Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Siyasi iktidar olduk ama sosyal ve kültürel alanlarda iktidar değiliz” yakınmasından sonra, siyasal İslama yakın düşünce kuruluşları durumdan vazife çıkarmaya başlamışlar.
SETA, 24 Ekim’de “Türkiye’de Kültürel İktidar Sorunu” başlığıyla, “Kültürel iktidar meselesi önemli tartışma konularından biridir. Kültürel alanın erken Cumhuriyet döneminden itibaren belirli bir zümrenin egemenliğinde olması ve son yıllarda bu duruma yönelik dengeleme arayışları tartışmayı daha da ilgi çekici kılmaktadır” saptamasıyla sunulan bir panel gerçekleştiriyor.
SETA’nın sunuşundaki saptama, bana Benjamin Martin’in geçen yıl yayımlanan The Nazi-Fascist New Order for European Culture (Avrupa Kültürü için Yeni Nazi-Faşist düzen) başlıklı kitabını anımsattı. Martin, kitabında, genelde “açık şiddet” ve “kültür düşmanlığı” (“kültür sözünü duyunca elim silahıma gider” filan...) ile bilinen Nazi-faşist rejimlerin aslında, kültürel egemenlik konusuna büyük önem vermiş, tüm Avrupa kültürünü yeniden inşa etmeyi arzulamış olduklarını gösteriyor.
Neden şimdi?
Haziran seçimlerinin, referandumun sonuçları toplumun yüze 50’sinin siyasal İslamın modelini kabul etmemeye kararlı olduğunu kanıtladı. Bu bağlamda, hegemonya teorilerine, tarihe bakarak iki saptama yapabiliriz: 1) Kısa dönemde zaman AKP’den yana işlemiyor. Bu nedenle muhalif yüzde 50 üzerindeki fiziki şiddet artacaktır. 2) Kısa dönemde, AKP arzuladığı toplumsal denetimi kuramayacak, rejimi istikrar kazanamayacaktır. Öyleyse kısa dönemde, siyasal İslamın iktidarını geriletecek fırsatlar çıkabilir. Bu fırsatlar kaçırıldığı takdirde AKP’nin kültürel egemenlik kurma çabaları, orta dönemde sonuç vermeye başlayacak, uzun dönemde, bugün direnmeye devam eden blok giderek eriyecektir.
Faşizm ve kültür
AKP’nin kültürel egemenliğini kurma çabaları üzerinde düşünürken, Nazi-faşist rejimlerin pratiklerini anımsamak yardımcı olabilir.
Benjamin Martin’in vurguladığı gibi Nazifaşist rejimler, aydınlanma, akılcılık, eşitlik, özgürlük kavramları üzerinde yükselmiş bir kültüre düşmandılar. Nazi-faşist iddialara göre, eskiden ahenkli, herkesin yerini bildiği bir toplum vardı. Aydınlanma, modernite, sekülarizm bu ahengi bozdu, o toplumu yıktı. Bu süreçte en büyük günah da aydınlanma geleneğini sekülerkozmopolit (Yahudi, enternasyonalist, komünist kavramlarını aynı anda kapsar) kültürü yayan “belirli bir zümreye” (modernist entelektüellere, sanatçılara) aittir.
Şimdi, herkesin kendi yerini bildiği ahenkli toplumu yeniden inşa etmek gerekir. Bu inşa sürecinin en önemli aracı da, ahengi bozan yabancı unsurları hedef alan fiziki ve kültürel bir temizliktir. Böylece ahenkli bir toplum, lideri-partiyi toplumu bütünleştiren bir organik devlet kurulabilir.
Hitler ve Mussolini, açık fiziki şiddetin, imha politikalarının yanı sıra, dönemin kültür endüstrisini, ülkelerinde ve Avrupa çapında ele geçirerek, kimi sanatçıları, entelektüelleri satın alarak, kültürü bir silaha çevirmeyi amaçladılar. Böylece, yabancı unsurlardan arınmış, geçmişin ahenkli kültürünü canlandırmaya olanak sağlayacak yeni bir kültür endüstrisi, bu kültürün üzerinde yeni bir imparatorluk yaratılacaktı. Kavramların da içi boşaltılacak, örneğin, faşist partiler başlangıçta kendilerini antikapitalist olarak sunacak, ancak devraldıkları devleti ele geçirmeye başladıkça bu iddia yok olacak, hâlâ savunmaya devam edenler yok edilecekti. Bunlarla, Türkiye’de son 15 yılda yaşananlarla, son dönemde gündeme gelen kültürel egemenlik tartışması arasında güçlü paralellikler kurulabilir.
Dün muhalefetin direnci, cumhuriyetçi, laik elite karşı mağduriyet iddiası, demokratikleşme atılımı, Kürt açılımı fantezileriyle zayıflatılmıştı. Şimdi bunlara, “Emperyalizmin acımasız vukuatları karşısında demokratlar olarak ne yapacağız” türünden açıklamalarla “antiemperyalizmi” fantezisi ekleniyor.
Ne demişler, “bir kez kandırırsan sana, iki kez kandırırsan bana ayıp!”
Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET
SETA, 24 Ekim’de “Türkiye’de Kültürel İktidar Sorunu” başlığıyla, “Kültürel iktidar meselesi önemli tartışma konularından biridir. Kültürel alanın erken Cumhuriyet döneminden itibaren belirli bir zümrenin egemenliğinde olması ve son yıllarda bu duruma yönelik dengeleme arayışları tartışmayı daha da ilgi çekici kılmaktadır” saptamasıyla sunulan bir panel gerçekleştiriyor.
SETA’nın sunuşundaki saptama, bana Benjamin Martin’in geçen yıl yayımlanan The Nazi-Fascist New Order for European Culture (Avrupa Kültürü için Yeni Nazi-Faşist düzen) başlıklı kitabını anımsattı. Martin, kitabında, genelde “açık şiddet” ve “kültür düşmanlığı” (“kültür sözünü duyunca elim silahıma gider” filan...) ile bilinen Nazi-faşist rejimlerin aslında, kültürel egemenlik konusuna büyük önem vermiş, tüm Avrupa kültürünü yeniden inşa etmeyi arzulamış olduklarını gösteriyor.
Neden şimdi?
Haziran seçimlerinin, referandumun sonuçları toplumun yüze 50’sinin siyasal İslamın modelini kabul etmemeye kararlı olduğunu kanıtladı. Bu bağlamda, hegemonya teorilerine, tarihe bakarak iki saptama yapabiliriz: 1) Kısa dönemde zaman AKP’den yana işlemiyor. Bu nedenle muhalif yüzde 50 üzerindeki fiziki şiddet artacaktır. 2) Kısa dönemde, AKP arzuladığı toplumsal denetimi kuramayacak, rejimi istikrar kazanamayacaktır. Öyleyse kısa dönemde, siyasal İslamın iktidarını geriletecek fırsatlar çıkabilir. Bu fırsatlar kaçırıldığı takdirde AKP’nin kültürel egemenlik kurma çabaları, orta dönemde sonuç vermeye başlayacak, uzun dönemde, bugün direnmeye devam eden blok giderek eriyecektir.
Faşizm ve kültür
AKP’nin kültürel egemenliğini kurma çabaları üzerinde düşünürken, Nazi-faşist rejimlerin pratiklerini anımsamak yardımcı olabilir.
Benjamin Martin’in vurguladığı gibi Nazifaşist rejimler, aydınlanma, akılcılık, eşitlik, özgürlük kavramları üzerinde yükselmiş bir kültüre düşmandılar. Nazi-faşist iddialara göre, eskiden ahenkli, herkesin yerini bildiği bir toplum vardı. Aydınlanma, modernite, sekülarizm bu ahengi bozdu, o toplumu yıktı. Bu süreçte en büyük günah da aydınlanma geleneğini sekülerkozmopolit (Yahudi, enternasyonalist, komünist kavramlarını aynı anda kapsar) kültürü yayan “belirli bir zümreye” (modernist entelektüellere, sanatçılara) aittir.
Şimdi, herkesin kendi yerini bildiği ahenkli toplumu yeniden inşa etmek gerekir. Bu inşa sürecinin en önemli aracı da, ahengi bozan yabancı unsurları hedef alan fiziki ve kültürel bir temizliktir. Böylece ahenkli bir toplum, lideri-partiyi toplumu bütünleştiren bir organik devlet kurulabilir.
Hitler ve Mussolini, açık fiziki şiddetin, imha politikalarının yanı sıra, dönemin kültür endüstrisini, ülkelerinde ve Avrupa çapında ele geçirerek, kimi sanatçıları, entelektüelleri satın alarak, kültürü bir silaha çevirmeyi amaçladılar. Böylece, yabancı unsurlardan arınmış, geçmişin ahenkli kültürünü canlandırmaya olanak sağlayacak yeni bir kültür endüstrisi, bu kültürün üzerinde yeni bir imparatorluk yaratılacaktı. Kavramların da içi boşaltılacak, örneğin, faşist partiler başlangıçta kendilerini antikapitalist olarak sunacak, ancak devraldıkları devleti ele geçirmeye başladıkça bu iddia yok olacak, hâlâ savunmaya devam edenler yok edilecekti. Bunlarla, Türkiye’de son 15 yılda yaşananlarla, son dönemde gündeme gelen kültürel egemenlik tartışması arasında güçlü paralellikler kurulabilir.
Dün muhalefetin direnci, cumhuriyetçi, laik elite karşı mağduriyet iddiası, demokratikleşme atılımı, Kürt açılımı fantezileriyle zayıflatılmıştı. Şimdi bunlara, “Emperyalizmin acımasız vukuatları karşısında demokratlar olarak ne yapacağız” türünden açıklamalarla “antiemperyalizmi” fantezisi ekleniyor.
Ne demişler, “bir kez kandırırsan sana, iki kez kandırırsan bana ayıp!”
Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder