Avrupa değil de “Almanya Avrupası” diyelim: Şimdi bu “farklı hızlardan oluşan” tuhaf yapıyla on yıllardır dünya emperyalist sistemi içinde onun uhdesine bırakılan ve eşitsiz gelişmeyi adeta yeniden doğrulayan Türkiye arasında bir kirli cepheleşme yaşıyoruz. Sosyal demokratları ve yeşilleriyle, sivil toplumcuları ve her cins vakıflarıyla Ankara’yı “kemalist barbarlığın vesayet rejimine karşı” 2002 sonundan beri kahramanca destekleyen Alman siyaseti (“Berlin Ağa”) ile onun eskiden toz kondurmadığı nevzuhur şeytanı (“İmam Kâhya”) arasındaki ipler kopmak üzere. Elbette kopartmamamak için çaba harcıyorlar, ama ilişkilerin iyice bozulduğu da ortada.
Sorun, Almanya Avrupası’nın (AB) krizinde. AB’de bir türlü bitmeyen ekonomik ve toplumsal kriz, ki bu hafta ortasında seçimden çıkacak Hollanda ile yeni bir boyut daha kazanabilir, Türkiye’nin zaten derin kronik krizini daha da bir kanırtıyor gibidir.
Ne mi oluyor?
Türkiye bir yana, aslında Federal Almanya’nın dünya ekonomisindeki tedirgin edici yeri, AB’deki kriz sayesinde iyice derinleşiyor ve biz, Türkiye’nin kaderine el koyan “İslamofaşist” iktidar üzerinden bu alanda bazı yeni boyutlara tanık oluyoruz. Türk-İslam sentezinin bildiğimiz Türkiye’nin nihai sonunu hazırlayan bir emperyal aşırılık olduğu yakında somutlanacak. Oraya gidiyoruz.
İyi de, başlıkta “Şampiyon Almanya” falan dedik. 2017’nin hemen başındaki rakamlarla bir kez daha doğrulanmış bir şey var: Berlin, 2016’da 1 trilyon 208 milyar avroluk ihracatıyla sadece kendi rekorunu kırmakla kalmadı, asıl önemlisi, dış ticaret fazlasında “kendini de aşarak” bu kalemde dünyanın bir numarası olduğunu ilan etti. “Büyük Almanya“, 2016 yılında 266 milyar avroluk bir dış ticaret fazlası verdi. Yani aynı nüfusa sahip Türkiye’nin toplam ihracatının iki katı kadar bir “dış ticaret fazlası”na sahip bu ülke. Söz konusu kalem 2015’te 252 milyar avroydu, yani rakamlar, “cari fazla eğrisinin” sürekli yükseldiğini gösteriyor. Yeni bir kitle imha silahı bu. Yunanistan ve onlarca kader arkadaşı bu silahın sonuçlarıdır. Geçmişin Alman panzerlerinin yerini ihracat bombardımanı ve “neoliberal demokrasi” almış görünüyor.
Dış ticaret ve dolayısıyla cari işlemler dengesindeki bu barbarca birikim, ki Syriza’nın elinde bir enkaza dönüşen komşu sıradan bir üründür, gerçekten de emperyal çizgileriyle tam bir eşitsiz gelişme örneği olan AB’nin güncel kriz kaynağı. Hızla yayılan ve faşizan/faşist kimliklerini gizlemek için milliyetçi diye değil “sağ popülist” diye damgalanan birçok Doğu Avrupa hükümeti, açıkça Almanya’nın bu ekonomik üstünlüğüne/yıkıcılığına set çekmeye çalışıyor. İlericilik ve emek düşmanı bu “tepki”, Londra, Paris ve Roma’da da kendini gösteriyor. “Brexit”, herkesin malumu. Hepsi kendisini ve halklarını aldatıyor. Almanya’nın korkunç boyutlardaki dış ticaret fazlası, sadece AB’nin merkezi dışındaki küçük üyeleri değil, Fransa, İtalya ve İngiltere’yi de vuruyor. Malum, artık Brüksel’de neredeyse her yetkili açıkça “farklı hızlarda bir AB”ye geçişten söz ediyor: “Eşitsiz gelişme yasasının neoliberal itirafı” da diyebiliriz. Bildiğimiz Türkiye’nin bitişine, bildiğimiz AB’nin bitişi eşlik ediyor yani.
AB krizi, Almanya’nın ihracat şampiyonluğundan kaynaklanıyor. Bu, genel bir kanıdan çok, genel bir doğru ve tam da Lenin’in, 100 yıl önce ilk kez yayımlanan, metin hacmi küçük ama tarihsel önemi büyük “Emperyalizm” kitapçığındaki tezleri doğruluyor. “Sermaye birikimi müthiş boyutlar almış olağanüstü zengin birkaç ülkedeki tekeller, korkunç bir sermaye fazlası oluşturur” diyordu Lenin ve, bu kırılgan düzlemde kapitalizmin en yüksek aşamasının sahne aldığını ilan ediyordu. Almanya işte bunu temsil ediyor.
Emperyalizm sadece ekonomi değil, aynı zamanda edebiyattan siyasete, ondan sanat pratiklerine kadar genişleyen toplu ve iç yapısında eşitsiz gelişen bir mekanizma olduğu için, ekonomide gözden kaçırılanlar, entelektüel düzlemlerde gözü ve kulakları rahatsız eden görüntüler halini alabiliyor.
Açık olalım: Alman ihracat deliliği, tıpkı Birinci Dünya Savaşı’ndaki sosyal demokrat parmak izi gibi, 2000’lerde de sosyal demokratların ve türevlerinin parmak izini taşıyor. Recep Tayyip Erdoğan’ı 2004’te “Doğu ile Batı arasındaki bir saygın köprü” olarak kutsayan ve “1923”ü yerle bir etmeyi ana siyaset bellemiş bu politikacıya Quadriga Ödülü’nü bizzat veren Gerhard Schröder, iktidara gelir gelmez SPD’nin başındaki Oskar Lafontaine’i tasfiye etmiş ve emekçi sınıfların belini kıran ünlü “Agenda 2010”u uygulamaya sokmuştu. Böylece emekçi sınıfların geliri anlamındaki “maliyetleri” düşüren ve prodüktiviteyi teknolojik üstünlüğüyle yeniden kanatlandıran, bu arada finans oyuncaklarını serbest bırakarak patronların bile inanmakta güçlük çektiği korkunç boyutlarda bir sermaye yaratan Alman ekonomisi, yıllar içinde tüm Avrupa’yı altüst eden bir dev halini almıştı.
AB, bu neoliberal ihracat bombardımanıyla çöküşün eşiğine gelen ve Berlin’in hep kendine yontan iktisat politikalarından nefretini gizlemeyen irili ufaklı üyelerle ayakta durmaya çalışıyor. Almanya ile dış ticaretinde yıllardır büyük açıklar veren, yani “hep Berlin’e çalışan” Ankara ve Türk tekelleri ise çöküş sürecinde krizsiz bir köşe arıyorlar. Boşuna arıyorlar.
Hatırlatmamak olmaz: 3 Ekim 2004’te dönemin büyük sosyal demokrat başbakanı Gerhard Schröder’in övgüleriyle “Yılın Avrupalısı” seçilen Erdoğan’ın, bugünün Erdoğan’ından farklı olduğunu aklımıza sokmaya çalışıyorlar. “Quadriga Ödülü”nü Recep Tayyip Erdoğan’a bizzat veren ve ödül konuşmasında da yere göğe koyamayan Gerhard Schröder’in, ki “başarılı bir Kemal Derviş-Ufuk Uras-Baskın Oran” yaratığı olarak da tahayyül edilebilir, ondan hemen sonra da Angela Merkel’in en üst düzeyde destek verdiği bu Erdoğan siyaseti, geçmişte farklı mıydı? Aldanabilecek kadar Türkiye aydınına/soluna düşman kıt zekâlı Türk-Kürt teknokratlara ve onların Batılı ustalarına kulak verecek değiliz. Ama bu tepkiyi yine de çözümlemek zorundayız. Tepkilerin gerekçesi demokrasi mi? Geri ve gerici bir ideoloji olarak bakıyorsak emperyalist demokrasiye, haksız sayılmazlar.
Ama gerçek şu ki, Erdoğan 2004’te ne ise bugün de odur. Vesayet rejimine karşı destek verenler, ki çoğu şu sırada cezaevinde, acı gerçeği anlamamakta ısrar ediyorlar, Batı’nın kendisi ve içimizdeki kukla şaklabanları biraz incindiler diye gerçeğe gözümüzü mü kapatacağız?
Biz hiç aldanmadık. Hiç kandırılamadık.
2002’da islamcıların iktidara geldiği o gece yazmış, şimdi bu aldatılan liberallerin elinde can çekişen bir gazete bünyesinde de yayımlamıştık: 1918-19’a düşüşün, yani “Şerefsiz Osmanlı’ya Dönüş”ün sonuçlarını yaşıyoruz. Korkunç şeyler olacak. O nedenle sol cemaatlere değil, ciddi bir sınıf partisine ihtiyacımız olduğunu vurguladık ve galiba liberal tasfiyeyi biraz da bu güvenle etkisizleştirebildik.
Uçurumda siyasete hoş geldik yani! İşin buraya geleceğini başından beri biliyorduk. Şampiyonla kâhya arasındaki didişmelerin içyüzünü iyi okuduk. Toplumsal kurtuluş için entelektüel değil, plebyen bir güce ihtiyaç olduğunu görüyoruz. Ağa ve “faşo kâhya” şimdilerde bunu ekmekle meşgul.
Osman Çutsay / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder