20 Mart 2018 Salı

Arabesk ekonomi - OĞUZ OYAN

Çanakkale Köprüsü'nün finansmanı hakkında Başbakan B. Yıldırım: "10 ülkeden 24 bankanın katıldığı bir sendikasyon imzalandı. 1,6 milyar Avro, toplam kredinin yüzde 70'i. Daha ilginç tarafı bu 1,6 milyar için 3,6 milyar Avroluk teklif geldi. Alamadıklarımız da gönül koydular" diyebiliyor (Hürriyet 17 Mart 2018). Bu cümleden, sermayenin çıkarını ençoklaştırma güdüsünün yerine gönül-hatır ilişkilerinin geçtiğini sanırsınız; ya da yabancı sermayenin, itibarı tavana vurmuş Türkiye'ye kredi açmak için yarıştığı sonucunu çıkarırsınız, ama hangi büyük çıkarlar peşinde koştuğunu göremezsiniz. Benzer fonlamalarda olduğu gibi bu köprü için de öngörülen araç geçiş garantileri hakkında bilgi sahibi olamazsınız. Bereket Çiğdem Toker gibi örnek araştırmacı gazeteciler var da kamuoyunun bilgilenme hakkına saygı gösterilebiliyor.

***

Şimdi gelelim tekrar TürkŞeker'in özelleştirilme meselesine ve etrafını ören yalanlara. Bu bağlamda ZMO'nın 46. Genel Kurulu'nda yayınlanan deklarasyona (Bkz. 15 mart 2018 tarihli Cumhuriyet) bakmak da yeterli olur: Türkşeker Fabrikalarında çalışan işçi sayısı, sektörde ciddi bir özelleştirme olmamasına karşın, AKP döneminde 19 binden 8 bine indi; şeker pancarı eken çiftçi sayısı 460 binden 105 bine geriledi. 25 devlet fabrikasına tahsis edilen şeker üretim kotası 1,3 milyon ton iken, 8 özel fabrikanınki 1 milyon ton, yani Türkşeker bilerek tam kapasite çalıştırılmıyor, hatta dört fabrikası kapalı tutularak hiç çalıştırılmıyor ve bunların zararı üzerinden Türkşeker'in konsolide bilançosu zararda gösteriliyor, vb... Bu arada, Şeker Fabrikalarının birçok taşınmazının satılmasını, Maliye Bakanı'nın bir soru önergesine verdiği yanıta göre sadece 2017'de satılan taşınmazların sayısının 48'e ulaştığını da eklemek gerekir.

Le Monde Diplomatique'in Başkan ve Yayın Yönetmeni Serge Halimi, yayının Mart 2018 sayısındaki başyazısında, Fransa'da Macron'un yeni toplu özelleştirme girişimlerine, özelleştirme yöntemindeki stratejik dalavereleri "bir piyasa ekonomisini doğurma yolları ve sanatı" çerçevesinde itiraf eden bir eski sosyalist ekonominin bakanının 2000'li yılların başlarındaki sözleri üzerinden değiniyor: "Adım adım ilerlemeyi denemeyin. Hedeflerinizi açıkça belirleyin ve onlara ileri doğru niteliksel sıçramalarla yaklaşın ki çalışanların hak talepleri harekete geçme ve size çamur atma zamanını bulamasın. Asıl önemlisi hızdır ve hiçbir hız yeterince hızlı değildir. Reform programı bir kez uygulanmaya başlayınca, tamamlanmadan önce asla duraklamayın: Hasımlarınızın ateşi, hiç durmayan hareketli bir hedef söz konusu olduğunda, fazla isabet kaydedemeyecektir".

Bunun aslında IMF/DB telkinlerinden öğrenilmiş veya onlarla uyumlaştırılmış yöntemler olduğuna hiç kuşku yoktur. Kuşkusuz eski sosyalist ekonomilerin piyasa ekonomilerine dönüştürülmesi için özel bir program ve hız gerekiyordu. Hız açısından bakıldığında Türkiye de zaten özelleştirme programı bakımından bunu (daha önce ağır aksak giden ama hukuki altyapısı bu arada hazırlanmış süreci) IMF/AKP koalisyonu döneminde bütün veçheleriyle uygulamıştı. Özelleştirmeler 9 Aralık 1999 tarihinde IMF'ye verilen Niyet Mektubunda yeniden tanımlanmış ve genişletilmiş, AKP döneminde de buna olağanüstü bir hız kazandırılmıştı: 70 milyar doları aşkın özelleştirme az buz şey değil. Şimdiki MG'in  yüzde 10'u düzeyinde. (Herbir özelleştirmenin gerçekleştildiği dönemlerdeki daha düşük MG düzeylerine göre kuşkusuz çok daha yüksek). Demek ki, devasa bir program. Öyle ki, özelleştirmelere karşı harekete geçen demokratik kitle örgütleri hangisine karşı çıkacaklarını şaşırmış durumdaydılar ve bir bölümü de (özellikle kendi sektörleri hemen gündeme gelmeyen sendikalar) 'nasıl olsa bize sıra gelmez' rehaveti ve şaşkınlığı içindeydiler.

Bu olağanüstü hız ve kapsamdaki süreçte tek eksiklik Türkşeker'in özelleştirilmesi konusu olmuştu; zamanında genel furya içinde becerebilseler bu kadar gürültü kopmayacaktı. Şimdi sona kaldığı için, savaş gündeminin baskılayıcı ortamına rağmen, toplumun çeşitli kesimleri tepkilerini harekete geçirebilecek bir ortamı gene de bulabiliyorlar. O nedenle iktidar kanadı hem kitlesel tepkinin gücünden ürkerek saçmalama derecesinde yalana dolana sarılıyor (bu arada Nişasta ve Glikoz Üreticileri Derneği/NÜD'ün 11 Mart 2018 tarihli gazetelerdeki çıkan tam sayfa karşı-saldırısına da dikkat), hem de kafaları karıştıracak sözde geri adımlar atıyor. NBŞ için kotanın sözde %5'e indirilmesi gibi. Türkiye'de hangi denetim var ve atı alan Üsküdar'ı geçtikten sonra kim dönüp kotaların tekrar yükselmesiyle ilgilenecek? Fakıbaba'nın akıllara ziyan açıklamaları ('Devlet olarak biz de özelleştirilen şeker şirketlerine talip olabiliriz' deyip Tarım Kredi Kooperatiflerini alıcı olarak göstermesi ve sonra Başbakan'dan zılgıt yemesi) bile bu "tepkileri yatıştırma" hamlelerinden (kuşkusuz en şaşkınlarından) biri olarak görülmeli. (İsterseniz arabesk ekonomi yönetimi tarzı içinde de sınıflandırabilirsiniz).

***

Çiftlik Bank'a para kaptıranlardan biri, Posta Gazetesi'ne manşet olan şu gerekçeye sığınmış: "Bu kadar insan aptal olamaz diye girdim". Şaşkınlığa bakar mısınız? Onbinlerce kişinin aptal olamayacağını düşünüyor. Oysa bunlar, milyonlarla sayılıyor. "İslami Holdingler" denilen dolandırıcılık ağlarına yaklaşık 10 milyar Avro kaptıran yüzbinlerce kişi bizim insanlarımız değil miydi? Hem de devletin himayesi altında. Jet Fadıl batıp çıkıp halkı tekrar tekrar dolandırmadı mı? Kastelli gibi çok sayıda banker bu ülkede fütursuzca "saadet ağları" kurmadılar mı? 1980'lerde battıktan sonra 1990'larda bir daha sahneye döndüklerinde yeniden rağbet görmediler mi?

Katılımcı sayısı arttıkça, bunun, argo tabiriyle "keriz silkeleme" operasyonunun çapını büyüteceğini her zaman bizzat deneyerek mi öğreneksiniz benim canım vatandaşlarım? Katılımcı sayısı arttıkça, başlangıçta işler de yürür gözüktükçe (yani bir süre için "getiri" ödemeleri yapıldıkça), sisteme katılımlar artar. Sisteme katılımlar yavaşladığı andan itibaren bu Ponzi modeli (ilk dolandırıcı Charles Ponzi'nin adıyla ünlü model) kağıttan piramid gibi içine çökmeye başlar.

Tabii burada aptallık veya cehaletin bir açgözlülüğe/tamahkârlığa koşut gittiğini görmek gerek. Piyasadaki getiri oranlarının birkaç katı getiri vaadeden bir saadet zincirinden şüphelenmek neden akla gelmez? "Az tamah çok zarar verir" güçlü özdeyişininin neşet ettiği bir toplum, bu kadar kör olabilir mi? Burada kapitalist sistemin, satın alma gücü sınırlı olan geniş kitlelerin gözü önüne hergün boca ettiği lüks tüketim nesnelerini, küstahça savurgan yaşam tarzlarını, gelir dağılımının habire bozulmasının kitleleri içine düşürdüğü çaresizliği, bütün bunların kolay yoldan (beleşten) zenginleşme hayallerini körüklediğini dikkatten kaçırmamak gerekir. Yani arka plandaki "suça ve tamahkârlığa" teşvik etkeni, yalnızca eşitsizlik üreten kapitalist sistemin ta kendisidir.

Peki ama kapitalist sistemin devleti, onun regülasyon kurumları, bu dolandırıcılık ağlarına neden zamanında müdahale etmez? Bu da "arabesk" bir çevre kapitalist devletinin icaplarındandır. Kaldı ki, Türkiye örneğinde görüldüğü üzere, o istismar çarklarına destek verenler, 1990'larda İslami Holdingler hesabına kampanyaya katılanlar, bu ülkede iktidar katlarına bile çıkmadılar mı? Bu nedenle, devletin teftiş kurullarını ve kurumlarını dağıtmak, kalanların içini boşaltmak en öncelikli görevleri olmadı mı? İslami holdingler konusunda bir Meclis Araştırması oluşturulmasına bile direnebildikleri kadar direnip, tepkiler nedeniyle dirençleri kırılınca da Araştırmanın sonuçsuz kalması için ellerinden geleni yapmadılar mı? Peki bu dolandırıcılıklara karşı gereğini yapmayan siyasilere siyasi olarak ceza kesmesi gereken seçmenler neden gereğini yapmazlar?

Meseleye daha genelden bakalım: Kendi sınıf çıkarları aleyhine, yerli ve uluslararası sermayenin çıkarları lehine siyaset yapan siyasi partileri bıkmadan usanmadan iktidara taşıyan milyonların durumu, saadet zincirine katılanlardan ne ölçüde farklı? Din istismarı ve sahte cennet vaadlerinin peşine takılmak, "Çiftlik Bank" gibi düzenbazlıkların ağlarına takılmaktan ne ölçüde farklı? Hatta sonuçları bakımından sadece kendilerinin değil bütün bir toplumun geleceğini karartması bakımından daha beter değil mi? Çiftlik Bank olayına girenler en azından bir Rus ruleti gibi zararı kendilerine olan bir iş yapıyorlar; oysa siyasi tercihlerini dinci otoriter sermaye partilerinden yana kullanan geniş emekçi kitleler, bunun dışında kalanları da peşlerinden sürüklemiyorlar mı?

Dolayısıyla kapitalist sistem bu sahte hayalleri, hem ekonomide hem siyasette sürekli üretecektir. Mesele, beyni kuşatan zincirlerden kurtulabilmek. O nedenle de sosyalizm, insanlığı cehaletten ve açgözlülükten kurtarmak için olduğu kadar insanı insan yapmak için de şarttır.

Oğuz Oyan / SOL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder