27 Temmuz 2017 Perşembe

Cesur Yürek - TAYFUN ATAY

Mel Gibson’ın hem yönetip hem de başrolünü üstlendiği “Cesur Yürek” (“Brave Heart”) filmini kaç kez izlediğimi hatırlamıyorum.
Ama her izlediğimde filmin final sahnesinde onca izlemeye rağmen gözyaşlarıma engel olamadığımı hep hatırlıyorum!.. İngiliz krallığına isyan etmiş, kendi işbirlikçi lordlarına da resti çekmiş İskoç kabilelerinin özgürlük tutkusuyla başlattıkları mücadeleyi anlatan bu muhteşem film, final sahnesinde isyanın liderinin egemenler tarafından dize getirilip getirilemeyeceğine ilişkin bir gerilime çeker hepimizi...
Özgürlük mücadelesinin lideri William Wallace (Mel Gibson) tuzağa düşürülüp tutsak alınmış, sonuçta da işkence yapılarak korkunç acılar içinde can verme ya da nedamet getirerek işkence ve acıdan uzak “huzurlu ölüm” seçenekleri arasında sıkışmıştır. Birbirinden incelikli tekniklerle art arda yapılan işkenceler korkunçtur. Bir “Asi”nin “majesteleri” karşısında nasıl da pişman şekilde af dilediğini görerek böylece kendi ezilmişliklerini meşrulaştırıp içlerini rahatlatma imkânı arayan insanlar, işkencecilerle birlikte “Af dile, af dile” diye ona seslenmektedir. Hatta işkence o kadar korkunçtur ki “Cesur Yürek”in kalabalığın arasına sızmış olan mücadele arkadaşları bile onun yaşadıkları karşısında dayanamayıp çektiği acıların son bulması için “Af dile, af dile” diye sessiz çığlıklar atmaktan alamamaktadır kendilerini...

                                                                          ***
 
Nihayet tüm seyircilerin ve işkencecilerin dikkatini çekecek şekilde, bedeni lime lime olmuş adamın son bir gayretle dudaklarını kıpırdatarak bir şeyler söylemeye çalıştığı fark edilir. İşkenceci, “Mahkûm bize bir şeyler söylemek istiyor” diyerek yüzünde tiksinti verici, haz dolu bir ifadeyle seyredenleri susturur. “Cesur Yürek” William Wallace, karnını, kasıklarını, bağırsaklarını ve solunum sistemini de taramış bıçakların yarattığı tahribatla son bir söz söyleyebilmek için nefesini toplamaya uğraşır, uğraşır, uğraşır... Ve “Özgürlüüük” diye çığlık atarak noktayı koyar!..

                                                                           ***

Yenilen, özgürlük uğruna savaşan “Cesur Yürek” olmamıştır. Yenilenler, koskoca bir krallık, onun işbirlikçisi lordlar, bir “Asi”nin nedamet getirmesini sağlamaya çalışan görevliler, işkenceciler ve böyle bir “af dileme” ile kendi ebedi tutsaklık ve ezilmişliklerine mazeret üretmeyi arzu eden insancıklardır.
                                                                            ***
 
Cumhuriyet davasında üç gündür devam eden duruşmaları kesintisiz izlemeye çalıştım. Her gün, pek çok bakımdan, hepimize (mahkeme heyeti de dâhil olmak üzere) bir ders mahiyetinde oldu: Hukuk dersi (Akın Atalay, Bülent Utku, Mustafa Kemal Güngör), gazetecilik dersi (Kadri Gürsel, Murat Sabuncu, Güray Öz, Önder Çelik), mizah dersi (Musa Kart), sanat-edebiyat dersi (Turhan Günay), “bilişim” dersi (Hakan Kara)... Ve bunların üzerine, tamamlayıcı, bütünleyici, hepsini kucaklayıp temize çekici mahiyette Ahmet Şık tarafından verilen “Özgürlük nedir, ne değildir”, bir başka deyişle “İnsanlık” dersi.
                                                                             ***
 
Ahmet’in savunmasını, daha doğrusu onun kendi deyişiyle (iktidar sahiplerine yönelik) bir “İtham” olan konuşmasını dinlerken canlandı zihnimde “Cesur Yürek” filminin krallar, lordlar ve onların ordularına karşı özgürlük için mücadele sahneleri... Ama Ahmet, “Cumhuriyet gazetesinde aradığınız örgüt, siyasi parti kılığında Türkiye’yi yönetiyor” sözünde en özlü karşılığını bulan 2 saatlik muhteşem konuşmasını “Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet” diye tamamladıktan sonra; Mahkeme heyetinin sorularına verdiği cevaplarla açtığı “2. Perde”de; Öyle bir konuşma yaptı ki... “Cesur Yürek”in “Özgürlük” haykırışıyla bedenine, ruhuna, kimliğine, tüm varlığı ve varoluşuna çullanmış korkunç bir iktidarı, onun yardakçılarını ve ona kul-köle olmuşları hem püskürtüp, hem de teslim aldığı o son sahneyi bir kez daha seyrediyor hissine kapılmaktan kendimi alıkoyamadım!..

                                                                             ***

Ahmet’in “Cesur Yürek”liği karşısında takdir ve şükranla gözyaşlarımı sessizce içime akıttım! Bırakın bizi, gazetemiz Cumhuriyet’i, bu memleketin bile hiçbir zaman teslim olmayacağına ve teslim alınamayacağına inancım pekişti! Onunla aynı toprakta yoğrulmuş olmaktan, aynı havayı solumaktan, aynı memleketin insanı olmaktan onur, övünç ve mutluluk duydum!..


                                                                              ***

Abarttığımı düşünebilirsiniz. O zaman lütfen bugün bu gazetede bu yazıyla birlikte yer alan Ahmet Şık (müdafaanamesi değil) “İthamname”sine ilgi yönelterek onu dikkatlice baştan sona okuyun!.. Söylediklerimin “fazlası yok eksiği var” olduğunu göreceksiniz!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder