Ahmet Şık’a…
Sanırım çocukken en çok okuduğum şiirdi Nâzım’ın Saman Sarısı.
“Seher vakti habersizce girdi gara ekspres/ Kar içindeydi…”
Uzun bir dönem, hemen her gece, bu dizelerle başlayan şiiri okuyup uykuya dalmıştım. Hatırlıyorum. Henüz dünyayı bilecek kadar büyümemiş, bir şiirin kendinden başka her şeyi anlattığını çözecek kadar dünyanın farkına varmamıştım. Bir sözün söylediğiyle değil, söylemediğiyle önemli olduğunu; bir sevginin bir deniz kabuğundaki o sese sıkıştırılabileceğini; her aşkın biraz eksilmek olduğunu; bacadan tütenin duman değil koskoca bir yaşanmışlık olduğunu henüz bilmiyordum… Çocukluk işte. Aşkın ve bütün bir hayatın bir çocukluk hastalığı olduğunuysa daha geç öğrenecektim. Öğrenmenin olanaksızlığını da belki hiç öğrenemeden göçüp gidecektim.
Nâzım’ın Vera’ya aşkıyla başlayıp,
“Varıp gölgesinde yatsak isterdim/ Bu kitabın kağıdını yapanlar, yazısını dizenler, nakışını basanlar/ Bu kitabı dükkanında satanlar, para verip alanlar, alıp da seyredenler/ Bir de Abidin, bir de ben, bir de saman sarısı, belası başımın…” diye biterdi şiir. -Her iyi şey gibi, o da biterdi. O biterdi ben uyurdum. Ben uyurken o biterdi. Ve sonra yine başlardı. “Seher vakti habersizce girdi gara ekspres…” Her iyi şey gibi, yeniden tutkuyla başlardı…-
Dünya ancak gördüğünü bilebilen insanların dünyasıydı. Bilmek için görmeyi şart koyan bir dünya bu şiirin büyüsünü anlayamazdı. Hayallerin, umutların ve sezerek ulaştığımız her şeyin büyüsünü elimizden alan dünya aylarca okuyarak uykuya daldığım o şiire iyi gözle bakamazdı… Oysa görmeden de bilebileceğimiz ve uğruna mücadele edebileceğimiz bir dünya vardı. Hepimizin dışında, herkesin ötesinde, hepimizin bir parçası olabileceği. Bak! Yine Nâzım cevap vermişti buna -bilmeden belki, belki bilerek-. Ama söyledikleri tam da buna denk düşercesine:
“Ümit Burnu’ndan Alaska’ya kadar her mili bahride, her kilometrede dostum ve düşmanım var/ Dostlar ki bir kere bile selâmlaşmadık/ Aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz/ Ve düşmanlar ki kanıma susamışlar/ Kanlarına susamışım/ Benim kuvvetim: Bu büyük dünyada yalnız olmamaklığımdır.”
Yalnız değildik. Yalnız hissetmemiz istense de, en karanlık günlerde, göz gözü görmüyorken bile, asla yalnız değildik.
Bildiğin ve gördüğünden ziyade hayatla sınadığındır tanıdığın. Her gece uykuya dalmadan önce dünyayı seninle birlikte dolaşan her neyse ve kimse, bildiğin, tanıdığın odur. Saman Sarısı, hayatla sınanmıştı benim için. Yüzünü bile görmediğim çoğu dostlar da öyle. O şiir binlerce yıllık yollardan geçip, bugüne kadar, evime, yatağıma kadar gelen, bildiğim, gördüğüm, dokunduğum her şey oluvermişti. Öyle olurdu. Bazen bir şiir, bazen bir hayal dokunurdu insana. “Özgürlük için gökyüzünü satın almanıza gerek yok. Ruhunuzu satmayın yeter” diyen Mandela her gün görüp, yüzlerine güldüğüm binlerce insandan daha yakındı bana. Sanki her gün sohbet ettiğim, sanki her gün bir demli çayını içtiğimdi. Çünkü o şiir, o söz ve o adam ve daha binlercesi, benim için hayatla sınanmıştı. Ve hayatla sınanmamış diğer hiçbir şey sevmenin sınırları içerisinde değildi.
Bilginin değil sezginin gücüydü bu. Ve büyük yanılgılar, büyük zaferler, büyük sevmeler, büyük aldanışlar ve büyük yenilgiler –yani dünyaya renk veren, insana can veren ne varsa hepsi- hepsi seziyor olmanın çocuklarıydı. İnsana yalnızca kendisini değil, yaşadığı dünyayı anlatan, tanıtan, öğreten sezginin… Acıyı bal eylemeyi, kışı bahar, azı çok eylemeyi, mahsus mahallerde kalmayı, dostların arasında, güneşin sofrasında umut tazelemeyi öğrendik dünyadan. Bir şiirle uyumayı, bir dostun darda kalışına koşmayı öğrettik. Yalnızca bildiğimiz için değil, daha çok sezdiğimiz ve inandığımız için, tıpkı Attila İlhan’ın dediği gibiydi yaşam:
“Biz dünyalılar yemin içtik imanımız var /Hürriyet için hürriyet aşkına /Savulacak dönem/ Savulacak düşman /Dehrin cefasını çektik /Sefasını süreceğiz.”
İşte bizi şu tarih denilen celladın içerisinden çekip çıkaran; işte bizi geçmişle yarın arasında, ekilsek ekin, ezilsek un, bir gitsek bin yapan da budur. Yalnız olmamaklığımız ve insanlığın o büyük düşüne olan büyük inancımız.
ALİ MURAT İRAT / BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder