Daha önce de çeşitli vesilelerle dillendirdiğim üzere, gündelik hayatın içinde “hayal inşası” anlamında 19’uncu yüzyıl romanın, 20’nci yüzyıl sinemanın olmuştur. (21’inci yüzyıl da dizilerin olacak gibi görünüyor.)
20’nci yüzyılın Türkiye’de de sinemanın olduğuna dair en çarpıcı göstergelerden biri, Türker İnanoğlu’nun “Başlangıcından Bugüne (1914-2018) Afişlerle Türk Sineması” başlıklı muhteşem eseri...
Sinemamızın yapımcı ve yönetmen olarak abide isminin, kurucusu olduğu TÜRVAK'ça (Türker İnanoğlu Vakfı) yayımlanmış, tarafıma gönderilme inceliğinde de bulunulmuş, içerisinde toplam 8104 sinema afişinin yer aldığı 3700 sayfalık, iki ciltlik dev çalışması bu.
Ve “Bir resim bin kelimeye bedel” sözünü alabildiğine doğrulayan içeriğiyle, 20’nci yüzyılda yokluk, yoksulluk, kavga, dövüş, ölme, öldürme ve darbelerle geçmiş renksiz hayatımızı hayallerle renklendirenin sinema olduğunu fark etmenizi sağlıyor.
Bu kıymetli eser üzerine farklı yönlerden söylenecek çok söz var. Bununla birlikte benim ilk göz atışta takıldığım nokta, hüzünle acıyı buluşturan bir efkâr eşliğinde 1970’lerin “seks filmleri çığırı”nı aksettiren afişler oldu.
Bizim kuşak üzerindeki etkisi barizdir; çünkü ergenlik ve ilk gençlik yıllarımıza denk gelmiştir!..
Bu filmleri elbette içerisinde üretildikleri dehşet verici sosyopolitik iklimden bağımsız değerlendiremeyiz. Türkiye bir “soğuk savaş”ın sıcak zeminidir ve adına ister “sağ-sol”, ister “ülkücü-devrimci”, isterse “faşist-komünist” çatışması deyin, tam bir iç savaş ortamında günde ortalama 20 kişi cinayete kurban gitmektedir. Sokaklar, aile, konu-komşu, çoluk-çocuk insanların şen-şakrak nefes alıp verdiği yerler olmaktan çıkmıştır. (Televizyon, henüz tek kanallı ve çok kısıtlı devlet ekranı formunda eğlence ve hayal ihtiyacına kısmen cevap vermektedir.)
Bu insanların boşalttığı semt sokakları nasıl ölümcül bir eril-politik şiddetin egemenliğindeyse, onların doldurmaz olduğu sinema salonları da eril-pornografik şiddetin hâkimiyeti altına girmiştir.
Sokaklarda gencecik erkeklerin ölümüne tanık olmaktayızdır.
Sinemada ise tertemiz umut ve hayallerle beyaz perde macerasına başlamış gencecik kadınların eril bir şevk, şehvet ve şiddetle “öldürülüşü”ne tanığızdır!..
Mine Mutlu, Figen Han, Feri Cansel, Arzu Okay, Melek Görgün, Zerrin Egeliler, Zerrin Doğan ve diğerleri…
Sinema salonlarının sokaktaki ölümcül karanlıkla uyarlılık ve devamlılık içinde olduğu politik/pornografik erkek şiddetiyle yanmış bir dönemin kurbanları…
Çok ama çok güzeldiler!.. İnanoğlu’nun “Türk Sineması”nın 1’inci cildi (“1914-1979) sayfaları arasında dolaşırken fark ediyorsunuz, oyunculuğa ilk adım attıkları yıllarda da hepsi eli yüzü düzgün filmlerle karşımızda.
Bir Türkan Şoray ikizi denilebilecek Mine Mutlu mesela: 1969 yılında “İnleyen Nağmeler”de Zeki Müren’le, “Hancı”da Sadri Alışık’la, “Kaderimsin”de Murat Soydan’la, “Öldüren Aşk”ta Ediz Hun’la ve “Köprüden Geçti Gelin”de de tek başına başrolde.
Diğerleri ha keza: Arzu Okay, yavaş yavaş seks furyasının içine çekilmekte olduğu zamanda bile (1971) Engin Çağlar’la “Beyaz Kelebekler”de, Murat Soydan’la “Büyük Acı”da, Zeki Müren’le “Rüya Gibi”de başrolde. 1972’de de Kartal Tibet’le Muazzez Tahsin Berkand’ın eseri “Bir Pınar Ki”de başrolü paylaşıyor.
Feri Cansel’i 1971’de İzzet Günay’la “Gizli Aşk”da, Kadir İnanır’la “Kadifeden Kesesi”de başrolde karşımızda görüyoruz.
Sonrası hazin ve haşin... Mine Mutlu virajı çok “keskin” döner 1971’de Salih Güney’le “Seks Fırtınası”nda…
Ötekiler de öyle.
Ama hayli karakteristik bir örnek, 1974’te yapılmış “Ah Deme Oh De”de “janr”ın en gözde erkek oyuncularından Sermet Serdengeçti’nin bir yanında Arzu Okay’ın diğer yanında Mine Mutlu’nun yer almasıdır; konuk oyuncu kategorisinde de Feri Cansel vardır!..
Türk sinemasında 70’lerin seks furyası denince akla gelen, yukarıda isimlerini sıraladığımız bu kadınların dramatik durumu nasıl açıklanabilir?
Öncelikle onlar, “4 Yapraklı Yonca”nın (T. Şoray, H. Koçyiğit, F. Akın, F. Girik) artık olgunluk yaşlarında olsalar da seyirci nezdinde “kurumlaştıkları”, seyircinin gözünün başka “sevilecek” kadın görmek istemediği dönemde yükseliş imkanı, fırsatı, şansı aramışlardır. Sonra, yukarıda da belirttiğimiz siyasal şiddet eşliğinde toplumun “eve-kapanma” dönemi geldi. Ve sinema, kendisine gönül vermiş bu kadınların gönlünü değil etini, kalbini değil cinselliğini kazanma yoluna gitti. Onları seyirci nezdinde “sevilecek” değil “sevişilecek” kadın yaptı!..
Ancak onlar bu sürecin en masum, en onurlu ve en saygın mümessilleridir. Bizim eril utancımızın akça pakça aynalarıdırlar aynı zamanda…
O müthiş güzellikleriyle bugünkü tele-dijital dünyamızda var olsaydılar, eminim oyunculuk umut ve hayallerini böylesine örselenmeye uğramadan gerçekleştirme yolunda çok daha fazla seçenek karşılarında olacaktı.
Talihsizlikleri yanlış zamanda yanlış yerde olmalarıydı.
Şimdikiler, hani şu medya-magazinel dünyamızın içinde birbiriyle çekişen, didişen, mahkemeleşenler ise belki yine yanlış zamanda, ama doğru yerdeler denilebilir!..
1970’lerde ortalıkta olmadıklarına şükretsinler.
Tayfun Atay / CUMHURİYET
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder