Gerçek durum şöyle özetlenebilir: 19. yüzyılın “Şark Meselesi” günümüzde
değişik bir senaryoyla ikinci hayatını yaşıyor. Yüz küsur yıl önce
Balkanlar’da oynanan kanlı oyun bu kez Ortadoğu’da sahneleniyor.
Bu kez korkulan oldu; Barzani geri adım atmadı; referandum yapıldı. Erbil’den yapılan açıklamaya göre Iraklı Kürtler ezici bir çoğunlukla bağımsızlığa “evet!” dediler. Şimdi biz de siyaset erbabı “referandum geçersizdir” diye nutuklar atarken, iş erbabı da “kâr-zarar” hesapları yapıyor. Son yıllarda Irak Kürdistanı Türkiye’nin dostu, Kerkük de Türk ekonomisinin bir parçası haline geldiğine göre, bu oylamaya bu ülkede kim kayıtsız kalabilir ki? “Referandum yok hükmünde!”; “Hesabını soracağız!”; “Sen kaşındın Barzani!” Bunlar 25 Eylül sabahı gazetelerde okuduğumuz bazı manşetlerdi. Ertesi sabah, sonuçlar belli olduktan sonra da gazetelerin çoğu cumhurbaşkanının şu cümlesini manşet yaptılar: “Bir gece ansızın gelebiliriz!” Adeta bir “darbe”yi haber verir gibi. Aslında biz de, Kürtler de bu gibi nutuklara yıllardır alışkınız. Oysa gerçek durum şöyle özetlenebilir: 19. yüzyılın “Şark Meselesi” günümüzde değişik bir senaryoyla ikinci hayatını yaşıyor. Yüz küsur yıl önce Balkanlar’da oynanan kanlı oyun, bu kez Ortadoğu’da sahneleniyor. İpler yine “Düveli Muazzama”nın elinde, sahnedeki oyuncular ise bölge insanları.
Birinciler gökleri kontrol ediyor; ikinciler yerde savaşıyor. Oyunun adı da konuldu: “Vekalet Savaşı.” Oysa “vekil”ler bu savaşta hiç de “paralı asker” sıfatını kabul etmiyorlar. Biz de varız, diyorlar; bizim de bir davamız var; başkaları için değil, kendimiz için savaşıyoruz!
2003 yılında Irak’ın işgaline tanık olan İrlandalı gazeteci Patrick Cockburn, geçenlerde Kerkük’ün o günlerde nasıl yağmalandığını hatırlamıştı. Köşesinde (Independent, 22 Eylül, 2017), 10 Nisan 2003’te yağmacılar Kerkük’ü soyarken, Peşmergelerin “boşluğu doldurmak” üzere şehre nasıl girdiklerini anlatıyordu. O günlerde de kıyamet kopmuştu. Herkes Kürtleri tehdit ediyor, “size gösteririz!” diyordu. Hatta Cockburn’ün kendisi de “Kürtlerin zaferi Türkiye’nin işgali korkuları yaratıyor” başlıklı bir yazı yazmıştı.
Barut fıçısı bölgede devlet içinde devlet
Sonra korkulan olmadı. 2005’te bir anayasa kabul edildi ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi kuruldu. Barut fıçısına dönüşmüş bir bölgede giderek “devlet içinde devlet” haline gelen “federal” bir yönetim çıktı ortaya. Kendi parlamentosu ve askeri gücü olan; yabancılara vize veren; başka ülkelerle, Erbil’deki konsolosluklar aracılığıyla, doğrudan diplomatik ilişkiler kuran; gençlerine Kürtçe eğitim veren bir “özerk” yönetim.
Oysa bu yönetim bölgede örnek bir “model” oluşturmaktan uzaktı. Bir aşiret yapısını en ileri anayasa ilkeleriyle süslemiş garip bir alaşım manzarası sergiliyordu. Durum buydu ve beliren kaos ortamında Kürt yönetimi her türlü kötülüğün nedeni sayıldı: Aşiret zihniyeti, yolsuzluk, bağnazlık, Kürtleştirme politikası, kısaca kötü yönetim. Kürtlere her zaman arka çıkmış P. Cockburn bile bunların tamamen haksız olduğunu yadsıyamadı.
Ne var ki Barzani, vekilleri ve dostları da bu arada boş durmadılar. Onların da söyleyecekleri vardı; söylediler. Mealen, şuydu söyledikleri: Biz bu toprakların en ezilmiş halkıyız; Saddam yıllarca bizi ezdi; kimyasal silahları Suriye halkından önce biz tanıdık. DAEŞ’le biz savaştık; bu toprakları Ortaçağ vahşetinden biz kurtardık; bunu yaparken de her türlü kökenden yüz binlerce sığınmacıyı topraklarımızda barındırdık. Oysa biz terörle savaşırken, Irak Hükümeti, DAEŞ’in ve Şii milislerin kontrol ettiği yerlerde «devlet bütünlüğü» adına memur ve müstahdemlere maaş ödemeye devam ediyordu. Bugün herkesin karşı çıktığı referandum zaten 2005 Anayasası’nda (md. 140) yazılı bulunuyor. 2007 yılı sonuna kadar bunun uygulanmasını önleyen taraf da biz değil Irak Hükümeti oldu. Bütün bunlar göz önünde bulundurulursa, varılan noktada, Kürdü, Arabı, Türkmeni, Süryanisi, Yezidisi ile tüm halkımızın bağımsızlık istemekten başka çaresinin kalmadığı anlaşılır. Kaldı ki, oylamada «evet» çıksa da, biz hemen bağımsızlık ilan edecek değiliz. Bölgedeki istikrarı bozmamak için dostça görüşmelere, barışçı yollar aramaya devam edeceğiz.
Kürtlerin feryadında haklı noktalar vardı
Kuşkusuz, durum, çizilen tablodaki gibi parlak olmaktan uzaktı ve daha ilk maddesinde «Bu Anayasa Devlet bütünlüğünün teminatıdır» diyen Irak Anayasası bir “bağımsızlık” oylamasına izin vermiyordu. Yine de teslim etmek gerek ki Kürtlerin bu feryadında haklı noktalar vardı. Fakat ortada da yanıtlanması gereken önemli bir soru kalıyordu. Irak Kürdistanı bölgede zaten «bağımsız bir devlet» özellikleri taşırken, Barzani, bu kritik dönemde neden tüm dünyayı karşısına alacak bir çıkış yapmıştı? Buna nasıl cesaret etmişti? Amerika’sı, Rusyası, İran’ı, Türkiye’si «sakın ha!» derken, Irak Hükümeti mutlaka önlem alacağını söylerken, Kürdistan Parlamentosu böyle bir kararı nasıl alabilmişti?
Şurası önemli: Aslında büyük güçlerden ABD referanduma esasta karşı çıkmıyor. Sadece onu zamansız buluyor ve -bir Beyaz Saray açıklamasına göre (15 Eylül 2017)- DAEŞ ile savaş gündemin ilk maddesi iken, böyle bir oylamanın “ihtilaflı topraklarda özellikle istikrar bozucu ve tahrik edici” sonuçlar doğuracağını düşünüyor. “İhtilaflı topraklar” da, başta Kerkük, Irak Kürdistanı’nı teşkil eden üç eyaletin (Erbil, Dohuk, Süleymaniye) dışında kalan ve hukuken Bağdat’a bağlı olsa da, fiilen Kürtlerin kontrolünde bulunan topraklardan oluşuyor.
Gelişmelerde en ilginç taraflardan biri, resmi planda referandumu destekleyen tek devlet olan İsrail’in tavrı oldu. Diplomaside her zaman dikkatli ve ihtiyatlı adımlar atan bu ülkenin hesabı acaba neydi?
İsrail’in eski ABD elçilerinden Ron Prosor, adeta ülkesinin resmi görüşünü açıklar gibi, New York Times sütunlarında (24 Eylül 2017), İsrail desteğini Kürtlerin bölgede tüm aşırılıklara karşı bir «tampon bölge» oluşturacağı teziyle savunuyor. «Demokrasi bayrağının genellikle inik olduğu bir bölgede, Kürdistan’ın liberal demokratik değerleri kucaklamayı seçtiğini» söylüyor ve Başkan Trump’ı da bu desteği paylaşmaya davet ediyor. «Eğer, diyor, ABD istikar getirici, modernleştirici ve demokratik bir gücü desteklemek isterse, seçim kolaydır: Mr. Trump kazanana oynamalı, bağımsız bir Kürt devletini desteklemelidir».
N. Y. Times’ın Kudüs büro şefi D. B. Halbfinger ise, gazetesinde (22 Eylül 2017) Netanyahu’nun bu desteği tarihi Kürt-Yahudi dostluğuna dayandırdığını iddia ediyor. Yahudilerin daha Babil esareti sırasında Kürdistan’da olduklarını, altı yüz yıl önce de Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs’ü aldıktan sonra Yahudilere insanca davrandığını, hatta Yahudi Maymonid’i özel doktoru tayin ettiğini söylüyor. Günümüzde de bu dostluğun sürdüğünü birçok örnekle anlatıyor. Yazar, Kürtlerin, başta iki yüz bin Kürt Yahudisi (Kurdish Jews) olmak üzere, tüm Yahudilerin dostu olduğunu iddia ediyor ve yıllarca Kürtlere askeri eğitim vermiş emekli bir generalin “ben bir Kürt yurtseveri oldum” diyen sözlerine de yer veriyor.
İçtenliği kuşkulu bu satırları okurken, bizim de kafamızda şu sorular beliriyor: İsrail’in kendine özgü nedenlerle Barzani kozunu oynaması, acaba başka bir şeyi daha mı ifade ediyor? Bu açık destek, yoksa İsrail ile çok özel ilişkileri olan ABD’nin gizli desteğinin de bir işareti mi? Kuşkusuz üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken bir hususlardan biri de bu; özellikle de yıllardır Kürt Sorunu ile başı dertte olan bu topraklarda. O halde biz de gelelim Türkiye’nin tutumuna.
Ayağına kırmızı halılar seriliyordu
Barzani son yıllarda bu ülkede AKP yönetiminin sevgili dostu olmuştu. Sık sık Ankaraya geliyor; törenlerle karşılanıyor; ayağının altına kırmızı halılar seriliyordu. Ünlü «kazan-kazan» politikası yürürlüğe konmuştu; siyaset ile ticaret el ele yürüyordu.
Kendisi de elbette bu sevgi dalgasına kayıtsız kalamazdı ve kalmadı. Siyasi planda Türkiye Kürtlerini AKP’ye yönlendiriyor, iktisadi planda ise kârlı bir ticarete konan engelleri kaldırıyordu. Özellikle enerji ve inşaat burjuvazisinin sevgili ortağı haline gelmişti. Ankara, Irak Kürdistanı’na bağımsız devlet muamelesi yapıyor, Bağdad’ı hiçe sayarak, Kerkük’le doğrudan petrol ticareti yürütüyordu. Bu yüzden Irak Hükümeti Kürdistan’ın tahsisatını kesince, bir ara Erbil’deki memurların maaşı bile Ankara’dan ödendi. Alan da memnundu, satan da; bu konuda Amerika’nın ikazları, İran’ın homurdanmaları para etmedi. Bölgede binden fazla Türk şirketi iş yapıyor, Habur kapısından günde binlerce tır kamyonu geçiyordu. Pasta büyüktü; başkaları da ziyafete katılabilirdi. Öyle ki, daha geçen Ağustos ayında, Başbakan Binali Yıldırım, Ankara’yı ziyaret eden Singapur Başbakanına bile pastadan pay önermişti. Ona, “Singapur’un elindeki para kaynağını Türk müteahhitlerinin gücüyle birleştirelim” demiş, “özellikle Suriye ve Irak’ın imar edilip ayağa kaldırılmasında ortak yatırımlar yapılabileceğini” önermişti. (Yeni Şafak, 22 Ağustos, 2017).
Ne var ki son yıllarda işler iyi gitmiyordu. Irak’a, bir ara 12 milyar doların üzerine çıkan ihracat, petrol fiyatlarının düşmesiyle 2016’da 7,6 milyar dolara kadar düşmüştü. Barzani de sıkıntı içindeydi. “Devlet” hazinesi boşalmış, borçlar artmıştı.
Peşmergeler arasında da aşiret kavgaları oluyor, otoritesi sarsılıyordu. Hanedan yönetimi ve parlamentoyu hiçe sayan tutumu bölgedeki “demokratik devrim” özlemlerine tamamen tersti. Irak Başbakanı İbadi’nin, Barzani aşireti ile Saddam’ın Tikrit aşireti arasında kurduğu paralellik pek de yabana atılacak gibi değildi.
2018’de başkanlık seçimi vardı ve bu koşullarda Barzani’nin seçimi artık üçüncü kez ertelemesi zordu. Bütün bunlarla ilgili ve bunlardan daha tehlikeli olarak da, ABD tarafından terk edilmekten korkuyordu. DAEŞ’in, peşmergelerin de katkısıyla sağlanan yenilgisi, sonunda kendi yenilgisi haline dönüşebilirdi. Amerika güvenilir bir ülke değildi; Irak’ın bütünlüğünü bölgede “Pax Americana” açısından daha önemli bulup, aşiretine “Savaş bitti; sizin de işiniz bitti; toz olun!” diyebilirdi. Bunu önlemek için bir koza ihtiyacı vardı. İşte referandum bu konuda bir can kurtaran simidi olabilirdi. Bağımsızlığa yol açmasa bile, kendi gücünü ortaya koyacak, kamuoyunu etkileyecek, Kürtlerin öyle kolaylıkla harcanacak “paralı askerler” olmadığını gösterecekti.
Hesabını iyi yapmıştı. Türkiye’den kuru sıkı tehditlerden başka bir şey gelmeyeceğini biliyordu. Beştepe için 2019 seçimleri hayati idi ve milyarlarca dolarlık Irak ticaretinden vazgeçemezdi. Nitekim referandumun ertesi günü Ekonomi Bakanı Nihat Zeybek, “Kuzey Irak’ta ticaretle ve gümrük kapıları ile ilgili bir talimat yok” demiş ve piyasaları rahatlatmıştı. (Hürriyet, 27 Eylül 2017). Türkiye cephesinde durum buydu.
Bağdat’ı masaya oturmaya zorlayacak
Irak’a gelince, Barzani, Bağdat’ı da masaya oturmaya zorlayacak ve bir taraftan sarsılmış meşruiyetini onarmak isterken, öte yandan da federe devletinin haklarını artırmaya çalışacaktı. Zaten oylamadan sonra yaptığı ilk konuşmada da şunları söylüyordu: “Referandum, sınırların çizilmesi için değildir. Biz diyaloga hazırız. Biz komşularımızla hiçbir sorun yaşamak istemiyoruz. Erbil ile Bağdat arasındaki sorunların çözümüne yardımcı olmalarını istiyoruz.” Olur mu? Pekala olabilir. Hatta emperyal devletler de bir ‘modus vivendi’ için aralarında anlaşabilir. O zaman zevahir kurtarılmış olur; işler şimdilik yoluna girer ve bu gibi “diplomatik” incelikleri çok iyi bilen The Economist dergisinin yazdığı gibi (23-29 Eylül, 2017) “Batılı devletler de Barzani’nin Kasım ayındaki seçimi yeniden ertelemesine göz yumarlar.” Böylece kurtuluş da gelecek baharlara ertelenmiş olur. Halklar, bin bir hesaba dayanan göstermelik referandumlarla değil de, gerçekten bilinçlenerek, kardeşlik içinde, kendi kaderlerine hakim olana kadar.
Taner Timur / BİRGÜN
Bu kez korkulan oldu; Barzani geri adım atmadı; referandum yapıldı. Erbil’den yapılan açıklamaya göre Iraklı Kürtler ezici bir çoğunlukla bağımsızlığa “evet!” dediler. Şimdi biz de siyaset erbabı “referandum geçersizdir” diye nutuklar atarken, iş erbabı da “kâr-zarar” hesapları yapıyor. Son yıllarda Irak Kürdistanı Türkiye’nin dostu, Kerkük de Türk ekonomisinin bir parçası haline geldiğine göre, bu oylamaya bu ülkede kim kayıtsız kalabilir ki? “Referandum yok hükmünde!”; “Hesabını soracağız!”; “Sen kaşındın Barzani!” Bunlar 25 Eylül sabahı gazetelerde okuduğumuz bazı manşetlerdi. Ertesi sabah, sonuçlar belli olduktan sonra da gazetelerin çoğu cumhurbaşkanının şu cümlesini manşet yaptılar: “Bir gece ansızın gelebiliriz!” Adeta bir “darbe”yi haber verir gibi. Aslında biz de, Kürtler de bu gibi nutuklara yıllardır alışkınız. Oysa gerçek durum şöyle özetlenebilir: 19. yüzyılın “Şark Meselesi” günümüzde değişik bir senaryoyla ikinci hayatını yaşıyor. Yüz küsur yıl önce Balkanlar’da oynanan kanlı oyun, bu kez Ortadoğu’da sahneleniyor. İpler yine “Düveli Muazzama”nın elinde, sahnedeki oyuncular ise bölge insanları.
Birinciler gökleri kontrol ediyor; ikinciler yerde savaşıyor. Oyunun adı da konuldu: “Vekalet Savaşı.” Oysa “vekil”ler bu savaşta hiç de “paralı asker” sıfatını kabul etmiyorlar. Biz de varız, diyorlar; bizim de bir davamız var; başkaları için değil, kendimiz için savaşıyoruz!
2003 yılında Irak’ın işgaline tanık olan İrlandalı gazeteci Patrick Cockburn, geçenlerde Kerkük’ün o günlerde nasıl yağmalandığını hatırlamıştı. Köşesinde (Independent, 22 Eylül, 2017), 10 Nisan 2003’te yağmacılar Kerkük’ü soyarken, Peşmergelerin “boşluğu doldurmak” üzere şehre nasıl girdiklerini anlatıyordu. O günlerde de kıyamet kopmuştu. Herkes Kürtleri tehdit ediyor, “size gösteririz!” diyordu. Hatta Cockburn’ün kendisi de “Kürtlerin zaferi Türkiye’nin işgali korkuları yaratıyor” başlıklı bir yazı yazmıştı.
Barut fıçısı bölgede devlet içinde devlet
Sonra korkulan olmadı. 2005’te bir anayasa kabul edildi ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi kuruldu. Barut fıçısına dönüşmüş bir bölgede giderek “devlet içinde devlet” haline gelen “federal” bir yönetim çıktı ortaya. Kendi parlamentosu ve askeri gücü olan; yabancılara vize veren; başka ülkelerle, Erbil’deki konsolosluklar aracılığıyla, doğrudan diplomatik ilişkiler kuran; gençlerine Kürtçe eğitim veren bir “özerk” yönetim.
Oysa bu yönetim bölgede örnek bir “model” oluşturmaktan uzaktı. Bir aşiret yapısını en ileri anayasa ilkeleriyle süslemiş garip bir alaşım manzarası sergiliyordu. Durum buydu ve beliren kaos ortamında Kürt yönetimi her türlü kötülüğün nedeni sayıldı: Aşiret zihniyeti, yolsuzluk, bağnazlık, Kürtleştirme politikası, kısaca kötü yönetim. Kürtlere her zaman arka çıkmış P. Cockburn bile bunların tamamen haksız olduğunu yadsıyamadı.
Ne var ki Barzani, vekilleri ve dostları da bu arada boş durmadılar. Onların da söyleyecekleri vardı; söylediler. Mealen, şuydu söyledikleri: Biz bu toprakların en ezilmiş halkıyız; Saddam yıllarca bizi ezdi; kimyasal silahları Suriye halkından önce biz tanıdık. DAEŞ’le biz savaştık; bu toprakları Ortaçağ vahşetinden biz kurtardık; bunu yaparken de her türlü kökenden yüz binlerce sığınmacıyı topraklarımızda barındırdık. Oysa biz terörle savaşırken, Irak Hükümeti, DAEŞ’in ve Şii milislerin kontrol ettiği yerlerde «devlet bütünlüğü» adına memur ve müstahdemlere maaş ödemeye devam ediyordu. Bugün herkesin karşı çıktığı referandum zaten 2005 Anayasası’nda (md. 140) yazılı bulunuyor. 2007 yılı sonuna kadar bunun uygulanmasını önleyen taraf da biz değil Irak Hükümeti oldu. Bütün bunlar göz önünde bulundurulursa, varılan noktada, Kürdü, Arabı, Türkmeni, Süryanisi, Yezidisi ile tüm halkımızın bağımsızlık istemekten başka çaresinin kalmadığı anlaşılır. Kaldı ki, oylamada «evet» çıksa da, biz hemen bağımsızlık ilan edecek değiliz. Bölgedeki istikrarı bozmamak için dostça görüşmelere, barışçı yollar aramaya devam edeceğiz.
Kürtlerin feryadında haklı noktalar vardı
Kuşkusuz, durum, çizilen tablodaki gibi parlak olmaktan uzaktı ve daha ilk maddesinde «Bu Anayasa Devlet bütünlüğünün teminatıdır» diyen Irak Anayasası bir “bağımsızlık” oylamasına izin vermiyordu. Yine de teslim etmek gerek ki Kürtlerin bu feryadında haklı noktalar vardı. Fakat ortada da yanıtlanması gereken önemli bir soru kalıyordu. Irak Kürdistanı bölgede zaten «bağımsız bir devlet» özellikleri taşırken, Barzani, bu kritik dönemde neden tüm dünyayı karşısına alacak bir çıkış yapmıştı? Buna nasıl cesaret etmişti? Amerika’sı, Rusyası, İran’ı, Türkiye’si «sakın ha!» derken, Irak Hükümeti mutlaka önlem alacağını söylerken, Kürdistan Parlamentosu böyle bir kararı nasıl alabilmişti?
Şurası önemli: Aslında büyük güçlerden ABD referanduma esasta karşı çıkmıyor. Sadece onu zamansız buluyor ve -bir Beyaz Saray açıklamasına göre (15 Eylül 2017)- DAEŞ ile savaş gündemin ilk maddesi iken, böyle bir oylamanın “ihtilaflı topraklarda özellikle istikrar bozucu ve tahrik edici” sonuçlar doğuracağını düşünüyor. “İhtilaflı topraklar” da, başta Kerkük, Irak Kürdistanı’nı teşkil eden üç eyaletin (Erbil, Dohuk, Süleymaniye) dışında kalan ve hukuken Bağdat’a bağlı olsa da, fiilen Kürtlerin kontrolünde bulunan topraklardan oluşuyor.
Gelişmelerde en ilginç taraflardan biri, resmi planda referandumu destekleyen tek devlet olan İsrail’in tavrı oldu. Diplomaside her zaman dikkatli ve ihtiyatlı adımlar atan bu ülkenin hesabı acaba neydi?
İsrail’in eski ABD elçilerinden Ron Prosor, adeta ülkesinin resmi görüşünü açıklar gibi, New York Times sütunlarında (24 Eylül 2017), İsrail desteğini Kürtlerin bölgede tüm aşırılıklara karşı bir «tampon bölge» oluşturacağı teziyle savunuyor. «Demokrasi bayrağının genellikle inik olduğu bir bölgede, Kürdistan’ın liberal demokratik değerleri kucaklamayı seçtiğini» söylüyor ve Başkan Trump’ı da bu desteği paylaşmaya davet ediyor. «Eğer, diyor, ABD istikar getirici, modernleştirici ve demokratik bir gücü desteklemek isterse, seçim kolaydır: Mr. Trump kazanana oynamalı, bağımsız bir Kürt devletini desteklemelidir».
N. Y. Times’ın Kudüs büro şefi D. B. Halbfinger ise, gazetesinde (22 Eylül 2017) Netanyahu’nun bu desteği tarihi Kürt-Yahudi dostluğuna dayandırdığını iddia ediyor. Yahudilerin daha Babil esareti sırasında Kürdistan’da olduklarını, altı yüz yıl önce de Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs’ü aldıktan sonra Yahudilere insanca davrandığını, hatta Yahudi Maymonid’i özel doktoru tayin ettiğini söylüyor. Günümüzde de bu dostluğun sürdüğünü birçok örnekle anlatıyor. Yazar, Kürtlerin, başta iki yüz bin Kürt Yahudisi (Kurdish Jews) olmak üzere, tüm Yahudilerin dostu olduğunu iddia ediyor ve yıllarca Kürtlere askeri eğitim vermiş emekli bir generalin “ben bir Kürt yurtseveri oldum” diyen sözlerine de yer veriyor.
İçtenliği kuşkulu bu satırları okurken, bizim de kafamızda şu sorular beliriyor: İsrail’in kendine özgü nedenlerle Barzani kozunu oynaması, acaba başka bir şeyi daha mı ifade ediyor? Bu açık destek, yoksa İsrail ile çok özel ilişkileri olan ABD’nin gizli desteğinin de bir işareti mi? Kuşkusuz üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken bir hususlardan biri de bu; özellikle de yıllardır Kürt Sorunu ile başı dertte olan bu topraklarda. O halde biz de gelelim Türkiye’nin tutumuna.
Ayağına kırmızı halılar seriliyordu
Barzani son yıllarda bu ülkede AKP yönetiminin sevgili dostu olmuştu. Sık sık Ankaraya geliyor; törenlerle karşılanıyor; ayağının altına kırmızı halılar seriliyordu. Ünlü «kazan-kazan» politikası yürürlüğe konmuştu; siyaset ile ticaret el ele yürüyordu.
Kendisi de elbette bu sevgi dalgasına kayıtsız kalamazdı ve kalmadı. Siyasi planda Türkiye Kürtlerini AKP’ye yönlendiriyor, iktisadi planda ise kârlı bir ticarete konan engelleri kaldırıyordu. Özellikle enerji ve inşaat burjuvazisinin sevgili ortağı haline gelmişti. Ankara, Irak Kürdistanı’na bağımsız devlet muamelesi yapıyor, Bağdad’ı hiçe sayarak, Kerkük’le doğrudan petrol ticareti yürütüyordu. Bu yüzden Irak Hükümeti Kürdistan’ın tahsisatını kesince, bir ara Erbil’deki memurların maaşı bile Ankara’dan ödendi. Alan da memnundu, satan da; bu konuda Amerika’nın ikazları, İran’ın homurdanmaları para etmedi. Bölgede binden fazla Türk şirketi iş yapıyor, Habur kapısından günde binlerce tır kamyonu geçiyordu. Pasta büyüktü; başkaları da ziyafete katılabilirdi. Öyle ki, daha geçen Ağustos ayında, Başbakan Binali Yıldırım, Ankara’yı ziyaret eden Singapur Başbakanına bile pastadan pay önermişti. Ona, “Singapur’un elindeki para kaynağını Türk müteahhitlerinin gücüyle birleştirelim” demiş, “özellikle Suriye ve Irak’ın imar edilip ayağa kaldırılmasında ortak yatırımlar yapılabileceğini” önermişti. (Yeni Şafak, 22 Ağustos, 2017).
Ne var ki son yıllarda işler iyi gitmiyordu. Irak’a, bir ara 12 milyar doların üzerine çıkan ihracat, petrol fiyatlarının düşmesiyle 2016’da 7,6 milyar dolara kadar düşmüştü. Barzani de sıkıntı içindeydi. “Devlet” hazinesi boşalmış, borçlar artmıştı.
Peşmergeler arasında da aşiret kavgaları oluyor, otoritesi sarsılıyordu. Hanedan yönetimi ve parlamentoyu hiçe sayan tutumu bölgedeki “demokratik devrim” özlemlerine tamamen tersti. Irak Başbakanı İbadi’nin, Barzani aşireti ile Saddam’ın Tikrit aşireti arasında kurduğu paralellik pek de yabana atılacak gibi değildi.
2018’de başkanlık seçimi vardı ve bu koşullarda Barzani’nin seçimi artık üçüncü kez ertelemesi zordu. Bütün bunlarla ilgili ve bunlardan daha tehlikeli olarak da, ABD tarafından terk edilmekten korkuyordu. DAEŞ’in, peşmergelerin de katkısıyla sağlanan yenilgisi, sonunda kendi yenilgisi haline dönüşebilirdi. Amerika güvenilir bir ülke değildi; Irak’ın bütünlüğünü bölgede “Pax Americana” açısından daha önemli bulup, aşiretine “Savaş bitti; sizin de işiniz bitti; toz olun!” diyebilirdi. Bunu önlemek için bir koza ihtiyacı vardı. İşte referandum bu konuda bir can kurtaran simidi olabilirdi. Bağımsızlığa yol açmasa bile, kendi gücünü ortaya koyacak, kamuoyunu etkileyecek, Kürtlerin öyle kolaylıkla harcanacak “paralı askerler” olmadığını gösterecekti.
Hesabını iyi yapmıştı. Türkiye’den kuru sıkı tehditlerden başka bir şey gelmeyeceğini biliyordu. Beştepe için 2019 seçimleri hayati idi ve milyarlarca dolarlık Irak ticaretinden vazgeçemezdi. Nitekim referandumun ertesi günü Ekonomi Bakanı Nihat Zeybek, “Kuzey Irak’ta ticaretle ve gümrük kapıları ile ilgili bir talimat yok” demiş ve piyasaları rahatlatmıştı. (Hürriyet, 27 Eylül 2017). Türkiye cephesinde durum buydu.
Bağdat’ı masaya oturmaya zorlayacak
Irak’a gelince, Barzani, Bağdat’ı da masaya oturmaya zorlayacak ve bir taraftan sarsılmış meşruiyetini onarmak isterken, öte yandan da federe devletinin haklarını artırmaya çalışacaktı. Zaten oylamadan sonra yaptığı ilk konuşmada da şunları söylüyordu: “Referandum, sınırların çizilmesi için değildir. Biz diyaloga hazırız. Biz komşularımızla hiçbir sorun yaşamak istemiyoruz. Erbil ile Bağdat arasındaki sorunların çözümüne yardımcı olmalarını istiyoruz.” Olur mu? Pekala olabilir. Hatta emperyal devletler de bir ‘modus vivendi’ için aralarında anlaşabilir. O zaman zevahir kurtarılmış olur; işler şimdilik yoluna girer ve bu gibi “diplomatik” incelikleri çok iyi bilen The Economist dergisinin yazdığı gibi (23-29 Eylül, 2017) “Batılı devletler de Barzani’nin Kasım ayındaki seçimi yeniden ertelemesine göz yumarlar.” Böylece kurtuluş da gelecek baharlara ertelenmiş olur. Halklar, bin bir hesaba dayanan göstermelik referandumlarla değil de, gerçekten bilinçlenerek, kardeşlik içinde, kendi kaderlerine hakim olana kadar.
Taner Timur / BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder