Küba’da devrimin başkomutanı Fidel mücadeleye komünist olarak başlamadı, Küba Devrimi de sosyalist karaktere sonradan kavuştu. Bu dönüşümle ilgili hep zorunluluktan söz edilir. Doğrudur, biraz da ABD’nin tavrıdır Fidel’i ve devrimi radikalleştiren. Ancak en az bu “dış” kuvvet kadar devrimin liderliğinin değişmez ilkeleri ve gelişkin ahlakı Küba’yı sosyalizm yoluna sokmuştur.
Devrimci olmadan komünist olmak… Zor biraz ama Sovyet sosyalizminin Stalin sonrasındaki önde gelen kadrolarını tanımlarken yıllar önce kullandığım bu ifadenin geçerliliğinden artık kuşku duymuyorum.
Raul Castro’nun yaşamına ilişkin bir solukta okuduğum kitap için çeviriyi yapan ve Celil Denktaş ve Yazılama Yayınevi’ne ne kadar teşekkür etsem az. Sovyetler Birliği’nde hem dışişleri bakanlığında hem de istihbarat örgütünde çalışmış olan yazarın kimi düşüncelerine katılmasam da o da bu kutlama faslının aslan payını kapıyor; son derece içten, iyi çalışılmış ve zaman zaman şaşırtıcı derecede isabetli saptamaların yer aldığı bir kitapla çıkmış karşımıza.
Okuyun pişman olmazsınız!
Kitabı tanıtmak değil amacım, bir eleştiri yazısı da değil bu. Sadece baştaki ifadeye geri döneceğim; devrimciliğin ne zaman ve nasıl erozyona uğrayabildiği sorusuna yanıt arayacağım.
Konunun kitap ile ilişkisi şu: Yazar ve Raul henüz 20’li yaşlarında iki gençken İtalya’dan Meksika’ya giden bir gemide tanışıyorlar. Nikolay S. Leonov çiçeği burnunda bir dışişleri görevlisi, Raul ise uluslararası gençlik toplantısından dönmekte olan genç bir komünist. Küba devrimine henüz 5-6 yıl var.
Peki mesele ne? Mesele koskoca Sovyetler Birliği’nin, birkaç yıl sonra bir anda bütün dünyanın konuşmaya başladığı 26 Temmuz hareketi hakkında doğru dürüst bilgisinin olmaması, Küba Devrimi zaferin eşiğindeyken KGB’nin bu genç diplomatın Raul’la arkadaşlığını hatırlaması, onu Küba ile ilişkilerin gelişmesi için yardıma çağırması, dahası, Çekoslavakya’yı ziyaret eden Küba heyetini Moskova’ya davet etmek isteyen Sovyetler Birliği Komünist Partisi liderliğinin Nikolay’a “sosyalist” Çekoslavak istihbaratının haberi olmaksızın Kübalılarla temasa geçmesini talep etmesi…
Küba’da devrimciler iktidara geliyor, ABD’nin onlarla ilişkisi Sovyetler Birliği’nden çok daha fazla! Küba Devrimi’nin özgünlükleri bu tuhaflığı tek başına açıklamıyor.
Tarihte “öznel” faktöre böylesi bir rol düşer her zaman ama Sovyetler Birliği ile Küba arasındaki ilişkilerin kurulması ve gelişmesinin öyküsünü okuyunca insan düşünmeden edemiyor: Başka ülkelere bu kadar kayıtsız kalan bir “yönetim”in içeride devrimciliğini koruması nasıl mümkün olacak ki?
“Kayıtsız” derken haksızlık etmeyelim, Sovyetler Birliği, karar verdikten sonra dünyada birçok devrimci, bağımsızlıkçı harekete açık destek vermekte tereddüt etmedi. Ancak devrimcilik uyanık olmayı gerektirir. ABD’nin arka bahçesindeki huzursuzluğu ve bu huzursuzluğun akacağı devrimci mecraları öngörmeyecekseniz o kadar hacimli bir istihbarat örgütünü neden besliyorsunuz? Sosyalist bir ülke istihbarat yalnızca düşmanı takip etmek için değil, dostlarını tayin etmek için de kullanılmak zorunda.
Üstelik öğreniyoruz ki, Raul Budapeşte’deki gençlik toplantısındaki en parlak konuşmalardan birini yapıyor! İnsan kimdir bu, nereden çıktı diye sormaz mı? Nitekim birkaç ay sonra Raul Moncada Kışlası’nı basan ekibin içinde yer alıyor
Sovyet yönetiminin Küba ile ilişkilerde bir yandan “verici” ve “dayanışmacı” ama öte yandan devrimci bir perspektiften yoksun tarzına başka örnekler de var. Hele hele bir Gromiko tasviri var ki, of ki of.
Daha önce anılarında Marilyn Monroe’yu bir resepsiyonda gördüğü için sevindirik olmasına kafaya takmıştım, meğer Gromiko dünya meseleleri ile değil de UFO’larla daha çok ilgiliymiş!
Sovyetler Birliği’nin “efsane” dışişleri bakanının (bazı açılardan bu sıfatı hak edecek kadar yetenekliydi) o görevi taşralı kafasıyla yürüttüğü anlaşılıyor.
Neden oluyor bunlar?
Brejniyev dahil o dönem Sovyet yöneticilerinin komünist olmadıkları söylenemez. Ama devrimci değiller. Sosyalist kuruluşun belli bir noktasında sosyalizmin nesnelliğine teslim olmuş, daha iyisi için, daha fazlası için mücadele etme alışkanlıklarını yitirmişler. Böyle yaptıklarında mevcudu da yitirecekleri gerçeğini unutmuşlar.
Yitirdiler de…
Oysa devrimcilik kanaatkarlık ve ortamacalıktan nefret etmektir. Maceracılık, ham-temelsiz hayallere kapılmaktan söz etmiyorum. Ancak ABD’nin başını çektiği emperyalist sistem gücünü korurken, kapitalizm dünyanın önemli bölümünde hüküm sürerken nasıl kanaatkâr olabilirsiniz ki?
Devrimcilik başka nedir?
Merak duymaktır. Küba Devrimi’nde öne çıkan üç kişi; Fidel, Raul, Che çok okuyor, çok soruyor, çok tartışıyor, çok hızlı iletişime geçiyor. Bu özellikleri olmasaydı, o kadar erken yaşta, altına girdikleri sorumlulukları yüzlerine gözlerine bulaştırırlardı.
Çok okuyan, çok soran, çok tartışan, kolay iletişime geçen insanları bekleyen tehlike oradan oraya sürüklenmeleridir. Devrimci, sabitlerini yani değerlerini sağlama alıp, onları her durumda muhafaza edendir. Küba’da devrimin başkomutanı Fidel mücadeleye komünist olarak başlamadı, Küba Devrimi de sosyalist karaktere sonradan kavuştu. Bu dönüşümle ilgili hep zorunluluktan söz edilir. Doğrudur, biraz da ABD’nin tavrıdır Fidel’i ve devrimi radikalleştiren. Ancak en az bu “dış” kuvvet kadar devrimin liderliğinin değişmez ilkeleri ve gelişkin ahlakı Küba’yı sosyalizm yoluna sokmuştur.
Şimdi…
Devrimciliğin karşı tarafın gücüne değil zayıf noktalarına odaklanmak olduğunu da sık sık tekrar ederiz. Evet, kapitalistler dünya ölçeğinde egemenliklerini sürdürebilmek için devasa mekanizmalar kurup muazzam kaynaklar seferber ediyor; emekçilerin uyanışını, kendi kaderlerini ellerine almasını engellemek için sürekli önlem alıyor.
Ancak bütün bunları iki nedenle abartmamak gerekiyor. Birincisi kapitalizm kriz üreten, rasyonal olmayan bir sistem; burada makinenin dağılmasını engellemeye çalışan “üst akıl” olur ama bu aynı zamanda bir kıt akıldır. İkincisi burjuva diktatörlüğü kritik noktalarda belki yetenekli ama kötücül, ilkesiz ve temel motivasyonu “para” ve “makam” olan kadrolara mahkumdur. Cilayı kazıdığınızda büyük lafların, yüksek tepelerin “küçük” insanlar tarafından işgal edildiğini gösteren sayısız örnek vardır tarihte.
Öyle aşılmaz, yanılmaz, yenilmez bir güç yok. Temel sorun zaten bu: Yıllar geçtikçe milyarlarca kişi böyle bir algıya kavuştu: Mevcut dünya düzeni değişmez!
Kübalı devrimciler bu algıdan uzak durdu, o dönem bu çok daha kolay olsa da, bunu bir erdem olarak görmek gerek.
Hayatı hiçbir zaman mutlak güçler, süper bireyler, tıkır tıkır işleyen devletler belirlemiyor. Hayat, son tahlilde emek ve sermaye olarak saf tutan iki temel kuvvetin birbirleriyle giriştiği mücadele tarafından şekilleniyor. Bu mücadelenin iki tarafında da “olağanüstü güçler” yok; bu algı baştan yenilgi anlamına geliyor.
Belki de bugün devrimciliğin ilk koşulu bunu kavramak.
Küba Devrimi gerçekleştiğinde dünyanın kutuplarını temsil eden iki süper gücün ikisi birden yanıldı! CIA “merak edecek bir şey yok, Castro ile çalışabiliriz” noktasındaydı; SSCB ise “kim bunlar yahu” kuşkusuyla soğuk duruyordu. Kazık yiyen ABD oldu, Sovyetlerin ise deyim yerindeyse başına talih kuşu konmuştu.
Emperyalistler artık ders çıkarıyor.
Öyle mi?
Dünyaya şöyle bir bakın; kapitalizm yerlerde sürünüyor ve alabildiğine çaresiz. Tek silahı halkları “yenilmez” olduğuna ikna etmiş olmak!
Devrimciler o çaresizliğin sınırları içinde çözüm aradıkça “yenilmez”lik fikri iyice yerleşiyor. Oysa hayat sanılandan daha sade…
Evet, siz Nikolay Leonov’u okuyun derim.
Kemal Okuyan
SOL