1974 yılında Alman sanatçı Joseph Beuys bir performans için Amerika’ya gitti.
Uçaktan gözleri kapalı ve bedeni keçeye sarılı bir halde sedyeyle indirildi.
Ayağını Amerika toprağına hiç değdirmeden bir ambulansla sergi salonuna götürüldü.
Salonda zemini yere değmeyen tavana asılı dev bir kafes vardı.
Kafeste de Amerika’da yaşayan bir kurt türü olan vahşi bir Koyote.
Başlangıçta bedeni keçelere sarılı olan Beuys beş gün boyunca o kafeste o vahşi hayvanla birlikte yaşadı.
Hayvan, sanatçının yanındaki Wall Street gazetelerinin üzerine işedi, bir cihazdan yükselen tribün sesleriyle asabileşti, yanında duran bedeni yağlanmış ve keçelere sarılmış eli bastonlu tuhaf yaratığı koklayarak keçeyi parçaladı.
Sonra zamanla tutsak olduğu kafeste bir arada durduğu bu tuhaf canlıya ve onun beraberinde getirdiği nesnelere alıştı.
Evcilleşti.
Ve dönüştü.
Her ikisi de... dönüştüler.
Birbirlerine ehlileştiler.
Performansın adı “Ben Amerika’yı seviyorum, Amerika da beni”ydi.
Sanatçı farklı yorumlara açık bu performansıyla vahşi kapitalizmin bir modellemesini yapmıştı.
Ve protesto amacıyla toprağına ayak basmadan, ülkeye ait tek bir şey görmeden gelip gittiği Amerika’yı eleştirmek için çok ağır ve sert bir dil kullanmıştı.
Sanatın her şeyi önceden görebilen bilgeliği ve lafını sakınmadan söyleme cesareti sadece meseleyi kayıtlara geçirmeye yarar; toplumların kalplerini ve gözlerini açmaya yaramaz.
Toplumlar, ister cahil olsunlar ister kültürlü, hiç fark etmez, sanattan ziyade doğrudan paradan etkilenirler.
Ve dünyadaki üç beş komünizm tecrübesine bakıp antiemperyalist olmanın ağır bedellerini kolayca kavrar ve bundan ölesiye korkarlar ama emperyalizmin kucağına düşmenin daha da ağır olan bedellerine bir türlü vâkıf olamazlar.
Bizim de şu an;
Ne politikanın, ne sanatın evrensel tarihinden; ne de bu ülkenin bir zamanlar Batı’ya ustaca kafa tutmuş yakın tarihinden bir şey öğrenesimiz var.
Okyanus ötesinden eline tutuşturulan ılımlı İslam bayrağını, getirip bu ülkenin tam böğrüne saplayan...
Sonra da bir iç hesaplaşma bahanesiyle “Okyanus ötesine savaş açtım diyerek”...
Koca ülkeyi raydan çıkaran, uçurumlardan aşağıya atan...
Ortada ne demokrasi ne de insan hakları bırakan...
Ve hızla despotluğa soyunup tek adamlık hevesine kapılan...
Neticede Cumhuriyeti hiçe sayıp bu topraklarda yepyeni bir sistem oturtmaya kalkan bu iktidarın düne kadar medet umduğu emperyalizmle yaşadığı tehlikeli flörtü, evcilleşmiş zaaflarımız ve aşılanmış korkularımızla gözümüzü para piyasalarına dikmiş bir şekilde izliyoruz.
Ve en antiemperyalistimiz bile aslında Amerika bizi sevsin; biz de Amerika’yı sevelim istiyoruz.
Hep birlikte düşmanımızla birlikte bir kez daha kafeste...
Bambaşka bir yanımız evcilleşiyor bu sefer de.
Mine Söğüt / CUMHURİYET
Uçaktan gözleri kapalı ve bedeni keçeye sarılı bir halde sedyeyle indirildi.
Ayağını Amerika toprağına hiç değdirmeden bir ambulansla sergi salonuna götürüldü.
Salonda zemini yere değmeyen tavana asılı dev bir kafes vardı.
Kafeste de Amerika’da yaşayan bir kurt türü olan vahşi bir Koyote.
Başlangıçta bedeni keçelere sarılı olan Beuys beş gün boyunca o kafeste o vahşi hayvanla birlikte yaşadı.
Hayvan, sanatçının yanındaki Wall Street gazetelerinin üzerine işedi, bir cihazdan yükselen tribün sesleriyle asabileşti, yanında duran bedeni yağlanmış ve keçelere sarılmış eli bastonlu tuhaf yaratığı koklayarak keçeyi parçaladı.
Sonra zamanla tutsak olduğu kafeste bir arada durduğu bu tuhaf canlıya ve onun beraberinde getirdiği nesnelere alıştı.
Evcilleşti.
Ve dönüştü.
Her ikisi de... dönüştüler.
Birbirlerine ehlileştiler.
Performansın adı “Ben Amerika’yı seviyorum, Amerika da beni”ydi.
Sanatçı farklı yorumlara açık bu performansıyla vahşi kapitalizmin bir modellemesini yapmıştı.
Ve protesto amacıyla toprağına ayak basmadan, ülkeye ait tek bir şey görmeden gelip gittiği Amerika’yı eleştirmek için çok ağır ve sert bir dil kullanmıştı.
Sanatın her şeyi önceden görebilen bilgeliği ve lafını sakınmadan söyleme cesareti sadece meseleyi kayıtlara geçirmeye yarar; toplumların kalplerini ve gözlerini açmaya yaramaz.
Toplumlar, ister cahil olsunlar ister kültürlü, hiç fark etmez, sanattan ziyade doğrudan paradan etkilenirler.
Ve dünyadaki üç beş komünizm tecrübesine bakıp antiemperyalist olmanın ağır bedellerini kolayca kavrar ve bundan ölesiye korkarlar ama emperyalizmin kucağına düşmenin daha da ağır olan bedellerine bir türlü vâkıf olamazlar.
Bizim de şu an;
Ne politikanın, ne sanatın evrensel tarihinden; ne de bu ülkenin bir zamanlar Batı’ya ustaca kafa tutmuş yakın tarihinden bir şey öğrenesimiz var.
Okyanus ötesinden eline tutuşturulan ılımlı İslam bayrağını, getirip bu ülkenin tam böğrüne saplayan...
Sonra da bir iç hesaplaşma bahanesiyle “Okyanus ötesine savaş açtım diyerek”...
Koca ülkeyi raydan çıkaran, uçurumlardan aşağıya atan...
Ortada ne demokrasi ne de insan hakları bırakan...
Ve hızla despotluğa soyunup tek adamlık hevesine kapılan...
Neticede Cumhuriyeti hiçe sayıp bu topraklarda yepyeni bir sistem oturtmaya kalkan bu iktidarın düne kadar medet umduğu emperyalizmle yaşadığı tehlikeli flörtü, evcilleşmiş zaaflarımız ve aşılanmış korkularımızla gözümüzü para piyasalarına dikmiş bir şekilde izliyoruz.
Ve en antiemperyalistimiz bile aslında Amerika bizi sevsin; biz de Amerika’yı sevelim istiyoruz.
Hep birlikte düşmanımızla birlikte bir kez daha kafeste...
Bambaşka bir yanımız evcilleşiyor bu sefer de.
Mine Söğüt / CUMHURİYET
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder