Benim tanıdığım Halil İnalcık bir “Osmanlı alimi” değil, bir “Osmanlı
uzmanı” idi ve cumhuriyet değerlerine sıkı sıkıya bağlıydı. Yaşam
öyküsünü anlattığı “nehir söyleşi”sinde adı en çok geçen devlet adamı
Atatürk’tü.
Halil Hoca’yı geçen yıl kaybetmiştik. 25 Temmuz 2016’da aramızdan ayrılmıştı. Oysa bu ilk ölüm yıldönümünde onu anarken karşılaştığım garip bir haber beni yıllar öncesine götürdü ve geçen yıl yazamadığım bazı şeyleri söylemeye yönlendirdi: Murat Bardakçı’nın yazdığına göre (Habertürk, 23 Temmuz 2017), “Cumhurbaşkanı’nın talimatıyla” İnalcık’a “geleneksel ‘ulema kabri’ yapılmıştı” ve salı günü de, Prof. İnalcık için Fatih Camii’nde mevlit okutulacaktı. Hoca’nın mermer mezar taşına da ünlü bir hattatımız tarafından yazılan yazı nakşedilmişti. Koyu bir Osmanlıca ile yazılan ve bugünkü dile çevirisi ile verilen Kitâbe’den şu satırlar dikkatimi çekti: “Halil İnalcık, şimdi mutlaka Fatih Sultan Mehmed’in yanında, onun bağrındadır; İstanbul’un fethini bizzat ondan dinliyordur ama bizler burada üzgün ve boynu bükük haldeyiz”.
•••
Tam yılını hatırlamıyorum ama Halil Hoca’yı 1960’larda tanıdım. 1956’da SBF’de “İdari Teşkilat Tarihi” dersleri vermeye başlamıştı. Ben Anayasa kürsüsüne asistan olduğumda, Fakültemizde Devrim Tarihi dersini de o veriyordu. Asıl görevi DTCF’de olduğu için bizde odası yoktu; derse gelişlerinde onu ben ağırlıyordum. Dersten sonra bir kahve içip sohbet ediyorduk. Henüz Türkiye’de bile çok tanınmıyordu; ben de tarihçi değildim; ama ondan çok şeyler öğreneceğimi hemen anlamıştım. Sonra kürsü değiştirdim; yeni ders programında temel dersler arasına konulan bu dersi anlatmak bana düştü. Derslerimde de onun çoğaltılmış ders notlarından çok yararlanıyordum. Asıl alanı Devrim tarihi değildi, ama Halil Hoca o konuya da hakkıyla hâkimdi. Daha sonra da “The Caliphate and Atatürk’s Inkılab” (Hilafet ve Atatürk Inkılabı) başlıklı çok değerli bir makalesi yayınlandı (Belleten, 1982, sayı: 182). Türk Devrimi hakkında yazdığı çeşitli yazılar arasında, özellikle anılmaya değer bir incelemedir bu. Kendisiyle 1980’lerde Paris’te de –bizde veya ortak dostlarda- defalarca buluşup, konuşmak fırsatı bulmuştuk.
•••
Benim tanıdığım Halil İnalcık bir “Osmanlı alimi” değil, bir “Osmanlı uzmanı” idi ve cumhuriyet değerlerine sıkı sıkıya bağlıydı. Yaşam öyküsünü anlattığı “nehir söyleşi”sinde adı en çok geçen devlet adamı Atatürk’tür. “Ben Atatürk’ün açtığı Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde okudum” diyordu; “biz onun özçocukları gibiydik; öldüğünde hakiki bir yas sardı bütün Türkiye’yi. Biz onun mektebinde okumuş öğrenciler olarak çok sarsıldık (...) Hakikaten Türkiye’yi kurtaran, bir devlet ve millet yaratan bir liderdi Atatürk”.1 En bağlı olduğu ilke de laiklik ilkesiydi ve “Atatürk’ün İslam düşüncesi”ni şöyle özetliyordu: “Din bireyin vicdanına aittir; onu bir zorunluluk haline getirmek hatadır. Zaten İslam Tanrı’yla birey arasında bir ruhban sınıfı, bir zorunluluk tanımaz”. (s. 46).
•••
Kuşkusuz İnalcık “redd-i miras” yapmıyor, Osmanlı tarihini yadsımıyordu. Ziya Gökalp ve İsrailli Profesör Shmuel N. Eisenstadt’a gönderme yaparak elbise değiştirir gibi kültürlerin değiştirilebileceğine de inanmıyordu. Fakat en parlak dönemler bile onun eleştiri oklarından kurtulamıyordu. Örneğin Fatih Sultan Mehmed’in bir “Rönesans Hükümdarı” olduğu konusundaki efsaneyi çürütenlerden biri de o olmuştu. Fatih devrinde Gazali’den kaynaklanan “felsefe dine aykırı mı?” tartışması yeniden canlanmış, İbn Rüşd’e karşı felsefeyi dışlayan alim Hocazade medreselere damgasını vurmuştu. Temel eserinde bunu anlattıktan sonra, İnalcık şunu söylüyordu: “Böylece İbn Rüşd (Averroizm adı altında) İtalya’da incelenir ve Rönesans düşüncesinde önemli bir unsur olurken, Osmanlı medreselerine mutlak bir skolastik yerleşti” (The Ottoman Empire, Londra, 1973, s. 177). Ne zaman? Fatih Sultan Mehmed zamanında! İnalcık sonra da, Osmanlı Devleti’nde 19. yüzyılda bile –o tarihlerde İbn Rüşd de okunuyor olsa da- medreselere Hocazade zihniyetinin egemen olduğunu yazıyordu. Kaldı ki bugün bile, İslam ilahiyatının donuşunu hatırlatır gibi, İbn Rüşd’ün eserleri Doğu’dan çok Batı’da düşünce tarihçilerinin araştırma konusudur. İnalcık, aynı eserinde, Kanuni dönemi “ulema”sını da -devrin en önemli alimi Taşköprüzade’yi tanık göstererek- 1540’lardan itibaren “fanatizmin zaferi” başlığı altında anlatmıştır. (s. 179-185).
•••
Kuşkusuz Halil Hoca Osmanlı tarihine sevgiyle yaklaşıyordu. Kimi seyyah ve oryantalistlerin ön-yargılarından uzaktı ve klasik dönemi klasik yöntemlerle inceliyordu. Üstelik sosyal tarihe özel bir merakı vardı. Daha Balıkesir Muallim Mektebi’nde iken şehir hayatında esnafın rolü konusunda bir ödev hazırlamış, bunun için de şehir esnafıyla konuşmalar yapmıştı. Tarihçi olmaya karar verdiği günlerde de aklında önce zengin Osmanlı arşivleri vardı.
İnalcık, 1935 yılında DTCF’ye giren “ilk kırk yatılı öğrenci”den biriydi. Fakülte’yi bitirip asistan olduktan sonra ilk çalışmalarına da sosyal açıklamalar damgasını vurdu. Daha 1941’de, Tanzimat’la ilgili bir analizinde, tımar sisteminin bozulmasının nasıl tarımda “çiftlikleşme” sürecine yol açtığını vurgulamıştı. “Halil İnal” olarak imzaladığı bu yazı, adı konmasa da, ilerdeki Osmanlı üretim tarzı tartışmalarına ufuk açıcı nitelikteydi. (Tanzimat Nedir? Tarih Araştırmaları, DTCF Yayını, 1941). İki yıl sonra savunduğu -ve yakınlarda yeniden basılan- doktora tezinde de Bulgar sorununu ele alıyor ve topraksız köylülerin nasıl Müslüman ağalara karşı ayaklandıklarını anlatıyordu. Yine Tanzimat söz konusuydu ve bu iddialı ferman aslında devlet hayatında çok da bir şey değiştirmemişti. “Bütün Avrupa’yı kaplamış olan hürriyet fikirlerinin sathi bir telakkisi ile İmparatorluğu ıslaha kalkan bu devlet adamları”, aslında angaryayı bile tamamen kaldıramamışlardı. “Nehir söyleşi”sinde bu çalışmalarını anarken, “ben doktora tezimden itibaren Marx’ın sosyolojisinin etkisi altındayım”; diyor Halil Hoca; “ama doktriner değilim” (s. 274). 2005 yılında söylenen bu cümle, Şeflik Sisteminin Nazi Almanyası ile flört ettiği yıllarda herhalde bir tarihçinin kendisine bile itiraf etmekten çekineceği bir cümleydi! Oysa ona göre en doğrusu, analizlerini “tarafsız” bir şekilde, etiketsiz olarak paylaşmaktı. Zaten Marksist de değildi.
•••
İkinci Dünya Savaşı sonunda DTCF’de devrimci rüzgârlar esiyordu ve öğretim üyeleri iki kampa ayrılmışlardı: Sosyalistler ve milliyetçi-muhafazakâr toplum bilimciler. O dönemi anarken, Halil Hoca, “iki tarafa da kendimi yakın hissediyordum” diyor; “iki tarafla da dosttum.” (s. 74). Siyasetin dışında kalmaya özen gösteriyordu; üniversitede büyük kavga ve tasfiyelerin yaşandığı bir dönemde “tarafsız” bir tutum benimsemişti. Milliyetçi kökenden geliyordu; oysa yazdıklarına bakılırsa sosyalist guruba daha yakındı. Bu çelişik görüntüyü anlamak için sanırım ki Anadolu kökenli milliyetçilerle Kazan’dan gelen milliyetçiler arasındaki bir farka işaret etmek gerekiyor. Gerçekten de Halil Hoca bu ikincilerden Zeki Velidi Togan hakkında çok olumlu şeyler söylemiş; onun “büyük bir alim” iken hapse girmesini üzüntü ile anmıştır. (s.72-73).
Aslında Togan, “Velidof” adıyla Stalin’in de bazı yazılarında adı geçen eski bir komünistti. Sonradan Rusların asimilasyon politikasına karşı çıkmış, Müslüman çeteler kurarak bu politikaya savaş açmıştı (s. 212). Bu bakımdan tarihi materyalizmden gelen geçmişiyle olayların sınıfsal boyutundan da haberdardı. İnalcık’ın olaylara “nesnel yaklaşımı” dolayısıyla övdüğü Togan, ola ki gençlik yıllarında bu yönüyle kendisini de etkilemişti.
•••
Halil Hoca tarih-yazıcılığı ve yöntem konularında özgül bir eser vermedi. Marx’ın sosyolojisinden çok yararlandığını sık sık söylüyor, “buna bakarak Marksist damgası vurabilirsiniz” bile diyordu. Ancak, Ö. L. Barkan’ı da katarak, “bu bizim komünist olmamızı veya teoriye körükörüne bağımlı olmamızı gerektirmez” diye eklemeyi de ihmal etmiyordu (s.212-213). 1946-1948 arasında DTCF’ye damgasını vuran Muzaffer Şerif, Behice Boran, Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes gibi sosyal bilimcilerden hep övgü ile bahsediyordu. Sadece “ihtilal” fikri kendisini ürkütüyor; “Manifesto” söz konusu olunca, “bütün dünya işçilerini ihtilale çağırıyor” diye ironi ile “gülüyordu”. (s. 274).
•••
Halil İnalcık Türkiye’de Marksist tarih araştırmalarıyla asıl 1960’larda karşılaştı ve Osmanlı üretim biçimi konusundaki tartışmaları yakından izledi. O yıllarda savunulan Asya Tipi Üretim Tarzı fikri ona uygun görünmemiş, çözümü daha çok –aslında kapitalizm öncesi her üretim biçiminde yaygın olan- küçük tarım işletmelerinde, “çift-hane üretim biçimi”nde aramıştı. Bazı makalelerinde ve “Osmanlı İmparatorluğu Sosyal-ekonomik Tarihi” başlıklı eserinde bu tezi savundu. Oysa tartışma konusu, “çift-hane” dediği en küçük tarım işletmeleri değil, “egemen olan”, yani artı-ürüne el koyan sınıfın teşhisiyle ilgiliydi. ATÜT bağlamında “despotik devlet” fikrine karşı savunduğu tezi de yine Eisenstadt’a borçlu olduğu “merkezi bürokratik imparatorluk” modelinde bulmuştu2.
•••
Halil Hoca Marx ve Engels’i uzun boylu incelememişti ve Türkiye’deki tartışmaları da daha çok kendi –ve önem verdiği diğer tarihçilerin- çalışmalarına yapılan göndermeler bağlamında izliyordu. Asıl bağlı olduğu akım F. Braudel ve çevresinin “Annales” okulu idi. Onların temsil ettikleri “longue durée” (uzun süredeki dönüşümler) ve “histoire totale” (bütüncül tarih) fikri ona çok uygun geliyordu. Kariyerindeki gelişme ve dış tecrübeleri de bu yöntem için uygun bir zemin oluşturuyordu.
İnalcık, bilimsel Osmanlı araştırmaları için gerekli tüm araçlara sahip olarak, 1949 yılından itibaren dış gezilere başladı. Böylece batılı araştırma merkezleri konferans, sempozyum, araştırma yapma ve ders verme gibi vesilelerle gezilerinin durakları haline geldi. 1972 yılı ise kariyerinde adeta bir dönüm noktası oldu. O yıl Chicago Üniversitesi’nde tarih profesörü olarak tayin ediliyor, ertesi yıl da Klasik Osmanlı Çağı’nı anlatan temel eseri Londra’da İngilizce yayımlanıyordu. Artık oryantalizmin az çok kapalı devresi içine girmişti. Haklı olarak, Edward Said’in “oryantalizmin aşağılayıcı bir mana almasına” yol açan eserini esefle karşılamıştı ve “oryantalistler Şark kültürlerine, diğer ilim dallarını araştırırken kullanılan bilim metodolojisiyle yaklaşırlar” diyordu; “Doğu kaynaklarını en doğru biçimde yayınlayanlar oryantalistlerdir”. (s. 297). Oysa bu ortamda da Osmanlı-Türk tarihine karşı ön-yargılarla ya da yanlış bulduğu fikirlerle savaşmaktan geri kalmıyordu. Araştırmalarında en sürekli ve en tutarlı “ideoloji”si ılımlı bir milliyetçilik oldu. Zaten oryantalist dünya da, siyasal açıdan, bir “ılımlılar dünyası” idi: Ilımlı İslam, ılımlı milliyetçilik, ılımlı sosyalizm vb.. Bu dünyada tüm radikal yaklaşımlar törpüleniyor, tartışmalar “düzen ve istikrar” temelinde bir “gentlemen’s agreement”e dayandırılıyordu. Ne var ki bu hesapta kazançlı çıkanlar da hep Batılılar oluyordu.
•••
İşte Halil Hoca’nın ilk ölüm yıldönümünün ve yeni kabrinin bana ilham ettiği düşünceler bunlar oldu. Şimdi tekrar başa, “ulema kabri” sorununa dönelim. Ünlü tarihçinin Osmanlı tarihinde gurur duyduğu öğeler elbette vardı; fakat onlar kendisine mezar taşı yazan “ulema”nın düşündüklerinden çok farklıydı. Son konuşmalarında da bunu birkaç kez hissettirmişti. Keşke daha açık olsaydı; keşke “benim yerim Osmanlı ulemasının yanında değil, Cumhuriyet bilginlerinin yanında olmalı” deseydi.
Elbette Osmanlı uleması içinde hayran olduğu çok kimseler vardı. Fakat ölümü, kendi ilkelerine çok ters düşen politikacıların hesaplarına alet edilmemeliydi. Fakat nereden bilecekti ki? Nihayet “cemaat zihniyeti” ile “ulus bilinci” arasındaki farkın hala anlaşılamamış olduğu; tarih dedikodularının “bilimsel tarihçilik” diye sunulmaya çalışıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Üstelik bu kafada olanlar, gülünç duruma düştüklerini hiç düşünmeden, Halil Hoca’nın manevi mirasçıları gibi davranmaya, onu tekellerine almaya çalışıyorlar. O halde biz de, Matta’nın Yeni Ahit’te yazdığı gibi, “bırakalım, ölüler ölülerini gömsünler” ve dikkatlerimizi yaşayan İnalcık üzerinde toplayalım. Osmanlı idari yapısı, tımar defterleri, vergi sistemi, çiftlikleşme süreci, sermaye birikimi ve daha nice değerli çalışmasıyla bizlere hala ışık tutan değerli tarihçi üzerinde..
Taner Timur / BİRGÜN
Dipnotlar:
1 Tarihçilerin Kutbu; “Halil İnalcık Kitabı”; T. İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2005, s. 45. (Bu kitaba göndermeleri bundan sonra metin içinde veriyorum).
2 S. N. Eisenstadt; Tradition, Change and Modernity; Londra, 1973, s. 170.
Halil Hoca’yı geçen yıl kaybetmiştik. 25 Temmuz 2016’da aramızdan ayrılmıştı. Oysa bu ilk ölüm yıldönümünde onu anarken karşılaştığım garip bir haber beni yıllar öncesine götürdü ve geçen yıl yazamadığım bazı şeyleri söylemeye yönlendirdi: Murat Bardakçı’nın yazdığına göre (Habertürk, 23 Temmuz 2017), “Cumhurbaşkanı’nın talimatıyla” İnalcık’a “geleneksel ‘ulema kabri’ yapılmıştı” ve salı günü de, Prof. İnalcık için Fatih Camii’nde mevlit okutulacaktı. Hoca’nın mermer mezar taşına da ünlü bir hattatımız tarafından yazılan yazı nakşedilmişti. Koyu bir Osmanlıca ile yazılan ve bugünkü dile çevirisi ile verilen Kitâbe’den şu satırlar dikkatimi çekti: “Halil İnalcık, şimdi mutlaka Fatih Sultan Mehmed’in yanında, onun bağrındadır; İstanbul’un fethini bizzat ondan dinliyordur ama bizler burada üzgün ve boynu bükük haldeyiz”.
•••
Tam yılını hatırlamıyorum ama Halil Hoca’yı 1960’larda tanıdım. 1956’da SBF’de “İdari Teşkilat Tarihi” dersleri vermeye başlamıştı. Ben Anayasa kürsüsüne asistan olduğumda, Fakültemizde Devrim Tarihi dersini de o veriyordu. Asıl görevi DTCF’de olduğu için bizde odası yoktu; derse gelişlerinde onu ben ağırlıyordum. Dersten sonra bir kahve içip sohbet ediyorduk. Henüz Türkiye’de bile çok tanınmıyordu; ben de tarihçi değildim; ama ondan çok şeyler öğreneceğimi hemen anlamıştım. Sonra kürsü değiştirdim; yeni ders programında temel dersler arasına konulan bu dersi anlatmak bana düştü. Derslerimde de onun çoğaltılmış ders notlarından çok yararlanıyordum. Asıl alanı Devrim tarihi değildi, ama Halil Hoca o konuya da hakkıyla hâkimdi. Daha sonra da “The Caliphate and Atatürk’s Inkılab” (Hilafet ve Atatürk Inkılabı) başlıklı çok değerli bir makalesi yayınlandı (Belleten, 1982, sayı: 182). Türk Devrimi hakkında yazdığı çeşitli yazılar arasında, özellikle anılmaya değer bir incelemedir bu. Kendisiyle 1980’lerde Paris’te de –bizde veya ortak dostlarda- defalarca buluşup, konuşmak fırsatı bulmuştuk.
•••
Benim tanıdığım Halil İnalcık bir “Osmanlı alimi” değil, bir “Osmanlı uzmanı” idi ve cumhuriyet değerlerine sıkı sıkıya bağlıydı. Yaşam öyküsünü anlattığı “nehir söyleşi”sinde adı en çok geçen devlet adamı Atatürk’tür. “Ben Atatürk’ün açtığı Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde okudum” diyordu; “biz onun özçocukları gibiydik; öldüğünde hakiki bir yas sardı bütün Türkiye’yi. Biz onun mektebinde okumuş öğrenciler olarak çok sarsıldık (...) Hakikaten Türkiye’yi kurtaran, bir devlet ve millet yaratan bir liderdi Atatürk”.1 En bağlı olduğu ilke de laiklik ilkesiydi ve “Atatürk’ün İslam düşüncesi”ni şöyle özetliyordu: “Din bireyin vicdanına aittir; onu bir zorunluluk haline getirmek hatadır. Zaten İslam Tanrı’yla birey arasında bir ruhban sınıfı, bir zorunluluk tanımaz”. (s. 46).
•••
Kuşkusuz İnalcık “redd-i miras” yapmıyor, Osmanlı tarihini yadsımıyordu. Ziya Gökalp ve İsrailli Profesör Shmuel N. Eisenstadt’a gönderme yaparak elbise değiştirir gibi kültürlerin değiştirilebileceğine de inanmıyordu. Fakat en parlak dönemler bile onun eleştiri oklarından kurtulamıyordu. Örneğin Fatih Sultan Mehmed’in bir “Rönesans Hükümdarı” olduğu konusundaki efsaneyi çürütenlerden biri de o olmuştu. Fatih devrinde Gazali’den kaynaklanan “felsefe dine aykırı mı?” tartışması yeniden canlanmış, İbn Rüşd’e karşı felsefeyi dışlayan alim Hocazade medreselere damgasını vurmuştu. Temel eserinde bunu anlattıktan sonra, İnalcık şunu söylüyordu: “Böylece İbn Rüşd (Averroizm adı altında) İtalya’da incelenir ve Rönesans düşüncesinde önemli bir unsur olurken, Osmanlı medreselerine mutlak bir skolastik yerleşti” (The Ottoman Empire, Londra, 1973, s. 177). Ne zaman? Fatih Sultan Mehmed zamanında! İnalcık sonra da, Osmanlı Devleti’nde 19. yüzyılda bile –o tarihlerde İbn Rüşd de okunuyor olsa da- medreselere Hocazade zihniyetinin egemen olduğunu yazıyordu. Kaldı ki bugün bile, İslam ilahiyatının donuşunu hatırlatır gibi, İbn Rüşd’ün eserleri Doğu’dan çok Batı’da düşünce tarihçilerinin araştırma konusudur. İnalcık, aynı eserinde, Kanuni dönemi “ulema”sını da -devrin en önemli alimi Taşköprüzade’yi tanık göstererek- 1540’lardan itibaren “fanatizmin zaferi” başlığı altında anlatmıştır. (s. 179-185).
•••
Kuşkusuz Halil Hoca Osmanlı tarihine sevgiyle yaklaşıyordu. Kimi seyyah ve oryantalistlerin ön-yargılarından uzaktı ve klasik dönemi klasik yöntemlerle inceliyordu. Üstelik sosyal tarihe özel bir merakı vardı. Daha Balıkesir Muallim Mektebi’nde iken şehir hayatında esnafın rolü konusunda bir ödev hazırlamış, bunun için de şehir esnafıyla konuşmalar yapmıştı. Tarihçi olmaya karar verdiği günlerde de aklında önce zengin Osmanlı arşivleri vardı.
İnalcık, 1935 yılında DTCF’ye giren “ilk kırk yatılı öğrenci”den biriydi. Fakülte’yi bitirip asistan olduktan sonra ilk çalışmalarına da sosyal açıklamalar damgasını vurdu. Daha 1941’de, Tanzimat’la ilgili bir analizinde, tımar sisteminin bozulmasının nasıl tarımda “çiftlikleşme” sürecine yol açtığını vurgulamıştı. “Halil İnal” olarak imzaladığı bu yazı, adı konmasa da, ilerdeki Osmanlı üretim tarzı tartışmalarına ufuk açıcı nitelikteydi. (Tanzimat Nedir? Tarih Araştırmaları, DTCF Yayını, 1941). İki yıl sonra savunduğu -ve yakınlarda yeniden basılan- doktora tezinde de Bulgar sorununu ele alıyor ve topraksız köylülerin nasıl Müslüman ağalara karşı ayaklandıklarını anlatıyordu. Yine Tanzimat söz konusuydu ve bu iddialı ferman aslında devlet hayatında çok da bir şey değiştirmemişti. “Bütün Avrupa’yı kaplamış olan hürriyet fikirlerinin sathi bir telakkisi ile İmparatorluğu ıslaha kalkan bu devlet adamları”, aslında angaryayı bile tamamen kaldıramamışlardı. “Nehir söyleşi”sinde bu çalışmalarını anarken, “ben doktora tezimden itibaren Marx’ın sosyolojisinin etkisi altındayım”; diyor Halil Hoca; “ama doktriner değilim” (s. 274). 2005 yılında söylenen bu cümle, Şeflik Sisteminin Nazi Almanyası ile flört ettiği yıllarda herhalde bir tarihçinin kendisine bile itiraf etmekten çekineceği bir cümleydi! Oysa ona göre en doğrusu, analizlerini “tarafsız” bir şekilde, etiketsiz olarak paylaşmaktı. Zaten Marksist de değildi.
•••
İkinci Dünya Savaşı sonunda DTCF’de devrimci rüzgârlar esiyordu ve öğretim üyeleri iki kampa ayrılmışlardı: Sosyalistler ve milliyetçi-muhafazakâr toplum bilimciler. O dönemi anarken, Halil Hoca, “iki tarafa da kendimi yakın hissediyordum” diyor; “iki tarafla da dosttum.” (s. 74). Siyasetin dışında kalmaya özen gösteriyordu; üniversitede büyük kavga ve tasfiyelerin yaşandığı bir dönemde “tarafsız” bir tutum benimsemişti. Milliyetçi kökenden geliyordu; oysa yazdıklarına bakılırsa sosyalist guruba daha yakındı. Bu çelişik görüntüyü anlamak için sanırım ki Anadolu kökenli milliyetçilerle Kazan’dan gelen milliyetçiler arasındaki bir farka işaret etmek gerekiyor. Gerçekten de Halil Hoca bu ikincilerden Zeki Velidi Togan hakkında çok olumlu şeyler söylemiş; onun “büyük bir alim” iken hapse girmesini üzüntü ile anmıştır. (s.72-73).
Aslında Togan, “Velidof” adıyla Stalin’in de bazı yazılarında adı geçen eski bir komünistti. Sonradan Rusların asimilasyon politikasına karşı çıkmış, Müslüman çeteler kurarak bu politikaya savaş açmıştı (s. 212). Bu bakımdan tarihi materyalizmden gelen geçmişiyle olayların sınıfsal boyutundan da haberdardı. İnalcık’ın olaylara “nesnel yaklaşımı” dolayısıyla övdüğü Togan, ola ki gençlik yıllarında bu yönüyle kendisini de etkilemişti.
•••
Halil Hoca tarih-yazıcılığı ve yöntem konularında özgül bir eser vermedi. Marx’ın sosyolojisinden çok yararlandığını sık sık söylüyor, “buna bakarak Marksist damgası vurabilirsiniz” bile diyordu. Ancak, Ö. L. Barkan’ı da katarak, “bu bizim komünist olmamızı veya teoriye körükörüne bağımlı olmamızı gerektirmez” diye eklemeyi de ihmal etmiyordu (s.212-213). 1946-1948 arasında DTCF’ye damgasını vuran Muzaffer Şerif, Behice Boran, Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes gibi sosyal bilimcilerden hep övgü ile bahsediyordu. Sadece “ihtilal” fikri kendisini ürkütüyor; “Manifesto” söz konusu olunca, “bütün dünya işçilerini ihtilale çağırıyor” diye ironi ile “gülüyordu”. (s. 274).
•••
Halil İnalcık Türkiye’de Marksist tarih araştırmalarıyla asıl 1960’larda karşılaştı ve Osmanlı üretim biçimi konusundaki tartışmaları yakından izledi. O yıllarda savunulan Asya Tipi Üretim Tarzı fikri ona uygun görünmemiş, çözümü daha çok –aslında kapitalizm öncesi her üretim biçiminde yaygın olan- küçük tarım işletmelerinde, “çift-hane üretim biçimi”nde aramıştı. Bazı makalelerinde ve “Osmanlı İmparatorluğu Sosyal-ekonomik Tarihi” başlıklı eserinde bu tezi savundu. Oysa tartışma konusu, “çift-hane” dediği en küçük tarım işletmeleri değil, “egemen olan”, yani artı-ürüne el koyan sınıfın teşhisiyle ilgiliydi. ATÜT bağlamında “despotik devlet” fikrine karşı savunduğu tezi de yine Eisenstadt’a borçlu olduğu “merkezi bürokratik imparatorluk” modelinde bulmuştu2.
•••
Halil Hoca Marx ve Engels’i uzun boylu incelememişti ve Türkiye’deki tartışmaları da daha çok kendi –ve önem verdiği diğer tarihçilerin- çalışmalarına yapılan göndermeler bağlamında izliyordu. Asıl bağlı olduğu akım F. Braudel ve çevresinin “Annales” okulu idi. Onların temsil ettikleri “longue durée” (uzun süredeki dönüşümler) ve “histoire totale” (bütüncül tarih) fikri ona çok uygun geliyordu. Kariyerindeki gelişme ve dış tecrübeleri de bu yöntem için uygun bir zemin oluşturuyordu.
İnalcık, bilimsel Osmanlı araştırmaları için gerekli tüm araçlara sahip olarak, 1949 yılından itibaren dış gezilere başladı. Böylece batılı araştırma merkezleri konferans, sempozyum, araştırma yapma ve ders verme gibi vesilelerle gezilerinin durakları haline geldi. 1972 yılı ise kariyerinde adeta bir dönüm noktası oldu. O yıl Chicago Üniversitesi’nde tarih profesörü olarak tayin ediliyor, ertesi yıl da Klasik Osmanlı Çağı’nı anlatan temel eseri Londra’da İngilizce yayımlanıyordu. Artık oryantalizmin az çok kapalı devresi içine girmişti. Haklı olarak, Edward Said’in “oryantalizmin aşağılayıcı bir mana almasına” yol açan eserini esefle karşılamıştı ve “oryantalistler Şark kültürlerine, diğer ilim dallarını araştırırken kullanılan bilim metodolojisiyle yaklaşırlar” diyordu; “Doğu kaynaklarını en doğru biçimde yayınlayanlar oryantalistlerdir”. (s. 297). Oysa bu ortamda da Osmanlı-Türk tarihine karşı ön-yargılarla ya da yanlış bulduğu fikirlerle savaşmaktan geri kalmıyordu. Araştırmalarında en sürekli ve en tutarlı “ideoloji”si ılımlı bir milliyetçilik oldu. Zaten oryantalist dünya da, siyasal açıdan, bir “ılımlılar dünyası” idi: Ilımlı İslam, ılımlı milliyetçilik, ılımlı sosyalizm vb.. Bu dünyada tüm radikal yaklaşımlar törpüleniyor, tartışmalar “düzen ve istikrar” temelinde bir “gentlemen’s agreement”e dayandırılıyordu. Ne var ki bu hesapta kazançlı çıkanlar da hep Batılılar oluyordu.
•••
İşte Halil Hoca’nın ilk ölüm yıldönümünün ve yeni kabrinin bana ilham ettiği düşünceler bunlar oldu. Şimdi tekrar başa, “ulema kabri” sorununa dönelim. Ünlü tarihçinin Osmanlı tarihinde gurur duyduğu öğeler elbette vardı; fakat onlar kendisine mezar taşı yazan “ulema”nın düşündüklerinden çok farklıydı. Son konuşmalarında da bunu birkaç kez hissettirmişti. Keşke daha açık olsaydı; keşke “benim yerim Osmanlı ulemasının yanında değil, Cumhuriyet bilginlerinin yanında olmalı” deseydi.
Elbette Osmanlı uleması içinde hayran olduğu çok kimseler vardı. Fakat ölümü, kendi ilkelerine çok ters düşen politikacıların hesaplarına alet edilmemeliydi. Fakat nereden bilecekti ki? Nihayet “cemaat zihniyeti” ile “ulus bilinci” arasındaki farkın hala anlaşılamamış olduğu; tarih dedikodularının “bilimsel tarihçilik” diye sunulmaya çalışıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Üstelik bu kafada olanlar, gülünç duruma düştüklerini hiç düşünmeden, Halil Hoca’nın manevi mirasçıları gibi davranmaya, onu tekellerine almaya çalışıyorlar. O halde biz de, Matta’nın Yeni Ahit’te yazdığı gibi, “bırakalım, ölüler ölülerini gömsünler” ve dikkatlerimizi yaşayan İnalcık üzerinde toplayalım. Osmanlı idari yapısı, tımar defterleri, vergi sistemi, çiftlikleşme süreci, sermaye birikimi ve daha nice değerli çalışmasıyla bizlere hala ışık tutan değerli tarihçi üzerinde..
Taner Timur / BİRGÜN
Dipnotlar:
1 Tarihçilerin Kutbu; “Halil İnalcık Kitabı”; T. İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2005, s. 45. (Bu kitaba göndermeleri bundan sonra metin içinde veriyorum).
2 S. N. Eisenstadt; Tradition, Change and Modernity; Londra, 1973, s. 170.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder