18 Mart 2018 Pazar

Paranın kokusu - Mine G. Kırıkkanat

Bir zamanlar Türkiye, dünyanın en büyük bilmem kaçıncı ekonomisi değildi. Ama verimli toprakları, tarım ve hayvancılıkla uğraşan bir nüfus çoğunluğu vardı. İnsanların yerlerini yurtlarını ve en önemlisi, en iyi bildikleri işlerini bırakıp ya işsiz kalacakları ya da yarım yamalak yapacakları işlere koşulacakları kente göç furyası başlamamıştı henüz. 
Köylüler yoksuldu, evet.

Öylesine yoksullardı ki, bazı bölgelerde parasızlıktan odun, kömür ya da gazyağı alamaz, kışın soğuktan korunmak için tezek yakarlardı, ataerkil ocaklarında. 
Çünkü kendi davarı olmayanın bile başkasının dağda kırda dolanan davarlarının arkasından serbestçe toplayabildiği tezek, para vermeden bol bulunan tek yakıttı. 
Üstelik, hem çok işlevli, hem de çevrecinin dik âlâsı, doğal dönüşümün zirvesi sayılırdı: Yoksul köylüler, sindirilmiş ottan ibaret davar dışkısını yalnız yakıt diye kullanmaz, toprağın cömertçe sunduğu kil ve suyla karıştırıp evlerini bu bulamaçla sıvarlar ve tezek, üretimi çevreye zarar vermeyen doğal bir çimento olarak çıkardı karşımıza.

***

Tezeğin tek bir yan etkisi vardı: Kokusu. Duvar sıvasına dönüşüp güneşte kuruduğunda pek hissedilmezdi de, yakıldığında yoğun bir duman ve çekilmez bir koku salardı. 
Ülkemizdeki yaygın tezek kullanımı, edebiyatımıza sefalet göstergesi diye yansıdı ve akaryakıtı olmayan vatandaşın tezeği, yanlış hatırlamıyorsam ilk kez Devekuşu Kabare Tiyatrosu’nda, “kokaryakıt” olarak anıldı.
Evet, yoksuldu Türkiye. Ama en yoksulu bile aç kalmıyordu: Ülke toprakları tarım ve hayvancılığıyla hiçbir ithalata gerek kalmadan nüfusunu besliyor, hatta fazlasını üretiyordu. 
Kuş gribi yoktu. En yoksul köylünün bile birkaç tavuğu vardı ve doğadan beslenen ineğin sütü, yem ararken KKK’li keneleri de temizleyen tavuk gibi tavuğun yumurtası, kimyasal gübre yüzü görmemiş tarla patatesi derken; bugünkünden çok daha kaliteli yiyeceklerle çok daha sağlıklı besleniyordu.

***

Türkiye artık dünyanın bilmem kaçıncı büyük ekonomisi. 
Köylerin çoğu ıssız, toprak nadasta, inekler granül yiyor, etleri gazla yumuşatılıyor, tavuklar fabrikada yetişiyor, kenelere gün doğdu, bağlara bahçelere gübre diye kanserojen basılıyor. 
Zaten verimli topraklar ya çokuluslu GDO lobilerine peşkeş çekildi ya da yapılaşmaya açılarak betona kurban edildi. 
Zengin Türkiye artık kendi kendisine yetemiyor, bırakın yiyecek eti, nohutu, mercimeği; samanı bile ithal ediyor!
Kentlerin havası zehirli, suyu kirli, göçen köylülerin de çoğu işsiz, sadakanın yeni adı sosyal yardımlarla yaşıyor. 
Entansif tarım, sanayi hayvancılığı, fabrikalar derken hem kirlenen, hem kirleten ülkeler kervanına katıldı yurdumuz. 
Öteki büyük ekonomilerle birlikte havayı, suları, denizleri nehirleri, gölleri zehirliyor. 
Sonracığıma yediği yiyecekler, yıkandığı, içtiği sularla tüm canlıları zehirleniyor.

***

Meğer zenginliğin de bir kokusu varmış ve para, tezekten çok daha tehlikeli kokarmış: Egzoz gazları, fabrika bacaları, ısınma derken saldığı gazlar sadece iklimi değiştirmez, dünyayı da zehirlermiş! 
İnsanların daha çok, daha çabuk üreteceğim diye hayvanından bitkisine bastığı kanserojen kimyasallar, sonunda döner, kendi başlarına patlarmış. 
Türkiye’yi zenginleştirmekle övünenlerin, artık durup şu “zenginlik” kavramı üstünde düşünmesi gerekmez mi? 
Köylülerini işsiz, topraklarını nadasa bırakan ve üretmediği yiyeceği borçlanarak ithal eden bir ülke mi zengindir; yoksa parası az olsa da herkesin çalıştığı, daha iyi beslendiği, dolayısıyla nüfusu daha sağlıklı bir ülke mi? 
Akaryakıt, kokaryakıttan daha tehlikeliymiş meğer. 
Tezek pis kokar, ama öldürmezdi. 
Karbonu, petrolü, kimyasalı ve gübresiyle bu Türkiye hem pis, hem de ölüm kokuyor!

 Mine G. Kırıkkanat
CUMHURİYET

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder