30 Eylül 2016 Cuma

Her durumda patronlar kazanıyorsa…- ALPASLAN SAVAŞ

Patron bu, eşeği hep sağlam kazığa bağlamak ister.
Kârını riske atan babası olsa tanımaz.

Öte yandan kârını garanti eden kim olursa onunla aynı kaptan yemekten geri durmaz.
Şu sıralar hükümetle sermaye arasındaki ilişki hilafsız böyle yürüyor. Başında bin belayla AKP, patronların canını sıkacak onca gelişmeyi elinde ne varsa onların hizmetine sunarak dengelemeye çalışıyor. Patronlar da kendisine sunulanı asla geri çevirmiyor.
Geri çevirmiyor ama başkalarıyla birlikte yemek yenecek başka kaplar olduğu da sır olmasa gerek. Darbe gecesi “üretimi durduralım mı Sayın Valim?” diye telefona sarılan genel müdürün, darbe girişimi başarılı olsaydı İl Jandarma Komutanlığı’nı arayıp “sokağa çıkma yasağına uyup tüm vardiyaları iptal ettik komutanım” diyeceğinden kimsenin şüphe duyacağını sanmıyorum.

Sermaye ile siyasi temsilcisi arasındaki ilişkide makbul olan sadakat değil, çıkarcılıktır.
Bu olayı “genel müdürün işgüzarlığı” diye düşünen varsa, o zaman Aydın Doğan ile Erdoğan’ın ilişkisine bakmalı. AKP’nin POAŞ’ı Doğan’a neredeyse bedava vermesiyle, Erdoğan’la ipler gerildikten sonra kendisine 4,8 milyar lira vergi borcu çıkması arasında herhangi bir tutarsızlık bulunmuyor. Aynı Aydın Doğan’ın, darbe girişimi sonrasında Erdoğan’ı sermaye sınıfı adına yönetme misyonuyla hareket etmesi de bu sürekliliğin parçası.

Türkiye’de bugüne kadar hangi darbe girişimi sermaye sınıfını karşısına alarak gerçekleşti ki? Ya da hangi darbenin tasfiye ettiği burjuva siyasetçisi sermaye ile kapışmıştı? En fazlası hizmette edilen kusurdur.
Sermayenin sağlam kazık arayışı sadece siyasi temsiliyetle sınırlı değil. Eşek bir de sömürünün merkezinde, işyerlerinde sağlam bağlanmalıdır. Sömürünün sürekliliği her şeyden önce gerçekleştiği yerde güvenceye alınmalıdır.
İşte o genel müdürün fabrikasındaki işçi, montaj bandı önünden geçip gidinceye kadar her tarafından ter damlayarak arabanın kapısını yerine takacak ki, taş çatlasın dört ikramiye dahil 2500 lirayı hak edebilsin! Azıcık temposunu yükseltip on saniye kazanacak ki, birkaç adım ötesindeki sebile koşarak bir bardak su içebilsin, sonra kalan tüm zamanını üretim için kullanabilsin. Patronun aradığı süreklilik tam da budur, o bandın ucundan her 57 saniyede bir otomobil çıkmasıdır.

İşçinin biat etmesi işte bu yüzden istenir. Biat, kimi zaman şükürle kimi zaman milliyetçilikle, bir bakmışsın üzerinde önlük ustabaşı, bir bakmışsın boynunda kravat sendikacı kılığında kapıya bağlı bir bekçi köpeğiyle sağlanır.

Sonuç?
Sonuçta hep patronlar kazanıyor. Memlekette darbe oluyor patronlar kazanıyor. Darbe başarısız oluyor yine patronlar kazanıyor. Onlar kazandıkça emekçiler kaybediyor.
AKP ülkeyi felaketin eşiğine getirdi, Erdoğan’ın ihtirasları kontrolden çıktı… Hepsi tamam.
Peki ya patronlar?

En derin kaosta bile hep kazanıp hiç ortalıkta görünmemek…
Bu işte bir terslik yok mu?
Onlarla mücadele etmeden AKP ile mücadele edilemez.
Patronların partisiyle mücadele patronlarla mücadele edilmeden yapılamaz.

Alpaslan Savaş
SOL

‘Sıbyan Mektepleri-Meriç Velidedeoğlu

“ABD” ile dümen suyundaki “AB” tarafından -Türkiye’ye özgü olarak- yaratılan, neredeyse savaşa dönüşen, iç ve dış “terör” yetmiyormuş gibi, ülkemizi yönetenler de, art arda çok ciddi sorunlar üreterek -bir bakıma- bu dış kaynaklarla yarışmaktalar. 

“2016-2017” eğitim, öğretim yılında, ilkokul ikinci sınıflara, “yedi” yaşındaki çocuklara “Arapça” öğretilmeye başlanacak; ayrıca bu ders kapsamında, Diyanet İşleri Başkanı’nın açıkladığı gibi, “kısa ayetlerden” başlayarak Kuran’ın okunmasına geçilecek. 
Bakanlığın bu kararının, Diyanet’in bu açıklamasının gereğini yerine getirmek için,“yedi” yaşındaki çocuklarımız en azından şunları: 
•Arap harflerini okumayı,yazmayı öğrenecekler, 
•Arap “abece”si (alfabesi) olan “Elifba”yı, en ince ayrıntılarıyla -gözü kapalı- bilecekler. 
•Arapça sözcükleri (kelimeleri) -özellikle ayetleri, sureleri- okuyabilmek için,“Harekeleri” de tek tek öğrenecekler, 
•Harfleri vurgulayan, uzatan özel işaretleri de belleyecekler, 
•Kolay öğrenmek için, “Sıbyan Mektepleri”nde olduğu gibi, uygulamayı hep birlikte seslendirerek yapacaklar, 
•Ardından, ilkin kısa ayetleri, kısa sureleri okumaya geçecekler, 
•Daha sonraları da bunları “Tecvid”le okumaya başlayacaklar, 
•Kuşkusuz kimi sureler (namaz için olanlar) ezberlenecek.

 
Ve böylece “yüz”ü aşkın “sure”den, yüzlerce “ayet”ten oluşan “Kuran-ı Kerim”bütünüyle “hatm” edilecek; çocuklarımızın “23 Nisan Bayramı”nı kutlamak yasak, ama bu “Hatm indirme”ler, “Ayin” bayramlarıyla kutlanacak... 
Ne var ki, bunlarla yetinilmiyor; “Hadisler”e, “Peygamber”in söylediklerine de yer verilecekmiş; kısaca, İslam, ümmet, İslami toplumsal yaşamın kurallarına... 
Ders “Arapça” olduğuna göre, “Hadisler”de bu dille okunup, öğretilmeli; böylece uygulama alıştırma yerine de geçer; ayrıca “Arapça”nın, ne denli büyük ne denli“kutsal” olduğu da, daha “7” yaşından başlayarak çocuklarımıza öğretilmiş olur. 
Oysa, “Osmanlı”nın “Sıbyan Mektepleri”nde daha sonraki adlarıyla “Mahalle Mektepleri”nde bu yaştaki çocuklara “Kuran” okutulur, “Kuran”da yer alan “kıssa”lar (öyküler) öğretilir, ama “Hadis”lere kesinlikle yer verilmezdi. 
Demek ki, “21. yy”ın “Mahalle Mektepleri”ne dönüştürülecek ilkokullarımızda “7”yaşındaki çocuklar, daha da derinden daha da genişçe öğrenecekler “İslami Yaşamı”, kısaca “Şeriat” düzenini.
 
Böylece, “2010”da “AKP”li bir milletvekilinin, “ilkokullarda yalnız Kuran okutulsun”önerisine bir adım kalmış gibi... 
Bu öneriyi, Meşrutiyet’in “Mebusan Meclisi”ne getiren, “Abdullah Azmi Efendi”nin ne kendisi ne de önerisi ciddiye alınmamıştı... 
Yalnızca bu karşılaştırma bile “14” yıllık “AKP” iktidarının laik Türkiye Cumhuriyeti’ni nereye getirdiğinin uyarıcı bir göstergesi. 

Hele “Üçüncü Selim”in, askeri okullarda “Kuran” dersleri yerine “yabancı bir dil”(Fransızca) öğretilmesini (1795) buyurması ile karşılaştırılırsa... 
Öte yanda dilimiz “Türkçe”yi neredeyse “yok’” edecek boyutta ki başta Arapça olmak üzere yabancı sözcüklerin, bunların kurallarının işgalinden, boyunduruğundan kurtaran “Dil Devrimi”nin, dilimizi korumasını sürdürmesi için,“1932” yılının “26 Eylül” günü ilan edilen “Dil Bayramı”nın “84.” yılını kutlamak bir yana, anımsadık mı? 
Gazetemizin, hiç olmazsa, “Tarihte Bugün” köşesinde anımsattık mı? “Atatürkçü”olan “Atatürkçü düşünceyi” benimseyen sivil toplum örgütlerinden bir “çıt” çıktı mı?


Oysa “AKP” iktidarı, “Dil Bayarımı”nı atlamadı; “Arapça öğrenimini”, ilkokul ikinci sınıfında, “7” yaşındaki çocuklarımızla başlayacağı “müjdesi(!)’ni vererek kutladı. 
Bu ortamda, “Gülgûn Feyman’ın Ulusal Kanal’da ‘26 Eylül’ günkü ‘Nasıl Yani’programını bu konuya ayırıp, “Dil Bayramı’nı kutlaması, her türlü teşekkürü hak ediyor. Yürekten kutlarım!

Meriç Velidedeoğlu
Cumhuriyet

29 Eylül 2016 Perşembe

Laiklik işçi sınıfına aittir-İLKER BELEK

Ters geliyor değil mi ? Laikliği yıkan AKP esas olarak işçi sınıfının desteğiyle iktidarını sürdürüyor çünkü.
Gerçeklik böyle. Ama gerçekliğe teslim olunacak olsaydı gelişme, değişim diye bir şey de olmazdı. Bugün işçi sınıfının laikliğin değerini bilmiyor olması, ne laikliğe esas olarak işçi sınıfının gereksinimi olduğu, ne de laikliğin ancak işçi sınıfı iktidarıyla garantiye alınabileceği gerçeğini değiştirir.

Laiklik işçi sınıfınındır, ancak işçi sınıfı laikliği gerçek toplumsal zemini üzerinde hayata geçirip, geliştirebilir.
Burjuvazi neredeyse 300 yıla yaklaşmış iktidarının ancak çok küçük bir diliminde laiklikten, dinin toplumsal etkisinin sınırlanmasından, din ve devlet işlerinin kesin biçimde ayrılmasından yanaydı.

Nedeni söz konusu ettiğimiz o dönem için burjuvazinin esas rakibinin feodal düzen ve onu temsil eden toplumsal güçler olmasıydı. Burjuvazinin kendi düzenini, kapitalizmi kurabilmesi için öncelikle feodalitenin iktidarına son vermesi, feodalitenin toplumsal zeminini ortadan kaldırması gerekiyordu. Bu da din ve kiliseye karşı kesin bir savaşı gerektiriyordu.
Feodalite demek kilise demekti. Senyörlerin ideolojisi tanrıya dayanıyordu. Kapitalizmin ekonomik alt yapısı olan sanayinin geliştirilmesi ise akla ve bilime ihtiyaç duyuyordu.
İşte böyle bir ortamda burjuvazi mecburen akıldan yana, ilerici bir kimlik giyinmek zorunda kaldı. Kendi toplumsal tabanı olmadığı için, yüzyıllardır kilisenin tahakkümü altında ezilmekte olan proletaryanın toplumsal taleplerini de sahiplendi.

Ancak burjuva devrimi burjuvazinin ilericiliğinin de sonu oldu. Devrimle birlikte işçi sınıfıyla olan ittifakını bozdu.  
Burjuvazi kendi tarihsel çıkarları gerektiriyorsa, kendisi için ve kendi çıkarları gerektirdiği ölçüde ilericidir, bilimden yanadır, laiktir. Burjuvazinin bilimden yanalığını kar ölçütü belirler. Bilim kar sağlıyorsa burjuvazi tarafından sahiplenilir.
Bilimi, aklı, laikliği salt kendi sınıfsal çıkarları bağlamında bir yere yerleştiren burjuvazi, bu çıkarcılığı nedeniyle açık biçimde gericidir.
Kapitalist üretim ilişkileri içinde laikliğin her daim sahipsiz kalmış, sömürülen sınıflar sahiplenmediği taktirde sefalet içine düşmüş olmasının ve Türkiye’nin bugünkü halinin nedeni de burada gizlidir.

Bu kadar da değil: Burjuvazi sınıfsal iktidarını sürdürebilmek, halk sınıflarının bir şekilde rızasını alabilmek, halk sınıflarını sömürü düzeniyle uyumlu hale getirebilmek için gerici ideolojilere ve özel olarak dine ihtiyaç duyar. Sömürü düzenini tanrının taktiri olarak sunmak için özel çaba sarf eder.
Din sömürülenler için sahte bir kurtuluş yolu, sömürüye ses çıkarmamalarını sağlayacak bir araçtır.
Marks’ın dediği gibi: “Din dünyadaki sıkıntıların tesellisi ve baskıları meşrulaştıran teorisidir… Dinin sefaleti hem gerçek sefaletin ifadesi hem de bu gerçekliğe itiraz edilmesidir. Din mutsuzluklar altında ezilen yaratığın son nefesi, kalpsiz bir dünyanın şefkati, ruhsuz bir çağın ruhudur.”

İşçi sınıfının sömürüden kurtulması, ekonomik sömürüye garanti sağlayan ideolojik ve dini mekanizmaların etkilerinin de kırılmasını gerektirir.
Din toplumsal hedefleri olan bir sistemdir. Bu nedenle salt bireysel inanç bağlamında değerlendirilemez. Bütün tek tanrıcı dinler sınıflı toplum yapısı içine doğmuştur ve amaçları da o yapıyı yeni egemen sınıfın ihtiyaçlarına göre biçimlendirerek sürdürmek olmuştur. Kendi koşulları içine doğmuş kutsal kitapların, toplumsal yaşam için bugün de referans olarak kullanılması, o nedenle sömürünün sürdürülmesine hizmet eder.
Laiklik; dinin toplumsallığının yok edilmesi ve bireyin inanç dünyasına sınırlandırılmasıdır.
Bu haliyle laiklik yalnızca işçi sınıfının işine yarayacak, sömürücü sınıfların ise bir gerekçeyle mutlaka karşı çıkacakları bir yaşam biçimidir.
Dinin toplumsal yaşam tarzına müdahale etmesine gösterilecek en küçük bir tolerans bile laikliği tamamen yok edecek bir dinselleşmeyle sonuçlanır.
Laiklik yalnızca işçi sınıfının işine gelir.
Laiklik burjuva sınıf iktidarının, kapitalizmin yıkılmasını gerektirir.
Laikliği yalnızca işçi sınıfının iktidarı olan sosyalizm hayata geçirebilir.
Laiklik mücadelesi sınıf mücadelesinin en temel bileşenlerinden birisidir.

İLKER BELEK
SOL

OHAL ve KHK düzeni: ‘Parti devleti’nden ‘tek adam devleti’ne-EMRE KONGAR

Bir Demokratik rejimin yakalanabileceği en ciddi hastalıkların başında “Parti Devleti” hastalığı gelir. 
Bu hastalık tedavi edilmezse, zamanla “Tek Adam Devleti” hastalığına dönüşür ve rejimi öldürür.

***
“Parti Devleti” hastalığında, sadece yasama organı Meclis değil, devlet dediğimiz varlığı oluşturan bütün organlar, yürütme ve yargı mekanizmaları ile birlikte özerk kuruluşlar da “Parti”nin veya doğrudan “Parti”yi de yöneten liderin emrine girerek yozlaşır. 
“Parti Devleti” hastalığının öldürücü darbesi: 
Adalet mekanizmasının da “enfekte” olması, yani halk deyişiyle “iltihaplanması” ve bu hastalığın pençesine düşmesidir! 
Böylece zaten “Parti”nin emrinde olan yürütmenin hiçbir eylemi, evrensel hukuk anlamında bir “yargı denetimine” tabi olmaz... 
Elbette “Parti Devleti” bütünlüğü içinde, bilim, haberleşme, ekonomi yönetimi gibi günlük siyasetin çalkantılarından daha az etkilenmesi gereken alanları düzenleyen TÜBİTAK, YÖK, TRT, Bilgi Teknolojileri Kurumu BTK, MerkezBANKASI gibi özerk kurumlar da yozlaştırılır. 
“Parti Devleti” kendi sermayesini ve kendi dalkavuklarını da üretir: 
Devletin bütün olanakları, “Parti Devleti” çerçevesinde partiye (lidere) hizmet eden işadamlarına, müteahhitlere tahsis edilir... 
Gerekirse, sıfırdan milyonerler bile yaratılır ve toplumun belli kesimleri parayla ya denetlenir ya da doğrudan satın alınır. 
Dalkavuklar her alanda öne çıkarılır: 
Dalkavuk profesörler, yazarlar, sanatçılar, özellikle yeteneksizler ve başarısızlar arasından seçilir ki, bağımlılıkları her türlü mantık, ahlak ve en önemlisi utanma sınırlarını aşsın, gerektiğinde de tetikçi olarak kullanılabilsinler. 
“Parti Devleti” hastalığının ilacı sandıktadır!

***
15 Ekim 2015 Perşembe günü, 1 Kasım seçimlerinden önce Cumhuriyet’te bunları yazmıştım! 
Aradan 9 ay geçti ve 15 Temmuz kalkışması sonrası, 20 Temmuz OHAL Post MorTem Darbesi ile, KHK’ler yoluyla Meclis de resmen devre dışı bırakıldı... 
“Parti Devleti”, zamanında tedavi edilemediği için, 15 Temmuz Kalkışması ile bir kez daha mikrop kaptı ve “Tek Adam Devleti”ne dönüştü!

Emre Kongar
Cumhuriyet

‘Osmanlı Boris’ten jumbo yağcılık-Nilgün Cerrahoğlu

Abdülhamit’e çok öykünülüyor ya... Tam şimdi işte Abdülhamit zamanında yaşanan şeyler oluyor. 
Abdülhamit’i en kısa tanımıyla şu şekilde özetliyor Wikipedia: “Batı’ya karşı dengeci. Doğu’ya karşı İslamcı politikalar izlemiş, ülkede mutlakiyetçiliği güçlendirmiştir.” 
Boris Johnson’ın dışişleri bakanı olarak yaptığı Türkiye çıkarması, bugün birebir bu siyasete bir örnek. 
Günümüzde Abdülhamit’le koşut değerlerle sunulan mevcut Türkiye Cumhuriyeti’nin başı da bizi böyle yönetmiyor mu? 
Yüz küsur yıl öncesinde olduğu gibi saray, bugün de Türkiye ve Doğu’ya İslamcı politikaları dayatırken, Batı’da Johnson gibi ülkemize en hakaretamiz sıfatlarla yaklaşan siyasiler karşısında dahi “dengeciliği” yeğliyor.

İçerde malum yekten mutlakiyetçi. 
Abdülhamit istibdadından bu yana dünden bugüne bakıyorsunuz hiçbir şey değişmemiş. 
“Jurnalcilik”, o devirde toplumda yarışa dönüşmüştü. 
Bugün görüyoruz ki ülkenin heyhat en güçlü ailelerinin bile artık jurnalcilik içine işlemiş... 
O dönemde devlette dürüst memur/aydınlar sürülmüş/ayıklanmıştı. 
Bugün de farklı konumda değiliz. 
Nihayet basın da “Abdülhamit sansürü” ile tam bugün olduğu gibi maymuna/muma çevrilmişti.

‘Hacı Wilhelm’ yolu açtı 
Alman İmparatoru Kaiser II. Wilhelm 1898’de II. Abdülhamit’i tam işte böyle bir ortamda ziyaret etmişti. 
Yavşaklığın bini bir para, Kaiser, “halife”nin ümmetini yanına çekebilmek için kendi hakkında bizzat “Müslümanlığa geçtiğine dair” rivayetler dahi çıkartmaktan çekinmemiş, “hacı” olduğu propagandasını ortaya atmıştı. Kaiser’in isteğiyle bu“Hacı Wilhelm propagandası” Osmanlı İmparatorluğu’nun Abdülhamit sansürü altında yaşayan tüm gazetelerinde yer almıştı. 
118 yılda demek hiçbir şey değişmedi. 
Dört ay önce TC devleti başındaki şahsa en ağır hakaretleri yapmaktan kaçınmayan ve bir “şamar oğlanı” olarak kullanılan Türkiye-RTE karşıtı söylemlerle Brexit referandumunu kazanan İngiltere Dışişleri Bakanı Boris Johnson, şimdi güle oynaya geldiği Ankara’da gözümüzün içine baka baka “Osmanlı geçmişi” üzerinden vıcık vıcık yağcılık yapıyor. 
“Hacı Wilhelm” misali bir “hacı” olduğunu söylemesi eksik... 
Evindeki “Türk marka çamaşır makinesi” ile bile övünüyor. 
Alay edercesine AB referandumunda tepe tepe kullandığı “Türk korkusuna” rağmen,“Türkiye’nin AB üyeliğine” yardım edeceğini söylüyor. 
Bu profildeki insanları tanımlamak için Türkiye’de “yüzsüz”, “yavşak”, “yılışık”, “pişkin”.. “şerefsiz”e dek giden geniş bir lügat var. 

Ancak kalemler bağlı. Vaktiyle dünyayı Osmanlı’ya güldüren Hacı Wilhelm zamanında olduğu gibi tıpkı, yerli basın Boris Johnson’ın ziyareti hakkında serbest kalem oynatamıyor. 
Hiçbir şey olmasa “otosansür” devreye giriyor.

İkiyüzlülüğün şahikası 
Johnson’un bu akıllara durgunluk veren gezisi hakkında İngiliz basınında yazılanlar.. Türkiye’de yazılanlardan çok daha cüretkâr. 
Hemen bütün İngiliz yayınları ziyaret vesilesiyle, burada bizim yayımlayamadığımız Johnson’un o iğrenç şiirine atıf yapıyor. Johnson’un buna karşın Türkiye’de“Osmanlı geçmişiyle övündüğünü” not ediyorlar. Ve koro halinde İngiliz bakanın içi boş “Türkiye’ye AB desteği vaadini” öne çıkartıyorlar. 
Huffington Post durumu üç sözle özetlemiş: “İkiyüzlülüğün yaşama geçirilmesi/ Hypocracy in action!” 
Batı-Doğu arasındaki temel fark bu. Batı’da kamuoyu var. Bizde yok. 
“Kamuoyu” denenen gizemli güç İngiltere’de açık bir özür dahi sunmadan Johnson’un “jumbo bir ticaret anlaşması için” Türkiye’ye gelmesine şaşıyor. 
Johnson’un şiirini bırakın, Türkiye’de gözünün üstünde kaşın var diyen herkesten hesap soran Erdoğan’ın, İngiliz bakan karşısında tamamen sessiz kalması ve hiçbir şey olmamış gibi onu kabul etmesi başlı başına şaşkınlık konusu. 
Demek ki iktidar, çıkarlar, reel politik ve “Büyük Oyun” söz konusu olduğunda hakaret ve saygınlık gibi konular ikinci planda kalıyor. 
Ankara Batı’da öyle yalnız ki Boris Johnson’a bile muhtaç. 
Yazıklar olsun.

Nilgün Cerrahoğlu
CUMHURİYET

28 Eylül 2016 Çarşamba

Tarikatları Diyanet’e değil Cumhurbaşkanlığı’na bağlayın!-Tayfun Atay

Bir süredir Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tarikat ve cemaat oluşumlarını denetimi altına almasından dem vuruluyor. Artık “FETÖ” diye lanetlenen Gülen Cemaati’nin ülkede ve devlette geldiği noktadan ağzı yanmış dinbaz iktidar, yoğurdu üfleyerek yeme çabasıyla böyle bir seçeneğe oynuyor. 
19’uncu yüzyılın ikinci yarısında Şeyhülislamlık bünyesinde işlerliğe sokulan “Meclis-i Meşayih”e kadar yüzyıllar boyu devlete uzak, genelde mesafeli, bazen yakınında (içinde) ama çoğu zaman da onun karşısında olmuş tarikatlar, Cumhuriyet’te ilk defa bir tür “devletleştirme” sürecine sokulmak isteniyor. 
İyi mi olur, kötü mü?.. 
Kimileri bunların kendi başına veya “başıboş” bırakıldıklarında daha ciddi sorun ve daha büyük tehlike arz ettikleri gerekçesiyle bu türden bir girişime olumlu bakıyor. Kimileri ise onların resmî meşruiyet kazanmasına bağlı olarak böylece ülkede ve devlette daha da rahat at koşturacak bir noktaya gelebileceklerini ileri sürüyor. 
Tartışalım!.. 
Önce büyük harfle yazıldığında “Cemaat” denince akla gelen Gülen Hareketi üzerine bir-iki not tutarak başlayalım: O, cemaat olmanın da ötesine geçmiş bir oluşumdu. Bir dönem Gülen’in söylediği rivayet edilen “Cemaattik, ‘Cemiyet’ olduk” sözü de bu minval üzere değerlendirilebilir. 
Gülencilik bu noktaya hem ulusal hem de küresel zeminde aldığı sıra dışı destekle geldi. 
Ne istediyse kendisine verilerek geldi. 
Bu ülkede siyasete soyunan AKP ile el-ele, kol-kola, sarmaş-dolaş, öpüş-kokuş “paralel” yürüyerek geldi. 
Diğer tarikat ya da cemaat oluşumları için böylesi ulusal ve küresel bir “ekonomi-politik” şebeke haline gelme durumu söz konusu değil. Elbette onlar da yaklaşık 15 yıldır bu dinbaz iktidarın oy hesapları doğrultusunda önlerine açtığı imkânlardan yararlandılar. Şekil değiştirdiler, şirketleştiler, holdingleştiler. 
Ama 15 Temmuz sonrası karşı karşıya kalınan fecaat benzeri hareketlilikler içerisine bunların da girebileceği bahanesiyle hepsini Diyanet’in hükmü altına sokmaya çalışmak… Bu, bence daha tehlikeli olduğu kadar absürd ve komik de!.. 
Diyanet bunlarla başa çıkamaz, bir. 
Bunlar Diyanet çatısı altında, onu kendi hükümleri altına almak için hem kurumun Reislik makamına, hem de birbirlerine yönelik nüfuz ve rekabet mücadelesine girerler, iki. 
Böylesi bir “Resmiyet’e merbutiyet”, yani bağlılık, onların kendilerine has merbutiyet, daha doğrusu “Rabıta” anlayış, gelenek ve pratiklerini geçersizleştirerek onları can evinden vurur, üç… 
Açalım!.. 
Beğenin-beğenmeyin, bir tarikatta şeyhin otoritesinden daha yüksek bir pozisyon olmaz. Bir şeyh için de dinsel çerçevede kendisinden yukarıda bir kişiye tâbilik ölüm olur. 
Takipçileri nezdinde, daha doğrusu “rabıta” pratiği ile ruhaniyetinden yardım alacak şekilde ona kalpten kendilerini bağlayanlar için bir şeyh, kutsaldır. Onun başka bir dini otorite ile kıyası söz konusu olamaz. 
Hatta bazen aynı tarikatın farklı kolları arasında hangisine liderlik edenin o tarikatın gerçek şeyhi olduğu noktasında öylesine kanlı-bıçaklı anlaşmazlıklar vuku bulur ki şaşıp kalırsınız. Ben buna birinci elden şahidim!.. 
O yüzden kimse Diyanet Başkanı’nın altında rahat durmaz. Mehmet Görmez Hocamızın da onları tutmaya gücü yetmez. Bunu, kendisi de gayet iyi bilir. 
Ayrıca Diyanet bünyesinde Selefilik, yani “tarikat-düşmanı” İslâmi çizgiye yakın kesimler olduğunu da biliyoruz. Bunların, kontrol altına alınmış tarikat-cemaat oluşumlarıyla (elbette karşılıklı) ilişkisi de kurumu bir saatli bombaya dönüştürmeye yetebilir. 
Çözüm, tarikatları da, cemaatleri de, diğer her türden dinî ekol ya da eğilimleri de onların hiçbirine angaje olmadan “toplumsal barış”ı esas alarak hepsine eşit mesafeli bir yaklaşımla karşılayan “seküler” çizgiyi Diyanet de dâhil olmak üzere tüm “Resmiyet”in benimsemesidir. 
Tabii ki dinbaz iktidar, toplumu laiklikten öcü gibi korkuttuğu için böyle bir çizgiyi seçenek yapmayacaktır. 
Ama işte Diyanet’e tarikatları musallat etmek, zaten bir dolu sorunla boğuşup boğulan kurumda işlerin daha da sarpa sarmasına yol açacaktır.

 
O zaman bırakın Diyanet’i de bir başka omuza bindirin yükü!.. 
Yıllardır bu konuları “içeriden” iyi bilen nice şahsiyetten duyuyorum, eğer Erdoğan olmasa bu tarikatları, cemaatleri kimse tutamaz diye… 
Ayrıca ha bire yazıyoruz, bugünün Türkiye’sinde özde tek geçerli tarikat “Tayyibîlik” diye… 
İşte bu! Bağlayın tarikatları Cumhurbaşkanlığı’na, olsun bitsin!..

Tayfun Atay
CUMHURİYET

27 Eylül 2016 Salı

Tarikat kucağına oturduysan kandırılman kaçınılmazdır-ORHAN GÖKDEMİR

Devrim cemaatten halk çıkarma işidir demiştik yazılarımızdan birinde. Karşı devrim de halkı cemaate dönüştürme işidir. Olup bitenin tek anlamı bu. Nasıl yapacaksınız bunu?
Fransız Devrimi milli eğitim ve milli ordu ile bir çözüm buldu. Herkesi yurttaş haline getirmenin ön koşuluydu eğitim. Askerliği üst sınıfların ayrıcalığı olmaktan çıkarıp, orduyu halk ordusu haline getirmek de öyle. Sonrasında kurulan bütün devletler bu devrimci ilkeleri kabul etmek ve hayata geçirmek zorunda kaldı. “Milli birliği” sağlamanın en etkili yollarıydı bunlar.
Bunları şunun için not ediyorum; Ülkemizde yaşanan eğitim karşı devrimi, tek kelimeyle halkı yeniden cemaate dönüştürme girişimidir. Zordur ama umutsuz denemeler sürmektedir. Kör topal laik eğitim gitti, imam hatipler geldi. Andımız gitti, 15 Temmuz yemini geldi. Kemalizm gitti, Tayyarizm geldi. Eski Türkiye’nin milli eğitimini politik bulup tasfiye edenlerin yarattığı eser göz kamaştırıcı. Her okul, neredeyse bir siyasi parti bürosu gibi. Beş yaşındaki bebelere terlikle tank döven, kurşun kovalayan insan fotoğrafları gösteriyorlar. Çişini tutamayan bebeler bunlara bakıp, arkadaşların ne büyük kahramanlar olduğunu öğrenecek güya. Teneffüse çıkış zili “Ölürüm Türkiyem”, derse giriş zili “15 Temmuz Demokrasi Marşı”... Okul yöneticileri aslanlar gibi birer AKP temsilcisi. CHP temsilcisi olsaydı fena. Oluyor böyle tuhaf şeyler ama hiçbiri “Andımız” kadar faşist değil tabii. Tarihin tanık olduğu en tuhaf demokrasi gösterisi bu!

xxx

Nitekim Fettuhi Cemaati darbe yapınca, Eğitim-Senli öğretmenleri işten atmak gerekti. Dil çürük dişe gidermiş. Dincinin çürük dişi de laik, solcu ve cumhuriyetçiler. Antakya’da görevden uzaklaştırılan bir öğretmen arkadaşımı arayıp sordum “oralarda durum ne, devletin dili çürük dişlere gidiyor mu” diye. İlde 2500 öğretmen varmış olaylardan önce. Şimdi elde kalan 1000. “Aman ne kadar Fetö’cü varmış” demeyin. Fetö’cü iddiasıyla görevden alınan öğretmen sayısı 600.  928 öğretmen daha önceki sendikal eylemleri nedeniyle görevden alınmış. Çoğunluğu zaten Gezi direnişi nedeniyle soruşturulan öğretmenlermiş.
Arkadaşım okul müdürleri ve il milli eğitim zaptiyelerinin baskılarından söz etti uzun uzun. Anlatmaya gerek yok. Elde somut örnek var çünkü.
“Bir kadın evinden süslenip çıkıp evine dönene kadar kaç erkeğin şehvetini tahrik etmişse, o kadar erkekle zina yapmış gibidir…” Kim beğenip paylaşmış bu özlü sözü? Burdur Milli Eğitim Müdürü. Çocukları cemaate dönüştürmek isteyenler, kadınları eksik bırakır mı? Ya evden çıkmayacaksınız ya da örtüneceksiniz; dediği bu. Süslenen her kadını da fahişe ilan ediyor böylece.
Fakat sıkıntı şu ki, “örtünmüş” kadınların çoğunluğu da sokağa süslenip çıkıyor. Tahrik ise esnek bir kavram. Yukarıdaki lakırdıyı eden bir adamı tahrik etmekten mezar taşı olsan kurtulamazsın. Fallus kafalı çünkü…
İşte bu zihniyette adamlar Eğitim-Sen’li öğretmenleri kovuşturanlar.

xxx

AKP ile Fetö arasındaki mesele her ne kadar ülke meselesi gibi gösterilmeye çalışılsa da aynı siyasal programa sahip iki kafadarın kayıkçı kavgası. Milli Eğitimi bu hale getirenler, kavga çıkana kadar el altından desteklenen Fetö’cülerdi zaten. Okullarla, yurtlarla bir iki nesli böyle böyle piç ettiler. O okullardan ve yurtlardan kirli peçete yiyen, kokmuş don biriktiren, ağlak bir emekli vaizi mehdi belleyen adamlar yetişti. Onlar bunlara darbe yapmaya kalkışanlar. Darbe başarılı olsaydı ilk işleri okullara el koyup imam hatibe dönüştürmek ve kendilerine biat etmeyen kim varsa kapının önüne koymaktı. Darbe başarısız oldu, ayakta kalanlar bütün okulları imam hatibe dönüştürüyor ve kendilerine biat etmeyen kim varsa kapının önüne koyuyor. Çaresiz bir siyasal program bu. Ya halkı bütünüyle cemaate dönüştürecekler ya da yıkılacaklar. Kalmadı arası.
Temizlik işçisi maaşı Cemaat bankasından alıyor diye işten atıldı. Balerin o bankadan kredi çekti, hekim çocuğunu cemaat okuluna gönderdi diye tutuklandı. Kemal Okuyan’ın deyişiyle cemaatçi kuruyemişçiden çerez alanın bile peşine düştüler. Haklıdırlar belki. Sonra AKP'li 12 milletvekilinin Fettuhi’yi ziyaret fotoğrafı ortaya çıktı. Üstelik bu kez “kavgadan sonra-kavgadan önce” ayrımı da yapılamazdı çünkü bu ziyaret, Erdoğan'ın dershane ve MİT krizi nedeniyle Cemaat'le "kavga ettiği" dönemden sonra gerçekleşmişti. AKP Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Ataş, bu konudaki soruyu şöyle yanıtladı: "Ak Parti'nin içinde Fetö'cü varsa, Ak Parti kadroları kendisi temizler. O seni ilgilendirmez."
Eee, hani hukuk, hani eşitlik, hani adalet? “Rabbim affetsin”le, “kol kırılsın içinde kalsın”la oluyor mu öyle? Adında “adalet” olan bir partinin dramıdır bu…

xxx

Bütün bu saldırılara rağmen imam hatipler “her şey dâhil” kampanyalarla öğrenci toplamaya çalışıyor. İmam Hatibe gidenin yemek ve servis parasını da karşılıyorlar ki karşılayan kim, belli değil. Ensar Vakfı da harıl harıl kampanya yapıyor bu günlerde. Ne alırsan ücretsiz. Hizmetin bini bir para. Yeter ki kapısından içeri gir, sonra ne muamele görürsün Allah bilir!
Bu fotoğrafın tersi yaşanıyor teslim olmayan okullarda. Devlet yıkamadığını yıpratıyor, İmam Hatibe çeviremediğini maymuna çeviriyor. Yüzlerce okulun önünde “okuluma dokunma” direnişi yaşanıyor uzun zamandır. Sistem bir yandan kıyma makinesi gibi çalışıyor, öbür yandan kendi yarattığı açığı kapatma telaşında. Atılan öğretmenlerin yerini sözleşmeli öğretmenlerle doldurma çabası da bunlardan biri.
Hazır Ohal varken, sözlü sınavla kadrolaşıyor iktidar partisi. MEB’in sözleşmeli öğretmen alımı için düzenlediği sözlü sınavda oluşturulan komisyonların aday öğretmenlere yönelttiği sorular yansıdı kamuoyuna geçtiğimiz gün. İllere göre soru durumu şöyle:
-Reis deyince aklınıza kim geliyor? (Adana)
- Çocuklarınıza peygamberimizi anlatır mısınız? (Trabzon)
- Âmin alayları nedir? (Adana)
- Avrupa’da sınıflarda Hz. İsa resmi ve haç işareti var. Bu konuda ne düşünüyorsun? (İzmir)
- İngiltere’de onlarca otelde kaldım. Hepsinde çekmecelerde İncil vardı. Bunu yorumlar mısın? (İzmir)
Müthiş yaratıcı sorular. Yokladım kendimi cevaplarını biliyor muyum diye. Şöyle cevaplarım:
-Reis deyince aklıma gelen Sedat Peker. (Adana)
-Çocuklara peygamberinizi anlatırım ama sizinki hangisi söylerseniz. 170 bin tane gelmiş gitmiş kardeşim. (Trabzon)
-Âmin alayları tekbir taburlarının dua eder hali. (Adana)
-Avrupa’da sınıflarda İsa resmi ve haç işareti varsa hemen kaldırılsın. Laiklik şart. (İzmir)
-Çekmecesinde İncil olanOTELE neden ısrarla gidiyorsun, gizli Hıristiyan mısın birader? (İzmir)

xxx

Taa Vaka-i Hayriye’den beri o tarikatın kucağından kalkıp bu tarikatın kucağına oturarak memleketi idare etmeye çalışıyor devlet. 1826’da Bektaşi’nin kucağından kalktı, Mevlevi’nin kucağına oturdu. Sonra baktı ki Mevlevi diye oturduğu kucak Nakşibendi kucağıymış. Basın, Diyanet’in tarikat ve cemaatlerle Fetö’yü konuştuğunu muştuladı geçtiğimiz hafta. Meali şu: Devletimiz Nurcu kucağından kalktı, oturacak kucak arıyor. Kandırılır hep tarikat kucağına oturanlar. Böyle böyle batırıyorlar ülkeyi gerçi ama rabbim affetsin artık!
Cemaatin kirli gömleğini yırtıp atmış ve halk olmayı başarmış bu ülke bir kez. Onu cemaatin kirli gömleğine tekrar nasıl sığdıracaksın?
Döndük en başa. Tek çare kaldı elde; Tekke ve tarikatları dağıtmak…

Orhan Gökdemir
SOL

Ekonomi tıkırında mı?- OĞUZ OYAN

Tıkırında olmadığı açık. Moody's'in not indirimi bunu bir kez daha teyit etti. Bir diğer uluslararası derecelendirme kuruluşu olan Standard and Poors'un daha önceden Türkiye'yi "yatırım yapılabilir ülke" eşiğinin altına indirmesinin üzerine eklenince bizim hükümet yetkilileri ve başlarındaki RTE küplere binmiş görünüyor. Yeni derecelendirmeyi, ekonomik olmaktan çok siyasi olarak nitelendirmekte birbirleriyle yarışmaları bundan. Anlayacağınız, AKP iktidarı gene bir komplo ile karşı karşıya olduğunu iddia etme peşinde.

Liberalizm şampiyonu olmakla övünen, İngiltere gibi kapitalizmin beşiği ülkelere bir zamanlar ekonomik reçete önerecek kadar kendinden geçmiş olan bu azgelişmiş ülkenin daha da azgelişmiş siyasetçilerine şimdi söylenecek tek şey var: Hamama giren terler. Yani, dışa açık ekonomi koşullarında neoliberal iktisat politikalarına tam angaje olmuşsanız, bu sistemin derecelendirme kuruluşlarını sineye çekmek zorundasınız. Onlar uluslararası sermaye akımlarının yönlendiricisi konumundadırlar. (Bunun sadece azgelişmiş ülke siyasetçisinin sendromu olmadığını, bazı gelişmiş ülke siyasetçilerinin de -ki bunların dahi ülkenin gelişmişliği ölçüsünde gelişmiş olmadıklarının örnekleri giderek çoğalıyor- en yüksekteki -AAA- notlarının kırılması riski karşısında bu kuruluşlara sert tepkiler verdikleri biliniyor).
Peki bu kuruluşlar her zaman objektifler mi? Kuşkusuz hayır. Yunanistan'ın Avro sistemine girmesi için sahte rapor düzenlemek gibi büyük vukuatları olduğu da biliniyor.  Ama gene de, uluslararası sermayenin yatırım kararlarında ilk baktıkları yerler olmaya devam ediyorlar.

***
Türkiye'nin notunun düşürülmesinin kuşkusuz siyasi yönleri de yok değil. Siyasi istikrarın bozulması, demokratik yönetimin dışına çıkışların artması (OHAL ve KHK uygulamaları gibi), adaletsizliğin artışı ve özellikle sermayenin güvenliğini de yakından ilgilendiren yargının bağımsızlığının iyice aşınması gibi gelişmeler esasen bu kuruluşların derecelendirme ölçütleri arasında bulunuyor. Bunlara bölgesel çatışmaların büyümesi, sınır ötesi askeri angajmanlara girilmesi, ülkenin etnik ve dini tedhiş eylemlerinin hedefi durumuna gelmesi gibi herbiri savunma/güvenlik bütçesini tırmandıran, yatırım güvenliğini tehdit eden ve GüneyDoğu/Doğu bölgelerini gerilemeye iten gelişmeleri de eklemek gerekir.
Ama kuşkusuz ülkenin dış açıklarının ve dış borçlarının büyük bir sorun olmaya devam etmesi, uluslararası yatırım pozisyonunun ülke milli gelirinin yarısını aşan bir açık vermesi, TCMB döviz rezervlerinin kısa vadeli borçları bile karşılayamaz duruma düşmesi, özerk olması beklenen MerkezBANKASI gibi kurumların kararlarına siyasi müdahalelerin artması ve faizlerin enflasyon seviyesinin altına düşecek yönde  geriletilmesi, iç tasarrufların düşüklüğü nedeniyle dış kaynaklara gereksinimin makul düzeylere çekilememesi, turizm ve ihracat gibi döviz getirici sektörler ile sanayide büyük tıkanmalar yaşanması vs. ve bütün bunların sonucunda milli gelir (MG) artışlarının hedeflerin gerisine düşerek Türkiye için çok yetersiz kalan yüzde 3'ler platosuna demir atması ve uluslararası şoklara karşı kırılganlıkların artışı gibi ekonomik sorunlar derecelendirmede birinci plandadır.
Maliye Bakanı'nın Moody's'in not indirimini değerlendirirken, "kırılganlık oluşturan konuların olduğu doğru; ancak Orta Vadeli Programı (OVP) beklememek haksızlık" biçiminde sitemkâr tepki vermesine hak vermek de mümkün değil. Çünkü Türkiye'de OVP'ler şimdiye kadar hedeflerinden büyük sapmalarıyla şöhret kazanmış durumdalar; bunların eski Beş Yıllık Kalkınma Planları ciddiyetinde belgeler olmadığı defalarca sınanmış bulunuyor. Öte yandan, "yapısal reformlar" denilen emek karşıtı düzenlemeler (Kıdem tazminatı fonu, esnek çalışma, bölgesel asgari ücret, zorunlu bireysel emeklilik vs.) üzerinden ekonominin belini doğrultabileceğini iddia eden iktidar ve sermaye yandaşları korosunun, ekonominin gerçek sorunlarından epeydir kopmuş bulunduğunu da vurgulamamız gerekiyor.

***
Ekonominin gerçek sorunlarını algılayamamanın veya günü kurtarmaktan öte hedefi olmamanın bir diğer belirtisi de, iktidarın, kamu alacaklarının yeniden yapılandırılması ve kredi imkanlarının genişletilmesinden başka ufkunun olmamasıdır. Bunlardan birincisi artık ikiyılda bir başvurulan bir bütçe yamasına dönüşmüş durumda. Bütçeler olağan gelirleriyle giderlerini karşılayamaz durumdalar. Son 15 yıldır bunun önüne hep olağandışı bazı gelir türleriyle geçilmeye çalışıldı. Vergi barışları bunun hep ön planında oldu. 3 Ağustos 2016 tarihli "Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılmasına İlişkin Kanun" ile şimdiye kadar görülmüş "yeniden yapılandırmaların" en kapsamlısı yürürlüğe sokulmuş bulunuyor. Kamu maliyesinin elinde başka araçlar kalmamış görünüyor. (Artan oranlı ve üniter yapıda gerçek bir gelir vergisi reformu yapabilecek siyasi iradeyi, önceki iktidarlardan olduğu gibi, pusulası sermayeden başkasını göstermeyen bugünkü iktidardan da beklememek gerekir).
Kredi imkanlarının genişletilmesi ise, Ekonomi Koordinasyon Kurulu'nun (EKK) 21 Eylül'de aldığı kararlara göre, özel borçlara ilişkin bir "borç yapılandırma" düzenlemesi olarak ortaya çıkıyor. Merkezinde, kredi kartı ve tüketici (ihtiyaç) kredisi bakiyelerini ödemekte güçlük çekenlerin borçlarının 72 ay vadeye kadar yapılandırılması bulunan bu düzenlemeler aslında iktidarın çaresizliğinin de dışa vurumudur.
Çaresizlik, çünkü artık son 15 yılda olduğu gibi hane halkı borçlanmasında eşdeğer bir sıçramayı yapabilecek ekonomik potansiyel ortada yoktur. Hane halkı borcu toplamı 2003'te MG'in yüzde üçleri düzeyindeyken 2013'e gelindiğinde bu oranın yüzde yirmi üçler düzeyine fırlaması, birçok şeye borçlanarak sahip olabilen kitlelerde sahte bir refah algısı yaratabilmişti. Bu, bütün gelir aşınmalarını fazlasıyla telafi eden, hatta fazladan harcama kapasiteleri yaratan bir gelir/borç akımı oluşturabilmişti. AKP, 2003-2007 döneminin uygun koşullarında gerçekleşen yüksek büyüme oranları yanında, tüm dönem boyunca bu borçlandırma politikaları sayesinde kitlelerin gözünde bir ekonomik mucize algısı yaratabilmişti. İçerde tasarruf oranları sürekli gerilerken tüketim oranları yükselmiş, bu tüketimin giderek artan bir bölümü de -ucuzlayan dövizin de katkısıyla- ithalata yönelmişti. Şimdilerde yüksek borç servislerinin hanehalkı bütçelerini kemirmesi, faturayı ödeme zamanının geldiğini gösterirken, döviz kurlarının yükselmesi de ithalat talebini kısıtlamaktadır.
Şimdi iktidar tam da bu aşamada EKK kararlarıyla yeniden devreye girmektedir. Üç amacı vardır. Birincisi, popülist siyasi amaçdır. Üstelik bütçeye ek yükler getirmeden kitlelerin sempatisini toplamak imkanı olarak da görülmektedir.
İkincisi, mali-ekonominin gerçekleridir: Tahsil edilemez duruma düşme eğilimi arttıkça mali sistemin tıkanmasına götürebilecek bu yüklerin zamana yayılması hem borçluların hem alacaklıların çıkarınadır.
Üçüncüsü, iktidarın başka bir ekonomik programının olmamasıdır: Gelirleri arttırmak üzerinden tüketimi (ve MG'i) arttırmak programında olmadığına göre (geçen yılın asgari ücret artışı, seçim vaadinin kaçınamadığı bir sonucuydu), borçlanma limitlerini/imkanlarını arttıracak düzenlemelerden başkasını bilmemektedir. Aslında borç yapılandırmasının asıl amacı da bu sonuncusudur: Borçluları borçlarından kurtarmaktan ziyade, onların daha fazla borçlanmasının önünü açabilmek!

Bu tükenmiş politikalardan medet ummak bir çaresizliktir. Peki ama Moodys'in not indirimini, iktidar korosuna katılarak, "siyasi" olarak niteleyen anamuhalefetin neoliberal politikalara alternatif geliştirme isteksizliğini hangi terimle betimleyeceğiz?

OĞUZ OYAN
SOL

"Tarım ülkesi' Almanya-Cemil Fuat Hendek

Bu yazı, küçük ve büyükbaş hayvanlarının bir zamanlar ihraç edilmekle kalmayıp, komşu ülkelere kaçakçılık konusu olduğu, şimdilerde ise kimi köylerinde tavuk kümesi bile kalmamış; hektarlarca ekilebilir arazisi boş duran, traktörleri kenarda paslanmış, ya da köylülerin ulaşım aracı haline dönüşmüş bir ülkenin yurttaşları için yazılmıştır.



Almanya bir tarım ülkesi mi? Evet! Ülke çapında çalışanların sadece yaklaşık %2’sini istihdam eden bir tarım ülkesi olur mu? Bir anlamda olur! Tüm topraklarının %48’i tarıma ayrılmışsa, bu da yaklaşık 16,7 milyon hektar ederse; bunun da 6,5 milyon hektarında tahıl, 2,5 milyon hektarında mısır, 1,3 milyon hektarında kanola yetiştiriliyorsa... Bu sayılar da yetmiyor mu? O zaman, tarım ürünleri ihracatında ABD ve Hollanda’dan sonra Fransa’yı bile geride bırakarak dünya üçüncüsü olan bir ülkeden bahsedildiğini not edelim.
İnsan sormadan edemiyor: “Almanya gibi, gereksinimi için tarım ürünleri ithal etmek zorunda olan bir ülke neden kendi ürünlerini ihraç etmek için çırpınır ki?”
Nedeni basit: Milyarlarca insanın beslenme kaynakları da ele geçirilecek. Böylece emperyalizmin dünya hakimiyetine bir payanda daha vurulacak! Başta gelen emperyalist ülkeler bu amaçla, kendilerine bağımlı kıldıkları ülkelerde tarım ve hayvancılığın belini kırmak için kendi merkezlerinde bu alanlarda da verimliliği alabildiğine yükseltiyor ve ürünlerini ihraç ediyorlar.

Emperyalizm 2. Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde, 1948’de yürürlüğe giren Genel Gümrük ve Ticaret Anlaşması (GATT: General Agreement on Tariffs and Trade) ile bunun ilk önlemini almış bulunuyor. Bundan sonra da Dünya Ticaret Örgütü (WTO: World Trade Organization) kurulmuş. Amaç, bağımsız ülkelerin tarım ürünlerinde koruyucu önlemlerini, gümrük vergilerini, dahası, gümrük duvarlarını kaldırmak.
Dünyanın en gelişkin endüstri ülkeleri arasında başta gelen Almanya, tarımda üretimi ve ihracatı daha da geliştirmek için yıllar önce özel önlemler almaya başladı. Tarımın tekelleşmesini kapitalizmin doğal sürecine bırakmadılar. 1980’in başında küçük ve orta büyüklükte çiftlik sahiplerini devletten belli miktarda ikramiye alarak emekliye ayrılmak ve çiftliklerini kapatmak –politikacılar adına teşvik dedi ama- zorunda bıraktılar. Hayvancılıkta danaların “delirmesi”, kanatlıların “grip” olması da bu sürece özel katkılarını sundu. Ve... Böylece tarım ve hayvancılık, sıçramalı olarak dev birimlerde toplandı. Şu anda Almanya’da sadece Bavyera bölgesinde –biraz da coğrafi zorunlulukla- küçük ve orta büyüklükte çiftlikler belli bir oranda yaşamaya devam ediyor. İşgal edilen eski Demokratik Almanya toprakları zaten tarihsel olarak büyük toprak sahiplerinin, Junkerlerin bölgesiydi. Çoğunu “eski sahiplerine” iade ederek hemen o noktaya geri döndürdükleri o bölgede şimdi ülkenin en büyük, devasa tarım işletmeleri kurulu.

“Avrupa Birliği’nin tarımı destekleme politikasının çekirdek unsuru ’Doğrudan Ödemeler’dir. Tarımsal işletmeler bu araçla, üretimden bağımsız olarak yapılan ödemelerle desteklenir. Tarımdaki oldukça yüksek fiyat çalkalanmaları böylece yumuşatılır.” Tarım Üreticileri Birliği’nden gelen bu cümleleri okuyanlar, sakın ola ki, zavallı küçük çiftçi ve rençberlere yardım edildiği kanısına varmasınlar! Bütün destek bu alanı neredeyse tümüyle kaplamış olan tekellere!
2000 yılında Almanya’nın tarım ihracatı 28 milyar Avro iken, bu rakam 15 yıl içinde 65,4 milyar Avro’ya ulaştı. Almanya’nın geleneksel müşterileri olan ve son 30 yıldır aralarına Rusya’nın da katıldığı ABD ve Avrupa müktesebatına yenileri katılıyor. Başta Afrika ve Asya’daki az gelişmiş ülkelerin bu ticaretteki payı son yıllarda giderek hızlanarak yukarılara tırmanıyor.

Emperyalist ülkelerin ekonomik ve politik nüfuz altına aldığı az gelişmiş ülkelere ihraç ettiği her kilo buğdayın, her litre yağın, her konserve kutusunun –en başta Afrika’da- zaten büyük sorunlarla boğuşmak zorunda olan tarımı tamamen çökertmeye bir katkı olduğunu bilmek gerekiyor. Emperyalist yağmadan elde edilen ek kârlardan ve emperyalist merkezlerdeki halkların vergilerinden yararlanarak tekellere aktarılan destekle –bu sadece doğrudan ödemelerle sınırlı da değildir- oluşturulan fiyatlarla yoksul ülkelerdeki yerli üreticilerin asla rekabet şansı yoktur. Her yıl milyonlarca insanın açlıktan öldüğü bilinen Afrika ülkelerine yapılan gıda yardımları bile yerel tarım ve hayvancılığı hançerlemekte, küçük üreticinin idam ipini örmektedir.
Başta öne sürülen, Alman emperyalizminin dünya gıda kaynaklarını ele geçirmek üzere yola çıktığı iddiası açısından yukarıda verilen ihracat rakamları çok büyük önem taşımayabilir. Ne var ki, tarım ürünlerinin yanısıra kimya ve farma endüstrisinin, gen teknolojisinin, tarımsal ilaçlar, kimyasal gübre ve tohumlar ve hayvan yemleri ile de işin içinde olduğu bilinirse, gelecekteki felâketin hangi boyutlara ulaşabileceğini düşünmek mümkün olabilir.
Geçenlerde soL Haber Portalı'nda, merkezi Almanya’nın Leverkusen kentinde olan Bayer’in Monsanto’yu satın aldığı haberini okuduk. Bu anlaşmanın imzalandığı gün, dünya tarımı açısından bir “Kara Gün” olarak not edilmelidir. 2015 yılında toplam ciroları 23,1 milyar Dolar’ı bulan şirketlerin evliliğinden dünya çapında rakipsiz bir dev doğdu. Bu dev şimdi pestisitlerde dünya pazarının yaklaşık %25’ine, gen teknolojisine bağlı bostan tohumlarında %30’una, genetik bitkilerde de neredeyse %90’ına hükmediyor.
Bir süre önce iki birleşme daha olmuştu: Syngenta ile ChemChina (14,8 milyar Dolar), Dupont ile DOW (14,6 milyar Dolar). Bu sıralamada dördüncü konuma düşen BASF ise 5,8 milyar dolar ciroyla pek arkalardan geliyor. Ama... Bu dördünün tarım, hayvancılık ve bunlara bağlı gıda endüstrisindeki hakimiyetinin doğrudan ve dolaylı sonuçlarının boyutlarını rakamlarla ölçmek daha şimdiden olanaksız.
Dahası da var: Uluslarası tekeller, az gelişmiş ülkelerde uçsuz bucaksız araziler satın alarak, kendi programlarına uygun (örneğin, yağ üretimi amacıyla) tarım alanları ya da otlaklar açıyorlar. Dayattıkları tohumlarla kimi geleneksel ürünleri tamamen ortadan kaldırıyorlar. Böylece yoksullar açlıkla karşı karşıya kalırken, o bölgelerde oluşan mono-kültürle doğa da çölleştiriliyor.

Uluslarası tekellerin dünya çapındaki bu saldırısında, gizli kapaklı ve dolaylı olarak ele geçirilen ve yaşamsal önemi olan bir şey daha var: Su! Tekellerin tatlı su kaynakların da teker teker tapu altına aldığını ekleyelim. Bu iş, kısmen satın alınan ya da uzun süre için kiralanan araziler yoluyla oluyor. Araziye sahip olan oradaki suyun da sahibidir. İstediğince üretimde kullanıyor. Böylece dolaylı yoldan o ülkenin yağmalanan suyunu da ihraç etmiş oluyor. Örneğin, bir hesaba göre, Almanya ithal ettiği gıda maddeleri üzerinden kişi başına 1500 litre su da ithal etmiş oluyor. İçme suyu kaynaklarının doğrudan satın alınması da işin bir başka yanı. Bu alanda da dünya pazarını eline geçirmiş olan uluslararası tekeller, en başta Nestle, Danone, Coca Cola ve Pepsi önde gidiyor. Ve bu gidişle, bazı tahminlere göre 2030 yılında dünya çapında insanların yarısı suya ulaşamayacak duruma düşecek.
Böylece, korkutucu bilim-kurgu filimlerine taş çıkaracak bir gelecek manzarası ortaya çıkıyor: Yaşamın olmazsa olmazı su ve gıda kaynaklarının uluslarası tekellerin kontrolü altına düştüğü, kimi bölgelerin tamamen çölleştiği, milyarlarca insanın açlıkla tehdit edilerek köleleştirildiği bir dünya hazırlanıyor.Bu hayal değil, hızla yaklaştığı şimdiden görülebilen somut bir gelecektir.

Emperyalizmin ve onu yaratan kapitalizmin insanlığa ne getirdiğini gördük, görüyoruz: Sömürü, baskı, savaşlar, ölüm ve yıkım! İnsanlık bunlara karşı mücadeleyi bir an önce yükseltmez, bu düzene son vererek sosyalist devrimini gerçekleştiremezse, yarınlar çok daha karanlık olacak.  

Cemil Fuat Hendek
SOL