Birkaç hafta önce “Eutelsat” tematik
televizyon kanalları ödül töreni için jüri kontenjanından davetli olarak
Milano’daydım. Orada tanıştığım ve dünyanın çok prestijli bir yayın
kuruluşu bünyesinde çalışan İranlı bir editörle dönüşte İstanbul için
aynı uçaktaydık.
İslâm Cumhuriyeti’nde büyümüş, lisans ve lisansüstü eğitimini ülkesinde tamamladıktan sonra Batı’ya göç etmiş bu yol arkadaşı ile Türkiye, İran, din, kültür, siyaset üzerine tarihsel ve karşılaştırmalı çerçevede koyu bir sohbet tutturduk. Atatürk ve (devrik Şah’ın babası) Rıza Şah; Türkiye’de çokpartili yaşama geçiş ve demokratikleşme, İran’da ulusalcı Musaddık ve sonrasında Muhammed Rıza Şah’ın “Saray Diktatörlüğü”; İran’da 1979 İslâm Devrimi, Türkiye’de 12 Eylül 1980 askeri darbesi; İran’da post-Humeyni dönem, Türkiye’de post-İslamist Erdoğan dönemi, vd.
Sohbetten kayda geçilecek çok şey var ama burada bir nokta üzerinde durmak istiyorum.
Buradan lâf açıldı ve İran’ın kadim zamanlardan bugüne, içinde bulunduğu duruma ilişkin konuşmaya başladık. Yol arkadaşım bana İran’ın antik dönemden yakın tarihe kadar Orta Asya ve Hint Yarımadası’ndan Anadolu ve Ortadoğu’ya kadar açılan geniş alanda bir kültür havzası olarak nasıl “merkez” bir rol oynadığından bahsetti hüzünle…
Hüzünle, çünkü bu kültürel birikim, elbette muazzam bir dinsel çeşitlilik ve zenginlik arz etmekle birlikte kendine has “seküler” bir niteliğe de sahipti. Ve ne acı ki bu birikim, İslâm devrimi sonrası süreçte heba olup gitmişti.
Aslında İran nüfusu içerisinde hâlâ hiç de azımsanmayacak ölçüde bir seküler-kültürel potansiyel mevcutsa da bu, kendini ancak evde ya da ülke dışında fiiliyata dökebilmekteydi.
İranlı dostuma bu seküler yönelimli nüfusun böylesine kaderine razılığının can korkusuyla mı ilgili olduğunu sordum.
Bir an düşünüp söyledikleri sarsıcıydı ama can korkusundan başka bir “korku”yu daha çok öne çıkarıyordu.
Rejime yönelik olarak “ülkeyi bir ‘şirket’ gibi yönetiyorlar” dedi ve devam etti: “Herkesi de bu şirkete ortak yaptılar. Sadece yandaşlarını değil, kendilerine karşı olduğunu bildikleri kesimleri de yıllar geçtikçe bir şekilde ‘hissedar’ kıldılar. O yüzden herkesin az ya da çok kaybedecek bir şeyi var. Açık bir tepki ya da muhalefetin bedeli can kaybı olmazsa ‘hisse kaybı’ olacak. O yüzden herkes evlerde alabildiğine serbest. Ev kesmeyince de soluğu yurtdışında alıyor hepsi.”
Gezi-sonrası süreçte giderek amansızlaşan dinbaz baskı rejimi karşısında sesi soluğu kitlesel bazda kesilmiş seküler kesim çağrıştı zihnimde.
Siyasetçisinden sendikacısına, gazetecisinden edebiyatçısına, avukatından akademisyenine kadar öne çıkmış muhalif odaklara yönelik gözaltılar, gözdağları, tutuklamalar, eziyetler karşısında artık üzerine ölü toprağı serpilmişçesine hareketsiz “bizim mahalle” yani…
“Ne yapsak boş, bunlar gitmeyecek, vazgeçtik artık uğraşmaktan, olan bize olacak” demişti 1 Kasım seçimleri sonrasında özel bir üniversitede öğretim üyesi konumunda olanı…
“Herkes korkuyor işimden olurum diye, çünkü pek çoklarını soruşturma açtırıp açığa aldılar” demişti “Barış İçin Akademisyenler” bildirisine imza atmayan, kendisini sosyalist olarak tanımlayan, devlet üniversitesinde çalışan bir diğeri…
Edindiği gayrimenkuller için hâlâ bir dolu kredi borcu ödediğini, o yüzden hiç kimsenin gözünün yaşına bakmayan bu adamların garezini üstüne çekmek istemediğini söylemişti dost meclislerinde onlara atıp tutan ötekisi…
“Gelecektim ama mesafe uzak olduğu için vazgeçip evde şarabımı açtım ve televizyondan izleyerek katıldım” demişti CHP’nin Taksim’deki “Cumhuriyet ve Demokrasi” mitingine gel(e)meyen üst düzey idari-akademik görevlisi…
“Biz artık kendi içimize kapandık, orada var olmaya çalışıyoruz” demişti ülkenin en prestijli holdingi bünyesindeki özel okulda öğretmenlik yapanı…
Hepimizi bir şekilde “Şirket”e ortak etmişler!..
Kendi aramızda ve korunaklı alanlarda…
Kafelerde, kampüslerde, plazalarda, publarda, barlarda…
İzmir’lerde, Bodrum’larda…
Kapalı devre solculuk, sosyalistlik, komünistlik, feministlik, demokratlık, özgürlükçülük oynuyoruz.
Onun ötesine geçmiyoruz.
“Meydan”a inmiyoruz.
Kızsak da, sayıp sövsek de “hissedar”ız, ondan zahir!..
Tayfun Atay
Cumhuriyet
İslâm Cumhuriyeti’nde büyümüş, lisans ve lisansüstü eğitimini ülkesinde tamamladıktan sonra Batı’ya göç etmiş bu yol arkadaşı ile Türkiye, İran, din, kültür, siyaset üzerine tarihsel ve karşılaştırmalı çerçevede koyu bir sohbet tutturduk. Atatürk ve (devrik Şah’ın babası) Rıza Şah; Türkiye’de çokpartili yaşama geçiş ve demokratikleşme, İran’da ulusalcı Musaddık ve sonrasında Muhammed Rıza Şah’ın “Saray Diktatörlüğü”; İran’da 1979 İslâm Devrimi, Türkiye’de 12 Eylül 1980 askeri darbesi; İran’da post-Humeyni dönem, Türkiye’de post-İslamist Erdoğan dönemi, vd.
Sohbetten kayda geçilecek çok şey var ama burada bir nokta üzerinde durmak istiyorum.
***
Dostumuz İstanbul üzerinden İzmir’e gidiyordu. Orada İran’dan gelen bir grup arkadaşı ile bir hafta geçireceklerdi. İran’da “açıktan” yaşayamadıkları bir hayatı Türkiye’nin bu en “seküler” kentinde doya doya yaşamak için!.. Buradan lâf açıldı ve İran’ın kadim zamanlardan bugüne, içinde bulunduğu duruma ilişkin konuşmaya başladık. Yol arkadaşım bana İran’ın antik dönemden yakın tarihe kadar Orta Asya ve Hint Yarımadası’ndan Anadolu ve Ortadoğu’ya kadar açılan geniş alanda bir kültür havzası olarak nasıl “merkez” bir rol oynadığından bahsetti hüzünle…
Hüzünle, çünkü bu kültürel birikim, elbette muazzam bir dinsel çeşitlilik ve zenginlik arz etmekle birlikte kendine has “seküler” bir niteliğe de sahipti. Ve ne acı ki bu birikim, İslâm devrimi sonrası süreçte heba olup gitmişti.
Aslında İran nüfusu içerisinde hâlâ hiç de azımsanmayacak ölçüde bir seküler-kültürel potansiyel mevcutsa da bu, kendini ancak evde ya da ülke dışında fiiliyata dökebilmekteydi.
İranlı dostuma bu seküler yönelimli nüfusun böylesine kaderine razılığının can korkusuyla mı ilgili olduğunu sordum.
Bir an düşünüp söyledikleri sarsıcıydı ama can korkusundan başka bir “korku”yu daha çok öne çıkarıyordu.
Rejime yönelik olarak “ülkeyi bir ‘şirket’ gibi yönetiyorlar” dedi ve devam etti: “Herkesi de bu şirkete ortak yaptılar. Sadece yandaşlarını değil, kendilerine karşı olduğunu bildikleri kesimleri de yıllar geçtikçe bir şekilde ‘hissedar’ kıldılar. O yüzden herkesin az ya da çok kaybedecek bir şeyi var. Açık bir tepki ya da muhalefetin bedeli can kaybı olmazsa ‘hisse kaybı’ olacak. O yüzden herkes evlerde alabildiğine serbest. Ev kesmeyince de soluğu yurtdışında alıyor hepsi.”
***
O bunları söylerken Türkiye’de içinde bulunduğumuz durumun da buna ne kadar benzer hale gelmeye başladığını düşündüm. Gezi-sonrası süreçte giderek amansızlaşan dinbaz baskı rejimi karşısında sesi soluğu kitlesel bazda kesilmiş seküler kesim çağrıştı zihnimde.
Siyasetçisinden sendikacısına, gazetecisinden edebiyatçısına, avukatından akademisyenine kadar öne çıkmış muhalif odaklara yönelik gözaltılar, gözdağları, tutuklamalar, eziyetler karşısında artık üzerine ölü toprağı serpilmişçesine hareketsiz “bizim mahalle” yani…
“Ne yapsak boş, bunlar gitmeyecek, vazgeçtik artık uğraşmaktan, olan bize olacak” demişti 1 Kasım seçimleri sonrasında özel bir üniversitede öğretim üyesi konumunda olanı…
“Herkes korkuyor işimden olurum diye, çünkü pek çoklarını soruşturma açtırıp açığa aldılar” demişti “Barış İçin Akademisyenler” bildirisine imza atmayan, kendisini sosyalist olarak tanımlayan, devlet üniversitesinde çalışan bir diğeri…
Edindiği gayrimenkuller için hâlâ bir dolu kredi borcu ödediğini, o yüzden hiç kimsenin gözünün yaşına bakmayan bu adamların garezini üstüne çekmek istemediğini söylemişti dost meclislerinde onlara atıp tutan ötekisi…
“Gelecektim ama mesafe uzak olduğu için vazgeçip evde şarabımı açtım ve televizyondan izleyerek katıldım” demişti CHP’nin Taksim’deki “Cumhuriyet ve Demokrasi” mitingine gel(e)meyen üst düzey idari-akademik görevlisi…
“Biz artık kendi içimize kapandık, orada var olmaya çalışıyoruz” demişti ülkenin en prestijli holdingi bünyesindeki özel okulda öğretmenlik yapanı…
***
Örnekleri ben de çoğaltabilirim, eminim kendi çevrenizden siz de… Hepimizi bir şekilde “Şirket”e ortak etmişler!..
Kendi aramızda ve korunaklı alanlarda…
Kafelerde, kampüslerde, plazalarda, publarda, barlarda…
İzmir’lerde, Bodrum’larda…
Kapalı devre solculuk, sosyalistlik, komünistlik, feministlik, demokratlık, özgürlükçülük oynuyoruz.
Onun ötesine geçmiyoruz.
“Meydan”a inmiyoruz.
Kızsak da, sayıp sövsek de “hissedar”ız, ondan zahir!..
Tayfun Atay
Cumhuriyet
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder