“İnsan fiziki zorluklara katlanabilir, burada anlık-dönemlik bir
motivasyon, karakter özelliği, fiziki dayanıklılık… bunu sağlayabilir.
Asıl zor olan ideolojik-siyasi baskıya dayanabilmektir. Esen rüzgara
rağmen savrulmamak, bildiği yola tam inanç ve güven. İrade derken asıl
kastettiğimiz burası. Bilmeden, sürekli bir gelişim sağlamadan bu mümkün
değil.”
Gelenek Dergisinde (Eylül 2017, Sayı 135) Volkan Algan’ın yazısından yaptığım giriş, sonuç da olabilecek içerikte. İdeolojik-siyasi baskı artık sıkça kullandığımız sözcüklerle “tavana vurdu”. İdeolojinin ve siyasetin işini kolaylaştıran düzen içi muhalefet ve yaygın medya bileşiminin katkı ve desteğiyle “baskı”, şiddeti ve hukuksuzluğu da yanına alarak en güçlü ve rahat dönemini yaşıyor.
Tüm hukuksuzluğuyla OHAL dönemindeyiz, sonu gözükmüyor. Bir son olacaksa da OHAL olağanlaşarak olacak. OHAL KHK’leri, 30 günlük süresini doldurmuş, OHAL’in gerekli kıldığı konular dışında her şeye el atmış, ne yargının umurunda ne de yasamanın…
KHK’ler 30 günlük ömrünü doldurduğundan içinde yazılanlar hükümsüz. Bunu biz anlatıyoruz da anlaması gerekenler anlamıyor. Anlamayınca da meşruiyeti olmayan KHK’lere meşruluk kazandırılıyor. Bu, hem yargıda hem de yasamada yüklenilmesi gereken bir konu.
Yargı devre dışı denilirse -ki denilmemeli, OHAL İşlemleri İnceleme Komisyonu da bu yönden hükümsüz- yasama organı devreye girmeli. Meclis bu güne kadar 28 OHAL KHK’sinden yalnızca 5’ini görüşüp kabul etti. Görüşmediği 23 KHK’yi hemen gündeme alıp “30 günlük süre dolduğundan reddine” diyerek son noktayı koymalı.
Anayasal kurumlar ve kurallar çalıştırılmayarak (çalışması gereken Anayasa Mahkemesi’nin İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’den aldığı destekle kabulcülüğü de eklendiğinde) OHAL’i ve hukuksuzluk hukukunu meşrulaştırmaya çalışanlara düzen muhalefeti ve medyası eklendiğinde herşey istedikleri gibi yürüyor.
Bu katmerli hukuksuzluk koşulları ve rehaveti ortamında OHAL’i sonlandıramazlar. Çünkü OHAL sonlandığı an KHK’ler de sonlanacak. KHK’ler sonlanınca içinde yazılanlar da yok olacak.
Hukuk sersemledi, kendisini ve ilkelerini ayaklar altına alan ideoloji ve siyasetin oyuncağı oldu. Bir oradan yumruk yiyor bir buradan. Faşizmin hukuk tarihine yeni sayfalar ekleniyor hem de ardı arkası kesilmeden.
İradeye baskı yapanların iradeleri sakat. İradeye baskı yapanların meşruiyeti yok ama meşruiyetsizliğe meşruiyet kazandıranlar çok. Elbirliğiyle düzeni yürütüyorlar, elbirliğiyle gerçek mücadeleyi kırmaya çalışıyorlar.
Dinselliğe teslim edilmiş devlet ve hukuk işlerini kolaylaştırıyor. Elbirliğiyle laikliği çiğneyip parçalama peşindeler. “Laiklik sorunu yok”, “imam hatipleri biz açtık niye kapatalım” diye diye elbirliğiyle eğitim ve öğretimi karanlığa itiyorlar.
Toplumun ve devletin içinde cirit atan tarikat ve cemaatler menfaat ve çıkar peşinde. Kıyım ve pazarlık bir arada yürüyor.
Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda ve İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi başvurularında “özgürlük ve güvenlik hakkı ihlali”, ardından da “hak arama özgürlüğü ve adil yargılanma hakkı ihlali” başı çekiyor.
Barışa sırt çeviren, savaşın içinde suçlarla yüklü bir iktidar anlayışı hakim. Savaşa ve kendi lükslerine harcanan paraları ve de sermayeye transferlerini vergilerle halkın cebinden almaya kalkışıyorlar.
Demokrasi diye diye, özgürlük diye diye ikisini de çöpe attılar.
Artık ne medeni haklar ne sosyal ve toplumsal haklar ne de insanlık güvence altında.
Sınıf çıkarlarından ödün vermeyen sermayeyle birlikte emekçi halkı ezdikçe eziyorlar.
“Vergi ödevi”ni, “yükümlülük ve sorumluluğu” esas alarak, “devlet gücü”ne dayanarak zorla vergi alacaklarını sanıyorlarsa yanılırlar. Ne ödevi? Bakın eski Anayasa Mahkemesi ne demiş: “Kişi ancak, kendisini yaşatan, maddi ve manevi varlığını koruyup gelişmesine olanak tanıyan topluma (devlete) karşı ödevler taşır. Bu olanaklar tanınmamışsa, ödevden de söz edilemez”.
Müfredatlarına güveniyorlarsa yanılırlar. Din, para, darbe ve silah okullara, derslere girdiyse eğitim ve öğretimden söz edilemez.
“Hukuksuzluk hukukları”na güveniyorlarsa yanılırlar. Ne hukuku? Kişi ancak, mücadelelerle kazanılan haklarını güvence altına alan hukuku tanır. Keyfilik varsa, hukuktan da söz edilemez.
“Köle ve kul düzenleri”ne sığınıyorlarsa yanılırlar. Baskıya boyun eğmeyenler örgütleniyor, siyasi akıl ve iradelerini birleştirerek mücadelelerini güçlendiriyor o düzeni yıkmak için…
* * *
Baskı ve şiddet cinayetlere, katliamlara dönüşüyor. Çok cana kıyıldı bugüne kadar hem de vahşice. Kıyılmaya da devam ediyor.
Bu vahşi ve kahpe kıyımlardan biri de 1978 Ekim’inde yapıldı. İradesini siyasal ve ideolojik baskı altına sokmayan Türkiye İşçi Partili yedi fidan katledildi. Katliamdan bir yıl sonra 8 Ekim’i “Onur Günü” ilan eden Behice Boran’ı da 10 Ekim 1987’de yurtdışında kaybettik.
“Serdar Alten, Latif Can, Faruk Ersan, Efraim Ezgin, Salih Gevenci, Hürcan Gürses, Osman Nuri Uzunlar” adlarını saydıktan, sosyalizm mücadelesinde yitirdiğimiz canları andıktan ve “Türkiye işçi sınıfının 1920’lerden politik örgütlenmeye ilk adımını attığında, on beş kurban verdiği görülür; Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz’de boğdurulmasıyla…” vurgulamasını yaptıktan sonra şu saptama ve uyarıları yapıyordu Behice Boran 1979’daki anma konuşmasında:
“Faşizmin kahrolası ölüm tırpanı onları körpe fidanlar gibi biçti bir sonbahar gecesi.”
“8 Ekim bizim partimizin onur günüdür.” “(…) sadece anmak değil! Ortak davamıza bağlılığımızı, mücadele azmimizi, zafere kesin inancımızı tazelediğimiz, doğruladığımız, daha da güçlendirdiğimiz gündür.”
“(…) biz, ölenleri geçmişe, mücadele bayrağını uzlaşma hesaplarına teslim edenlerden değiliz!”
“İşçi, yoksul köylü, emekçi kitlelerin ve ilerici, demokrat, yurtsever güçlerin iş ve güç birliğiyle faşizmi mutlaka yenecek, sömürü ve zulmü yok edeceğiz.”
Otuz dokuz yıl sonra, 8 Ekim 2017 Pazar günü, Ankara’da Kızılay Nazım Hikmet Kültür Merkezinde (Konur 2 Sokak No:51) Saat 16.00’da Erşen Sansal ve Mesut Odman’ın sunumlarıyla anacağız yoldaşlarımızı. Hem anacağız hem direniş ve mücadele gücümüzü bileyeceğiz.
Sözde, örgütlü mücadeleye balta vuracaklardı, işçi sınıfını sindireceklerdi baskı ve şiddetleriyle, cinayet ve katliamlarıyla ama başaramadılar; hiçbir zaman da başaramayacaklar. Çünkü “yaşamak örgütlenmektir bu yangın yerinde”.
Ali Rıza Aydın / SOL
Gelenek Dergisinde (Eylül 2017, Sayı 135) Volkan Algan’ın yazısından yaptığım giriş, sonuç da olabilecek içerikte. İdeolojik-siyasi baskı artık sıkça kullandığımız sözcüklerle “tavana vurdu”. İdeolojinin ve siyasetin işini kolaylaştıran düzen içi muhalefet ve yaygın medya bileşiminin katkı ve desteğiyle “baskı”, şiddeti ve hukuksuzluğu da yanına alarak en güçlü ve rahat dönemini yaşıyor.
Tüm hukuksuzluğuyla OHAL dönemindeyiz, sonu gözükmüyor. Bir son olacaksa da OHAL olağanlaşarak olacak. OHAL KHK’leri, 30 günlük süresini doldurmuş, OHAL’in gerekli kıldığı konular dışında her şeye el atmış, ne yargının umurunda ne de yasamanın…
KHK’ler 30 günlük ömrünü doldurduğundan içinde yazılanlar hükümsüz. Bunu biz anlatıyoruz da anlaması gerekenler anlamıyor. Anlamayınca da meşruiyeti olmayan KHK’lere meşruluk kazandırılıyor. Bu, hem yargıda hem de yasamada yüklenilmesi gereken bir konu.
Yargı devre dışı denilirse -ki denilmemeli, OHAL İşlemleri İnceleme Komisyonu da bu yönden hükümsüz- yasama organı devreye girmeli. Meclis bu güne kadar 28 OHAL KHK’sinden yalnızca 5’ini görüşüp kabul etti. Görüşmediği 23 KHK’yi hemen gündeme alıp “30 günlük süre dolduğundan reddine” diyerek son noktayı koymalı.
Anayasal kurumlar ve kurallar çalıştırılmayarak (çalışması gereken Anayasa Mahkemesi’nin İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’den aldığı destekle kabulcülüğü de eklendiğinde) OHAL’i ve hukuksuzluk hukukunu meşrulaştırmaya çalışanlara düzen muhalefeti ve medyası eklendiğinde herşey istedikleri gibi yürüyor.
Bu katmerli hukuksuzluk koşulları ve rehaveti ortamında OHAL’i sonlandıramazlar. Çünkü OHAL sonlandığı an KHK’ler de sonlanacak. KHK’ler sonlanınca içinde yazılanlar da yok olacak.
Hukuk sersemledi, kendisini ve ilkelerini ayaklar altına alan ideoloji ve siyasetin oyuncağı oldu. Bir oradan yumruk yiyor bir buradan. Faşizmin hukuk tarihine yeni sayfalar ekleniyor hem de ardı arkası kesilmeden.
İradeye baskı yapanların iradeleri sakat. İradeye baskı yapanların meşruiyeti yok ama meşruiyetsizliğe meşruiyet kazandıranlar çok. Elbirliğiyle düzeni yürütüyorlar, elbirliğiyle gerçek mücadeleyi kırmaya çalışıyorlar.
Dinselliğe teslim edilmiş devlet ve hukuk işlerini kolaylaştırıyor. Elbirliğiyle laikliği çiğneyip parçalama peşindeler. “Laiklik sorunu yok”, “imam hatipleri biz açtık niye kapatalım” diye diye elbirliğiyle eğitim ve öğretimi karanlığa itiyorlar.
Toplumun ve devletin içinde cirit atan tarikat ve cemaatler menfaat ve çıkar peşinde. Kıyım ve pazarlık bir arada yürüyor.
Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda ve İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi başvurularında “özgürlük ve güvenlik hakkı ihlali”, ardından da “hak arama özgürlüğü ve adil yargılanma hakkı ihlali” başı çekiyor.
Barışa sırt çeviren, savaşın içinde suçlarla yüklü bir iktidar anlayışı hakim. Savaşa ve kendi lükslerine harcanan paraları ve de sermayeye transferlerini vergilerle halkın cebinden almaya kalkışıyorlar.
Demokrasi diye diye, özgürlük diye diye ikisini de çöpe attılar.
Artık ne medeni haklar ne sosyal ve toplumsal haklar ne de insanlık güvence altında.
Sınıf çıkarlarından ödün vermeyen sermayeyle birlikte emekçi halkı ezdikçe eziyorlar.
“Vergi ödevi”ni, “yükümlülük ve sorumluluğu” esas alarak, “devlet gücü”ne dayanarak zorla vergi alacaklarını sanıyorlarsa yanılırlar. Ne ödevi? Bakın eski Anayasa Mahkemesi ne demiş: “Kişi ancak, kendisini yaşatan, maddi ve manevi varlığını koruyup gelişmesine olanak tanıyan topluma (devlete) karşı ödevler taşır. Bu olanaklar tanınmamışsa, ödevden de söz edilemez”.
Müfredatlarına güveniyorlarsa yanılırlar. Din, para, darbe ve silah okullara, derslere girdiyse eğitim ve öğretimden söz edilemez.
“Hukuksuzluk hukukları”na güveniyorlarsa yanılırlar. Ne hukuku? Kişi ancak, mücadelelerle kazanılan haklarını güvence altına alan hukuku tanır. Keyfilik varsa, hukuktan da söz edilemez.
“Köle ve kul düzenleri”ne sığınıyorlarsa yanılırlar. Baskıya boyun eğmeyenler örgütleniyor, siyasi akıl ve iradelerini birleştirerek mücadelelerini güçlendiriyor o düzeni yıkmak için…
* * *
Baskı ve şiddet cinayetlere, katliamlara dönüşüyor. Çok cana kıyıldı bugüne kadar hem de vahşice. Kıyılmaya da devam ediyor.
Bu vahşi ve kahpe kıyımlardan biri de 1978 Ekim’inde yapıldı. İradesini siyasal ve ideolojik baskı altına sokmayan Türkiye İşçi Partili yedi fidan katledildi. Katliamdan bir yıl sonra 8 Ekim’i “Onur Günü” ilan eden Behice Boran’ı da 10 Ekim 1987’de yurtdışında kaybettik.
“Serdar Alten, Latif Can, Faruk Ersan, Efraim Ezgin, Salih Gevenci, Hürcan Gürses, Osman Nuri Uzunlar” adlarını saydıktan, sosyalizm mücadelesinde yitirdiğimiz canları andıktan ve “Türkiye işçi sınıfının 1920’lerden politik örgütlenmeye ilk adımını attığında, on beş kurban verdiği görülür; Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz’de boğdurulmasıyla…” vurgulamasını yaptıktan sonra şu saptama ve uyarıları yapıyordu Behice Boran 1979’daki anma konuşmasında:
“Faşizmin kahrolası ölüm tırpanı onları körpe fidanlar gibi biçti bir sonbahar gecesi.”
“8 Ekim bizim partimizin onur günüdür.” “(…) sadece anmak değil! Ortak davamıza bağlılığımızı, mücadele azmimizi, zafere kesin inancımızı tazelediğimiz, doğruladığımız, daha da güçlendirdiğimiz gündür.”
“(…) biz, ölenleri geçmişe, mücadele bayrağını uzlaşma hesaplarına teslim edenlerden değiliz!”
“İşçi, yoksul köylü, emekçi kitlelerin ve ilerici, demokrat, yurtsever güçlerin iş ve güç birliğiyle faşizmi mutlaka yenecek, sömürü ve zulmü yok edeceğiz.”
Otuz dokuz yıl sonra, 8 Ekim 2017 Pazar günü, Ankara’da Kızılay Nazım Hikmet Kültür Merkezinde (Konur 2 Sokak No:51) Saat 16.00’da Erşen Sansal ve Mesut Odman’ın sunumlarıyla anacağız yoldaşlarımızı. Hem anacağız hem direniş ve mücadele gücümüzü bileyeceğiz.
Sözde, örgütlü mücadeleye balta vuracaklardı, işçi sınıfını sindireceklerdi baskı ve şiddetleriyle, cinayet ve katliamlarıyla ama başaramadılar; hiçbir zaman da başaramayacaklar. Çünkü “yaşamak örgütlenmektir bu yangın yerinde”.
Ali Rıza Aydın / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder