8 Eylül 2017 Cuma

ŞERİF MARDİN HAKKINDA İKİ DEĞERLENDİRME !....

(1)
Şerif Mardin öldü mü intihar mı etti?(Nihat Genç-ODATV)

BANA SORARSANIZ ŞERİF MARDİN ÇOK ÖNCE ÖLÜM HAKKINI KULLANIP “İNTİHAR” ETMİŞTİR.

Bugün Şerif Mardin’in öldüğü haberi geldi.

Şerif Mardin, bu topluma, yemiş yutmuş bir bilim adamı olarak pompalandı.

Bana sorarsanız Şerif Mardin son nefesini vermeden çok önce, bilimi ve kendini harcamış ve ölüm hakkını kullanıp ‘intihar’ etmiştir.

Hiçbir zaman ‘muteber’ bir bilim adamı olmamıştır, onu ‘muteber’ yapan ekranlar ve çevreler malumunuzdur.

Bu yüzden Şerif Mardin ismi sosyolojinin değil psikopatalojinin konusudur, yani, ruhsal sağlığı yerinde olmayan bir adam.

İçinde yaşadığı bilimi ve toplumu ve kendini, hepsinin ‘itibarını’ intihara sürükleyen sözde bir bilim adamı.

Cemaati bir sivil toplum gibi gösteren bu insanlardır, sivil toplum, başkan ve yönetimlerini ‘oylayarak’ seçen kurumlardır, değişmez ilahi bir şeyh ve ona ölümüne bağlı mürid toplulukları ‘sivil toplum’ nasıl olabilir, diye bir soruyu otuz uzun yıl ekranlarında ve yazılarında sormadılar.

Sormadıkları için bu kasıtlı yanıltıcı bilgileri medyadan ve ekranlardan çoğaltıp halkımızı da yanılttılar ve bu topraklarda kolektif bir suç’un işlenmesine el ayak oldular.

Ve tepeden tırnağa bu ciddi bilimsel bozukluklara rağmen bugün hala içlerinde ıstırap ve azap duyan tek kişi yok, korkunç olan da bu, arkalarında kendileri gibi intihar eğilimli bir çok genç bilim adamı ve talebe bıraktılar.

Oysa bilim adamı, bir, tarikatçıları, siyaset-din sömürüsü etrafında, iki, siyasetten soyutlayıp, müridlerini tek tek ‘klinik’ olarak, üç, yoksulluğun çaresizliğin okulsuzluğun sosyal sonuçları olarak masaya yatırmalıydı.

Kasıtla mı değil mi bir proje mi değil mi bilmiyorum, ama, ne müridlerinin ruhsal karakterlerine ve ne de odaklandıkları siyasetin gizemli ajanlı derin yerlerine ne de soysa ekonomisine hiç bakmadılar, hiç oralı olmadılar.

Ve sonuç, bu sapık cemaatlerin evrensel barışa bir insanlık ve iyilik hareketi olarak değerlendirmelerine büyük katkılar sağladılar, ötesi, asıl kötülük, bu sapıklığın bilimsel referansı oldular.

BÖYLE BİR İHANET KUŞAĞI TARİH BOYUNCA MESELA OSMANLI’DA DAHİ HİÇ OLMADI.
Sosyolog demek topluma otopsi yapan adam demektir, Irak’ta Pakistan’da Mısır’da aynı yoksulluğun nice Saidi Nursileri FETÖ’cüleri Menzilcileri vardır, ‘siyasi özgürlük’le alakaları yoktur, olmadığını son on yılda Türkiye’de Mısır’da Irak’ta defalarca gördük.

İntihar ederek ölmek isteyen kişiler kararsızdır, ölmek istediklerinden dahi emin değillerdir, modern çağın cemaatleri bu kararsızlık anında doğar büyür gelişir, ve en çok ekonomik yetersizliğin güvensizliği içinde büyürler.

Neye inandıklarını bilmeyen yüz binlerce tarikatçı nereye ait olduklarını bilmeyen binlerce sözüm ona yazar yoksulluk ve çaresizlikle cemaatlere sığınarak ‘intihar’ ediyor… Kişiliklerini eylemlerini ruhlarını özgürlüklerini hepsi tek bir şeyhe feda ediyor.

Ve bilim adamlarımız bu devasa sosyal yetersizliği bir özgürlük ve aydınlanma hareketi olarak Şerif Mardin referanslı ekranlarımızda on yıllarca değerlendirip, bu piskopatların önünü açtılar.

Şüphesiz her bilim adamı siyasi fikirlerini özgürce savunur, savunmalı, ancak, hiçbir bilim adamı, yaşadığı ülkesinin egemenlik haklarına karşı çıkamaz. Topluca çıktılar, federasyonculuk ve cemaatçilikle otuz yıl boyunca ihanetin şarkısını söylediler, ve daha ötesine gidip toplumumuzu yeniden ‘ortaçağ’ın içine soktular.

Tarikatçıların tam da istediklerini söyleyerek karanlık şeyh sarık itaat sadakat ve müritleriyle ortaçağın kapılarını açtılar.

Unutmayın bu ortaçağcı bilim adamları pek ‘muteber’diler ve onlarca yıl ağırlandılar NTV ekranlarında.

Kabarttıkları ve köpürttükleri dini dalga, hukuk kurumlarını ve bir yeni nesil muhafazakar kuşağın aklını başından aldı, öyle ki, yüz binlercesi gönüllü ajan oluverdi. Böyle bir ihanet kuşağı tarih boyunca mesela Osmanlı’da dahi hiç olmadı.

Ve karşı çıkanları, genelkurmay başkanlarının dahi ellerine kelepçe bağlayıp yüzlerce subayı aydını, giyotine o kadar gönül rahatlığıyla gönderdiler, ki…

Çünkü FETÖ’cü savcıların ‘bilimsel onaylı garanti belgeleri’ Şerif Mardin ve nicesi sözde bilim adamıydı. Modern Türkiye Cumhuriyeti eski Türkiye’ydi, bu ortaçağın şeyhleri müridleri savcıları Yeni Türkiye!

Bu satırların yazarı da dahil olmak üzere binlerce yazar / aydın; katil, faşist, ırkçı ve din düşmanı olarak itham edildik, yargılandık, sürüldük, kovulduk.

Ne diyelim Şerif Mardin Bey, Allah rahmet etsin, ancak, biz hala buradayız Şerif Mardin Bey, gerçeğin bilimini yapmanız için maaşlar aldınız, altınıza kürsüler verildi, ve sonuç, ‘gerçek’ önünü açtığınız şeyhlerden büyük çıktı.

ŞERİF MARDİN VE NİCESİ ÜZÜLMESİN ‘ARADA KAYNIYORLAR’ İŞTE

Fassbinder 37 yaşında ölmüş efsane bir Alman sinema yönetmeni, dünya çapında bir şöhret kazanmasına sebep çok genç yaşta, Alfred Döblin gibi muhteşem bir romancıyı tanıması.
Fassbinder’in dokuz saat süren ve yüzyılımızın en büyük sinema olayı olarak değerlendirilen Döblin’in romanından uyarlama Berlin Alekanderplatz filmi gerçek bir şaheserdir, izlemeyene entelektüel denilmez, ben de demem.

Muhteşem kelimesinin yetmediği bu dokuz saatlik film çağımızın ama özellikle Almanya’nın ikinci dünya savaşı öncesini bir arıza suçlu adamın hayatıyla anlatır. Dokuz saatlik filmi izlediğinizde dönüp yeni başa sarıp kaçırdığımız acaba ne var diye bir daha izliyorsunuz.

Gençlik yıllarımızda bu filmin ilk bölümlerinden dilimize takılan bir ‘replik’ vardır…

‘Herkes kötü, sen de arada kaynarsın…’

Şerif Mardin ve nicesi üzülmesin ‘arada kaynıyorlar’ işte.

Ancak bu büyük roman dizi olarak 60’lı yılların sonunda çekildi, çünkü konusu, Almanya’nın ikinci dünya savaşı sonrası derinden duyduğu ‘suçlulukla’ çok ilgiliydi.

Filmin baş aktörü suçlu kahramanının peşini ‘geçmiş’ bırakmıyordu…

Ve film kahramanı bir deliliğin içinden çıkamıyor her defasında tövbe ediyor ama kendini yine suç işlemekten alıkoyamıyordu, şunu da demek istiyordu yazar Döblin: Suç toplumu değişmeden katil değişmez…

Sarık dergah zikir görüntüleriyle şak şak dolup boşaltılan şarjür görüntülerinin iç içe girdiği Kurtlar Vadisi dizisinin asıl yazarı: Şerif Mardin gibilerdir.

Ölseler de geçmiş peşlerini bırakmayacak.

Şerif Mardin Bey’in Almancası da olduğu söyleniyor, Fassbinder’in bu dokuz saatlik filmini izlemek için çok uzun zamanı olacaktır.

Ve şüphesiz, orada cennetin kırlarında koşan çırçıplak erkekler görecektir, her birinin elinde mehdinin sümüklü mendili ve dolup boşalan şarjör sesleri, duyacaktır.

Cennetin yemyeşil çayırlarında FETÖ’den Menzil’e sivil toplumun ‘kahramanlarıyla’ şarjör doldurur zikir çeker, koşa koşa ısınır, aydınlanmanın ve bilimin önünü açarız!

Ve yetiştirip ardında bıraktığı yarası ağır kahramanlar Ahmet Davutoğulları gibi siyasiler Nur Vergin gibi muhafazakar bilim kadınları ve Ruşen Çakır gibi gazetecilerin ‘övgü’ dolu ‘analizleriyle’ sonsuza kadar inşallah rahat eder!"


Nihat Genç
Odatv.com


(II)

Şerif Mardin(Tayfun Atay-CUMHURİYET)

Prof. Dr. Şerif Mardin, aynı dili konuştuğu çevreler tarafından lânetlenmiş, farklı dili konuştuğu çevreler tarafından yüceltilmiş bir sosyal bilimciydi. 

Bir “muhafazakâr-modernist” olarak Mardin’in akademik ömrü, Osmanlı ve Cumhuriyet modernleşmesinin pozitivistjakoben karakterinin eleştirel çözümlemesi ve bunun karşısında bir “kültürel parametre” olarak değerlendirdiği dinin durumunu anlama çabasıyla geçti. 

İşte bu çaba, onu aynen kendisi gibi modern ve seküler olan akademik meslektaşları tarafından dışlanan; Cumhuriyet modernleşmesine kültürel bir içgüdüyle direnen gelenekçi-mutaassıp kamuoyu tarafından da içselleştirilmeye çalışılan bir figür haline getirdi. 

İlginç olan şudur ki Mardin’in sosyolojik, sosyo-politik ve sosyo-tarihsel araştırma konusu yaptığı olay, eylem ve şahsiyetleri “özneleştirme” noktasında onu lânetleyenler de, yüceltenler de buluşmuş, birleşmiştir!..

En fazla gürültü koparan çalışması, “Modern Türkiye’de Din ve Sosyal Değişme: Bediüzzaman Said Nursi Örneği” başlıklı kitabından hareketle bu söylediğimizi açabiliriz. 

Bu çalışmada Mardin’in derdi, Said Nursi’den çok, onun üzerinden Osmanlı’dan Cumhuriyet’e siyasal geçişte Türkiye’de yaşanan toplumsal değişim sürecinin eleştirel çözümlemesine gitmektir.
Kitap, Türkiye’de Nurcu çevrelerde, daha genel olarak da İslami kesimde, henüz Türkçeye çevrilmemişken büyük heyecan ve coşkuyla karşılandı. 

Ancak Türkçeye çevrilip yaygın şekilde okunabilir olduğunda ise isteneni vermekten uzak bulunup hayal kırıklığı yarattı. 

Çünkü Nurcular için “özne” olan, Mardin için “nesne”ydi. Bir araştırma-inceleme konusu yani…
Said Nursi’yi hayatının öznesi yapmış insanlar açısından bu “özne”nin bir araştırmada “öne çıkarılması” heyecan yaratmış, ama bu öne çıkışın “nesneleştirme” suretiyle olması, onda umulanın bulunamamasına yol açmıştır. 

Diğer taraftan Said Nursi’yi Cumhuriyet ve Kemalizm karşısında bir “düşman özne” olarak alımlayan bilim ve düşünce erbabı açısından da Mardin’in böylesi bir şahsiyeti araştırma nesnesi olarak dahi olsa öne çıkartması kabul edilemez olmuştur. 

Bu çerçeveden, Mardin’in tüm çalışmalarının Türkiye’de laik Cumhuriyet karşıtı hareketliliklerin (“yobazlığın”, “gericiliğin” ) meşrulaşmasına, hatta AKP dinbazlığının konsolidasyonuna büyük katkı yaptığı ileri sürülmektedir. 

Fakat yine çok ilginçtir ki Şerif Mardin’in onca çalışmasındaki pek çok kayda değer kuramsal ve kavramsal katkısı yanında onu herkesçe tanınır-bilinir (popüler) hale getiren “mahalle baskısı” tabiri, tam aksi istikamette bir duyarlılığı yansıtmaktadır! 

2007 yılında bir gazete röportajında Türkiye’de AKP’nin politik öncülüğünde toplumsal alanda baskınlaşan muhafazakârlaşma karşısında laik kesimlerden yana bir endişeyi ifade etmek üzere kullandı bu tabiri o… 

Kaderin garip bir cilvesi mi demeli?! Mardin, Kemalist modernleşmenin sıkı bir eleştirmeni vasfıyla akademik ün kazandıysa da AKP marifetiyle yaşanan muhafazakârlaşmanın “yumuşak başlı” bir eleştirmeni olarak toplumun zihninde yer etti, “popüler” üne sahip oldu.

Evet, Mardin Kemalizm’e eleştireldir ve bu, bazılarının onu Cumhuriyet’e ve Atatürk’e düşman saymasına yol açmıştır. 

Oysa sakin bir okuma ile Mardin’in Atatürk’ü içerisinde yer aldığı hâl ve şartlar bağlamında tarihsel bir şahsiyet olarak değerlendirdiği, hatta gerektiğinde hakkını teslim ettiği fark edilebilir. Söz gelimi şu ifadeler onundur:
“Mustafa Kemal, var olmayan, hipotetik bir unsur olarak Türk ulusunu aldı ve ona hayat üfledi. Ne genel bir arzunun kaynağı olarak Türk ulusu, ne de bir ulusal kimlik kaynağı olarak Türk ulusu, o, böyle bir işe soyunduğu zaman mevcuttu. O, birlikte çalıştığı arkadaşlarından böylesi bir gelecek vizyonu ve bunu gerçekleştirme yolundaki isteğiyle farklılaşır.” (“Atatürk– Founder of A Modern State” içinde, A. Kazancıgil - E. Özbudun, 1981, s. 208-9). 

90 yaşında hayata veda eden Prof. Mardin, 1923’te siyaseten kurulsa da sosyolojik kurulumu hâlâ devam eden Cumhuriyet Türkiye’sinin müstesna bir analistiydi. 

Bu açıdan tarihteki yerini alacaktır.

Tayfun Atay / CUMHURİYET


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder