Böylesi bir seçimin boykot edilmesi düşüncesi ilk bakışta makul bir fikir olarak görülebiliyor. Ancak muhalefet güçlerinin seçimin meşruluğunu ortadan kaldıracak böyle radikal bir tavır etrafında birleşmesinin zor, hatta imkânsız gibi görüldüğü bu koşullarda, bazı grupsal ve kişisel bir tepki olarak kaldığı oranda boykot tavrının iktidarın işini kolaylaştırmaktan başka bir sonuç doğurmayacağı da gözden uzak tutulamaz.
AKP-MHP ittifakı, seçim sistemindeki değişiklikleri yangından mal kaçırırcasına Meclis’ten geçirerek, yasalaştırdı. Siyasal İslam’ın, toplumun rızasını alabildiği kesimlerin sınırlarına dayandığı ve 16 Nisan Referandumu’nda görüldüğü gibi giderek de geriye gittiği biliniyor. Bu yüzden 2019’a giderken sonucu önceden belirlenmiş bir seçim gerçekleştirmek için tüm hazırlıklarını yapıyor. İç ve dış politikadaki milliyetçi dalga, her türlü hile hurdaya açık seçim yasalarına ilişkin düzenleme, OHAL ve muhalefete yönelik baskılar bunun için yapılıyor. Yargı ve yürütmeyi, hatta ülkenin bütün kaderini tek başına ele geçirebilmek için sağa sola bir tür rüşvet kabilinden vekillikler bakanlıklar dağıtılıyor. Vatan-millet bağırışlarıyla ülkeyi göz göre göre büyük bir felakete sürükleyen bu politikalar, maalesef ortalık ‘bir ucundan da biz nemalanalım’ zihniyetindeki profesyonel politikacılarla dolu olduğu için geçer akçe olabiliyor.
• • •
Parlamento içindeki ve dışındaki muhalefet güçleri de bu gelişmelerin doğurduğu yeni koşullar karşısında bir yol arayışı içerisinde. Değişik muhalefet kesimleri içerisinde seçimlerin boykot edilmesi doğrultusunda görüşler ileri sürülüyor. 16 Nisan’da kaybettikleri bir seçimde iktidarı gasp etme imkânı sağlayan mühürsüz zarflar konusunu yasallaştırma dahil, çeşitli usulsüzlük olanakları yaratılmaya çalışıldığı böylesi bir seçimin boykot edilmesi düşüncesi ilk bakışta makul bir fikir olarak görülebiliyor. Ancak muhalefet güçlerinin seçimin meşruluğunu ortadan kaldıracak böyle radikal bir tavır etrafında birleşmesinin zor, hatta imkânsız gibi görüldüğü bu koşullarda, bazı grupsal ve kişisel bir tepki olarak kaldığı oranda boykot tavrının iktidarın işini kolaylaştırmaktan başka bir sonuç doğurmayacağı da gözden uzak tutulamaz. Örneğin 2010 referandumu hatırlanırsa o dönemde Kürt hareketinin boykot tutumu -kimi kesimlerce radikal bir tutum olarak görülse de- sonuçta somut olarak ‘yetmez ama evet’le birlikte anayasa değişikliğinin kabulüne destek anlamına gelmişti.
• • •
Bu tür eğilimlerin muhalefet katlarındaki kimi olumsuzluklardan kaynaklanan yaygın bir umutsuzluğun da bir ifadesi olduğu söylenebilir. Örneğin CHP tabanındaki muhalefet potansiyeline karşın merkezden üretilen politikaların sağ ve muhafazakâr politikalara yedeklenmesi yaygın bir çaresizliğe yol açan nedenlerden biri olarak görülüyor.
Dokunulmazlıkların kaldırılması, 7 Haziran sonrası AKP ile nafile uzlaşma yolları arayarak iktidarın kendisini toparlayarak atağa geçmesine yardımcı olması, ‘Ekmeleddin’ vakası, hileli seçimlere ilişkin pasif tutumuyla tarihi bir fırsatın kaçırılması gibi kritik dönemeçlerde hep iktidar politikalarına boyun eğmesi, sonucunda toplumda AKP/Erdoğan iktidarının yürüttüğü politikalara karşı oluşan çok geniş –ilerici muhalefet dinamiklerini kapsama imkânını geçersiz kılıyor. Ortada bu durumun/tutumun değişebileceğine dair bir emare de görünmemektedir. Keza HDP de 7 Haziran’da yaratılan ‘Türkiyelileşme’ algısının yanı sıra, o dönemdeki seçim aritmetiğinden de destek alarak ortaya çıkan konumunu özellikle hendek savaşları ve Suriye merkezli politikalar sonrasında karşılaştığı baskılarla birlikte kaybederek Kürt ulusal hareketinin doğal sınırlarına çekilmiştir.
Bu nedenlerle bazen iyi niyetli bir temenni olarak ileri sürülüyor olsa bile parlamentoda temsil olanaklarına sahip bu iki parti arasındaki bir ittifak fikrinin mümkün ve doğru olmadığı gibi, CHP ile diğer sağ partiler arasındaki ittifak imkânlarının toplumun içinde bulunulan olumsuz koşullardan kurtulma adına nasıl bir fırsat sunabileceği sorusunun yanıtı da ortada olmalıdır. Parlamento eksenli siyasetlerin bu krizi ile birlikte parlamento dışındaki sol ve toplumsal muhalefet hareketlerinin de süreci daha ileriye taşıyarak krizi aşabilecek bir etkinliğin gelişmediği koşullarda toplumdaki bu umutsuzluk dalgası büyümeye devam edecektir.
Oysa bütün bu olumsuz koşullara rağmen, muhafazakâr politikalara yedeklenen CHP ve Kürt hareketinin kapsamı dışında kalan çok geniş bir ilerici devrimci toplumsal muhalefet dinamiği var. Bu durum bütün kısıtlamalara ve zorluklara karşın parlamenter siyasetin kapitalist düzen sınırlarındaki iç karartıcı karamsarlığına karşı özgür ve eşit bir geleceğe olan umudu büyütme olanaklarının da var olduğunu gösterir.
• • •
Gezi isyanının ardından, halkın yaygın ve dağınık devrimci direniş potansiyelinin birleştirilmesi noktasındaki tartışmalar içinde ortaya çıkan Haziran fikri, örgütlerle sınırlı olmayan, esas olarak taban inisiyatiflerine dayanan Meclisler örgütlenmesi üzerinden şekillenmişti. Bugün de birleşik mücadelenin en önemli formlarından birisi bu olmakla birlikte birleşik mücadelenin tek biçimi olarak görülmemeli. Bugün, 2019’a giden süreçte, solun ve muhalefet güçlerinin dağınıklığı ne kadar gerçekse, birleşik bir mücadele fikri ve arayışı geniş kesimler tarafından da kabul edilen bir ihtiyaç haline gelmiş durumdadır.
Bu konuda en çok ihtiyacımız olan şeyin devrimci bir sorumluluk anlayışı olduğunu bir kez daha hatırlamak gerekir. Özellikle birbirine yakın sol guruplar arasında kimi ortak bir geçmişin içinden bir şekilde sürüp gelme imkânı bulan, bazen nereden çıkıp nasıl buralara geldiğini kimsenin hatırlayamadığı, bazen kimin haklı, kimin haksız olduğunu kimsenin anlayamadığı, bazen bu gibi ayrışmaları yaratanlar ortalıktan çekilip gitmiş olsa bile nasılsa sürüp gitme olanağı bulan karşı duruşlar var. Bütün bir ülkenin geleceğinin söz konusu olduğu bugün, bu türlü sorunlar devrimci bir sorumluluk anlayışıyla birleşik mücadelenin önünde engel olmaktan çıkarılmalı. Bunu yapamıyorsak, üzerimizdeki bu ablukayı dağıtmak da hiç mümkün olmayacaktır.
• • •
Önümüzdeki süreçte bütün olumsuzluklara karşın tıpkı hayır sürecinde olduğu gibi geniş olanaklar sunan konulardan biri seçim güvenliği konusu olarak görünüyor. Seçim yasasındaki değişikliğin ardından yaratılan yenilmişlik havasına teslim olarak yapılan bireysel boykot çağrılarından önce yapılabileceklere odaklanmak gerekir. Bugün, demokratik ve adil bir seçimden yana olan herkesle dirsek teması içinde olabilecek bir seçim güvenliği hareketi için birleşik bir inisiyatifin geliştirilmesine ihtiyaç var. Bu tür bir çalışma salt sandık güvenliği ile sınırlı olmayan, OHAL ile birlikte ifade ve propaganda özgürlüğü önündeki engellere karşı çıkan bir politika bütünlüğü içinde yürütülerek toplumdaki umutsuzluğu kıracak bir mücadele halkası oluşturulabilir. Bu aynı zamanda olası bir seçim yolsuzluğuna karşı ortak bir direniş kararlılığını da geliştirecek bir çalışma olacaktır.
• • •
2019’a giderken muhalefet hareketinin direniş siyasetinin bir parçası da CHP ve HDP dışındaki en geniş ilerici devrimci kesimlerin başkanlık seçimleri düzleminde temsilini sağlayacak bir adaylık yolunun yaratılması çalışması olabilir. Bu konuda, AKP-MHP ittifakı karşısında Hayır’ın bloklaştırılması kimi zaman bir çözüm olarak öne sürülüyor. Buradan hareketle de ittifaklar ve adayların tekleştirilmesi önerileri gündeme getiriliyor. Böylesi bir bloklaşma siyasetinin ne kadar mümkün olduğundan bağımsız olarak öncelikle doğru olmadığını ifade etmek gerekir. Bugün siyasal İslamcı rejim karşısında izlenecek siyaset, basitçe tek adamın değiştirilmesine indirgenerek ve bunun karşısında eskiye dönüşü vaat ederek yürütülemez. Bugün emperyalizmin ülkemiz üzerindeki operasyonlarına bel bağlamayan ve sağ siyaset eksenlerine sıkışmayan yeni bir siyasetle ancak toplumun değişim talebine yanıt verilebilir. Öte taraftan AKP-MHP ittifakının cepheleştirme siyaseti karşısında doğru olan, HAYIR kampanyasında izlediği üzere tekleşmeden-cepheleşmeden çok sesli mücadele sürecinin örgütlenmesidir.
Bu anlamda, bugün doğru siyaset, CHP ve HDP’nin kendi adaylarıyla seçime girdiği ama onların kapsayamadığı geniş kitleleri harekete geçirecek, aktif bir direniş unsuru haline getirecek bir politikanın parçası olarak muhalefet dinamiklerinin Gezi’nin Hayır’ın ilerici dalgasını temsil edecek, bir ‘tek adam rejimi’ne karşı kolektif bir adaylık anlayışının ortaya çıkarılmasıdır. Bu siyaset sandık-sokak ikilemine sıkıştırılmadan, toplumdaki direnme eğilimlerinin örgütlü bir güce dönüştürülmesini temel alan bir direniş siyasetinin parçaları olarak görülerek hareket edilmelidir. Birleşik mücadelenin somut halklarından birisi de böyle bir ortak adaylığın toplumsal bir seferberlikle birlikte yaratılması olmalı.
• • •
OHAL ve seçim güvenliğine yönelik hareketle başlayarak ilerleyecek bu birleşik mücadele halkaları, toplumdaki geri çekilmeyi sona erdirerek yeniden başarma duygusunu kazandırması ve sonunda içinde sıkışılan alternatifsizliğin aşılmasının adımları olacaktır. Türkiye toplumu, milliyetçi dalgayla bütünleşerek ilerleyen siyasal İslamcı iktidarın karşısında daha iyinin mümkün olabileceğini gösteren bir seçeneğin de olmadığı koşullarda mevcut duruma razı olmak dışında bir yol bulamıyor. Gezi’nin ve Hayır’ın dinamikleri bu ortamda kendisini güçsüz ve çaresiz hissetmeye devam ediyor. Oysa, dünyada da yeni direniş hareketlerinin birleşik bir güçle alternatif olarak öne çıkabildiği yerlerde başardığının örneklerine her geçen gün bir yenisini ekleniyor. Bu ortamda bizim sorumluluğumuz, siyasal İslam’ın yıkımını tek adamın değişmesine indirgeyen bir yaklaşımın ötesine geçerek onun temsil ettiği ve toplumun tüm katmanlarını boğan düzene karşı devrimci demokratik bir değişim iddiasını öne koyan bir uzun süreli direniş mücadelesini örgütlemektir.
Seçimler nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, bu iktidar bir gün nasıl olsa gidecek, ancak böyle bir mücadeleyle ülkenin geleceğini bu günkü hakim gerici, neoliberal kapitalist soygun düzeninden kurtuluşun yolunu açabilecektir.
Önder İşleyen / BİRGÜN
AKP-MHP ittifakı, seçim sistemindeki değişiklikleri yangından mal kaçırırcasına Meclis’ten geçirerek, yasalaştırdı. Siyasal İslam’ın, toplumun rızasını alabildiği kesimlerin sınırlarına dayandığı ve 16 Nisan Referandumu’nda görüldüğü gibi giderek de geriye gittiği biliniyor. Bu yüzden 2019’a giderken sonucu önceden belirlenmiş bir seçim gerçekleştirmek için tüm hazırlıklarını yapıyor. İç ve dış politikadaki milliyetçi dalga, her türlü hile hurdaya açık seçim yasalarına ilişkin düzenleme, OHAL ve muhalefete yönelik baskılar bunun için yapılıyor. Yargı ve yürütmeyi, hatta ülkenin bütün kaderini tek başına ele geçirebilmek için sağa sola bir tür rüşvet kabilinden vekillikler bakanlıklar dağıtılıyor. Vatan-millet bağırışlarıyla ülkeyi göz göre göre büyük bir felakete sürükleyen bu politikalar, maalesef ortalık ‘bir ucundan da biz nemalanalım’ zihniyetindeki profesyonel politikacılarla dolu olduğu için geçer akçe olabiliyor.
• • •
Parlamento içindeki ve dışındaki muhalefet güçleri de bu gelişmelerin doğurduğu yeni koşullar karşısında bir yol arayışı içerisinde. Değişik muhalefet kesimleri içerisinde seçimlerin boykot edilmesi doğrultusunda görüşler ileri sürülüyor. 16 Nisan’da kaybettikleri bir seçimde iktidarı gasp etme imkânı sağlayan mühürsüz zarflar konusunu yasallaştırma dahil, çeşitli usulsüzlük olanakları yaratılmaya çalışıldığı böylesi bir seçimin boykot edilmesi düşüncesi ilk bakışta makul bir fikir olarak görülebiliyor. Ancak muhalefet güçlerinin seçimin meşruluğunu ortadan kaldıracak böyle radikal bir tavır etrafında birleşmesinin zor, hatta imkânsız gibi görüldüğü bu koşullarda, bazı grupsal ve kişisel bir tepki olarak kaldığı oranda boykot tavrının iktidarın işini kolaylaştırmaktan başka bir sonuç doğurmayacağı da gözden uzak tutulamaz. Örneğin 2010 referandumu hatırlanırsa o dönemde Kürt hareketinin boykot tutumu -kimi kesimlerce radikal bir tutum olarak görülse de- sonuçta somut olarak ‘yetmez ama evet’le birlikte anayasa değişikliğinin kabulüne destek anlamına gelmişti.
• • •
Bu tür eğilimlerin muhalefet katlarındaki kimi olumsuzluklardan kaynaklanan yaygın bir umutsuzluğun da bir ifadesi olduğu söylenebilir. Örneğin CHP tabanındaki muhalefet potansiyeline karşın merkezden üretilen politikaların sağ ve muhafazakâr politikalara yedeklenmesi yaygın bir çaresizliğe yol açan nedenlerden biri olarak görülüyor.
Dokunulmazlıkların kaldırılması, 7 Haziran sonrası AKP ile nafile uzlaşma yolları arayarak iktidarın kendisini toparlayarak atağa geçmesine yardımcı olması, ‘Ekmeleddin’ vakası, hileli seçimlere ilişkin pasif tutumuyla tarihi bir fırsatın kaçırılması gibi kritik dönemeçlerde hep iktidar politikalarına boyun eğmesi, sonucunda toplumda AKP/Erdoğan iktidarının yürüttüğü politikalara karşı oluşan çok geniş –ilerici muhalefet dinamiklerini kapsama imkânını geçersiz kılıyor. Ortada bu durumun/tutumun değişebileceğine dair bir emare de görünmemektedir. Keza HDP de 7 Haziran’da yaratılan ‘Türkiyelileşme’ algısının yanı sıra, o dönemdeki seçim aritmetiğinden de destek alarak ortaya çıkan konumunu özellikle hendek savaşları ve Suriye merkezli politikalar sonrasında karşılaştığı baskılarla birlikte kaybederek Kürt ulusal hareketinin doğal sınırlarına çekilmiştir.
Bu nedenlerle bazen iyi niyetli bir temenni olarak ileri sürülüyor olsa bile parlamentoda temsil olanaklarına sahip bu iki parti arasındaki bir ittifak fikrinin mümkün ve doğru olmadığı gibi, CHP ile diğer sağ partiler arasındaki ittifak imkânlarının toplumun içinde bulunulan olumsuz koşullardan kurtulma adına nasıl bir fırsat sunabileceği sorusunun yanıtı da ortada olmalıdır. Parlamento eksenli siyasetlerin bu krizi ile birlikte parlamento dışındaki sol ve toplumsal muhalefet hareketlerinin de süreci daha ileriye taşıyarak krizi aşabilecek bir etkinliğin gelişmediği koşullarda toplumdaki bu umutsuzluk dalgası büyümeye devam edecektir.
Oysa bütün bu olumsuz koşullara rağmen, muhafazakâr politikalara yedeklenen CHP ve Kürt hareketinin kapsamı dışında kalan çok geniş bir ilerici devrimci toplumsal muhalefet dinamiği var. Bu durum bütün kısıtlamalara ve zorluklara karşın parlamenter siyasetin kapitalist düzen sınırlarındaki iç karartıcı karamsarlığına karşı özgür ve eşit bir geleceğe olan umudu büyütme olanaklarının da var olduğunu gösterir.
• • •
Gezi isyanının ardından, halkın yaygın ve dağınık devrimci direniş potansiyelinin birleştirilmesi noktasındaki tartışmalar içinde ortaya çıkan Haziran fikri, örgütlerle sınırlı olmayan, esas olarak taban inisiyatiflerine dayanan Meclisler örgütlenmesi üzerinden şekillenmişti. Bugün de birleşik mücadelenin en önemli formlarından birisi bu olmakla birlikte birleşik mücadelenin tek biçimi olarak görülmemeli. Bugün, 2019’a giden süreçte, solun ve muhalefet güçlerinin dağınıklığı ne kadar gerçekse, birleşik bir mücadele fikri ve arayışı geniş kesimler tarafından da kabul edilen bir ihtiyaç haline gelmiş durumdadır.
Bu konuda en çok ihtiyacımız olan şeyin devrimci bir sorumluluk anlayışı olduğunu bir kez daha hatırlamak gerekir. Özellikle birbirine yakın sol guruplar arasında kimi ortak bir geçmişin içinden bir şekilde sürüp gelme imkânı bulan, bazen nereden çıkıp nasıl buralara geldiğini kimsenin hatırlayamadığı, bazen kimin haklı, kimin haksız olduğunu kimsenin anlayamadığı, bazen bu gibi ayrışmaları yaratanlar ortalıktan çekilip gitmiş olsa bile nasılsa sürüp gitme olanağı bulan karşı duruşlar var. Bütün bir ülkenin geleceğinin söz konusu olduğu bugün, bu türlü sorunlar devrimci bir sorumluluk anlayışıyla birleşik mücadelenin önünde engel olmaktan çıkarılmalı. Bunu yapamıyorsak, üzerimizdeki bu ablukayı dağıtmak da hiç mümkün olmayacaktır.
• • •
Önümüzdeki süreçte bütün olumsuzluklara karşın tıpkı hayır sürecinde olduğu gibi geniş olanaklar sunan konulardan biri seçim güvenliği konusu olarak görünüyor. Seçim yasasındaki değişikliğin ardından yaratılan yenilmişlik havasına teslim olarak yapılan bireysel boykot çağrılarından önce yapılabileceklere odaklanmak gerekir. Bugün, demokratik ve adil bir seçimden yana olan herkesle dirsek teması içinde olabilecek bir seçim güvenliği hareketi için birleşik bir inisiyatifin geliştirilmesine ihtiyaç var. Bu tür bir çalışma salt sandık güvenliği ile sınırlı olmayan, OHAL ile birlikte ifade ve propaganda özgürlüğü önündeki engellere karşı çıkan bir politika bütünlüğü içinde yürütülerek toplumdaki umutsuzluğu kıracak bir mücadele halkası oluşturulabilir. Bu aynı zamanda olası bir seçim yolsuzluğuna karşı ortak bir direniş kararlılığını da geliştirecek bir çalışma olacaktır.
• • •
2019’a giderken muhalefet hareketinin direniş siyasetinin bir parçası da CHP ve HDP dışındaki en geniş ilerici devrimci kesimlerin başkanlık seçimleri düzleminde temsilini sağlayacak bir adaylık yolunun yaratılması çalışması olabilir. Bu konuda, AKP-MHP ittifakı karşısında Hayır’ın bloklaştırılması kimi zaman bir çözüm olarak öne sürülüyor. Buradan hareketle de ittifaklar ve adayların tekleştirilmesi önerileri gündeme getiriliyor. Böylesi bir bloklaşma siyasetinin ne kadar mümkün olduğundan bağımsız olarak öncelikle doğru olmadığını ifade etmek gerekir. Bugün siyasal İslamcı rejim karşısında izlenecek siyaset, basitçe tek adamın değiştirilmesine indirgenerek ve bunun karşısında eskiye dönüşü vaat ederek yürütülemez. Bugün emperyalizmin ülkemiz üzerindeki operasyonlarına bel bağlamayan ve sağ siyaset eksenlerine sıkışmayan yeni bir siyasetle ancak toplumun değişim talebine yanıt verilebilir. Öte taraftan AKP-MHP ittifakının cepheleştirme siyaseti karşısında doğru olan, HAYIR kampanyasında izlediği üzere tekleşmeden-cepheleşmeden çok sesli mücadele sürecinin örgütlenmesidir.
Bu anlamda, bugün doğru siyaset, CHP ve HDP’nin kendi adaylarıyla seçime girdiği ama onların kapsayamadığı geniş kitleleri harekete geçirecek, aktif bir direniş unsuru haline getirecek bir politikanın parçası olarak muhalefet dinamiklerinin Gezi’nin Hayır’ın ilerici dalgasını temsil edecek, bir ‘tek adam rejimi’ne karşı kolektif bir adaylık anlayışının ortaya çıkarılmasıdır. Bu siyaset sandık-sokak ikilemine sıkıştırılmadan, toplumdaki direnme eğilimlerinin örgütlü bir güce dönüştürülmesini temel alan bir direniş siyasetinin parçaları olarak görülerek hareket edilmelidir. Birleşik mücadelenin somut halklarından birisi de böyle bir ortak adaylığın toplumsal bir seferberlikle birlikte yaratılması olmalı.
• • •
OHAL ve seçim güvenliğine yönelik hareketle başlayarak ilerleyecek bu birleşik mücadele halkaları, toplumdaki geri çekilmeyi sona erdirerek yeniden başarma duygusunu kazandırması ve sonunda içinde sıkışılan alternatifsizliğin aşılmasının adımları olacaktır. Türkiye toplumu, milliyetçi dalgayla bütünleşerek ilerleyen siyasal İslamcı iktidarın karşısında daha iyinin mümkün olabileceğini gösteren bir seçeneğin de olmadığı koşullarda mevcut duruma razı olmak dışında bir yol bulamıyor. Gezi’nin ve Hayır’ın dinamikleri bu ortamda kendisini güçsüz ve çaresiz hissetmeye devam ediyor. Oysa, dünyada da yeni direniş hareketlerinin birleşik bir güçle alternatif olarak öne çıkabildiği yerlerde başardığının örneklerine her geçen gün bir yenisini ekleniyor. Bu ortamda bizim sorumluluğumuz, siyasal İslam’ın yıkımını tek adamın değişmesine indirgeyen bir yaklaşımın ötesine geçerek onun temsil ettiği ve toplumun tüm katmanlarını boğan düzene karşı devrimci demokratik bir değişim iddiasını öne koyan bir uzun süreli direniş mücadelesini örgütlemektir.
Seçimler nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, bu iktidar bir gün nasıl olsa gidecek, ancak böyle bir mücadeleyle ülkenin geleceğini bu günkü hakim gerici, neoliberal kapitalist soygun düzeninden kurtuluşun yolunu açabilecektir.
Önder İşleyen / BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder