Tarih yazmak, sadece “meslekten tarihçi”lerin tekelinde değildir. Çünkü gerçek tarihlerin malzemesini, ne yaşadıklarının farkında olan bireylerin ağır bastığı ortamlarda, geride kalan tüm yaşantılarını adı “geçmiş” olan yamalı bohçadan çıkartıp neden-sonuç ilişkileri eksenlerinde düzenlemeyi de bir yaşama uğraşı sayabilenlerin çabaları oluşturur.
Artık yetmiş beş yaşımı tamamladım ve 1942’de, yani dünya İkinci Dünya Savaşı’nın cehenneminde yanarken, genç Türkiye Cumhuriyeti ise henüz Köy Enstitüleri’nin mucizelerini yaşarken başlamış bir hayatın taşıyıcısıyım. Şimdi o hayat artık gittikçe artan bir hızla sonuna yaklaşırken, kendi geçmişimin tanıklıklarından kendi tarihimi çıkarmak ve onu hayatımın akıp gittiği yıllarıyla örtüşen genel tarihin bir parçası kılma içgüdüm, sesini giderek yükseltiyor. Ve ben artık şunu çok iyi biliyorum ki, ancak o sese yeterince kulak verebildiğim ölçüde yetmiş beş yılımın içinde şekillendiği zaman parçasında -iyi ya da kötü- bütün olup bitenlerdeki sorumluluğumun bilincine tam olarak varabileceğim.
Çünkü ben, düşünen ve yazan bir insan olarak böyle kolektif bir sorumluluğun taşıyıcısı kimliğiyle, yaşadığımın farkına vardığım günden bugüne uzanan yol ve yolculuk boyunca olup biten her şeyden benim de sorumlu olduğumdan epeydir hiç kuşku duymuyorum. Hayatımın sonuna vardığımda, ancak bu sorumluluğun kapsamını kavrayabildiğim ölçüde kendimi “aydın” sayabileceğimi de biliyorum.
O halde: Nereden nereye?
Atatürk’ün yerli malı haftalarının kutlandığı, genç Cumhuriyet’in Türk Lirası’nın pek çok yabancı paradan değerli olduğu bağımsız Türkiye’sinden dolar bağımlısı bir Türkiye’ye.
Atatürk’ün “fikri hür vicdanı hür nesiller” yetiştirme idealinden, felsefenin ve eleştirel düşüncenin ders programlarından neredeyse tümüyle çıkartıldığı “dindar gençlik” Türkiyesi’ne.
Atatürk’ün yoksul, ama onurlu Türkiye’sinden süper güçlerin temsilcilerinden bir telefon geldiğinde bayram ettikleri bir Türkiye’ye.
Atatürk’ün köylüyü efendi sayan Türkiye’sinden, tarımın köküne kibrit suyu döküldüğü bir Türkiye’ye.
Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti olarak “çağdaş uygarlık düzeyini yakalamasını” öngördüğü bir Türkiye’den “Küçük Amerika” düşünün onursuzluğuna sürüklenen bir Türkiye’ye.
Atatürk’ün öğretmenliği ve öğretmenleri kutsal saydığı bir Türkiye’den, öğretmenlerin çalışırken de, emeklikte de ancak yoksulluk sınırının altına layık görüldükleri bir Türkiye’ye.
Atatürk’ün “yurtta sulh cihanda sulh” ilkesiyle şekillendirdiği, yedi düvelin saygısını ve dostluğunu kazanan bir dış politikadan Ortadoğu’nun hemen bütün savaş cehennemlerine sürüklenen bir Türkiye’ye.
Dahası da, dahası da var...
Atatürk’ün Cumhuriyeti gençliğe emanet ettiği bir Türkiye’den, her rejim bunalımında gençliğin potansiyel suçlu sayıldığı bir Türkiye’ye.
Evet, dediğim gibi, bugünlerde içimden yine biraz da tarih yazmak geliyor. Ama kafamda beliren sorular bu kadarla kalmıyor. Örneğin içimden şunu da sormak geliyor: Yakın tarihte eşi görülmemiş bir Milli Mücadele’nin ve her biri Aydınlanma’nın farklı bir habercisi olan Devrimlerin ardından, bu ülkenin yolu nasıl böyle bir bataklığa varabildi? Bizler, Mustafa Kemal Atatürk’ü ve sonrasını gerçekten aynı ülkede ve aynı zaman parçasında mı yaşadık?
Ahmet Cemal / CUMHURİYET
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder