Son açıklanan ekonomik vaatler, vatandaşın derdine kalıcı çare olma kaygısıyla değil, Saray iktidarı için oy devşirmek kaygısıyla ortaya konulmuş maddelerden ibaret. Kısa vadeci, sürdürülebilir olmayan, bir bütüncül ekonomik anlayışın parçaları değil de dağınık birer yap-boz parçası...
Yaşamak değil
Beni bu telaş öldürecek
Özdemir Asaf
Beni bu telaş öldürecek
Özdemir Asaf
Türkiye’nin ilerici güçleri için, Hayır iradesinde buluşmuş olanlar için Türkiye’nin diktatörlükten demokrasiye doğru yön değiştirebilmesi için 24 Haziran sandığı bir fırsat. Oysa iktidar için bir telaş sandığı bu. Telaşları iktidarda kalma, kurdukları tek adam rejimini sürdürme telaşı. Bunun bir telaş olduğunu kendileri attıkları her adımla adeta haykırıyorlar dünyaya.
İttifak yasasında ve seçim takviminde telaş
Telaşı önce ittifak yasasında gördük. Artık kendi yapısal sınırlarına geldiklerinden, iktidara tutunmak için yancılara ihtiyaç duydukları için çıkarttılar yasayı. Demokratik bir sandıktan iktidar olarak çıkabilme ihtimallerinin zayıflığını gördükleri için telaşlılar. O yüzden de seçimin adil ve güvenli olmasının önünde engel oluşturacak her tür adımı yasalaştırmaya çekinmediler. Sandıkları mobil hale getiren, sandık başlarını güvensizleştiren, sandık çevrelerini partizanca atanan kamu görevlilerinin himayesine terk eden, mühürsüz oyları yasallaştıran ittifak yasası işte bu telaşın bir sonucu olarak ortaya çıktı.
Ülkeyi demokratik işleyiş içinde yönetme becerisini tamamen yitiren, kendi yarattığı siyasi - ekonomik kriz nedeniyle de sıkışan bu neo-milliyetçi cephe, Türkiye’yi 24 Haziran’da panik seçime götürme kararı ile de telaşını dışa vurdu. Bir telaş seçimi bu sandık.
OHAL’in kalıcı hale geldiği bir gündemde, ‘’ittifak yasası’’nın gölgesinde baskın bir şekilde dayatılan seçimin asgari demokratik koşulları sağlamadığı aşikar. Bu baskın seçimin salt yasal zemininin değil, ahlaki zemininin de olmadığını gösteren bir başka kuvvetli emare de iktidarın partileri seçime sokmama yönünde attığı adımlar.
Sandık iktidarın telaşıyla adil ve güvenli olmaktan çıkartıldıysa bize düşen demokrasiyi yaşatma iddia ve irademizle adil ve güvenli yapılması için uğraşmaktır. ‘’İttifak yasası’’ adı altında adil ve güvenli seçim koşullarının ortadan kalkmasına karşı muhalefetin geniş katılımı ile örgütlenebilecek bir boykotun tartışılmasının dahi etkin bir demokratik mücadele aracı olacağı açıktı. Bu nedenle de bu düzenlemeler TBMM’den geçer geçmez tüm demokratik güçlerin geniş katılımı ile etkin kılınabilecek aktif boykotu tartışmaya davet eden bir tartışma çağrısı yapılmıştı. Ancak, dayatılan bu baskın seçim takviminde, aktif boykot veya seçim boykotunun kitlesel olarak örgütlenmesinin mümkün olmadığı da artık açık.
O zaman gelinen noktada 24 Haziran sandığını, uzun süredir Saray tarafından yok sayılan ve değeri zayıflatılan TBMM’ne hak ettiği değeri yeniden kazandırmak, parlamentoyu güçlendirmek için önemli bir fırsat ve araç olarak görmek gerekiyor. Demokratik bir Türkiye geleceğinin inşası için demokratik ve güçlü bir parlamentonun oluşması en az Cumhurbaşkanlığı seçimi kadar önemli. Seçim kararı alınmadan önce, parlamentonun Saray’ın dayatmasıyla siyaseti parmak sayısıyla onaylayan bir kuruma indirgendiği ve değişimi sandıktan yapmanın mümkün olmadığı dönemde Meclis’i halkla buluşturacak, Meclis dışı araçları da kullanacak olağanüstü bir siyasetin çağrısı önemliydi. Bugün artık seçim sürecine girilmiş olmasıyla parlamentoya yeniden gücünü kazandırmak ve egemenliği Saray’dan halka vermek için sandık bir fırsata dönüştü. Bugün aktif boykotla değil, sandıkta verilecek demokrasi mücadelesi ile Meclis’in gücünü yeniden halka teslim etmek için mücadele etme zamanı.
Telaşı önce ittifak yasasında gördük. Artık kendi yapısal sınırlarına geldiklerinden, iktidara tutunmak için yancılara ihtiyaç duydukları için çıkarttılar yasayı. Demokratik bir sandıktan iktidar olarak çıkabilme ihtimallerinin zayıflığını gördükleri için telaşlılar. O yüzden de seçimin adil ve güvenli olmasının önünde engel oluşturacak her tür adımı yasalaştırmaya çekinmediler. Sandıkları mobil hale getiren, sandık başlarını güvensizleştiren, sandık çevrelerini partizanca atanan kamu görevlilerinin himayesine terk eden, mühürsüz oyları yasallaştıran ittifak yasası işte bu telaşın bir sonucu olarak ortaya çıktı.
Ülkeyi demokratik işleyiş içinde yönetme becerisini tamamen yitiren, kendi yarattığı siyasi - ekonomik kriz nedeniyle de sıkışan bu neo-milliyetçi cephe, Türkiye’yi 24 Haziran’da panik seçime götürme kararı ile de telaşını dışa vurdu. Bir telaş seçimi bu sandık.
OHAL’in kalıcı hale geldiği bir gündemde, ‘’ittifak yasası’’nın gölgesinde baskın bir şekilde dayatılan seçimin asgari demokratik koşulları sağlamadığı aşikar. Bu baskın seçimin salt yasal zemininin değil, ahlaki zemininin de olmadığını gösteren bir başka kuvvetli emare de iktidarın partileri seçime sokmama yönünde attığı adımlar.
Sandık iktidarın telaşıyla adil ve güvenli olmaktan çıkartıldıysa bize düşen demokrasiyi yaşatma iddia ve irademizle adil ve güvenli yapılması için uğraşmaktır. ‘’İttifak yasası’’ adı altında adil ve güvenli seçim koşullarının ortadan kalkmasına karşı muhalefetin geniş katılımı ile örgütlenebilecek bir boykotun tartışılmasının dahi etkin bir demokratik mücadele aracı olacağı açıktı. Bu nedenle de bu düzenlemeler TBMM’den geçer geçmez tüm demokratik güçlerin geniş katılımı ile etkin kılınabilecek aktif boykotu tartışmaya davet eden bir tartışma çağrısı yapılmıştı. Ancak, dayatılan bu baskın seçim takviminde, aktif boykot veya seçim boykotunun kitlesel olarak örgütlenmesinin mümkün olmadığı da artık açık.
O zaman gelinen noktada 24 Haziran sandığını, uzun süredir Saray tarafından yok sayılan ve değeri zayıflatılan TBMM’ne hak ettiği değeri yeniden kazandırmak, parlamentoyu güçlendirmek için önemli bir fırsat ve araç olarak görmek gerekiyor. Demokratik bir Türkiye geleceğinin inşası için demokratik ve güçlü bir parlamentonun oluşması en az Cumhurbaşkanlığı seçimi kadar önemli. Seçim kararı alınmadan önce, parlamentonun Saray’ın dayatmasıyla siyaseti parmak sayısıyla onaylayan bir kuruma indirgendiği ve değişimi sandıktan yapmanın mümkün olmadığı dönemde Meclis’i halkla buluşturacak, Meclis dışı araçları da kullanacak olağanüstü bir siyasetin çağrısı önemliydi. Bugün artık seçim sürecine girilmiş olmasıyla parlamentoya yeniden gücünü kazandırmak ve egemenliği Saray’dan halka vermek için sandık bir fırsata dönüştü. Bugün aktif boykotla değil, sandıkta verilecek demokrasi mücadelesi ile Meclis’in gücünü yeniden halka teslim etmek için mücadele etme zamanı.
Yeter ki; eşitliğin ve demokrasinin ancak birlikte kalıcı kılınabileceğini, Türkiye’nin aydınlık geleceğini var edecek olanın, faşizme taviz vermek, onun pratikleriyle benzeşmek değil, ülkemizin ilerici geleneğine, toplumun bir başka Haziran’da bir kez daha göstermiş olduğu demokratik yaşam iradesine sarılmak olduğunu bilelim.
Dolayısıyla artık 50 günlük bir baskın seçim takvimi başladı ise, bu hedef doğrultusunda, bu sıkışık takvim de gözetilerek seçimde en geniş katılımın sağlanması gerekiyor. Toplumsal dinamiklerin ortaklaşmasıyla ve katılımcılıkla 24 Haziran’a giderken neo-milliyetçi cephe karşısında var olan bütün imkânlarımızı kullanarak emekten ve demokrasiden yana siyaseti büyütmek gerekiyor. Üstelik salt sandıkta oy vererek değil; katılımcılığın aynı zamanda sandık öncesi adil ve güvenli seçim mücadelesini ortaya koyan sivil toplum kuruluşlarına ve siyasi partilere katılmak; sandık çevresinde aktif görev almak olduğu bilinciyle.
Seçim vaatlerinde telaş…
Son olarak da bu panik ve baskın seçimin Saray vaatleri aynı aymazlığı, aynı telaşı, aynı kısa vadeci yaklaşımı ortaya koydu. Saray rejiminin seçim vaatleri, sandığın ötesinde bir Türkiye düşünmediklerini, tek dertlerinin sandıktan iktidar çıkmak olduğunu bir kez daha gösterdi. Saray rejimi, sandıkları demokrasinin tek gerekliliği olarak görüyor. Ne seçim sürecinin sandık öncesi döneminin demokratik değerlerle yaşatılması gerekliliğine, ne de sandık sonrası iddianın bir Türkiye hayali ve hikâyesi üzerine inşa edilmesi gerektiğine inanıyor.
Oysa seçimler siyasi partilerin ülkenin ihtiyaçlarına dönük alternatif politikalarının tartışıldığı demokratik süreçlerdir. Bu bağlamda, demokrasiyi sandıktan ibaret gören Saray’ın seçim vaatlerinin de bir bütün Türkiye hikâyesinin parçası olmaması kendi siyasi anlayışları ile uyumlu. Son açıklanan ekonomik vaatler, vatandaşın derdine kalıcı çare olma kaygısıyla değil, Saray iktidarı için oy devşirmek kaygısıyla ortaya konulmuş maddelerden ibaret. Kısa vadeci, sürdürülebilir olmayan, bir bütüncül ekonomik anlayışın parçaları değil de dağınık birer yap-boz parçası...
Nitekim bu yüzden de bir bütüncül ekonomi programının parçaları olan CHP’nin 2015 seçimlerinde beyan ettiği ekonomik programın ancak kötü bir kopyası olabiliyor.
O bütünü uygulayabilmek emekten yana bir toplam siyasi anlayışı gerektiriyor. Oysa Saray rejimi emek karşıtı ranttan yana bir sınıfsal tercihin üzerinde yükseliyor.
O bütünü uygulayabilmek üretken güçlerden, kurallara uyan, istihdam yaratan, primini ve vergisini ödeyenlerin gücü üzerine kurulan halkçı ve dürüst bir siyaseti gerektiriyor. Oysa Saray rejimi vergisini ödeyeni cezalandıran, vergi aflarını rantçı düzenin yandaş şirketlerine hak gören, vergiyi bir siyasi araç olarak kullanan bir anlayışla kendini var ediyor.
O bütünü uygulayabilmek hak temelli bir sosyal devleti kuracak özgürlük, eşitlik, laiklik değerleri üzerinde büyüyen bir siyaseti gerektiriyor. Oysa Saray rejimi toplumu tek tipleştiren siyasal İslam’la neoliberalizmin birlikteliği üzerine kurduğu otoriter devlet kapitalizminde liyakatle değil sadakatle işleyen bir anlayışla kendini var ediyor.
O bütünü uygulayabilmek talep temelli politikaları oluşturabilecek sosyal politikaların ve kamu harcamalarının üretim reformu ile birleştirilmesini, kaynağını yaratan arz temelli politikalarla tamamlayıcı şekilde uygulanmasını gerektiriyor. Oysa Saray rejimi Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu üretimde dönüşümün gerektirdiği reformları yapmaktan yıllardır kendi tercihi ile sakınmış, var olan kurumları satıp, har vurup harman savurarak ülkenin kapasitesini yok eden bir neoliberal anlayışın ta kendisi. Ve biliyoruz ki üretim kapasitesini arttıracak reformlarla tamamlanmadığı takdirde bu tarz harcama temelli seçim vaatleri enflasyona yol açar, artan vergi ve zamlar olarak halkın omzuna seçim sonrası yüklenir.
Yarım yamalak taklit edilmiş olan CHP’nin 2015 ekonomi programı işte bu bütüncül anlayışa sahipti, Türkiye’nin aydınlık yarınları için bugün de aynı bütüncüllüğe ihtiyaç var. Bu bütüncül çerçeve ile sağlanacak dönüşüm kapsamlı bir siyasi çerçevenin ve yeni bir sınıfsal tercihin yanı sıra, bunlar ışığında şekillenecek yeni bir halkçı ekonomi programından oluşacaktır. Bu halkçı ekonomi, eşitliği gözeten emekten yana bir düzeni güvence altına alacak sosyal devletle, borçla değil üretimle zenginleşmeye imkân verecek ve aynı zamanda çağın gerekleriyle uyumlu, ucuz işgücüyle değil nitelikli üretimi ile rekabet eden bir ekonomi çerçevesiyle kurulacak. Bu halkçı ekonomi, verimliliği arttıran bir üretim reformuyla, cumhuriyetin ve demokrasinin temeli olan kurumları yeniden ayağa kaldıran bir anlayışı birleştirerek kurulacak. Bugün için yarınları feda etmeyen, gelecek için, sürdürülebilir kalkınma için çevreyi ve doğayı gözeten kapsayıcı bir kalkınma anlayışı bu halkçı ekonominin vazgeçilmez temeli olacak.
Bu halkçı kalkınma çerçevesini ortaya koyabilmek için, ekonomi ve demokrasi mücadelesi iç içe geçmiş, birbirinden ayrılmaz iki unsur. Demokrasinin sağlıklı işlemesinin öncelikli koşulu hiç kuşkusuz, özgür yurttaşın varlığıdır. Oysa Saray rejiminin borç düzeni ve üretimi hiçe sayan tüketim temelli ekonomisi, “tüketici” kimliğini “yurttaş” kimliğinin önüne taşıyor. Giderek ağırlaşan ekonomik koşullar altında hayatını sürdürmek zorunda kalan milyonlar, otoriter Saray rejiminin “kırılganlık” tehdidi altında bırakılınca, aktif yurttaş ve buna bağlı olarak demokratik katılımcılık ve hesap verilebilirlik yok oluyor. Bunun da ötesinde, “hak temelli” bir sosyal devletin yokluğunda emekçi sınıflar en temel demokratik yurttaşlık haklarını özgürce kullanmaktan da pratikte alıkonuluyor. O zaman demokrasiyi ve aktif yurttaşlığı var etmenin de anahtarı her şeyden önce borca ve üretmeden tüketime dayalı bu ekonomik düzenin, üreten, üretici güçleri merkezine alan, ürettiğini hakça bölüşen bir düzenle değiştirilmesinde.
Saray’ın attığı her telaşlı adım, aynı zamanda Türkiye’nin kurumsal yapısını, demokrasisini, ekonomisini, toplumsal barışını ve yarınlarını da daha da çok yıkıyor. Bu yıkıma dur demek, telaşlı yıkımdan bir ortak yaşam çıkartmak için yeni bir siyasete, yeni bir kalkınma hamlesine, yeni bir ortak gelecek hayaline ihtiyacımız var.
24 Haziran kuşkusuz, bir son değil. Çünkü her şeyden önce bu panik seçimle dahi rejimin kendi içinde bulunduğu yapısal krizi aşması mümkün değil. 24 Haziran bu umutlu geleceğin başlangıcı olabilir.
Son olarak da bu panik ve baskın seçimin Saray vaatleri aynı aymazlığı, aynı telaşı, aynı kısa vadeci yaklaşımı ortaya koydu. Saray rejiminin seçim vaatleri, sandığın ötesinde bir Türkiye düşünmediklerini, tek dertlerinin sandıktan iktidar çıkmak olduğunu bir kez daha gösterdi. Saray rejimi, sandıkları demokrasinin tek gerekliliği olarak görüyor. Ne seçim sürecinin sandık öncesi döneminin demokratik değerlerle yaşatılması gerekliliğine, ne de sandık sonrası iddianın bir Türkiye hayali ve hikâyesi üzerine inşa edilmesi gerektiğine inanıyor.
Oysa seçimler siyasi partilerin ülkenin ihtiyaçlarına dönük alternatif politikalarının tartışıldığı demokratik süreçlerdir. Bu bağlamda, demokrasiyi sandıktan ibaret gören Saray’ın seçim vaatlerinin de bir bütün Türkiye hikâyesinin parçası olmaması kendi siyasi anlayışları ile uyumlu. Son açıklanan ekonomik vaatler, vatandaşın derdine kalıcı çare olma kaygısıyla değil, Saray iktidarı için oy devşirmek kaygısıyla ortaya konulmuş maddelerden ibaret. Kısa vadeci, sürdürülebilir olmayan, bir bütüncül ekonomik anlayışın parçaları değil de dağınık birer yap-boz parçası...
Nitekim bu yüzden de bir bütüncül ekonomi programının parçaları olan CHP’nin 2015 seçimlerinde beyan ettiği ekonomik programın ancak kötü bir kopyası olabiliyor.
O bütünü uygulayabilmek emekten yana bir toplam siyasi anlayışı gerektiriyor. Oysa Saray rejimi emek karşıtı ranttan yana bir sınıfsal tercihin üzerinde yükseliyor.
O bütünü uygulayabilmek üretken güçlerden, kurallara uyan, istihdam yaratan, primini ve vergisini ödeyenlerin gücü üzerine kurulan halkçı ve dürüst bir siyaseti gerektiriyor. Oysa Saray rejimi vergisini ödeyeni cezalandıran, vergi aflarını rantçı düzenin yandaş şirketlerine hak gören, vergiyi bir siyasi araç olarak kullanan bir anlayışla kendini var ediyor.
O bütünü uygulayabilmek hak temelli bir sosyal devleti kuracak özgürlük, eşitlik, laiklik değerleri üzerinde büyüyen bir siyaseti gerektiriyor. Oysa Saray rejimi toplumu tek tipleştiren siyasal İslam’la neoliberalizmin birlikteliği üzerine kurduğu otoriter devlet kapitalizminde liyakatle değil sadakatle işleyen bir anlayışla kendini var ediyor.
O bütünü uygulayabilmek talep temelli politikaları oluşturabilecek sosyal politikaların ve kamu harcamalarının üretim reformu ile birleştirilmesini, kaynağını yaratan arz temelli politikalarla tamamlayıcı şekilde uygulanmasını gerektiriyor. Oysa Saray rejimi Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu üretimde dönüşümün gerektirdiği reformları yapmaktan yıllardır kendi tercihi ile sakınmış, var olan kurumları satıp, har vurup harman savurarak ülkenin kapasitesini yok eden bir neoliberal anlayışın ta kendisi. Ve biliyoruz ki üretim kapasitesini arttıracak reformlarla tamamlanmadığı takdirde bu tarz harcama temelli seçim vaatleri enflasyona yol açar, artan vergi ve zamlar olarak halkın omzuna seçim sonrası yüklenir.
Yarım yamalak taklit edilmiş olan CHP’nin 2015 ekonomi programı işte bu bütüncül anlayışa sahipti, Türkiye’nin aydınlık yarınları için bugün de aynı bütüncüllüğe ihtiyaç var. Bu bütüncül çerçeve ile sağlanacak dönüşüm kapsamlı bir siyasi çerçevenin ve yeni bir sınıfsal tercihin yanı sıra, bunlar ışığında şekillenecek yeni bir halkçı ekonomi programından oluşacaktır. Bu halkçı ekonomi, eşitliği gözeten emekten yana bir düzeni güvence altına alacak sosyal devletle, borçla değil üretimle zenginleşmeye imkân verecek ve aynı zamanda çağın gerekleriyle uyumlu, ucuz işgücüyle değil nitelikli üretimi ile rekabet eden bir ekonomi çerçevesiyle kurulacak. Bu halkçı ekonomi, verimliliği arttıran bir üretim reformuyla, cumhuriyetin ve demokrasinin temeli olan kurumları yeniden ayağa kaldıran bir anlayışı birleştirerek kurulacak. Bugün için yarınları feda etmeyen, gelecek için, sürdürülebilir kalkınma için çevreyi ve doğayı gözeten kapsayıcı bir kalkınma anlayışı bu halkçı ekonominin vazgeçilmez temeli olacak.
Bu halkçı kalkınma çerçevesini ortaya koyabilmek için, ekonomi ve demokrasi mücadelesi iç içe geçmiş, birbirinden ayrılmaz iki unsur. Demokrasinin sağlıklı işlemesinin öncelikli koşulu hiç kuşkusuz, özgür yurttaşın varlığıdır. Oysa Saray rejiminin borç düzeni ve üretimi hiçe sayan tüketim temelli ekonomisi, “tüketici” kimliğini “yurttaş” kimliğinin önüne taşıyor. Giderek ağırlaşan ekonomik koşullar altında hayatını sürdürmek zorunda kalan milyonlar, otoriter Saray rejiminin “kırılganlık” tehdidi altında bırakılınca, aktif yurttaş ve buna bağlı olarak demokratik katılımcılık ve hesap verilebilirlik yok oluyor. Bunun da ötesinde, “hak temelli” bir sosyal devletin yokluğunda emekçi sınıflar en temel demokratik yurttaşlık haklarını özgürce kullanmaktan da pratikte alıkonuluyor. O zaman demokrasiyi ve aktif yurttaşlığı var etmenin de anahtarı her şeyden önce borca ve üretmeden tüketime dayalı bu ekonomik düzenin, üreten, üretici güçleri merkezine alan, ürettiğini hakça bölüşen bir düzenle değiştirilmesinde.
Saray’ın attığı her telaşlı adım, aynı zamanda Türkiye’nin kurumsal yapısını, demokrasisini, ekonomisini, toplumsal barışını ve yarınlarını da daha da çok yıkıyor. Bu yıkıma dur demek, telaşlı yıkımdan bir ortak yaşam çıkartmak için yeni bir siyasete, yeni bir kalkınma hamlesine, yeni bir ortak gelecek hayaline ihtiyacımız var.
24 Haziran kuşkusuz, bir son değil. Çünkü her şeyden önce bu panik seçimle dahi rejimin kendi içinde bulunduğu yapısal krizi aşması mümkün değil. 24 Haziran bu umutlu geleceğin başlangıcı olabilir.
Yeter ki; eşitliğin ve demokrasinin ancak birlikte kalıcı kılınabileceğini, Türkiye’nin aydınlık geleceğini var edecek olanın, faşizme taviz vermek, onun pratikleriyle benzeşmek değil, ülkemizin ilerici geleneğine, toplumun bir başka Haziran’da bir kez daha göstermiş olduğu demokratik yaşam iradesine sarılmak olduğunu bilelim.
Ve hep birlikte bu özgür, eşit, demokratik ve barışçıl yarınları bugünden kuralım.
Ve hep birlikte bu özgür, eşit, demokratik ve barışçıl yarınları bugünden kuralım.
Selin Sayek Böke - Doç. Dr., CHP PM Üyesi ve İzmir Mv.
BİRGÜN PAZAR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder