mukadderatı, Türk’ün mukadderatıyla bağlıdır...” Ve bu telgraf, “İzoli, Aluçlu, Berickan, Bükler, Cürdi, Zeyve, Dayüken” aşiretlerinin reislerince imzalanmış. 
Bu birlik” çağrıları, İngiltere’yi düş kırıklığına uğratırsa da, İngiltere yeni bir “durum”yaratmakta gecikmez; Yunanistan’ın, “Birinci İnönü Savaşı” yenilgisinden sonra, hemen bir “Barış Konferansı” düzenleyiverir; hem “Osmanlı” hem “Ankara” hükümetlerini çağırır; bununla da yetinmez, Meclis’in “Kürt” kökenli milletvekillerine de ayrıca çağrı yapar; ne var ki sonuç yine aynıdır. Meclis’e gelen telgraflarda,“Konferans”ta “Kürtleri” de, Meclis’ce seçilen, “Büyük Millet Meclisi Heyeti”delegelerinin temsil edeceği bildirilir; ayrıca bu durum, kendilerine çağrı yapan Londra’daki “Düveli Muazzama” da iletilir. 
Bu birlik oluş” durumu sürdürülecektir, dönem emperyalizminin “us
ta” lideri İngiltere’nin tüm oyunlarına, ustaca engellerine karşın... 
Savaş sona erip barış sürecine girildiğinde, “Lozan”a gönderilecek delegelerin seçimi için yapılan tartışmalı bir Meclis oturumunda, “Dersim” (Tunceli) Milletvekili aşiret reisi Diyab Ağa”, söz alıp kürsüye çıkar, vurgulaya vurgulaya şöyle seslenir:Efendiler (...) bizim içimizde ayrılık gayrılık yoktur. Ne Kürtlük ne Türklük davası vardır. Hep biriz, kardeşiz. Ama düşmanlar bizi birbirimize sardırmak için tuzaklar kuruyorlar, sen şöylesin ben böyleyim diye(...) Ama biz kardeşiz!” (3.11.1922) 
Meclis ayaktadır, salon alkıştan inler... 
Bugün, “Diyab Ağa”nın adının söylenmesinin bile neden suç sayıldığı ortada;“bebeler”i bile öldürmekten çekinmeyeni “baştacı” yap, ama insanca “birlik” içinde yaşamayı önereni “hain” say... 
Ama artık bu durum sürdürülmemeli, son verilmeli...

Meriç Velidedeoğlu / Cumhuriyet

22 Ağustos 2016 Pazartesi

AKP ile nereye - YAKUP KEPENEK

AKP, merkez sağcı ve dinci partilerin mirasçısıdır. Tarihsel olarak bakıldığında, Türkiye’nin sağcı partileri önce ekonomik kalkınma, sonra hak ve özgürlük derler; sağcıların liberalizmi de sermayenin özgürlüğü ile sınırlıdır. 
AKP, Türkiye sağının geçmişte çok pahalıya mal olmuş olan bu geleneğini en aşırı noktalarına taşıyor; büyük imar işleri yaparken özgür beyinleri çiviliyor.


Bir çivi çakan saygın... 
AKP haklı olarak ülkeyi şantiyeye dönüştürdüğünü öne sürüyor. Konut, ulaştırma ve enerji alanında büyük yatırımlar yapıyor. 
Bu ülkenin imarı için bir çivi çakan saygındır. Sorun imar değil, imar işlerinin nasıl yapıldığıdır. İmar işleri, ekonomik ve teknik ön değerlendirilmeleri yapılmadan, doğal ve tarihsel çevreye verdikleri zarara bakılmadan yapılıyor; hukuksal ve toplumsal duyarlılıklar hiçe sayılabiliyor. 
Dahası AKP, çivi çakanın, yani kapitalistin kendi yandaşı olması için devlet gücünü de kullanıyor; bu da devlet-sermaye ilişkilerinde rüşvet ve yolsuzluğa yol açıyor; toplumsal yaşamda doğruluk ve dürüstlük eriyip gidiyor. Üstelik kapitalistin, çalışanlarının sendika hakkını tanıyıp tanımadığına, vergi siciline bakılmıyor. 
Bu tür büyük eksikleri, imarın hem ekonomik, hem de toplumsal maliyetini çok artırıyor. AKP’nin yalnız imar konusunda değil, hak ve özgürlükler konusunda bu tavan yapan kural tanımazlığı, bu gözü kara gücü nereden geliyor?

AKP beyni çiviliyor! 
Merkez sağ, aralarında ayrım yapmadan bütün sol düşünceyi düşman sayardı. AKP, iktidara geldiğinden bu yana siyasal İslamcı ideolojisinin dışında kalan bir hak ve özgürlük alanı tanımıyor; dahası kendisi gibi düşünmeyenleri düşman sayıyor. 
Böylelikle özgürlükler konusunda geçmişteki merkez sağcılara göre niteliği çok değişik bir tutum sergileyen AKP, kendi ideolojisini devletin tüm temel kurumlarına ve basından sanata, oradan emek-sermaye ilişkilerine uzanan toplumsal ilişkilerin tamamına yerleştirerek aslında toplumsal beyni çiviliyor. 
Her geçen gün bunun yeni bir örneği yaşanıyor. 
Bir toplumda adalet üç ayak üzerinde durur; iddia (savcı), savunma (avukat) ve karar (yargıç). AKP, daha önce adaletin iddia ve karar ayaklarını tamamıyla siyasallaştırmıştı; geçen hafta Türkiye Barolar Birliği’ni ve 71 ilin baro başkanını; yani adaletin insan hakları açısından en önemli ayağı olan savunma tarafını da çiviledi; hem de Atatürk Orman Çiftliği’ne her bakımdan tartışmalı bir biçimde yerleştirdiği Külliye’de! Bu arada beynini uzatmayan barolar ve onlara bağlı avukatlar da görevlerinin gereğini yaptılar; kutlanmayı hak ediyorlar.
Özellikle son iki yıl boyunca yürürlükteki anayasaya uyup uymadığı çok tartışmalı olan AKP, Yenikapı’da beynini çivilediği muhalefet ile birleşip Meclis’teki dördüncü partiyi dışlayarak; sonra da bunun adına birlik ve beraberlik diyerek, OHAL koşullarında anayasa yapıyor. Başta Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi olmak üzere Türkiye’nin taraf olduğu çağın özgürlük sözleşmelerinin yok sayıldığı OHAL koşullarında anayasa değil, olsa olsa o halin, daha doğrusu bu halin anayasası yapılır! 

Her gün şehit haberleriyle sarsılan ülkede muhalefetin, barışçı seçenekler oluşturacak yerde AKP hükümetine dönüp terörü sonlandırmak için muhalefetten ne isterseniz vermeye hazırız demesi, tam bir çivili beyin göstergesidir. 
Bu durumda AKP’ye ısrarla sormak gerekiyor: 2023’te nasıl bir özgürlükler Türkiye’si hedefliyorsunuz? 
Bilen varsa açıklasın; yoksa, çivilediklerine soralım; AKP ile nereye?

Yakup Kepenek/Cumhuriyet

Lanetlemeyin, engelleyin artık-ÇİĞDEM TOKER

Bir çocuk. 12-14 yaş aralığında. Bir kına gecesi, sokak ortası. Üzerine sarılmış patlayıcının pimini çekiyor. Çocuk parçalanarak patlıyor. Onunla birlikte düğündeki onlarca çocuk. Havaya uçuyor, bedenleri paramparça oluyor. On saniye önce dokunduğu, elini tuttuğu çocuklarının, yaşarken kıyamadığı bedeninin parçaları sokağa yere yapışmış. 
İnsanın masa başında, eli ayağı birbirine dolanmadan, yanlış tuşlara basmadan, şu sözcükleri yan yana dizmesi bunca zorken, dört evladını birden aynı dakikada, aynı vahşet sonucu kaybetmiş bir annenin ıstırabını anlamak imkânsızdır. 
İmkânsız olmayan ise bu satırlar yazılırken, siz bu cümleleri okurken barbarların sıradaki saldırıya hazırlandığını bilmektir.

İradesi sakatlanan, sonucu geçersiz kılınan 7 Haziran seçimlerinin ardından yaşadığımız Suruç Katliamı’ndan bu yana iflah olmadı bu ülke. 
O tarihten beri IŞİD imzalı canlı bomba saldırılarını hatırlayın. 
İstanbul, Ankara, Bursa, Gaziantep’deki sayıları onun üzerine çıkan katliamlarda ölenleri, ömrün baharında biten hayatları, kan içinde kalan sokakları, genzimizi tıkayan yanmış vücut ve kan kokularını, kimsenin istifa etmediğini ve IŞİD’in hiçbirini üstlenmediğini hatırlayın. 
Ve sonra düşünün bir kez, hangisinde yarıştırılan lanet demeçlerinin bir sonrakini engellediğini. 
Şehir merkezlerinde burnumuzda kan kokuları, bundan daha kötüsü olmaz dediğimiz ne varsa hep daha kötüsü oldu.
***
AKP iktidarının, “IŞİD’e kıyamamak” gibi bir derdi olduğu müddetçe, daha kötülerin sonu gelmeyecek. 
Bu derdi örgütün adını anmaktan başlayarak yaptıklarını sorgulamayı reddetmeye kadar her alanda görebilirsiniz.
Adından başlayalım. Daha önce işlendi, yine hatırlatma zamanı. 
Biz IŞİD dedikçe iktidar kadroları neden özenle DAEŞ diyor? Neden Irak Şam İslam Devleti’nin yalın bir kısaltması dururken, IŞİD yerine farklı bir kısaltma kullanıyor? 
Çünkü DAEŞ, IŞİD’in Arapçadaki orijinal adı olan “Ad Davla al-İslamiya fil-‘Irak ve eş-Şam” Arapça kısaltmasının okunuşu. Bu kısaltma kullanılınca da İslam sözcüğünü simgeleyen İ harfi söylenmemiş oluyor. 
Bu harfi pas geçerek neyi murat ettiklerini iktidar kadroları daha iyi biliyordur. Kesin olan şu ki, IŞİD demedikçe barbarlığın etkisi seyreliyor. 
Ama bundan daha önemli olan “kıyamama” konusu parlamento cephesine ilişkin.
AKP iktidarı bugüne dek muhalefetten IŞİD’in araştırılmasına ilişkin olarak gelen hiçbir girişimi kabul etmedi. Hiçbirini. Buyrun:
• 14 Ağustos 2014 - CHP Milletvekili Ali Serindağ ve 30 milletvekili: IŞİD’in Gaziantep başta olmak üzere birçok sınır ilimizde, dernek ve internet sayfaları üzerinden kendine eleman topladığı, hücreler oluşturduğu, eğitim verdiği artık iddiaların ötesine geçmiştir. 
• 20 Şubat 2015 - HDP Grubu 
• 29 Temmuz 2015 - CHP Grubu 
• 12 Ocak 2016 - HDP Grubu 
• 29 Haziran 2016 - HDP önergesi 
IŞİD katliamlarının araştırılmasını, gerekli önlemlerin alınmasını ısrarla talep eden bu önergelerin bir kısmı ise doğrudan doğruya Gaziantep’teki IŞİD örgütlenmesini konu alıyordu. 
Hepsi reddedildi. Bir kısmı AKP, bir kısmı da AKP - MHP oylarıyla. 
Ne sanıyor bizi yöneten kadrolar? Onu bunu samimiyet testine davet etmek, hepimizi lanet yarışında hizalamak ölenleri mi getirecek, sıradaki katliamları mı engelleyecek? 
AKP ve onun bizi yöneten siyasi kadroları, her şeyi bir kenara bırakıp IŞİD’i TBMM’de tartışmaktan neden kaçtığını açıklamak zorunda. 
Neden Varlık Fonu kanununu, çocuktan bomba yapan bir barbarlar ordusunu araştırmaktan daha değerli bulduğunu.

Çiğdem Toker/Cumhuriyet

20 Ağustos 2016 Cumartesi

Bir kanalın fıtratı-NECATİ ÇITAK

General Noriega eski bir CIA ajanıydı. 1950’lerde CIA'in en değerli istihbarat kaynaklarından biri olmasının yanı sıra, Orta ve Güney Amerika boyunca ABD destekli kontrgerilla güçleri için yasadışı silah, askeri teçhizat ve nakit sağlanmasında birincil kanallardandı. Sonrasında ABD onu Panama ordusunun içine yerleştirmiş ve yükselmesini sağlamıştı.
1980’lerin sonunda ABD’nin çıkarları onunla çatışınca ABD onu ekarte etmek ister. Noriega’ya seçimlere hile karıştırmak, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı yapmak, muhaliflerini öldürmek ve ABD haber alma kuruluşlarının sırlarını Küba'ya satmak gibi suçlamalar yapılır. Dönemin Panama Devlet başkanı Delvalle'in bunlara karşın Noriega'yı desteklemeyi sürdürmesi kitlesel protesto gösterilerine ve aylarca süren grevlerin başlamasına neden olur. Ama Delvalle onun arkasında durur. General’in Şubat 1988'de iki ABD federal büyük jürisi tarafından uyuşturucu kaçakçılığı ve dolandırıcılıkla suçlanması ve ceza alması üzerine Panama Devlet Başkanı, Noriega'yı görevden almak zorunda kalır.
Ancak Panama Ulusal Meclis’i ertesi gün Noriega'nın baskısıyla Delvalle'in başkanlığının sona erdiğini açıklar. Bu durum meclisin de Noriega’nın hakimiyetine geçtiğini göstermektedir. Bunun üzerine ABD yönetimi Panama'ya mali ve diplomatik savaş açar. Panama bayrağı taşıyan ticari gemilerin ABD limanlarına girmesinin yasaklanması, ayrıca Panama'ya ödemelerin kesilmesi nedeniyle ortaya çıkan nakit sıkıntısı ücretlerin ödenememesine ve grevlere neden olur.
Dış ve iç baskılara rağmen Norriega geri adım atmaz. ABD birlikleri 20 Aralık 1989'da Noriega'yı devirmek için ülkeyi işgal harekatına başlar. ABD başkanı George H. W. Bush harekatın ilk günü sabah saatlerinde yaptığı konuşmada operasyonun amaçlarını dört noktada toplar:
- Panama'da demokrasiyi yeniden kurmak
- Panama'daki Amerikan vatandaşlarını korumak
- General Noriega'yı ele geçirmek
- Panama Kanalı'nı korumak
İlk iki amacı ABD’nin her işgalde amaçladıkları malumunuz. General Noriega’nın kim olduğunu kısaca belirtmek gerekirse Noriega kimi zaman Saddam Hüseyin, kimi zaman Kaddafi, kimi zaman Usame Bin Ladin, kimi zaman da Kenan Evren olmuştur ve dünyanın dört bir yanında adı değişse bile amacı değişmemektedir. Noriega, yukarıda belirttiğim diğerleri gibi ABD’nin beslediği sonradan sahibini ve halkını sokan bir akreptir. Bu kişileri tartışmayı başka zamana bırakabiliriz. Bu yazıdaki asıl amacım emperyallerin kuklaları değil. Asıl amacım dördüncü maddeye dikkat çekmek. Korumak istedikleri Panama Kanalı 102 yıl önce bugün yani 15 Ağustos 1914’de hizmete açılmıştır.
Atlas Okyanusu’ndan Büyük Okyanuѕ’a geçişi kıѕaltabilmek için böyle bir kanal gereksinimi 1600’lü yıllardan beri dillendirilse de en gerçekçi proje 1881 yılında yapılmıştır. Projeyi Süveyş Kanalı'nda yaşadığı başarı ile büyük kar sağlayan ve Fransa'da önemliFİNANSMAN kaynağı yaratan Ferdinand de Lesseps’in sahibi olduğu Fransız bir şirket alır. Şirket 120 milyon dolar karşılığında 6 yılda bu kanalı yapmayı taahhüt eder. Süveyş Kanalı’ndan aldıkları tecrübeyi Panama Kanalı’na aktarabileceklerini düşünmüşlerdir.
De Lesseps Süveyş Kanalı gibi deniz seviyesinde bir kanal planlamıştır. Ayrıca ekipman ve iş gücü transferi için tren yolunun önemli olduğunu düşündüğü için aynı zamanda tren yolu inşaatı da başlar. Ama kanalın yapılacağı yeri çok az ziyaret etmiş ve de yılın sadece üç ayı süren kuru iklimde gezmiştir. Adamları Chagres Nehri’nde kanal yapımına başladıklarında yağmur ile tanışırlar ve 10 metreye kadar ulaşan sel karşısında çaresiz kalırlar. Sonraki yıllarda Eyfel kulesini yapacak olan mühendis Gustave Eiffel’in 11 metrelik dev beton kilitleri ile bu sorunun üstesinden gelinmeye çalışılır.
Ayrıca sıkı ormanlarda yaşayan zehirli yılanlar, böcekler ve örümcekler haricinde sarı humma ve sıtma (ve diğer tropikal hastalıklar) ile savaşmak zorunda kalırlar. Hatta 1884 yılında ölüm sayısı aylık 200’e kadar ulaşır. Halk sağlığı önlemleri etkisiz kalır. Çünkü bir hastalık vektörü olarak sivrisineğin rolü henüz bilinmemektedir. Koşulların Fransızlar tarafından küçümsenmesi ile beraber düzeltici faaliyetler uygulanmaz. Yüksek mortalite deneyimli işgücünü korunmasını engellemeye başlar.
İklimin, sarı humma ve sıtmanın zorluklarına birde doğanın zorlukları eklenir. Aşılması gereken dağlardaki taşların kesilmesi zordur. Onun için getirilen ekipmanlar iklim ve nem dolayısıyla paslanır. 1889 yılının başında yani 8 yıllık sürede 77 km’lik kanalın sadece 5 km’lik kısmı açılabilmiştir. Şirket aynı yılın sonunda 287 milyon dolar harcama yaptığını, 22 bin kişinin kanal, 12 bin kişinin de tren yolu inşaatında öldüğünü açıklayarak batar. Çalışmalar yasaklanır. Sorumlular hakkında soruşturma açılır. Sonuçta her şey fıtrat değildir. 1892 yılında De Lesseps suçlu bulunur ve 5 yıl hapse mahkum edilir. Ancak 88 yaşında olduğu ve hasta olduğu için ceza iptal edilir. Lesseps 2 yıl sonra ölür.
1894 yılında asıl amacı biraz kar ile kanal projesini Amerika’daki şirketlere satmak olan ikinci bir Fransız şirketi projeyi devralmak için oluşturulur. Birkaç bin kişilik asgari işgücü vardır. Şirket ABD’de 109 milyon dolara bu projeyi satmak için faaliyetlerde bulunur. Bu sırada kanal içinde bazı girişimlerde bulunan şirketin en büyük ortaklarından mühendis Bunau-Varilla deniz seviyesinde bir kanal oluşturmaktansa aşamalı bir göl kanalı fikrinin daha gerçekçi olduğunu ortaya koyar. Ve proje bu yönde yavaşta olsa ilerlemeye başlar.
Bunau-Varilla ABD kamuoyunda bu kanalın gerekliliği ve önemi hakkında haberler çıkarsa da dönemin ABD başkanı Grover Cleveland’ın antiemperyalist bir görüşe sahip olması bu planlarını bozar. Ancak 1898 yılında ABD ile İspanya arasında ortaya çıkan Küba sorunu sonrasında iki ülke arasında savaş çıkması ve de savaşı ABD’nin kazanarak İspanyolların Amerika kıtasındaki tüm kolonilerini kaybetmesi gidişatı değiştirir. Çünkü bu durum ABD’nin Amerika kıtasında geniş bir alana yayılmasına ve deniz aşırı toprakları olan büyük bir güç haline gelmesine sebep olur. Bu da ABD’nin Atlas Okyanusu ile Büyük Okyanuѕ arasındaki geçişin ne kadar önemli olduğunu fark etmesini hızlandırır. Ardından 1899 yılında ABD Başkanlığı’na Theodore Roosevelt gelir.
Böylece tüm taşlar yerine oturmaya başlamıştır. ABD senatosu ve başkanı böyle bir kanal gereksinimini kabul eder. Ancak Nikaragua’ya yapılmasının daha iyi olacağı konusunda sesler daha çok çıkmaktadır. Çünkü hem Nikaragua bir ülkedir hem de orada yaşayan halk daha kompaktır. Bu da kanalın daha kolay ABD himayetine verilmesini kolaylaştıracaktır. Panama ise Kolombiya’nın himayesindedir, çok kosmopolittir ve ülke içinde iç karışıklık vardır. Bunau-Varilla Nikaragua’nın Momotombo dağının lav püskürtmesi ile ilgili posta pulları ve resimler bastırır. Ayrıca 100 milyon dolarlık projenin 40 milyon dolara satılması için lobi faaliyeti yapar ve projenin fiyatının düşürülmesini sağlar. Bu olaylar Panama’daki kanal projesinin alınarak yapılması için kamuoyu oluşmasına sebep olur. Kanalın nereye yapılması için yapılan oylama sonucunda beş oy fark ile Panama’ya kanal yapılması kararlaştırılır. 1902 yılında çıkarılan yasa ile Panama Kanalı hadisesi sonuca bağlanır.
1903’de ABD ile Kolombiya arasında bir ön anlaşma imzalanır. Buna göre 10 milyon dolar hibe verilecek, kanal ile etrafındaki belli kısım arazinin ebediyen yenilenebilir kira ile yıllık ödeme şeklinde ücretlendirilecektir. Ancak Kolombiya senatosu kanalın ve etrafındaki arazinin kiralanmasına sıcak bakmaz ve anlaşmayı reddeder. Bu ABD için jeopolitik bir kayıptır. Kolombiya’da devam eden iç karışıklığın iç savaşa dönmesi ABD’nin imdadına yetişir.
ABD Panama’lı muhafazakarların yanında olduğunu deklare eder ve açıktan siyasi, gizliden de silah yardımı yapar. ABD donanması Kolombiya kıyılarına kadar gelir. ABD’nin desteği sonuç verir ve ABD savaş gemisi Wisconsin’de imzalanan anlaşma ile iç savaş sona erer. Panama Kolombiya’dan ayrılarak ayrı bir ülke olur. Panama ABD tarafından tanınır ve ABD’de Panama Kanalı için lobi faaliyetleri yapan Bunau-Varilla Panama’nın ABD Büyükelçisi olur. İki gün sonra Panama Kanalı için görüşmelere başlanır. Başına geçirilen kukla hükümet ile ‘’yasal’’ zeminde yapılan görüşmelerin sonunda daha önce Kolombiya’ya yapılan teklifin aynısı hemen kabul ettirilir. ABD’ye 99 yıllığına kanal kiralanır, kira olarak yıllık 250 bin dolar verilecektir. Ayrıca kanalın her iki tarafındaki 10 millik alan da ABD’nin hakimiyetine geçer. ABD kanalın güvenliğini bozacak bir durumda Panama’ya müdahale etme hakkını da bu anlaşma ile elde eder.
1904 yılında çalışmalara başlanır. Fransız şirketten miras kalanlar tüketilmiş işgücü ve karmakarışık bir altyapıdır. Tren yolunun önemli olduğunu bildikleri için öncelik buna verilir. ABD’den getirilen buhar makineleri yardımıyla çalışmaya başlanır. ABD bir Kanal Komisyonu (ICC) kurar. Komisyon hem daha önceki tecrübeleri inceler hem de altyapı gereksinimlerini belirleyip önlemleri almaya başlar.
Sıtma ve sarı hummanın kontrolü Panama Kanalı’nın inşaatı için hayati önem taşıyordur. Bu iki hastalığın nedenleri 1800’lerin sonuna kadar bilinmediği için Panama’da yapılan hastalık kontrol çabaları büyük ölçüde etkisiz olmuştur. 1894’de Çin’de Gümrük Sağlık Memuru olarak çalışan Patrick Manson sıtmanın sivrisinek sokmasıyla taşınan bir hastalık olduğunu Hindistan'da İngiliz Binbaşı Ronald Ross’a ima etmiştir. 1897 yılında Ross sıtmalı hastaları sokan Anofel sivrisineklerinin karnında sıtma parazitini keşfeder. Ardından yaşam döngüsü ile hastalık arasındaki ilişkiyi ortaya çıkararak Anofel’in sıtmanın aktarılmasında zorunlu bir faktör olduğunu tanımlar ve 1901 Nobel Ödülü’nü alır.
1900 yılında İspanya-Amerika Savaşı’nda Küba’da sarı humma nedenli ölümler dehşet verici rakamlara ulaşınca ABD ordusundaC. Finlay, J.Carrol ve William Crawford Gorgas’dan oluşan bir sağlık komisyonu kurulur. Bu komisyon taşıyıcı sivrisinek teorisini kullanarak sarı hummaya da bir sivrisinek türünün (Aedes aegypti) neden olduğunu kanıtlar.
Tüm bu gelişmeler ve kanıtlar başta Panama Kanalı olmak üzere tropikal bölgelerdeki programlar için bir gün ışığı olur. Bu gelişmeleri değerlendiren Kanal Komisyonu hastane ve sanitasyon başkanı olarak 1904 yılında Albay William Crawford Gorgas’ı atar. Gorgas Küba’da sıtma ve sarı hummaya karşı büyük başarı elde eden ekipte yer almıştır.
Panama bölgesi sivrisinekler için ideal bir ortamdır. Yüksek sıcaklık yıl boyunca çok az değişmektedir. Yağışlar dokuz ay sürmekte ve alanın iç tarafları sivrisineklerin üremesi için ideal tropikal ormanlarına sahiptir. Kanal rotası boyunca 30 köy bulunmakta venüfusun altıda biri her hafta boyunca malarya atağından mustarip olmaktadır. Bunlarda göz önüne alınarak Gorgas ve ekibi tarafından sarı humma ve sıtma yayılmasını en aza indirmek için bir dizi tedbir uygulanması için planlama yapılır. Sivrisinek kontrolü için kesinlikle zorunlu yedi temel programın dahil olduğu entegre bir program başlatılır. Gorgas Panama’yı 11 bölgeye ayırıp (dördü kanal boyunca olacak şekilde) her bölgede ayrı ayrı ekipler oluşturarak bu programı uygulamaya koyar.
1. Drenaj: Tüm köylerin 200 metre ve tüm evlerin 100 metre yakınına kadar ki havuzlar boşaltılır. Zeminleri beton ile örtülür. Ayrıca içilecek su ihtiyacı büyük su depolarına dolan yağmur suları ile karşılandığından ulusal temiz içme suyu projesi başlatılır.  
2. Çimlerin ve çalıların kesilmesi: Ayak boyunun üzerindeki tüm çim ve çalılar kesilir.
3. Petrolleme: Sivrisineklerin larvalarını öldürmek için uygulanır. Petrol dolu varillerden su yüzeylerine ve küçük akarsuların yüzeyine petrol ile bir filtre oluşturulur. Bunun için toplam 700 bin galon petrol harcanır. 
4. Larva mücadelesi: Petrollemenin etkisiz olduğu durumda uygulanır. Ancak o zaman böcekler için ticari bir ilaç yoktur. Dr. Le Prince tarafından fenik asit, reçine ve kostik sodadan bir karışım geliştirilir ve larvisit olarak kullanılır. 124 bin galon larvisit kullanılmıştır.
5. Profilaktik Kinin: İnşaat hattı boyunca kurulan 21 dispanserde tüm işçilerin ücretsiz alabileceği Kinin dağıtımı yapılır. Bunun haricinde tümOTEL ve pansiyonların duvarlarına kinin dağıtılan yerlerin isimleri yazılır. Ortalama olarak iş gücünün yarısının her gün profilaktik dozda kinin alması sağlanır. Bu program ile yıllık ortalama bir ton profilaktik kinin dağıtılmıştır.
6. Tarama: Tüm hükümet binaları ve çeyrek sivrisineklere karşı taranır.
7. Yetişkin sivrisineklerin öldürülmesi: Sivrisineklerin genellikle beslendikten sonra çadır veya evde kaldığı fark edildiğinden gündüz evler kalan erişkin sivrisinekleri toplamak için toplayıcılar oluşturulur. Öldürülen her sivrisinek laboratuarda Dr. Samuel T. Darling tarafından incelenir. Bu işlem oldukça etkili olur.  Ayrıca ülke geneli için kişi başı yıllık maliyetin 3.5 dolar gibi düşük bir rakam olması da işin maliyet olarak da ucuza halledildiğini göstermektedir.
Ayrıca hastalığın tanısının konulduğu kişiler için karantina uygulaması, kolonize olmuş evlerden sivrisineklerin eradike edilmesi için kükürt ve pireotu ile fumigasyon gibi uygulamalarda yapılır.
Bu programın sonucunda sarı hummanın eradikasyonu sağlanır, sıtma ölümlerinde ise dramatik bir azalma olur. İşçilerde sıtma nedeniyle ölüm oranı Kasım 1906’da binde 11.59 iken Aralık 1909’da binde 1.23’e düşer. Toplam nüfus içinde binde 16.21’den üç yıl içinde binde 2.58’e geriler. Hastane yatışları da azalmıştır. İş gücü arasında sıtma nedeniyle hastaneye yatış oranı 1905’de %9.6 iken bu oran 1906’da %5.7’ye, 1907’de %1.8’e, 1909’da %1.6’ya düşer.
Tüm bu çabalara rağmen yaklaşık 5600 işçi ABD dönemindeki (1904-1914) kanal inşaat aşamasında hastalık ve kazalar nedeniyle ölmüştür. Bu sayı fazla olsa bile Fransız inşaat döneminin (1881-1889) altıda biri kadardı. Ölen işçilerin 4500’ü siyah insanlardan olmuştur. Bunun da nedeninin tıbbi bakımın tüm ırklara eşit yapılırken beyazların konutlarda siyahların ise çadır veya harap binaların içinde yaşamak zorunda bırakılmaları olarak açıklanmıştır.   
İş ve işçi sağlığında öncelikle sivrisineklerle savaş konusunda yaptıkları önemli ve öncü girişimler adına Gorgas, LePrince ve Darling onurlandırılmışlardır. Albay Gorgas’ın adı 20. yüzyıl boyunca tropikal hastalık araştırması için önde gelen bir araştırma merkezi olarak bilinen Panama Gorgas Memorial Laboratuvarı ile yaşatılmıştır.  Amerikan Tropikal Tıp Derneği ve Hijyen derneği malarya alanındaki önemli çalışmaları her üç yılda bir Joseph Augustin Leprince Madalyası ödüllendirmektedir. Profesör Darling ise üstün patoloji, etiyoloji, epidemiyoloji, terapi, profilaksi başarıları ya da sıtma kontrolü için Darling Vakfı tarafından her yıl verilen Darling madalyası ve ödülü ile onurlandırılmaktadır.
Kanal 1914’de bitirilir. İnşaatın başladığı 1881 yılından bittiği güne kadar resmi rakamlara göre 30.609 gayri-resmi rakamlara göre ise 40 bin işçi ölmüştür.  
İşçi sağlığı konusunda çalışan her insan ve iş kazaları ve cinayetlerinde ölen her bir işçi insanın anılarına saygıyla…

NECATİ ÇITAK/SOL

19 Ağustos 2016 Cuma

Rant, iki taraflı bir işlemdir- ÇİĞDEM TOKER

“Bir suçun işlendiği tarihi, siyasi iradenin belirleyebileceğine inandırılmaya çalışılıyoruz.” Özgür Mumcu, dünkü yazısında üzerine kitaplar yazılası bu özlü sözü etti. Cümlenin taşıdığı siyasi tarihsel yük, daha doğrusu iktidarın murat ettiği, hepimizi öyle ilgilendiriyor ki, buradan biraz daha açıp öyle gelelim konuya:AKP iktidarının FETÖ/PDY adını alan Cemaat bağlantısı için 17/25 Aralık operasyonlarını milat almasının birden çok nedeni var: -Hem 2013 sonuna kadar, neredeyse 10 yıl süren gayri resmi koalisyondaki, ortaklık ve işbirlikleri ceza hukuku kadrajına girmesin. Girmesin ki siyasi kadrolar hesap vermekten kurtulsun, dinen “günahkârız vallahi” demek yeterli gelsin.-Hem de -asıl maksat eski ortağını alaşağı etmek olsa dahi- bu iki operasyona konu “iddia”lardaki suç unsurları, eleştiriden muaf olsun. Ne hoş. 
 Bu sayede, örgütle her düzeyde irtibatı saptanan asker, polis, hâkim, savcı, gazeteci, işadamı yüzer yüzer derdest edilip götürülürken, 2003-2013 döneminde ve devlet denilen bu devasa kutlu yapı içinde, elinde kalemler ve mühürlerle binlerce ortak işe imza atmış siyasi kadrolara hiçbir şey olmasın.
Üzerinde yedi cetlerine yetecek trilyonluk rantlar doğuracak kamu arazilerini “parsel parsel” dağıtanlar ortaya çıkmasın. 
Merkezde ve yerelde hiçbir yönetici, bu dağıtımlardan, tahsislerden, irtifak haklarından gelir paylaşımlarından sorumlu tutulmasın.

Koru Florya’daki rantı kim hediye etti?

Misal, FETÖ/PDY iş dünyası yapılanmasına yönelik soruşturma kapsamında dün gözaltına alınan isimlerden biri olan Aydınlı Grup Yönetim Kurulu Başkanı Ömer Faruk Kavurmacı
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın damadı da olan Kavurmacı, Florya’da kalan son araziyi, ortaklarıyla birlikte TOKİ’nin açtığı ihaleden almıştı. O zamanki adı Şenlikköy arazisi olan, bugün ise Koru Florya olarak bilinen yapı alanının kurulduğu arazi için TOKİ, 2010’da gelir paylaşımı yoluyla ihale açmıştı. İhaleyi 215 milyon TL teklifle, Kavurmacı’nın sahibi olduğu Aydınlı -Metal Yapı Konut-Arke İnşaat ve Vizyonlife şirketlerinden oluşan grup kazandı. 
Aydınlı’nın Koru Florya’daki ortağı Metal Konut ise Fatih Belediyesi’nin imara açtığı deprem sığınma alanında, lehine karar alınan şirketti. (Bu süreci yazdığım için hakaret ettiğim iddiasıyla hapis cezası istemiyle yargılandım. “İlgisiz olayları bir araya getirdiğim” gerekçesiyle de benden 1 milyon TL tazminat istendi.) 
Şimdi daire başı satış fiyatı 1-4 milyon TL’den satılan Koru Florya’nın üzerine kurulduğu arazinin bir kamu arazisi olduğunu ve “her şey yolundayken”, devlet kurumları tarafından hasılat paylaşımına konu edildiğini anımsatma zamanı. 
Ayrıca bir de iki gün önce, 17 Ağustos depreminin 17. yılını idrak ettik. O felaketin ardından sığınma alanı olarak belirlenen arazilerin hemen hemen tamamına AVM yapıldığını arkadaşlarımız gazetemizde yazdı. 
Bugün kanlı darbe girişimi soruşturmasıkapsamında hakkında FETÖ/PDY’den soruşturma açılan işadamları ve şirketler, terör örgütünü finanse etme iddiasıyla suçlanıyor. Peki, örgüt finansmanına konu büyük gelir kaynaklarına, kamu ihaleleri parası karışmışsa ne olacak? Yukarıda iki örneğini verdiğim imar kararları, tahsisleri, ihaleleri, hasılat paylaşımları tek taraflı mı gerçekleştirildi? Buna mı inanmamız bekleniyor? Cevabın uzun versiyonu mümkün olsa da kısasıyla yetinelim: Rant, iki taraflı bir işlemdir. Bir tarafı kaçınılmaz olarak devlet, yani onun kullandığı siyasi iktidardır.

Çiğdem Toker/Cumhuriyet

18 Ağustos 2016 Perşembe

Ya ittifak bozulmasaydı? - ÖZGÜR MUMCU

Cemaat ve AKP’nin emniyet, yargı ve askeriyede kurduğu koalisyon sürseydi? Cemaatin Güneydoğu’da istediği atamalar gerçekleşseydi, istihbarat tek elde toplanmaya çalışılmasaydı, AKP cemaate istediği milletvekilliklerini verseydi.
Mesela Arap baharı olmasaydı. Fethullah Gülen, iktidara Bülent Arınç eliyle rejimi destekleyen Suriyeli İslam âlimi Ramazan el-Buti’nin mektubunu göndermeseydi? 
AKP’li milletvekilleri, Fethullah Gülen’i eleştiren CHP’li milletvekillerinin üzerlerine yürümeye devam etmeyecek miydi? Melih Gökçek, Gülen’e Feto diye hitap edenlere terbiyeni takın diye çıkışmayacak mıydı? İktidar kadroları Türkçe Olimpiyatları’nda sıra sıra dizilip Gülen’in ağdalı üslubunu taklit eden methiyeleri haykırmayacak mıydı? İktidar kalemleri cemaat yargısının hedef aldıklarına her gün köşelerinden ucu zehire batırılmış oklarını atmayacak mıydı? Cemaat savcısının heykeli dikilecek diye atıp tutulmayacak mıydı? Türkiye bağırsaklarını temizliyor diye sevinilmeyecek miydi? Cemaat yargısının davalarında siyasetçiler kendilerini savcı ilan etmeyecek miydi? İmamın ordusunu anlatan kitabın yazarı tutuklanıp kitabı yasaklanırken, o kitap bombadan tehlikeli ilan edilmeyecek miydi? İlhan Cihaneriçin faili meçhul cinayetlerin üzerini örttü diye cemaate cephane sağlamak için yalan haberler yazılmayacak mıydı? 
Biliyorum, bunlar hep yazıldı çizildi. Hatta iktidarın zamanında cemaate verdiği destekten bahsedilmesi bıkkınlık bile getirmiş olabilir. İktidar cenahı da bunun farkında olduğu için kendine 17/25 Aralık’ı milat belleyerek öncesine sünger çektiğini ilan etti. Bir suçun işlendiği tarihi siyasi iradenin belirleyebileceğine inandırılmaya çalışılıyoruz. İşin bu kısmını sonraki bir yazıya bırakmak kaydıyla şunun altını çizmekte fayda var. 
Şayet Arap Baharı ile başlayan, çözüm süreciyle de bağlantılı anlaşmazlık çıkmasaydı, cemaat ve iktidar bir şekilde ittifakına devam etseydi ne olacaktı? 
Bugün cemaat yargısının hapse attığı herkes hâlâ hapisteydi. Cemaati eleştiren herkes de şu ya da bu şekilde susturulacaktı. İktidardan da bunun aleyhine tek ses çıkmayacaktı. 
Dahası, herkesin gözü önünde askeriyeye çöreklenen cemaat yapısı, denetimi tamamen ele geçirecekti. Harp okullarına son on senedir neredeyse bütün sınav sorularını doğru cevaplayarak girenlerin sayısındaki geometrik artış kimsenin dikkatini çekmemeye devam edecekti. Cemaatçi olmayan öğrencilerin harp okullarından baskıyla uzaklaştırılmasından bahsedilmeyecekti. Yetti gari diyerek hava kuvvetlerinden istifa eden yüzlerce pilot hakkında verilen soru önergeleri yanıtlanmamaya devam edecekti. Cemaate emanet edilmiş HSYK aynı yapısıyla görevine devam edecek, emniyette bütün kilit pozisyonlarda şakirtler yer almaya devam edecekti. 

Cemaat ve iktidar memleketi elbirliğiyle çökertmiştir. Buna özellikle askeriyede, hapishaneye atılmış meslektaşlarının boşalttığı kadrolarda ilerleyerek makam mevki elde etmiş Gülenci olmayan komutanlar da göz yummuştur. Senelerdir harp okullarındaki yapılanma hiçbirinin dikkatini çekmediyse, mağdur meslektaşlarının uyarılarını dinlemedilerse liderlik ve komutanlık vasıfları sorgulanmalıdır. 
Memleketi içinden binlerce kurda yem eden iktidar-cemaat koalisyonu ve kariyerleri uğruna buna göz yumanlardır. 
Tekrar soralım, ortaklık bozulmasaydı, mesela Arap Baharı hiç olmasaydı, ne durumda olacaktık? 
Elbette birlik beraberlik iyidir. Fakat memleket ağır derecede hastalanmıştır. Hastalığın ana kaynaklarından biri de bugün iktidardaki anlayıştır. Bu anlayış neyi, nasıl tedavi edebilir? 
Muhalefetin gür bir sesle teşhislerini ve tedavi yöntemlerini ortaya koyması gerek. Yoksa fazla vakit geçmeden muhalefetin herhangi bir işlevi kalmayacak.

Özgür Mumcu/Cumhuriyet