9 Ekim 2016 Pazar

AKP’nin demokrasi bayramı(1) - AKP’nin demokrasi balonu (2): Gerçekyalan fark etmeyince- Nilgün Cerrahoğlu

AKP’nin demokrasi bayramı(1)

Başarısız darbeden üç ay geçmesine rağmen OHAL kronik bir “hal” aldı. İnsanların aklına Türkiye dendiğinde bundan böyle gazetecilerin üçte birinin işsiz kaldığı, on binlerin pasaportuna el konulduğu, rejim muhaliflerinin yakınlarının bile seyahat özgürlüklerinin ellerinden alındığı, on binlerin gene adi suçlulardan boşaltılan cezaevlerine tıkıldığı ve işten atıldığı cehenemmi bir rejim geliyor. 
Hal böyle olunca uluslararası kamuoyu “Bu Türkiye o Türkiye mi” diye soruyor: “RTETürkiyesi zamanında hani demokratik reformları kucaklamıştı? Nasıl bu kadar değişti?” 
İsveç’ten Erik Meyersson adlı bir sosyal bilimci, işte Batı’da çok yaygın sorulan bu soruya mim koymuş: “One minute!” demiş: “Yoksa aslında öyle bir Türkiye hiç var olmadı mı?” 
Kadınlar sevdik hiç yoktular” hesabı… “AKP’nin Türkiye’yi demokratikleştirmesi,yaygın paradigmanın aksine yoksa hiç gerçekleşmedi mi” sorusunu masaya yatırmış. 
Cumhuriyet okurlarına bu soru zaten absürt gelebilir. Ancak Gezi ve 17/25 Aralık’a dek Türkiye’de liberallerin de kucakladığı genel geçer söylem “AKP’nin baştamuhafazakâr demokrat ve reformcu” bir parti olduğu şeklindeydi. Ve bu söylem yurtdışında hiç sorgulanmaksızın kabul görüyordu.

Tarihi ve coğrafi gerileme
 
Bu varsayıma göre iktidara geldiği ilk on yılda AKP, Türkiye’yi AB ile üyelik müzakeresine oturtan onca “demokratik reforma” imza atmış ama sonrasında ne olduysa olmuş ve birdenbire “aa…şok… şok… şok…” reformlar rayından çıkmış, RTE Türkiye’si beklenmedik biçimde “başkalaşmıştı”. 
Liberaller hani hâlâ “Biz değişmedik. AKP ve Erdoğan değişti” diyorlar ya… 

Eloğlu Meyersson üşenmemiş, şimdi işte bu afaki söylemi matematiksel bir modelle incelemiş. İnternette isteyen Meyersson’un ilginç makalesinin tamamını okuyabilir. Ben kısa bir özet yapacağım. 
1. Meyersson Türkiye’de demokratikleşme sürecini, Menderes’ten bu yana öncelikle kendi tarihi içinde inceliyor. 
2. Ve de gene Türkiye’nin demokratikleşme iddiasını dünya 
ölçeğinde karşılaştırmalı merceğe alıyor. 
İsveçli yazarın iki kıstasla da vardığı değişmez sonuç, AKP’nin demokratikleşmeyi, iktidara geldiği ilk günden beri sistemli biçimde mayınladığı ve geri çektiği yolunda. 
Kronolojik olarak Türk demokrasisi en dip noktasına ’80’de ulaşmış. Ancak ’83-2002 arasında sistemli bir ilerleme kaydedilmiş. 
Bu konjonktürel ilerlemeyi dünyayla kıyaslamada da görebiliyoruz. 
2002 öncesinde Türkiye, Latin Amerika demokrasilerinin ve Avrupa ülkelerinin trendine yaklaşırken, 2002 sonrasında bu coğrafyalarla makas açılıyor, düşüşe geçilerek ters istikamette hareket eden Ortadoğu ülkelerine yaklaşılıyor. 
Yani AKP bir yandan demokrasi tarihinde ülkeyi 30 yıl öncesinin en geri noktasına savururken, dünyada da 3. lige düşürüyor. 
Kurumsal kayış (gerileme), Türkiye’yi Orta Afrika ülkeleri ile benzer seviyelere düşürüyor ve Asya-Ortadoğu’ya yaklaştırıyor” diyor Meyersson.


Liberaller RTE’den farksız

AKP’nin 50’lerden bu yana “Türkiye’de en hileli seçimleri” yapageldiğine dikkat çeken İsveçli araştırmacı, iktidar partisinin “demokrasiyi dilinden düşürmemesini” de bir kara mizah gibi öne çıkarıyor. 
AKP’nin gerçek doğası madem artık matematik modellerle böyle ak-kara kertesinde ortaya konuyor, eli kalem tutan bunca okumuş yazmış aydın…nasıl bu kadar uyudu? Küresel emperyalin hadi art niyeti vardı, Irak’a nasıl sözüm ona demokrasi getirmek adına girildiyse Türkiye’ye de AKP getirildi; ilk “rejim değişikliği” burada oldu falan… bunları biliyoruz. 
Aydınlar peki, bilimsel biçimde ortaya konan bu (asgari) “30 yıllık geri savruluşa” niye yalnız Gezi sonrasında uyandı? 
Niye bu sorunun hâlâ tatmin edici bir yanıtı yok? Neden hâlâ ciddi bir yüzleşme yapılmıyor? “FETÖ tarafından kandırıldım” diyen RTE ile “RTE ve AKP tarafından kandırıldık” diyen aydınlar ve liberaller arasında yoksa hiç mi fark yok? 

AKP’nin demokrasi balonu (2): Gerçekyalan fark etmeyince


“Yakupyan Apartmanı” adlı kitabıyla ünlenen Mısırlı yazar Ala As Asvani ile kısa süre önce yapılan bir söyleşi okudum. 
“Yakupyan Apartmanı”nda komşuları üzerinden ülkesinin gerçeğini anlatan yazar,“Mısır’da yerleşik bir yalan kültürü olduğundan” dem vuruyor ve bu kültürün doğasını rejim baskısına bağlıyor, Mısır’da özetle “gerçek ve yalan arasında fark gözetilmediğini” belirtiyordu. 
“Demokratik olmayan rejimlerde insanların sosyal medya alanı dışında düşünceleriniifade edebilecekleri bir yer yok” diyen Asvani ekliyordu: 
“Hükümetlerin bu nedenle inandırıcı söylem geliştirmeleri için hiçbir saik yok. İktidarne derse desin, nasılsa hesap soran/geri dönüş yapan olmuyor. Yurttaşların düşüncesine yalnız demokratik rejimlerde değer verilir. Demokratik olmayan sistemlerde gerçek ya da yalan arasında hiçbir fark yoktur.”

Ne kadar baskı o kadar yalan
 
Ne kadar ekmek o kadar köfte hesabı… Ne kadar baskı o kadar yalan...
Hep düşünürüm “Yalandan kim ölmüş” lafı nerden çıkmıştır diye… 
İşte tam bu mantıktan çıkmış olmalı… 
Mısır ve Türkiye gibi ülkelerde baskıdan ölebilirsiniz ama yalandan ölmezsiniz. Rezil olmazsınız; itibarınızı, güvenilirliğinizi ve inandırıcılığını yitirmezsiniz. 
“Kandırılmışım!” der.. öte tarafa geçersiniz. 
Bu köşede geçen hafta “Economist”te irdelenen dünyanın yeni “post gerçek siyaseti/ post truth politics” akımını anlattım.

Uluslararası siyasette “yeni bir trend” olarak öne çıkan “post gerçek akımının”temsilcilerinin sivrilen isimleri arasında ABD’de Trump, İngiltere’de “Brexit”çi BorisJohnson, Rusya’da Putin, Türkiye’de Erdoğan’dan söz ediliyor. 
Bu liderlerin ortak noktaları olarak nesnel gerçekle hiç yüzleşmemeleri, tüm güçlerini propagandadan almaları sıralanıyor... 
ABD, İngiltere gibi gelişmiş demokrasilerde “post gerçek liderlerin” peydah olması hiç kuşkusuz büyük haber niteliği taşıyan sarsıcı bir yenilik. 
Ama gerçekte ne bizler ne de Rusya için “post gerçek”le yaşamak bir yenilik sayılmaz. 
Ruslar Sovyet döneminde “post gerçeğin” şahikasını yaşadılar. 
Biz de geri dönüp baktığımızda esasen “post gerçek”ten başka şey görmedik ve yaşamadık. 
Refah’ın -mümkünse- en “takıyyeci” ekibiyle “Türkiye’yi demokratikleştirmede dünyamarkası yapacaklarını” iddia eden liberal entelektüellerden önce de bu ülkede mesela darbeye “darbe” denmezdi. 
Darbe olgusunun ağız dolusu lanetlenmesi için “anti darbe retoriğinin” siyasi iktidarlar tarafından sonuna dek araçsallaştırıldığı günler beklendi. 
Geçmişte başarılı darbelerin çok ağır sonuçlarına duçar olduğumuz dönemlerde, kerli ferli profesörler, yazarlar, gazeteciler “darbe” lafını ağzına almaz, yalnız Türkiye’de adını duyduğum ne idüğü belirsiz bir “ara rejim”den söz ederlerdi. 
O dönemin “post gerçek ezberi” doğrultusunda askerler Türkiye’de, dünyada benzerine rastlanmayan “demokratik geleneklere” sahip çıkardı. “Rejimi korumak”için müdahale yapsalar da yaygın söylemle yönetimi “demokratik güçlere”bırakırlardı.


‘Cehalet iktidardır’ dünyası
 
“Post gerçek siyaset” bizde genlere işlemiş. 
Orwell’in “çifte düşünce/double think” diye adlandırdığı, eşyanın tabiatına kökten aykırı birbirine zıt düşünceleri savlamak bizde öylesine doğal, köklü ve yaygın bir şey ki; ne askerin vaktiyle dayattığı “ara rejim masalları”, ne de RTE’nin “ileri demokrasi savları” alerji yaratıyor. 
“Post gerçeğin” a-b-c’si denebilecek Orwell’in “1984” kitabında anlattığı üzere öteden beri aslında Türkiye’de hep “savaş barıştır”, “özgürlük tutsaklıktır” ve “cehaletiktidardır” dünyasında yaşanıyor. 
Ülkenin “en antidemokratik ekibini” yıllar boyu aydın geçinen liberallerin “Bize demokrasi getiriyorlar” diye desteklemelerine bu nedenle şaşmamak gerek. 
Gene de şaşıyoruz. Çünkü ömürler geçiyor. İnsan fasit dairenin kırıldığı günü görmek istiyor.

Nilgün Cerrahoğlu
CUMHURİYET

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder