Pazar günü Rusya’da seçimler vardı. Sözcüğün her anlamında “rakipsiz” olduğu halde, Putin meşrulukla seçime katılım arasındaki bağlantının farkında olduğu ve ne kadar güçlü olursa olsun bir iktidar açısından meşruiyetin önemini bildiği için, seçime katılımın yüksek olması adına elinden geleni yaptı. Neticede katılım 2012 seçimlerine kıyasla 2 puan artarak % 67.4 oldu, Putin ise oyların % 76.6’sını kazandı ve bir altı yıl daha Rusya’nın başında kalmayı resmi olarak garantiledi.
Konumuz Rusya ya da Rusya’daki seçimler değil, konumuz son günlerde sıkça yapılan boykot tartışmaları ve onca gücüne rağmen Putin’in bile kendini seçimlere katılımı artırmaya mecbur hissetmesini bu tartışmalara bir giriş mahiyetinde olsun diye not etmek istememiz.
Günümüzde niteliği ne olursa olsun neredeyse tüm rejimler, öyle ya da böyle kendilerini sandık üzerinden meşrulaştırmaya, seçimle iktidara geldiklerini ya da orada kaldıklarını dosta düşmana göstermeye mecbur hissediyorlar ve buna bizdeki de dâhil. İktidar partisinin başından beri sandığa indirgenmiş bir demokrasi söyleminin taşıyıcısı olduğunu, gücünü ve meşruluğunu seçimlerden ve milli iradenin temsilcisi olma iddiasından aldığını biliyoruz.
Dolayısıyla iktidar partisi her seçime özel bir önem verdi, seçimleri kazanmak için elinden geleni yaptı, memnun olmadığı seçim sonuçlarını 7 Haziran’da olduğu gibi tanımadı ya da 16 Nisan referandumunda olduğu gibi ayak oyunlarına başvurdu. Bunun yanı sıra, siyasetle yakından ilgilense de örgütlü ve aktif bir şekilde siyaset yapmaktan kaçınan Türkiye toplumu, siyasete katılımın yegâne yolunun seçimlere katılmak ve oy vermek olduğunu düşündüğü için bizde seçimlere katılım hep yüksek oldu.
Türkiye –eğer zamanında yapılırlarsa- yerel seçimlere neredeyse 1 yıl, milletvekilliği ve cumhurbaşkanlığı seçimlerine 19 ay gibi bir süre varken, son seçim yasası değişikliği ve “Cumhur İttifakı”yla birlikte çoktan seçim konjonktürüne girmiş durumda. Ancak bu sefer, geçmişten farklı olarak, başta gençler olmak üzere, iktidar karşıtı cenahın azımsanmayacak bir bölümünde sandığa gitmeme yönünde ciddi bir eğilim görünüyor. Bunun gerisinde ise “Seçimle gitmeyecekler” şeklindeki hiç de evham olarak değerlendirilmemesi gereken bir fikir yürütme ile herkesi sarıp sarmalayan yılgınlık ve umutsuzluk hali var.
Bu durum, seçimlerde solun ne yapacağı konusunda sorulan sorulardaki belirleyici noktalardan biri olmalı. Birincisi, hayli kalabalık olduğunu düşündüğüm ve Gezi’nin tabanını oluşturan bu kitlenin boykot yanlısı tutumuna bakarak boykotu örgütleyen bir siyasal hat mı izlenmeli ve bu kitlenin oraya kanalize edilmesi mi sağlanmalı, yoksa “boykot” diyenleri de sandığa götürebilecek, toplumun başka kesimleriyle birlikte onlara da umut verecek bir aday mı çıkartılmalı?
Soruyu yanıtlamadan önce şunu söyleyelim, eğer Türkiye’nin azıcık basiret sahibi, azıcık cesur ve azıcık siyaset bilen bir ana muhalefet partisi olsaydı, başındaki zat daha bugünden “Ne boykotu ya” diyeceğine “OHAL’le ve bu seçim yasasıyla gidilen bir seçimde boykot bütünüyle gözardı edilebilir bir seçenek değildir” diyerek bunu bir koz haline getirir, toplum da bunu konuşurdu. Lakin yapmadı ve biz şimdi boykotu kendimiz konuşmak, sorumuzu da bunu görerek yanıtlamalıyız.
Açıkçası bu sorunun yanıtını vermek için henüz erken. Çünkü iktidarın ülkeyi “-mış gibi yapılacak” bir seçime götüreceğini bilmekle birlikte, nasıl bir iktisadi, siyasi ve toplumsal bir konjonktürde seçime gideceğimizi, içeride ve dışarıda nasıl gelişmelerin yaşanacağını bilmiyoruz.
Türkiye ekonomisindeki kötüye gidiş, doların seyri, “Cumhur İttifakı”ndaki MHP’nin tabanının tutumu, Suriye’deki gelişmeler, Saadet Partisi’nin performansı ve çıkaracağı aday, İYİ Parti’nin oy oranı, CHP’nin adayı, bunların hepsi “iktidarın potansiyel kriz başlıkları” olarak görülmeli her şeyden önce ve seçim stratejisi de -elbette ki başka şeylerle birlikte- bu başlıkları hesaba katarak yapılmalı.
Bunun dışında, önümüzde bir yerel seçimler olacak ve o seçimlerin hem yapılış biçimi (iktidarın baskıları, sandık güvenliği, oyların sayımı, YSK’nin durumu) hem de sonuçları, yani yitirilecek belediyeler, parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçimleri üzerinde önemli etkiler yaratacak, dolayısıyla buna da bakılmalı. Yani karar verilirken iktidarın “öznel müdahaleleri” kadar siyasetin “nesnel koşulları” da denkleme dâhil edilmeli.
Tüm bu hesap kitapla birlikte, nesnellik “boykot”u dayatıyorsa ve bunun siyaseten anlamlı, işe yarar olduğu düşünülüyorsa “boykot”u örgütlemeyi bir hedef olarak önümüze koyarız ama yok, hesap kitap bağımsız bir sol adayın toplumda karşılığı olduğunu, buradan bir çıkış yolu bulunabileceğini bize gösterirse, hiç düşünmeden kendi cumhurbaşkanı adayımızı toplumun önüne çıkarır, ciddi bir seçenek haline getirmeye çalışırız.
Bu mesele üzerine daha çok yazıp çizeceğiz nasıl olsa, dolayısıyla bunu “tartışmaya giriş” yazısı olarak kabul edelim ve şimdilik burada keselim.
Fatih Yaşlı / BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder