Geçen hafta 16 Şubat tarihli Hürriyet'te 18-30 yaş arasındaki 15
milyon gence doğrudan isimleri belirtilerek ve Başbakan Binali
Yıldırım'ın el yazısı ve imzasıyla hitap edilerek yazılacak "neden Evet"
kampanyasına ilişkin bir haber vardı. Tam bunun kaynağı nereden sorusu
sorulmaya başlanmışken, 20 Şubat Pazartesi günkü Hürriyet'te, CHP'li
Divan üyesi Elif Doğan Türkmen'in yüksek iletişim giderleriyle
kıyaslanmaktan çekinildiği için, 4,5 milyon liraya malolduğu belirtilen
15 milyon mektubun AKP tanıtım bütçesinden karşılanacağı ve posta
masraflarını azaltmak için de daha çok İl Başkanlıkları üzerinden elden
dağıtılacağı bilgisi basına servis edilmişti.
Bu konuya girmemiz, CHP'li Divan üyesinin milyon lirayı aşkın iletişim giderlerini mazur göstermek değil. Bir Divan üyesinin yeterince süzgeçten geçirilmeden o göreve getirilmesini veya kamu parasını kendi yerel politikası için kullandığının ortaya çıkmasından sonra dahi kendini haklı görüp görevinden çekilmeye direnmesini (veya onun direncinin Parti/Grup yönetimince en başından kırılamamasını) mazur göstermek hiç değil.
Bugünkü niyetimiz, önseçim sisteminin ve bunun doğurduğu "seçilememe" kaygılarının, bazı adayları gelecek yarışta öne geçmek için ne gibi adil olmayan yollara savurmaya zemin hazırladığını tartışmaya açmak da değil.
Derdimiz, adil olmayan seçim/halkoylaması süreçlerinin başını iktidar partisi çekerken, kamu parası sınırsız bir biçimde bu partinin kampanyasına harcanırken, medya çıkar ve baskı düzenekleriyle iktidarın emrine sokulurken, "Hayır" kampanyaları fiili yasaklarla engellenirken, değiştirilene kadar geçerli olan Anayasa hükümlerine (102, 103 ve 104. maddelere) aykırı olarak, üzerine yemin ettiği tarafsızlığını çiğneyerek "araziye" çıkmış Cumhurbaşkanı "Hayır" diyecekleri "gafil yalancılar" diye suçlarken, bütün bunların Divan üyesinin haberi kadar gündemde yer alamaması.
Şimdi 2011 seçimleriyle ilgili anımsatacağımız bir başka mektup olayının da gündem olamayacağını, Ahmet Hakan ve benzeri ayar verme/denge çekme yazarlarının köşelerinde yer bulamayacağını bilerek yazıyoruz bu yazıyı.
***
2011 seçimlerine İzmir'e büyük bir saldırıyla girişmişti iktidar partisi. Haziran'daki genel seçimden hemen önce, 2 Mayıs 2011'de İBB Başkanı Aziz Kocaoğlu ve 129 belediye ilgilisine "yolsuzluk" suçlamasıyla operasyon yapılmıştı. (Bu davanın ikinci dalgası da 22 kasım 2011'de gelecekti). O zaman AKP+FETO bu işi birlikte kotarmıştı. Hedefe ulaşmak için her yol mübahtı.
Bu arada, İzmir'den aday gösterilen iki bakanın, biri Anayasa gereği istifa etmiş eski Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, diğeri Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, İzmir'de Valiliğin tüm imkanlarını kullanarak seçim çalışmalarını yürütmeleri, yerel televizyonları ve basını adeta kendilerine tahsis ettirmeleri, bu arada seçim yasaklarına uymayacak şekilde işlem ve harcamalar yaparak İzmirli 2,9 milyon seçmene ayrı ayrı mektup yazmaları gözleri tırmalıyordu.
Bir başka örnek de, PTT'nin 305 posta dağıtım aracının, üretim bölgesi olan Marmara'dan İzmir'e getirilip büyük bir törenle sanki İzmir'e kazandırılmış gibi kampanya yapılması, ardından bunların yüzde 90'dan fazlasının gene Marmara Bölgesi'nin İstanbul, Bursa, Kocaeli ve Trakya'daki illerine karayoluyla sevkedilmelerinin kamuyu uğrattığı zararlardı. Binali Yıldırım, seçim sürecinde istifa etmiş bakan gibi değil de, Anayasayı fütursuzca çiğneyen bir eski bakan gibi davranmaktaydı. Bu iki konu hakkında 2 Ağustos 2011 tarihinde ayrı ayrı soru önergeleri vermiştim. (Meclis Başkanlığı'na geliş tarihleri 04.08.2011; esas numaraları, sırasıyla, 7/44 ve 7/45).
Meclis içi denetim yollarından sonuç alamadığım için, bir vatandaş olarak 4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunu çerçevesinde sorularıma yanıt arayacağımı da kamuoyunun bilgisine 5.12.2011'de bir basın duyurusuyla bildirmiştim. Bundan sonrasında çok ilginç bir gelişme yaşanacaktı.
4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunu çerçevesinde Başbakana ve PTT Genel Müdürlüğüne sorduğum sorularıma iki ilginç ve çelişik yanıt geldi.
Başbakanlığın bu soruları yönlendirdiği bakanlıklardan Kültür ve Turizm Bakanlığı adına Ertuğrul Günay, kısa yanıtında, “seçim döneminde bütün seçmenlere değil, özellikle merkez ilçede örnekleme yoluyla seçmene ulaşılmaya çalışılmıştır. Organizasyon büyük ölçüde kampanyayı destekleyen arkadaşlar tarafından gerçekleştirilmiştir” demektedir. Bu yanıt bizi tatmin etmediği için, “arkadaşların” kimler olduğunu ve örnek kitlenin kapsamını yeniden sorduk.
Buna henüz yanıt gelmeden, PTT’den ayrıntılı bir yanıt alacaktım. Yanıtta, “AKP 1. Bölge Mv. Adayı Kütür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay ile 2. Bölge adayı Ulaştırma Eski Bakanı Binali Yıldırım’ın mesajını içeren 2.904.485 adet gönderi, AKP İzmir İl Teşkilatından Ömer Cihat Akay ile yapılan 25.05.2011 tarihli sözleşme kapsamında PTT bünyesindeki Birleşik Posta Sisteminde basılıp, katlanıp, zarflanarak dağıtımı yapılmıştır” … “Bu doğrultuda 02.06.2011 tarihinde, İzmir Posta İşleme ve Dağıtım Başmüdürlüğü tarafından baskı bedeli (KDV hariç) 162.680.21 Avro ve dağıtım bedeli (KDV dahil) 278.830.56 TL toplam karşılığı olarak 720.000 TL öncelikli tahsil edilmiştir” denilmekteydi.
PTT'nin de bağlı olduğu Ulaştırma Bakanlığı'nın değişmez ismi Binali Yıldırım hiçbir yanıt vermeyerek bu konulardaki tecrübesini konuşturuyordu ama Kültür ve Turizm Bakanı benim sorularıma gerçekleri tamamen çarpıtarak yanıt vererek her ikisini de tam bir suçüstü haline düşürüyordu.
Bu ibretlik suçüstü olayının ikinci perdesi, 10 Ocak 2012'de benim Genel Kurul'da bu olayı anlatarak milletvekiline kasıtlı olarak yanlış bilgi veren ilgili bakanın (ve bakanların) istifasını talep etmem üzerine yaşandı. (Bkz. 10. 01. 2012 tarihli Meclis Tutanakları). Ertuğrul Günay'ın sataşma üzerine cevap hakkını kullandığı sıradaki "bizi kıskanıyorsunuz, siz de yazsaydınız" gibi yanıtlarıyla hem pişkin, hem de savunma yapamaz durumda olduğundan acıklı hali, doğrusu bir koltuk için bu durumlara düşülür mü sorusunu orada hazır bulunan iktidar milletvekillerine bile sordutmuştu.
Büyük yara almanın etkisiyle daha sonraki günlerde AKP İzmir İl Başkanlığı üzerinden bana yanıt verilmeye kalkışıldı, ama her defasında daha büyük çelişkiler ve bulanıklıklar yaratarak...
***
Kıssadan hisse: Türkiye'de siyasetin bir erdemi ve onuru olması gerektiğini bir kitlesel talep haline getirmek en öncelikli meselelerimizden biri olmaya devam etmektedir. Bu gereklilik AKP döneminde katbekat büyümüştür. Anamuhalefet partisi başta olmak üzere muhalefet partilerine bu konuda daha büyük sorumluluk düşmektedir. O yüzden hiç açık vermemek, iyi örnekler oluşturmak yükümlülüğü altındadırlar; aksi durumda iktidar partisinden hesap sormanın ahlaki düzlemini yitirirler. (Örneğin dün 17-25 Aralık'ın peşini hiç bırakmayacağız diyen Devlet Bahçeli, bugün bu ahlaki düzlemi yitirmiştir).
Sonuç olarak Binali, milyonalilere mektup yazmayı seviyor. Bunun finansmanını ve kamu kaynak ve personelinin bu işte kullanılıp kullanılmadığını milletvekillerinin sorularına bırakalım. Başlangıç noktası, halka yalan söylemenin suç sayılması olmalıdır. "Hayır" diyecekleri terör örgütleriyle işbirliği yapmakla suçlayan bir çarpıtma siyaseti, bu ülkeden bir daha başını kaldıramayacak şekilde sökülüp atılmalıdır.
Oğuz Oyan / SOL
Bu konuya girmemiz, CHP'li Divan üyesinin milyon lirayı aşkın iletişim giderlerini mazur göstermek değil. Bir Divan üyesinin yeterince süzgeçten geçirilmeden o göreve getirilmesini veya kamu parasını kendi yerel politikası için kullandığının ortaya çıkmasından sonra dahi kendini haklı görüp görevinden çekilmeye direnmesini (veya onun direncinin Parti/Grup yönetimince en başından kırılamamasını) mazur göstermek hiç değil.
Bugünkü niyetimiz, önseçim sisteminin ve bunun doğurduğu "seçilememe" kaygılarının, bazı adayları gelecek yarışta öne geçmek için ne gibi adil olmayan yollara savurmaya zemin hazırladığını tartışmaya açmak da değil.
Derdimiz, adil olmayan seçim/halkoylaması süreçlerinin başını iktidar partisi çekerken, kamu parası sınırsız bir biçimde bu partinin kampanyasına harcanırken, medya çıkar ve baskı düzenekleriyle iktidarın emrine sokulurken, "Hayır" kampanyaları fiili yasaklarla engellenirken, değiştirilene kadar geçerli olan Anayasa hükümlerine (102, 103 ve 104. maddelere) aykırı olarak, üzerine yemin ettiği tarafsızlığını çiğneyerek "araziye" çıkmış Cumhurbaşkanı "Hayır" diyecekleri "gafil yalancılar" diye suçlarken, bütün bunların Divan üyesinin haberi kadar gündemde yer alamaması.
Şimdi 2011 seçimleriyle ilgili anımsatacağımız bir başka mektup olayının da gündem olamayacağını, Ahmet Hakan ve benzeri ayar verme/denge çekme yazarlarının köşelerinde yer bulamayacağını bilerek yazıyoruz bu yazıyı.
***
2011 seçimlerine İzmir'e büyük bir saldırıyla girişmişti iktidar partisi. Haziran'daki genel seçimden hemen önce, 2 Mayıs 2011'de İBB Başkanı Aziz Kocaoğlu ve 129 belediye ilgilisine "yolsuzluk" suçlamasıyla operasyon yapılmıştı. (Bu davanın ikinci dalgası da 22 kasım 2011'de gelecekti). O zaman AKP+FETO bu işi birlikte kotarmıştı. Hedefe ulaşmak için her yol mübahtı.
Bu arada, İzmir'den aday gösterilen iki bakanın, biri Anayasa gereği istifa etmiş eski Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, diğeri Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, İzmir'de Valiliğin tüm imkanlarını kullanarak seçim çalışmalarını yürütmeleri, yerel televizyonları ve basını adeta kendilerine tahsis ettirmeleri, bu arada seçim yasaklarına uymayacak şekilde işlem ve harcamalar yaparak İzmirli 2,9 milyon seçmene ayrı ayrı mektup yazmaları gözleri tırmalıyordu.
Bir başka örnek de, PTT'nin 305 posta dağıtım aracının, üretim bölgesi olan Marmara'dan İzmir'e getirilip büyük bir törenle sanki İzmir'e kazandırılmış gibi kampanya yapılması, ardından bunların yüzde 90'dan fazlasının gene Marmara Bölgesi'nin İstanbul, Bursa, Kocaeli ve Trakya'daki illerine karayoluyla sevkedilmelerinin kamuyu uğrattığı zararlardı. Binali Yıldırım, seçim sürecinde istifa etmiş bakan gibi değil de, Anayasayı fütursuzca çiğneyen bir eski bakan gibi davranmaktaydı. Bu iki konu hakkında 2 Ağustos 2011 tarihinde ayrı ayrı soru önergeleri vermiştim. (Meclis Başkanlığı'na geliş tarihleri 04.08.2011; esas numaraları, sırasıyla, 7/44 ve 7/45).
Meclis içi denetim yollarından sonuç alamadığım için, bir vatandaş olarak 4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunu çerçevesinde sorularıma yanıt arayacağımı da kamuoyunun bilgisine 5.12.2011'de bir basın duyurusuyla bildirmiştim. Bundan sonrasında çok ilginç bir gelişme yaşanacaktı.
4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunu çerçevesinde Başbakana ve PTT Genel Müdürlüğüne sorduğum sorularıma iki ilginç ve çelişik yanıt geldi.
Başbakanlığın bu soruları yönlendirdiği bakanlıklardan Kültür ve Turizm Bakanlığı adına Ertuğrul Günay, kısa yanıtında, “seçim döneminde bütün seçmenlere değil, özellikle merkez ilçede örnekleme yoluyla seçmene ulaşılmaya çalışılmıştır. Organizasyon büyük ölçüde kampanyayı destekleyen arkadaşlar tarafından gerçekleştirilmiştir” demektedir. Bu yanıt bizi tatmin etmediği için, “arkadaşların” kimler olduğunu ve örnek kitlenin kapsamını yeniden sorduk.
Buna henüz yanıt gelmeden, PTT’den ayrıntılı bir yanıt alacaktım. Yanıtta, “AKP 1. Bölge Mv. Adayı Kütür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay ile 2. Bölge adayı Ulaştırma Eski Bakanı Binali Yıldırım’ın mesajını içeren 2.904.485 adet gönderi, AKP İzmir İl Teşkilatından Ömer Cihat Akay ile yapılan 25.05.2011 tarihli sözleşme kapsamında PTT bünyesindeki Birleşik Posta Sisteminde basılıp, katlanıp, zarflanarak dağıtımı yapılmıştır” … “Bu doğrultuda 02.06.2011 tarihinde, İzmir Posta İşleme ve Dağıtım Başmüdürlüğü tarafından baskı bedeli (KDV hariç) 162.680.21 Avro ve dağıtım bedeli (KDV dahil) 278.830.56 TL toplam karşılığı olarak 720.000 TL öncelikli tahsil edilmiştir” denilmekteydi.
PTT'nin de bağlı olduğu Ulaştırma Bakanlığı'nın değişmez ismi Binali Yıldırım hiçbir yanıt vermeyerek bu konulardaki tecrübesini konuşturuyordu ama Kültür ve Turizm Bakanı benim sorularıma gerçekleri tamamen çarpıtarak yanıt vererek her ikisini de tam bir suçüstü haline düşürüyordu.
Bu ibretlik suçüstü olayının ikinci perdesi, 10 Ocak 2012'de benim Genel Kurul'da bu olayı anlatarak milletvekiline kasıtlı olarak yanlış bilgi veren ilgili bakanın (ve bakanların) istifasını talep etmem üzerine yaşandı. (Bkz. 10. 01. 2012 tarihli Meclis Tutanakları). Ertuğrul Günay'ın sataşma üzerine cevap hakkını kullandığı sıradaki "bizi kıskanıyorsunuz, siz de yazsaydınız" gibi yanıtlarıyla hem pişkin, hem de savunma yapamaz durumda olduğundan acıklı hali, doğrusu bir koltuk için bu durumlara düşülür mü sorusunu orada hazır bulunan iktidar milletvekillerine bile sordutmuştu.
Büyük yara almanın etkisiyle daha sonraki günlerde AKP İzmir İl Başkanlığı üzerinden bana yanıt verilmeye kalkışıldı, ama her defasında daha büyük çelişkiler ve bulanıklıklar yaratarak...
***
Kıssadan hisse: Türkiye'de siyasetin bir erdemi ve onuru olması gerektiğini bir kitlesel talep haline getirmek en öncelikli meselelerimizden biri olmaya devam etmektedir. Bu gereklilik AKP döneminde katbekat büyümüştür. Anamuhalefet partisi başta olmak üzere muhalefet partilerine bu konuda daha büyük sorumluluk düşmektedir. O yüzden hiç açık vermemek, iyi örnekler oluşturmak yükümlülüğü altındadırlar; aksi durumda iktidar partisinden hesap sormanın ahlaki düzlemini yitirirler. (Örneğin dün 17-25 Aralık'ın peşini hiç bırakmayacağız diyen Devlet Bahçeli, bugün bu ahlaki düzlemi yitirmiştir).
Sonuç olarak Binali, milyonalilere mektup yazmayı seviyor. Bunun finansmanını ve kamu kaynak ve personelinin bu işte kullanılıp kullanılmadığını milletvekillerinin sorularına bırakalım. Başlangıç noktası, halka yalan söylemenin suç sayılması olmalıdır. "Hayır" diyecekleri terör örgütleriyle işbirliği yapmakla suçlayan bir çarpıtma siyaseti, bu ülkeden bir daha başını kaldıramayacak şekilde sökülüp atılmalıdır.
Oğuz Oyan / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder