6 Ocak 2017 Cuma

‘Yaşam tarzına saldırı!’ - Meriç Velidedeoğlu

Geçen cuma günkü “2016” yılının son yazısı gibi, “2017”nin bu ilk yazısı da pek iç açıcı olamayacak, ne denli istesek de olamıyor; özellikle “14 yıl”dan bu yana. Yine izninizle yılın ilk ayracını açıp, ilkin “2005” yılına, ardından da biraz daha uzaklara gitsek diyorum.

O yıl, Danimarka’da yapılan bir toplantıya katılan “Başbakan Recep Tayyib”e gazeteciler, “AİHM”nin üst yargı kurulunun “türban yasağı” hakkında aldığı kararı sormuşlardı.
Türkiye’deki yasağı destekleyen bu duruma çok öfkelenen Başbakan: “Mahkemenin bu konuda söz söyleme hakkı yoktur. Söz söyleme hakkı ‘din uleması’nındır (...) Açarsın, ‘din mensubu’na sorarsın bunun dinde emredici bir hükmü var mı? Varsa saygı duymak zorundasınız (...) Ben diyorum ki dinde yeri var. Biz de bu alanda mürekkep yaladık” (15.11.2005)



Bu konuşmasında Başbakan Recep Tayyib’in “hukuksal” bir konuda, “din uleması”nın “tek” yetkili olduğunu bildirmesinin ne denli sakıncalı olduğu o günlerde tartışıldı, kendisinin -bir bakıma- “din uleması” olduğunu bildirmesi de eleştirildi. 


Ne var ki, “din uleması”nın Osmanlı’da “Şeyhülislamlığı” oluşturan görevliler olduğu bilinir; “Cumhuriyet”in ilanından yalnızca dört ay sonra “Şeyhülislamlık Dairesi”nin kaldırılıp yerine -kısaca- Diyanetin kurulduğu, buradaki görevlilerin de artık “din uleması” değil “din adamı” oldukları bilindiği gibi, “Şeyhülislamlığın”, “siyasi rejim”in bir parçası olduğu da bilinir, kuşkusuz “din uleması”nın da.


Dolaysiyle “Başbakan Recep Tayyib”in, “2005”teki o demecinden sonra artık “Türkiye’de, “Diyanet” yerine “Şeyhülislamlık”, “Diyanet İşleri Başkanı” yerine de “Şeyhülislam”ın olması doğal değil mi? 


Böylece “cuma hutbeleri”nin de bu makama uygun olmaları, yılbaşına denk gelenlerin de büsbütün uygun düşmesi gerektiği dikkate alındığında, bu cuma hutbesi “dört dörtlük” olmamış mı?
Özellikle de “Aziz Kardeşlerim” diye başlayan, “yeni bir yılın ilk saatlerinin başka kültürlere, başka dünyalara ait yılbaşı eğlenceleriyle..” diyerek sürdürülen son bölüm. 


Değerli dostlar, bu olup bitenleri, daha çok da bu “Şeyhülislam Hutbesi”ni düşündükçe sarığını çıkarıp “fes” giymesi üzerine, adı “Gâvur Padişah”a çıkan, “30. Osmanlı Sultanı İkinci Mahmud”u sık sık anımsar oldum. 


Yüzü çağa dönük bu Osmanlı Sultanı’nın yaptığı yeniliklerin ilki, “Şeyhülislam”ı, hükümet yönetiminin dışında bırakmaktı; Şeyhülislam yalnızca “din” işleriyle uğraşmalıydı; kuşkusuz bu da “din işleri”yle, “dünya işleri”nin birbirinden ayrılması demekti. 


“İkinci Mahmud”un “yönetim” dışında gerçekleştirdiği yenilikçi adımları, Şeyhülislam, “Frenk âdetlerine karşı aşırı ilgi” olarak ele alıp eleştiren bir muhtırayla engellemeye kalkışınca, “Padişah” bu muhtırayı devletin ileri gelenleri önünde “yırtar.(*) 


Daha sonraları, “Şeyhülislamlık” kurumu -bir bakıma- bunun acısını çıkarmağa girişse de, “Cumhuriyet”in ilanıyla oluşturulan “Diyanet” ve ilk “Başkanı M. Rıfat Börekçi”, “laiklik” ilkesini bir “yaşam tarzı” olarak görecektir, göreceklerdir; öyle ki “15. Diyanet İşleri Başkanı M. Nuri Yılmaz”, “inanç” dışında, “dini hükümlerin ne ölçüde ne yönde değişebileceği” konusuna yönelik, “Dini Meseleleri İstişare Toplantısı” düzenlemişti. (Mayıs 2002)


Öte yandan, dünyadaki “terör” olaylarının hızla artması karşısında İslam dünyasında örneğin “Mısır”da basın: “Acı gerçek, dünyanın bütün teröristleri Müslüman”; “Terörist evlatlarımız yozlaşmış kültürümüzün ürünüdür (...) Müslümanlar ancak, olayları kınamayı, gerekçelendirmeyi bırakıp, utanç verici gerçekleri kabul ederek imajlarını düzeltebilirler...” (Eşsark el Evsat, Eylül 2004)


Biz ise bugün, “laik yaşam biçimi” bile diyemediğimizden, “yaşam tarzına saldırı” söylemiyle geçiştiriyoruz... 


Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET 

(*) “Türkiye’de Çağdaşlaşma”, Niyazi Berkes, Bilgi Yayın, 1973

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder