29 Kasım 2016 Salı

G20 faturasında büyük şüphe - ÇİĞDEM TOKER

Doların hızlı yükselişi ekonomide kalıcı tahribata yol açıyor. Büyüyen tehlikeye karşı, iktidar çevreleri parlak bir çözüm buldu: 
Vatandaş dolar bozdur, dolar yak. 
Vergilerinin nasıl harcandığıyla zerrece ilgilenmeyen kitlelerin, vatanseverlik ile döviz bozdurma arasında bağ kurmasına dair söylenecek birçok şey olabilir. 
Bugün onlardan birine, 2016 bütçe görüşmelerinden güncel bir anekdota yer verelim.

***
G20 zirvesinin bir yıl önce Antalya’da toplandığını anımsarsınız.

Türkiye ev sahipliğindeki 2015 zirvesine, dünyanın en büyük 20 ekonomisini oluşturan ülkelerin devlet ve hükümet başkanları katılmış, hatta Suudi Kralı, Halkbank’ın (işletmenin kredi batağına saplanması nedeniyle) satın aldığı Mardan Palace’ı kapatarak 18 milyon dolar ödemişti. 
G20 öncesinde, devletin zirveye yapacağı harcamalar için bir torba kanuna özel madde kondu. Buna göre ihaleler Kamu İhale Kanunu dışına çıkarılmış, kurumlara doğrudan alım yapma yetkisi tanınmıştı.

563 milyon TL’lik fatura
 
Tam bir yıl sonra, o harcamaların bilançosu ortaya çıktı. Harcamalardaki abartı bir yana, kurumların hesapları arasında büyük bir fark düşündürücü. 
Konu, geçen cuma TBMM’de bütçe görüşmeleri sırasında gündeme geldi. 
G20 harcamalarının boyutları ve bilanço farkı CHP milletvekili Bülent Kuşoğlu ile Maliye Bakanı Naci Ağbal arasında hararetli diyaloglara sahne oldu. 
Dışişleri Bakanlığı verilerine göre, üç gün süren G20 Zirvesi’nin bütçeye maliyeti 563 milyon TL’ydi. 
Kuşoğlu, bunun “anormal bir rakam” olduğunu söylüyor ve şu hesapla açıyor: 
“Yani 1.000 dolarlık odalarda kalsalar üç gün, 1000 kişi kalsa 3 milyon dolar yapar, 5’le çarpın 10 milyon dolar yapar. 20 milyon dolar olsun. 563 milyon lira, 200 milyon dolara yakın. Böyle bir maliyet olabilir mi?” 
Dışişleri Bakanlığı’nın bunun cevabını veremediğini söyleyen Kuşoğlu, Maliye Bakanı’ndan açıklama istiyor. 
Bakan Ağbal, G20 harcamalarının kendi bakanlığından aktarılan kaynaklarla yapıldığını belirtiyor. Fakat toplam harcamanın 409 milyon milyon TL olduğunu söylüyor.

Dışişleri harcaması sorunlu
 
Ağbal, Plan Bütçe Komisyonu’nda, toplam harcama olarak aktardığı 409 milyon TL’nin dağılımını ise şöyle veriyor: 
-Dışişleri Bakanlığı: 263 milyon TL 
-Kültür ve Turizm Bakanlığı: 75 milyon TL 
-Emniyet Genel Müdürlüğü: 67 milyon TL 
-Çalışma Bakanlığı: 1.8 milyon TL 
-Ekonomi Bakanlığı: 850 bin lira, 
Maliye Bakanı, bu harcamaların önemli bir kısmının kalıcı nitelikte olduğunu vurguluyor. Örnek olarak da toplantı adresine giden güzergâhtaki yol, sinyalizasyon çalışması, aydınlatma, Mobese, siber güvenlik harcamalarını vererek, bu kalemlerin G20 için yapılsa bile nihayetinde kalıcı yatırıma dönüştüğünü söylüyor.

Gelgelelim, Dışişleri Bakanlığı’nın 263 milyon TL harcamasının çok yüksek olduğunu Bakan da teslim ederek “Burada kritik olan Dışişleri Bakanlığı’nın yapmış olduğu organizasyon harcamaları. Arkadaşlara söyledim, onun da detaylarını ayrıca getirecekler” diyor. 
Fakat sorun Dışişleri harcamasının yüksekliği ile sınırlı değil. Kuşoğlu’nun Dışişleri’nin 2015 kesin hesap cetveline bakarak aktardığı 563 millyon TL ile Maliye Bakanı’na bilgi aktaran çalışma arkadaşlarının sunduğu 409 milyon TL arasındaki büyük fark: 154 milyon TL. 
Hoş, bu farkın da ortalama bir aylık örtülü ödenek harcaması olduğunu söylerseniz, siz de haklı görünebilirsiniz. 
Ama o zaman da çıkıp TL’yi özendirme kampanyalarından söz etmeye hakkınız olmaz.

Çiğdem Toker
Cumhuriyet

‘Söz Uçar Yazı Kalır!’ - ÖZGEN ACAR

Latince “Verba volantt, scripta manent (Söz uçar, yazı kalır)! diye bir deyiş vardır.
***
3 Ekim 2004 - Berlin’de Almanya Başbakanı Gerhard Schröder“Yılın Avrupalısı”ödülünü överek Sultan’a verdi. Sultan konuşmasında, “Türkiye’nin Avrupa’ya katılımıbir medeniyetler çatışmasına yol açmaz, birleştirici olur” dedi. Törende “Beraber yürüdük biz bu yollarda…” şarkısı, arya gibi söylendi.
Aynı gün Lüksemburg’da Hükümetler Arası Konferans ile Türkiye’nin AB’ye katılım müzakerelerine başlandı.


***
16 - 17 Aralık 2004 - Brüksel’de AB Konseyi’nin “Genişleme” ile ilgili Doruk Toplantısına Sultan da katıldı. Sonuç Bildirgesi’nin Türkiye bağlantılı 18. maddesinde şöyle denildi:
“AB Konseyi, Türkiye’nin geniş kapsamlı reform sürecinde kaydettiği belirleyici ilerlemeyi memnuniyetle karşıladı,reform sürecini devam ettirmesine olan güvenini ifade etti. Konsey ayrıca, Türkiye’nin Komisyon tarafından belirlenen altı yasal düzenlemeyi yürürlüğe koyma yolundaki çabalarını etkin bir biçimde sürdürmesini bekler.
Siyasi reform sürecini geriye dönülmez kılmayı ve özellikle temel özgürlükler ve insan haklarına tam saygı açısından reformların tam, etkin ve kapsamlı olarak bir uygulanmasını teminat almak amacıyla, bu süreç, işkence ve kötü muameleye karşı sıfır hoşgörü politikasının uygulanması da dahil, Komisyon’un 2004 rapor ve tavsiyesinde kaygı kaynağı olarak belirlenen tüm noktaları ele alarak Konsey’edüzenli olarak rapor sunmayı sürdürmeye çağrılan Komisyon tarafından yakından izlenmeye devam edilecektir.
AB, reform sürecindeki öncelikleri ortaya koyan Katılım Ortaklığı temelinde siyasi reformlardaki ilerlemeyi yakından izlemeye devam edecektir.”Bildirgenin 19. maddesi ise şöyle:
“AB Konseyi, Birliğe on yeni üye devletin katılmış olduğunu göz önündebulundurarak, Türkiye’nin, Ankara Antlaşması’nın uyarlanmasına yönelik Protokolü imzalama kararını memnuniyetle karşıladı. AB Konseyi bu bağlamda, ‘Türk Hükümeti, müzakerelerin fiilen başlamasından önce ve Avrupa Birliği’nin mevcut üyeliğine dair uyarlamalar üzerinde anlaşmaya varılarak sonuçlandırıldıktan sonra, Ankara Antlaşması’nın uyarlanmasına ilişkin Protokolü imzalamaya hazırdır’ biçiminde Türkiye tarafından yapılan beyandan da memnuniyet duydu.”
Ankara’da “AB Fatihi” şöleni ile karşılanan Sultan, Kızılay’da kurulan kürsüde alkışlarla karşılanan konuşmasında “Hamdolsun tarih aldık…” dedi, şöyle devam etti:
“Bundan sonra şüphesiz önümüzde uzun, zorlu yollar var, unutmayın! Çünkü bundan sonraki çalışmalarımız, her attığımız adım, Türkiye’de yeni bir başarının oluşmasını temin edecektir. Ülkemizde demokrasi daha farklı biçimde güç bulacaktır.Ekonomi çok daha farklı biçimde performans ortaya koyacak. Türkiye çağdaş ülkeler arasındaki yerini almaya başlamıştır, alacaktır.”

***
Aradan 12 yıl geçti… O gün dolar 1.4 TL idi. Bugün 3.5 TL… Siyasal durumu Cumhuriyet okurları çok iyi biliyor. Kısa bir süre önce İngiltere başbakanlığından ayrılan David Cameron, “Bugünkü hızıyla Türkiye’nin AB üyeliği 3000 yılını bulur…”diye alay etti.
24 Kasım 2016 - Avrupa Parlamentosu, 2004 Bildirgesi’nin 23. maddesine dayanarak Türkiye’nin üyeliğinin dondurulması için “tavsiye kararı” aldı. Bu madde şöyledir:
“Aday ülkenin kişilerin özgürlük, insan haklarına saygı ve temel hakların korunması ve hukukun üstünlüğü gibi Birliğin temelini oluşturan ilkelere karşı ciddi ve sürekli bir ihlali olması durumunda, Komisyon kendi girişimiyle ya da üye ülkelerin 1/3’ününisteğiyle, müzakereleri durdurma ve müzakerelerin yeniden başlatılması için koşullar koymak için tavsiye verme hakkını saklı tutar!” 


AP’nin kararı “kendine gel” uyarısı niteliğinde… Sultan dinler mi? “Şu terbiyesize bak‘yaptırım yaparım’ diyor. Her tarafın yaptırım olsa ne yazar? Herkes haddini bilecek! İç hukukumuz kimseyi ilgilendirmez!!!”
Siyasal hukuk konusunda bir temel ilke vardır: “İktidar bozar, mutlak iktidar mutlaka bozar!”
Özgen Acar/CUMHURİYET

28 Kasım 2016 Pazartesi

Büyük suskunluk: Ergene kanser haritası - ÇİĞDEM TOKER

Dr. Bülent Şıkgıda mühendisi. Beş gün öncesine dek Akdeniz Üniversitesi’nde öğretim üyesiydi. Son KHK ile ihraç edildi.


Gıda Güvenliği ve Tarımsal Araştırmalar Merkezi’nin kuruluşunda emeği büyük olan Şık’ın “suçu”, Barış Bildirisi’ne imza atmak. İhraca cevabı şöyle: 

Barış bildirisine imza atmakla, Ergene veya Dilovası’nda yaşayan insanların yediği gıdalarla kanser yapıcı kimyasallara maruz kalıp kalmadıklarının araştırılması işiarasında, benim açımdan hiçbir fark yoktur. Her ikisi de kamu yararını, bu toplumun sağlığı ve esenliğini korumak adına yapılmıştır.” 

Şık, hikâyesini bianet’e yazdı. Biliriz, şahsi hikâyeler bazen memleket gerçeğinin ta kendisidir. O yazıda “sessizliğin şiddeti”nden bahsediyor. Şiddetin sadece devletten gelmediğini; dile, gündelik hayata, politik tutumlara sinen toplumsal şiddetin varlığına işaret ediyor. Ülke sorunlarına dair okuyup yazan onca akademisyen varken, niye “bazılarının” ihraç edildiği sorusunu tam da buradan yanıtlıyor. “Devlet ile vatandaşı arasındaki sessizlik anlaşmasını çiğnememiz, dile getirilmemesi gereken bir konuda söz söylemiş olmamızdır. Bu ülkede gerek geçmişte gerekse günümüzde devlet şiddetiyle mağdur edilmiş insanlar hakkında bir söz söylüyorsanız; resmi söylemin dışına çıkıp geçmişin acıları ile yüzleşmekten, geçmişle barışmaktan ya da barış dolu bir geleceğin mümkün olduğundan söz ediyorsanız başınızın derde gireceği kesin gibidir.”

Bakanlık neden açıklamıyor? 
Şık, kanser vakalarının en sık görüldüğü Ergene Nehri havzası ile Kocaeli Dilovası bölgesinin kanserojen madde kirlilik haritasının çıkarılmasını amaçlayan Sağlık Bakanlığı araştırma projesinde yer aldı. 
Bölgede yetişen gıdalardan alınan binlerce örnek üzerinden on binlerce analizi işini organize etti. “Kocaeli, Antalya ve Ergene Havzası İllerinde (Tekirdağ, Edirne, Kırklareli) Yetiştirilen Gıdalarda ve Sularda Çevresel Kirleticilerin Belirlenmesi” başlıklı proje bitti. Şık, çalışmanın bütün bulguları hakkında açıklama yetkisinin Sağlık Bakanlığı’nda olduğunu söylüyor. “Etik kodları çiğnememe adına detaylarıaçıklamayacağını ancak halk sağlığı açısından çok önemli bulgular olduğunu”söylüyor.

Sebep şirketleri korumak mı? 
Halk sağlığı adına Sağlık Bakanı Recep Akdağ’a buradan hemen soralım. 
Bu kapsamlı araştırmanın sonuçlarını açıklamayı düşünüyor musunuz? 
Araştırma sonuçlarının bugüne dek açıklanmamasının nedenleri tam olarak nelerdir? Bölgede faaliyet gösteren sanayi kuruluşları, sorumluluklarını yerine getirmesi konusunda uyarıldı, gerekli yaptırımlar uygulanmış mıdır?

Başkanlık ekonomiyi bozuyor 
Başkanlık rejimi öngören anayasa değişikliği yolda. Bakmayın siz, adının “Cumhurbaşkanlığı” diye takdimine. Toplumsal alerjiyi düşürmeye dönük, kötü bir makyaj bu isim. 
Başbakan Binali Yıldırım, 24 Kasım gecesi TRT1 -TRT Haber ortak yayınındaydı. Mutfaktaki anayasa teklifine dair epeyi ayrıntı verdi. 
Referandumda onay alırsa, bütçeyi Meclis’e, Maliye Bakanı değil artık Cumhurbaşkanı sunacak mesela. Başkanlık, ekonomik istikrara da ilaç niyetine pazarlanıyor. Neyse ki, bu konuya ciddi çalışıp kafa yoran, bilimsel veri üreten akademisyenler var da başkanlığın ekonomiye ilaç filan değil toksik etki yaptığını görebiliyoruz.

119 ülkenin ekonomik verileri 
Prof. Dr. Gülçin Özkan, İngiltere’deki York Üniversitesi’nde. Richard McManus ile birlikte yaptıkları çalışmanın adı; “Başkanlık Rejiminin Ekonomi Üzerine Etkileri”. 199 ülkenin, 1950-2015 arası ekonomik verilerini analiz edilmiş. Buyrun bazı bulgular: 
- Başkanlıkla yönetilen ülkeler, parlamenter sistemle yönetilen ülkelere kıyasla, tutarlı olarak daha kötü bir ekonomik performans sergiliyor. 
- Başkanlık sistemi olan ülkelerde ortalama yıllık büyüme, parlamenter rejimlere göre 0.6 ile 1.2 arası daha düşük. Enflasyon, ortalama 6 puan daha yüksek gözlemlenmiş. Gelir dağılımı sonucu daha dramatik: Başkanlık sistemi, parlamenter sisteme göre, yüzde 16-20 arası daha bozuk gelir dağılımına yol açıyor. 
Çalışma, bu sonuçlarda; siyasal ve kurumsal faktörlerin etkisini de araştırmış. Siyasi ve sivil muhalefetin zayıf olduğu, hukukun üstünlüğü ilkesinin hâkim olmadığı ülkelerde, başkanlık rejiminin olumsuz etkilerinin ağırlaştığı saptanmış.

SİCİL NOTU
Sarraf şirketinde sermaye artırımı 
New York’ta yargılanan Rıza Sarraf’ın küçük hissedar olduğu Arkla Otelcilik şirketi, sermaye artırımına gitti. Sarraf’ın turizm yatırımı için kurduğu şirketin sermayesi, 100 milyon TL’den 135 milyon TL’ye çıkarıldı. 
Karar 22 Kasım 2016 tarihli Ticaret Sicil gazetesinde yer aldı. Sermaye artırımı sonrasında büyük ortak Şeyda Eromi’nin hissesi 129 milyon TL oldu. Rıza Sarraf’ın hissesi 6 milyon TL’de kaldı. Böylece Arkla Otelcilik’te iki ayda iki artırımla şirket sermayesi iki katın üzerine çıkmış oldu. Şirketin 30 Eylül’deki olağanüstü genel kurul toplantısında da 60 milyon TL sermaye, 100 milyon TL’ye çıkarılmıştı.

İş işten geçtikten sonra TL 
Dolardaki artışın, AKP hükümetine esaslı bir ders verdiği anlaşılıyor. 
Başbakan Binali Yıldırım’ın TRT1’de açıkladığına göre, artık yeni sözleşmeler TL ile yapılacakmış. 
Hepimize geçmiş olsun. İnsan gerçekten hayret ediyor. İki nedenle: 
- Dolar üzerinden imzalanan ve halktan gizlenen bütün o Yap-İşlet- Devret sözleşmeleri, TL’nin en değerli olduğu yıllarda imzalanmıştı. 
- Hazine’ye en fazla yük getiren iki büyük projenin ikisi de imzalandığı sırada bugünün Başbakanı Yıldırım, Ulaştırma Bakanı’ydı. 
Buyrun: 
- Osmangazi Köprüsü: Otomobil başına geçiş ücreti 30 dolar (35’ti). 
(Günde 40 bin araç geçiş garantisi – 2035 yılına kadar.) 
- 3. Boğaz Köprüsü: Otomobil başına geçiş ücreti 3 dolar. 
(Günde 135 bin araç geçiş garantisi -2026 yılına kadar.) 
Bunun daha 3. havalimanı talep garantileri var, devletin hasta garanti ettiği şehir hastaneleri var. Varoğlu var. 
Küçük bir detay daha: Dolar üzerinden yapılan bu geçiş ücretleri, YİD sözleşmelerine göre Amerika’daki TÜFE’ye göre artacak. On yıllarca. 
Evet, artık sözleşmeleri TL üzerinden yapabilirsiniz.

Çiğdem Toker
CUMHURİYET

26 Kasım 2016 Cumartesi

Yeniden ‘hasta adam’ diyorlar - Nilgün Cerrahoğlu

Türkiye’ye yeniden “hasta adam” diyorlar. “Avrupa’nın hasta adamı” değil de sadece “hasta adam”… 

İtalyan TÜSİAD’ı Confindustria’nın gazetesi “Il Sole 24 Ore”nin Ortadoğu uzmanı Alberto Negri; Avrupa’nın diplomasi belgelerinin Erdoğan’ın stratejisinin tam ne olduğunu belirleyemediğini, otoriter savruluşu karşısında alınacak önlemleri tanımlayamadığını söylüyor. Ancak sözü edilen belgelerin, “Türkiye’yi müşahade altındaki bir hasta” olarak betimlediğini ekliyor.

Yüz yıl öncesinde olduğu gibi. Bir asır öncesiyle paralellik yalnız “hasta adam” tanımıyla bitmiyor. “Avrupa nezdinde batılan borçlar” da, gene AKP iktidarında “altın çağ” diye tanımlanan Osmanlı’nın son dönemini çağrıştıran bir tablo çiziyor.


Avrupa’nın tokadı
Avrupa Parlamentosu’nun, AB müzakere sürecinin dondurulmasına ilişkin bağlayıcı olmayan kararı üzerinde fazla geyik yapmadan önce şu rakamları hatırlamakta fayda var: Özel Türk şirketleri Avrupa’ya, boğazına dek borçlu. Avrupalılar, eli mahkûm Eski Kıta ile anlaşmak zorunda olan Erdoğan’a böylece (AP oyu ile) bir tokat atıyorlar. Çünkü Erdoğan’ın retoriklerine rağmen Avrupa’nın yatırımları ve kredileri olmaksızın Türkiye durur!” diyor Negri. 
Bitmedi. Gazete, “Türk ekonomisinin durmasına” yol açacak rakamları şöyle özetlemiş: “Türk ekonomisine sıçrama yaşatan paralar nereden geliyor: AKP’nin görevde bulunduğu 2002’den bu yana Türkiye’deki yabancı yatırımların yüzde 75’i Avrupa’dan, yüzde 15’i ABD, diğer yüzde 15’i Asya’dan geliyor. Körfez’den gelen yüzde 7 de buna dahil. Katar’ın bankacılık, finans sektöründeki yatırımlarına rağmen, itici gücün ardında şeyhlerin paraları olduğu hikâyesi mitos. İhracatın yüzde 45’i ayrıca gene Avrupa’ya, yüzde 22’si Ortadoğu ve Körfez’e, yüzde 7.5’i Asya’ya gidiyor. Erdoğan, Şangay Beşlisi’ne girmeye kalksa Avrupa ile olan ihracatı tehlikeyegirer.” 
Bu tabloyla Ankara’nın ellerinin bağlı olduğunu belirten yazı, Erdoğan’ın Suriye’deki genişlemecilik hayallerinin gerisinde de “bu Avrupa ekonomisine bağımlılığı kırmak” arzusunun olduğunu not ediyor; RTE’nin, Suriye’de Şii İran’ın liderliğini kırarak, Türkiye’ye paralar akıtacak Körfez krallıkları nezdinde rakipsiz Müslüman lider olmayı düşlediğini belirtiyor. Neye niyet, neye kısmet hesabı şimdi AP’de Türkiye ile müzakereleri dondurmak için parmaklar kalkarken, kimin elinin kimin cebinde olduğu bilinmeyen Suriye’den şehit haberleri geliyor. Avrupa’nın “hıyanetine” karşı “Şangay Beşlisi” kartı tam çıkarılırken, Rusya korumasındaki Suriye güçlerince yapıldığı iddia edilen bir saldırıda Türk askerleri şehit düşüyor… Türkiye 24 saatte adeta hem Batı’dan, hem Doğu’dan sıkıştırılıyor.

‘Ne senle, ne sensiz!’
Ankara’daki asabiyetin temelinde bu yapı var. AKP iktidarının gerçekte “AB üyeliği” gibi bir hedefi hiç olmadı. Müzakereler zaten yıllardır donmuştu. Altı yıl önceki bir AB toplantısında unutmuyorum, İtalya’nın eski dışişleri bakanlarından Emma Bonino; “Yeni başlık açılmazssa, süreç bloke olur. Bu da sürecin çürümesi demektir. İleri gitmeyen süreç, gerilemeye mahkûmdur!” demişti. Aynı toplantıdaki Davutoğlu,çürüme”ye hassasiyet göstereceğine, nispet yaparcasına mutlulukla “stratejik derinlik” dizaynını anlatmıştı. 
Diyeceğim o ki AP zaten fiiliyatta donmuş/“çürümüş” bir sürecin “dondurulmasıtavsiyesinde” bulunuyor… 
Erdoğan, Binali Yıldırım, Çavuşoğlu, Ömer Çelik… sıraya girip üst perdeden arka arkaya “karar yok hükmündedir!” demeçleri vereceklerine, sahiden de bu karar yokmuş gibi omuz silkebilirlerdi. 
Ama silkemiyorlar. Niye? Çünkü Avrupa’ya “bir hasta”(!)nın koşullarıyla bağımlı olduklarını biliyorlar. 
İşadamlarının gazetesiyle başladığımız yazıyı, Vatikan çevrelerinin gazetesi “Avvenire” ile bitirelim. “Gelin de Ecevit Türkiyesi’ni aramayın!” diyor; “Türk-Avrupa çıkmazı” başlıklı başyazısında “Avvenire” ve ekliyor: “AB Türkiye için o zaman büyük fırsat olarak görülüyordu, Erdoğan sade İstanbul’un belediye başkanıydı. Ama ‘minareler süngü, kubbeler miğfer, camiler kışlamız, müminler asker dizeleri nedeniyle hapis cezası almış bir militandı aynı zamanda. Günün birinde nasıl biri olacağı belliydi. Avrupa-Türkiye ilişkileri bu gidişle ‘ne senle, ne sensiz’e dönüşeceğebenziyor.”  

Nilgün Cerrahoğlu
CUMHURİYET

Bir akıl yarılması: Şangay mı, NATO mu? - ERHAN NALÇACI

Erdoğan kısa bir süre önce Şangay İşbirliği Örgütü’ne üyeliği bir kez daha dile getirdi. Özbekistan ziyaretinde “Avrupa Birliği’ne zorunlu değiliz, neden Şangay Beşlisi’ne üye olmayalım?” dedi.
Türkiye sermaye sınıfının derin akıl yarılmasına değinmeden önce  şu Şangay Beşlisi nedir, kısaca hatırlayalım.

1996’ta Şangay Beşlisi’nin ilanı emperyalist hegemonya krizinin erken bir adımıydı. Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’dan oluşan beşli ilk andan itibaren askeri bir birlik oluşturdular. 96’daki anlaşma ortak sınırların askeri işbirliği ile korunmasına dayanıyordu.
2001’de Birliğe Özbekistan’ın katılması ile Şangay Beşlisi isim değiştirerek Şangay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) adını aldı. Ekonomik bütünleşme süreci amaçlardan biri olmakla birlikte askeri işbirliği hep ön planda oldu.

Bir çeşit NATO olduğunu söylersek çok yanlış yapmayız. Tabi ki NATO geçen yüzyılda Sovyetler Birliği’nin varlığında bir karşı-devrim örgütü olarak kurulmuştu. ŞİÖ ise ABD hegemonyası altına girmeden emperyalist sistemde kendi payını almak ve büyütmek üzere inşa edildi. Şu anda daha çok savunmada gibi gözükse de, en iyi savunmanın uygun zamanda saldırı olduğunu biliyorlar.

Ayrıca ŞİÖ’nün hegemonyasındaki coğrafyalarda işçi sınıfı ayaklandığında karakter değiştirmeyeceğinin ve bir karşı-devrim örgütüne dönüşmeyeceğinin hiçbir garantisi yok. Örneğin Kazakistan kendi ülkesinde komünist parti etkinliklerini yasakladı.
ŞİÖ emperyalist hegemonya krizi esnasında büyüyor ve etki alanını genişletiyor. Pakistan ve Hindistan 2017’de resmi üye haline gelecekler. Bunu şu anda gözlemci ülkeler olan Belarusya, İran ver Moğolistan izleyecek.

Bir de diyalog partnerleri var: Ermenistan, Azerbaycan, Kamboçya Nepal, Sri Lanka ve Türkiye.
ŞİÖ’nün oluşturduğu çekim alanının gücünü, aralarında yaratılmış tarihsel bir düşmanlık olan Pakistan ve Hindistan’ın aynı anda üyeliğe alınmasından, Ermenistan ve Azerbaycan’ın birlikte diyalog partneri olmasından anlıyoruz.

Türkiye ise 2012’de Erdoğan’ın katıldığı Pekin zirvesinde diyalog partneri haline geldi. Dikkat edilirse, bu tarih aynı zamanda ABD ve AB emperyalizminin Türkiye’de siyasi bir restorasyon için düğmeye bastığı tarihti.

Türkiye sermaye sınıfının aklı NATO ve Varşova Paktı arasında karışmamıştı, sınıf refleksleri aklını korumuş ve Türkiye’nin NATO’daki yeri hiç sorgulanmamıştı. Ama şimdi piyasadan başka ilkesi olmayan iki blok arasında tam bir akıl yarılması yaşanıyor.

Erdoğan geçenlerde NATO toplantısına katılarak Türkiye’nin NATO’ya bağlılığını ifade etti. NATO sekreteri Stoltenberg toplantı sonrası verdiği röportajda ise şöyle diyor: “Karadeniz’de hava ve denizde NATO varlığının artırılmasında uzlaştık. Bugünkü görüşmede de Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Karadeniz’deki varlığımızı konuştuk. Kendisi daha fazla NATO varlığı olması fikrini destekledi.”
Her iki taraf da (NATO ve ŞİÖ) bu akıl karışıklığına müdahale etti ve Türkiye’nin ikisinden birini seçmek zorunda olduğunu bildirdiler. Ama ŞİÖ’nün eli görece zayıf olduğu için uyarının yanı sıra çekici bir hamle yaparak Türkiye’yi 2017 ŞİÖ Enerji Kulübü Başkanlığı’na seçtiler.

Bu arada aklı karışık olmayan bir siyaset var! CHP’den Selin Sayek Böke Türkiye’nin Batı ile entegre olduğunu ve bundan kopamayacağını açıkladı. Kılıçdaroğlu ise soğuk savaş demagojisine vardırdı işi, ŞİÖ’nün diktatörlükler tarafından yönetildiğini ve Türkiye’nin yerinin batı demokrasisi olduğunu söyledi.

CHP’nin NATO’cu bir gericiliği temsil ettiğini biliyoruz.
Diğer bildiğimiz şey ise Türkiye sermaye sınıfının bu akıl yarılmasıyla sonunu hazırladığı. Emperyalist hegemonya krizi baş edemeyecekleri kadar derin bir çelişki yaratıyor.
Türkiye sermaye düzeninin mezar kazıcısı Türkiye işçi sınıfı ise, kazması bu çelişkinin yarattığı meşruiyet krizi olacak.

Erhan Nalçacı
SOL

Küba Devrimi üzerine - KEMAL OKUYAN

Küba’da devrimin başkomutanı Fidel mücadeleye komünist olarak başlamadı, Küba Devrimi de sosyalist karaktere sonradan kavuştu. Bu dönüşümle ilgili hep zorunluluktan söz edilir. Doğrudur, biraz da ABD’nin tavrıdır Fidel’i ve devrimi radikalleştiren. Ancak en az bu “dış” kuvvet kadar devrimin liderliğinin değişmez ilkeleri ve gelişkin ahlakı Küba’yı sosyalizm yoluna sokmuştur.


Devrimci olmadan komünist olmak… Zor biraz ama Sovyet sosyalizminin Stalin sonrasındaki önde gelen kadrolarını tanımlarken yıllar önce kullandığım bu ifadenin geçerliliğinden artık kuşku duymuyorum.
Raul Castro’nun yaşamına ilişkin bir solukta okuduğum kitap için çeviriyi yapan ve Celil Denktaş ve Yazılama Yayınevi’ne ne kadar teşekkür etsem az. Sovyetler Birliği’nde hem dışişleri bakanlığında hem de istihbarat örgütünde çalışmış olan yazarın kimi düşüncelerine katılmasam da o da bu kutlama faslının aslan payını kapıyor; son derece içten, iyi çalışılmış ve zaman zaman şaşırtıcı derecede isabetli saptamaların yer aldığı bir kitapla çıkmış karşımıza.
Okuyun pişman olmazsınız!
Kitabı tanıtmak değil amacım, bir eleştiri yazısı da değil bu. Sadece baştaki ifadeye geri döneceğim; devrimciliğin ne zaman ve nasıl erozyona uğrayabildiği sorusuna yanıt arayacağım.
Konunun kitap ile ilişkisi şu: Yazar ve Raul henüz 20’li yaşlarında iki gençken İtalya’dan Meksika’ya giden bir gemide tanışıyorlar. Nikolay S. Leonov çiçeği burnunda bir dışişleri görevlisi, Raul ise uluslararası gençlik toplantısından dönmekte olan genç bir komünist. Küba devrimine henüz 5-6 yıl var.
Peki mesele ne? Mesele koskoca Sovyetler Birliği’nin, birkaç yıl sonra bir anda bütün dünyanın konuşmaya başladığı 26 Temmuz hareketi hakkında doğru dürüst bilgisinin olmaması, Küba Devrimi zaferin eşiğindeyken KGB’nin bu genç diplomatın Raul’la arkadaşlığını hatırlaması, onu Küba ile ilişkilerin gelişmesi için yardıma çağırması, dahası, Çekoslavakya’yı ziyaret eden Küba heyetini Moskova’ya davet etmek isteyen Sovyetler Birliği Komünist Partisi liderliğinin Nikolay’a “sosyalist” Çekoslavak istihbaratının haberi olmaksızın Kübalılarla temasa geçmesini talep etmesi…
Küba’da devrimciler iktidara geliyor, ABD’nin onlarla ilişkisi Sovyetler Birliği’nden çok daha fazla! Küba Devrimi’nin özgünlükleri bu tuhaflığı tek başına açıklamıyor.
Tarihte “öznel” faktöre böylesi bir rol düşer her zaman ama Sovyetler Birliği ile Küba arasındaki ilişkilerin kurulması ve gelişmesinin öyküsünü okuyunca insan düşünmeden edemiyor: Başka ülkelere bu kadar kayıtsız kalan bir “yönetim”in içeride devrimciliğini koruması nasıl mümkün olacak ki?
“Kayıtsız” derken haksızlık etmeyelim, Sovyetler Birliği, karar verdikten sonra dünyada birçok devrimci, bağımsızlıkçı harekete açık destek vermekte tereddüt etmedi. Ancak devrimcilik uyanık olmayı gerektirir. ABD’nin arka bahçesindeki huzursuzluğu ve bu huzursuzluğun akacağı devrimci mecraları öngörmeyecekseniz o kadar hacimli bir istihbarat örgütünü neden besliyorsunuz? Sosyalist bir ülke istihbarat yalnızca düşmanı takip etmek için değil, dostlarını tayin etmek için de kullanılmak zorunda.
Üstelik öğreniyoruz ki, Raul Budapeşte’deki gençlik toplantısındaki en parlak konuşmalardan birini yapıyor! İnsan kimdir bu, nereden çıktı diye sormaz mı? Nitekim birkaç ay sonra Raul Moncada Kışlası’nı basan ekibin içinde yer alıyor
Sovyet yönetiminin Küba ile ilişkilerde bir yandan “verici” ve “dayanışmacı” ama öte yandan devrimci bir perspektiften yoksun tarzına başka örnekler de var. Hele hele bir Gromiko tasviri var ki, of ki of.
Daha önce anılarında Marilyn Monroe’yu bir resepsiyonda gördüğü için sevindirik olmasına kafaya takmıştım, meğer Gromiko dünya meseleleri ile değil de UFO’larla daha çok ilgiliymiş!
Sovyetler Birliği’nin “efsane” dışişleri bakanının (bazı açılardan bu sıfatı hak edecek kadar yetenekliydi) o görevi taşralı kafasıyla yürüttüğü anlaşılıyor.
Neden oluyor bunlar?
Brejniyev dahil o dönem Sovyet yöneticilerinin komünist olmadıkları söylenemez. Ama devrimci değiller. Sosyalist kuruluşun belli bir noktasında sosyalizmin nesnelliğine teslim olmuş, daha iyisi için, daha fazlası için mücadele etme alışkanlıklarını yitirmişler. Böyle yaptıklarında mevcudu da yitirecekleri gerçeğini unutmuşlar. 
Yitirdiler de…
Oysa devrimcilik kanaatkarlık ve ortamacalıktan nefret etmektir. Maceracılık, ham-temelsiz hayallere kapılmaktan söz etmiyorum. Ancak ABD’nin başını çektiği emperyalist sistem gücünü korurken, kapitalizm dünyanın önemli bölümünde hüküm sürerken nasıl kanaatkâr olabilirsiniz ki?
Devrimcilik başka nedir?
Merak duymaktır. Küba Devrimi’nde öne çıkan üç kişi; Fidel, Raul, Che çok okuyor, çok soruyor, çok tartışıyor, çok hızlı iletişime geçiyor. Bu özellikleri olmasaydı, o kadar erken yaşta, altına girdikleri sorumlulukları yüzlerine gözlerine bulaştırırlardı.
Çok okuyan, çok soran, çok tartışan, kolay iletişime geçen insanları bekleyen tehlike oradan oraya sürüklenmeleridir. Devrimci, sabitlerini yani değerlerini sağlama  alıp, onları her durumda muhafaza edendir. Küba’da devrimin başkomutanı Fidel mücadeleye komünist olarak başlamadı, Küba Devrimi de sosyalist karaktere sonradan kavuştu. Bu dönüşümle ilgili hep zorunluluktan söz edilir. Doğrudur, biraz da ABD’nin tavrıdır Fidel’i ve devrimi radikalleştiren. Ancak en az bu “dış” kuvvet kadar devrimin liderliğinin değişmez ilkeleri ve gelişkin ahlakı Küba’yı sosyalizm yoluna sokmuştur.
Şimdi…
Devrimciliğin karşı tarafın gücüne değil zayıf noktalarına odaklanmak olduğunu da sık sık tekrar ederiz. Evet, kapitalistler dünya ölçeğinde egemenliklerini sürdürebilmek için devasa mekanizmalar kurup muazzam kaynaklar seferber ediyor; emekçilerin uyanışını, kendi kaderlerini ellerine almasını engellemek için sürekli önlem alıyor. 
Ancak bütün bunları iki nedenle abartmamak gerekiyor. Birincisi kapitalizm kriz üreten, rasyonal olmayan bir sistem; burada makinenin dağılmasını engellemeye çalışan “üst akıl” olur ama bu aynı zamanda bir kıt akıldır. İkincisi burjuva diktatörlüğü kritik noktalarda belki yetenekli ama kötücül, ilkesiz ve temel motivasyonu “para” ve “makam” olan kadrolara mahkumdur. Cilayı kazıdığınızda büyük lafların, yüksek tepelerin “küçük” insanlar tarafından işgal edildiğini gösteren sayısız örnek vardır tarihte.
Öyle aşılmaz, yanılmaz, yenilmez bir güç yok. Temel sorun zaten bu: Yıllar geçtikçe milyarlarca kişi böyle bir algıya kavuştu: Mevcut dünya düzeni değişmez!
Kübalı devrimciler bu algıdan uzak durdu, o dönem bu çok daha kolay olsa da, bunu bir erdem olarak görmek gerek.
Hayatı hiçbir zaman mutlak güçler, süper bireyler, tıkır tıkır işleyen devletler belirlemiyor. Hayat, son tahlilde emek ve sermaye olarak saf tutan iki temel kuvvetin birbirleriyle giriştiği mücadele tarafından şekilleniyor. Bu mücadelenin iki tarafında da “olağanüstü güçler” yok; bu algı baştan yenilgi anlamına geliyor.
Belki de bugün devrimciliğin ilk koşulu bunu kavramak.
Küba Devrimi gerçekleştiğinde dünyanın kutuplarını temsil eden iki süper gücün ikisi birden yanıldı! CIA “merak edecek bir şey yok, Castro ile çalışabiliriz” noktasındaydı; SSCB ise “kim bunlar yahu” kuşkusuyla soğuk duruyordu. Kazık yiyen ABD oldu, Sovyetlerin ise deyim yerindeyse başına talih kuşu konmuştu.
Emperyalistler artık ders çıkarıyor. 
Öyle mi?
Dünyaya şöyle bir bakın; kapitalizm yerlerde sürünüyor ve alabildiğine çaresiz. Tek silahı halkları “yenilmez” olduğuna ikna etmiş olmak!
Devrimciler o çaresizliğin sınırları içinde çözüm aradıkça “yenilmez”lik fikri iyice yerleşiyor. Oysa hayat sanılandan daha sade…
Evet, siz Nikolay Leonov’u okuyun derim.

Kemal Okuyan
SOL

25 Kasım 2016 Cuma

Sevgili öğretmenim - RIFAT OKÇABOL

Sevgili öğretmenim,

Öğretmenler gününü kutlarken, biraz da dertleşmek istiyorum.

Biliyorsun! 24 Kasımlar, öğretmenler günü olsa da, daha çok öğretmen ve eğitimle ilgili sorunların gündeme getirildiği gün oluyor.  Eğitim süreçlerindeki çıkmazlar, 24 Kasımlarda gün yüzüne çıkıyor. Bu 24 Kasım’da ise, son zamanlarda yaşadıklarımız, eğitim sisteminden geçip yükseköğrenimlerini tamamlamış yetişkinlerin sergilediği tutum ve davranışlar öne çıkıyor.

15 Temmuz darbe girişimi, akademisyeninden generaline ve polisinden yargıcına kadar pek çok meslek sahibinin kendi iradesini Fethullah’a emanet ettiği, aklını rafa kaldırıp mesleğine ve insanlığa yabancılaştığını gözler önüne sermiş bulunuyor. Ne yazık ki, kendi aklını/iradesini bir başkasına emanet edenler, şimdi Fetöcü denenlerle de sınırlı kalmıyor. Toplumda, Fetocuların boşluğunu doldurmaya çalışan Nakşisi de var, Menzilcisi de, Süleymancısı da, Cüppeli Ahmetçiler de, var oğlu var.

Ne yazık ki, kendi aklını/iradesini bir başkasına emanet edenler, tarikatçılarla da sınırlı kalmıyor. Pek çok siyasal parti üyesi aynı durumda olduğu gibi, kendi ırkını, inancını ya da cinsiyetini diğerlerinden üstün görenlerle kendilerini gerçekçi olmayan hedeflere kaptıranlar da bu durumdalar.

Son günlerde yeniden gündeme gelen başkanlık sistemi, üniversiteye rektör atama yönteminin değişmesi ile cinsel istismarı artıracak yasa değişikliği konularındaki davranışlar, aklını/ iradesini başkalarına emanet edenlerle aklını tutkularına kaptıranların ne hale düştüğünü açık ve seçik bir biçimde su yüzüne çıkarıyor.

Sevgili öğretmenim, biliyorsun kişinin aklını/iradesini başkasına emanet ederek ya da gerçekçi olmayan tutkulara kapılarak kendisine, mesleğine ve insanlığa yabancılaşması, genellikle kişinin eğitim süreçleri sonucunda özgürleşemediğinin ve kendi egemenliğinin ayrımına varamadığından kaynaklanıyor. Biliyorsun öğretmenim, eğitim sisteminin piyasacı, gerici, ırkçı ve erkek egemen anlayışında olması, kişinin özgürleşip kendi egemenliğinin ayrımında olmasını engelliyor. Özgürleşememiş ve/ya da kendi egemenliklerinin ayrımında olmayan kişiler, aklını/iradesini birilerine emanet etmekle sınırlı kalmıyor, cumhuriyet yerine padişahlığı, yurttaş olmak yerine kul ya da ümmet olmayı yeğleyebiliyor; kadını ikinci sınıf vatandaş olarak görebiliyor. Son zamanlarda yaşadığımız (darbe girişimi ve cinsel istismar gibi) olaylar, akıllarını kullanamayanların, vicdanlarını da kullanamadığını gösteriyor.

Sevgili öğretmenim kendilerine öğretmen denen, ancak öğretmenlikle bağdaşmayan tutumda olan bazı meslektaşlarımızın aymazlığı da, kişilerin kendisine yabancılaşmasını kolaylaştırıyor. Bu arkadaşlarımızın, eğitimin “ bir ulusu ya hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum halinde yaşattığını, ya da bir ulusu esaret ve sefalete terk ettiği” gerçeğine aldırmadıkları görülüyor. Hatta öğrencilerin, özgür ve kendi egemenliklerinin ayrımında olan bireyler olarak yetişmemesi için her yolu deniyorlar. Eğitim sistemi ve bu tür öğretmenler nedeniyle yükseköğrenimlerini tamamlayanlar arasında bile, yetişkinlik yaşamında, aklını/iradesini bir başkasına emanet edenler ve tutkularının esiri olanlar artıyor. Bu tür yetişkinlerden oluşan bir toplumun bağımsız ve yüksek bir toplum haline gelmesi zorlaşırken esaret ve sefalete düşmesi kolaylaşıyor.

Bu nedenle öğretmenim, kendisini öğretmen olarak görenlere, yani cumhuriyet rejiminin “fikri hür, vicdanı hür ve irfanı hür nesiller” ile “fikren, ilmen, fennen, bedenen, kuvvetli ve yüksek karakterli muhafızlar” istediğinin ayrımında olanlara,önemli görevler düşüyor.
Sevgili öğretmenim, bildiğin gibi, cumhuriyetin istediği türden gençler yetiştirdiğinde, yetişkinlerin laik ve bilimsel anlayışta olması, toplumsal cinsiyet eşitliğine inanması, emeğe ve tüm farklılıklara saygılı olması, barışı ve insan haklarını savunması, olasılığı artıyor. Bu doğrultuda eğitim almış yetişkinin, küçük yaştaki kızların evlenebileceğini söyleme olasılığı da, kızlarını küçük yaşta evlendirme olasılığı da, kızını sevmediği biriyle evlendirme olasılığı da azalıyor. Bu doğrultuda eğitim almış yetişkinin aklına, tecavüz mağdurunu, tecavüz edenle evlendirme gibisinden sapık düşünceler de gelmiyor. Bu doğrultuda eğitim almış yetişkin, 15 Temmuz darbe girişiminin 150-200 sivil şehitle önlendiğine de inanmıyor. Binlerce tank içinden 74 tankla, binlerce zırhlı araç içinden 172 araçla, yüzlerce savaş uçağından 35 uçakla, yüzlerce askeri gemi içinden 3 gemiyle ve yüzbinlerce silah içinden 3.393 silahla yapılan darbe girişiminin, birkaç bin siville değil de, darbeye karşı çıkan silahlı kuvvetler sayesinde engellendiğini biliyor.

Sevgili öğretmenim, biliyorsun, insan haklarına saygılı, barış ve huzur içinde yaşayan bir toplum olmamızın yolu, her türlü ahval ve şerait içinde dahi, öğrencinin laik ve bilimsel dünya görüşü kazanarak özgürleştirmesine yardımcı olmaktan geçiyor. Aklını kullanan, okuyan, düşünen, sorgulayan, araştıran ve eleştiren öğrencinin özgürleşmesi kolaylaşıyor.

1999 yılı ile 2011 yılları arasında, kendilerini önce Müslüman olarak tanımlayanların oranı yüzde 35,7’den yüzde 47’ye çıkmış ve yurttaş olarak tanımlayanların oranı da yüzde 34’ten yüzde 15,5’e düşmüştü (bkz. B. Akşit ve diğerleri,  Türkiye’de dindarlık, İletişim Yayınları, 2011). Sevgili öğretmenim sen görevini yapmazsan, 2012 yılında kabul edilen 4+4+4 yasası sonrasında kendi egemenliğinin ayrımında olan yurttaş kalmayacak.
Gelecek senin ellerinde öğretmenim.

Rıfat Okçabol/SOL


‘Çoban Sülü’den ‘Çoban Receb’e mi? - Meriç Velidedeoğlu

İlk “ulusal çobanımız” olan “Çoban Sülü”, geçen yıl “91” yaşında aramızdan ayrılan “7. Cumhurbaşkanı Süleyman Demireldi. “Çoban Receb” de, bu ayın “14”ünde kendini “çoban” ilan eden “12. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan
Bugün “35-40” yaşlarında olanlar da, sanırım “Demirel” dönemini anımsarlar. En can sıkıcı dönemlerinde olsun, en yoğun eleştirildiği anlarda olsun, hiçbir zaman “itici”“kırıcı” olmadı; ne ki gerektiğinde arayı açmayı, “mesafe koymayı” da bilmiş, dış siyaset bağlamında, kullandığı özenli “dil”le vurmayı da... 

Isparta “İslamköy”de çocukluluğunu geçiren Demirel, okul tatillerinde “sürü”güderek “çobanlık” yaparken, arkadaşları ona kısaca “Çoban Sülü” diye seslenirlermiş, böylece İslamköy’ün “Çoban Sülü”sü oluvermiş.

Oysa “Erdoğan”, o görkemli -ama kaçak- sarayında, Osmanlı Sultanlarını kıskandıracak “altın” yaldızlı “haşmetli” koltuğunda oturup saldığı “Ben bir çobanım!” fermanıyla ne demek istedi dersiniz? Sarayının önündeki o koca alanda koşuşan kargaları, köpekleri “gütmek” değil herhalde; kadınıyla, erkeğiyle, çocuğuyla, yaşlı ve genciyle “76” milyon insanı “gütmek”, dolaysiyle “sürü” gibi görmek değil midir, bu “ferman”

“Çoban Sülü” ile “Çoban Receb”in arasındaki ayrımın bir başka örneği de, “Cumhuriyet”e, özellikle gazetenin “Yayın Kurulu Başkanı ve İmtiyaz Sahibi”olan “İlhan Selçuk”a, günümüz “Çoban Receb”inin söyledikleri: “Kendileri kiralık zihinlere sahiptir (...) Hatta bir tanesi, akıl hocasıymış bu. Şecaat arz ederken sirkatin söylüyor (...) Yaşın nereye gelmiş dayanmış. Gideceksin; er veya geç gideceksin!” (Gazeteler, 19.7.2007) 
Yaşamı boyunca “Çoban Sülü”nün, hele “seksenini” aşmış bir insana karşı böyle bir “dil” kullanmadığını söylemenin ne denli yersiz olacağı ortadadır, ama bunları söyleyen için çok “acı” bir örnek olsa gerek... 

Ne ki, “Çoban Receb” o sıralarda, “2007 Seçimi” günlerinde ve sonrasında dış dünyaca el üstünde tutuluyor, “Batı” basını kendisini yere göğe sığdıramıyordu... 

“The Economist”“Savaştan bu yana en iyi yönetimi sergiledi; Kürtlere, diğer azınlıklara, kadınlara yeni haklar verdi!” diyerek de sırtını sıvazlıyordu. Kadınlara verilen “yeni hak”, “peçe”ye dek tırmanan “tesettür”ün, eğitimden başlayarak tüm “kamu” kurumlarında serbestliği; ehh, yabana atılacak bir “özgürlük(!)” değil... 

Ayrıca, “Büyük Ortadoğu Projesi”nin (BOP) başkanlarından biri olarak, “Diyarbakır”ı bölgesinin bir “başkent”i yapacağını da öve öve bitiremiyordu... 

“The Guardian”, Atatürk’ün (Kemalizm), “etnik çeşitliliğe sahip bir Türkiye inşa etmeyi başaramadığını”, Erdoğan’ın ise, “modern Türkiye’nin” ancak ve ancak, “etnik çeşitliliğe sahip olmakla” gerçekleşeceğini, “çok iyi kavrayıp uyguladığını” altını çizerek vurguluyordu. (2.4.2008)
 
Baş döndürücü (!) bu övmelere, “İslam” dünyasının “basını”da katılır; “Al Awsat”ta “Sudanlı El Mehdi”, Erdoğan’ı eleştirenlere, “boşuna uğraşmayın” der gibi seslenir: “Halk ve tarih onunla beraber!” (25.5.2007) 

Bugün ise tüm “Batı”nın, dahası “Ortadoğu”nun, Erdoğan’a “koro” halinde -eskilerin “şamar oğlanı”nı anımsatırcasına- yaptıkları saldırıya, ülke olarak da karşı karşıyayız; “Batı” her ne denli, “Osmanlı Devleti” için kullandığı “Hasta Adam”söylemindeki sözcüklerin yerini değiştirme peşinde olduğunu belirtmek istese de... 

Yakın ya da uzak “Batı”nın bu “salvo” atışları karşısında Erdoğan, “14 yıl”dır beklediği “AB” kapısından, başka bir kapıya, “Doğu”nun, “Şanghay İşbirliğiÖrgütü”ne (ŞİÖ) yöneldi; bunlar daha usta gibi... İlk adımda, “Dialog Partneri”mizsin diyerek kavradılar; “Hadi aslanım! Sen, 2017’nin ‘Enerji Kulübü’toplantısını hele bir düzenle!” diyerek... Haydi hayırlısı!

Meriç Velidedeoğlu
CUMHURİYET