10 Temmuz 2018 Salı

Başkanlık sultası rejimi - OĞUZ OYAN

Yeni rejimin karakterini az-çok biliyoruz. Örgütlenme yapısında ise yeni bir dönem başlıyor. Yeni örgüt şeması yavaş yavaş biçimleniyor. Aceleleri hem var hem yok; telaşsız olmalarının nedeni, karşı koyacak güç olmadığını düşünmeleri.


Otoriterlik ve tek merkezlilik rejimin ana yönetim karakteri olduğundan, bu rejime “başkanlık sultası” adı verilebilir. “Sulta” yerine onunla kısmen anlamdaş olan “velayet” terimi de kullanılabilirdi. Hatta kendini yönetmekten aciz olanların başına vasi atanmasına gönderme yaparak “başkanlık vesayet rejimi” de denilebilirdi. Burada, toplumun kendisinden ziyade, tüm yetkeleri tek bir kişiye devretmekte sorun görmeyen iktidar partisi yönetim kademeleri de anlaşılabilir. Bu kademeler, başlarına bir vasi atamış durumda değiller mi? İyi de, ilerde vasiye vasi atanması olasılığı yok mu ve bu olasılık son derece riskli değil mi?

Her neyse, biz yeni nesillerce daha anlaşılır olan “sulta” sözcüğünü benimseyelim. “Sulta” ile “sultan” yakınlığı da algılamayı kolaylaştırıyor. Zaten ülkenin dörtbir bucağında 101 pare top atışıyla cülus etmenin başka ne karşılığı olabilirdi ki? Tören anısına dağıtılan 1 TL’lik hatıra paralar da “cülus bahşişi” metaforuna tekabül ediyordu herhalde. Düğün arabası tarzında bir basitlikle süslenen Cumhurbaşkanı makam arabası da galiba yeni arabeskliklerin yaşamımızın bir parçası olacağını haberliyordu.

Bu arada, en hasından Cumhuriyet karşıtı/ Osmanlı özentisi bir anlam taşıyan cülus töreni başka simgesel anlamları da içermekteydi: 

Top atışları sadece sultanın cülusunu değil, yeni rejimin gürültülü bir açılışını simgeliyordu. 

Dinsel motifleri güçlü tutulan, azınlık dinleri temsilcilerini sahne önüne dizerek “inançlara saygı” müsameresinin malzemesine dönüştüren, Diyanet Başkanının Kuran okuyarak kutsadığı yeni rejimin kurucu başkanını (o nedenle yeniden bir 1. Cumhurbaşkanını) “muvaffakiyetler ihsan eyle ya rabbim” diyerek selamlayan bu tören, laikliği temel ilke olarak benimsemiş Cumhuriyetin adeta ruhuna Fâtiha okuma töreni gibiydi.
Törene katılan yabancı devlet adamlarının büyük çoğunluğunun çevre ülkelerin otoriter rejimlerinin veya Türkiye’nin ekonomik desteğine muhtaç ülkelerin temsilcilerinden oluşuyor olması da Tayyip Türkiye’sinin artık kendisini hangi ligde gördüğünün açık bir kanıtına dönüşmüştü. Formatlanan bu yeni Türkiye artık Avrupa ile Ortadoğu arasında “araf”ta kalmış bir ülkeye değil, adeta “benim Avrupa’da işim yok” diyen bir ülkeye tekabül etmekteydi.

Ama daha vahimi, yemin töreninden iki gün önce, 18 bin kişinin -bu arada içlerinde çok sayıda imzacı akademisyenin- kamudaki görevlerine son veren bir Kararnamenin yeni dönemin açılışına eşlik etmesiydi. Bu, nasıl bir rejime girildiğini bir türlü tam anlayamayan, OHAL’in kaldırılacak olmasına büyük umutlar bağlayan çevrelere adeta yeni bir şok uyarıcıydı.

Ama cülus töreni öncesindeki Cumhurbaşkanı “Andiçmesi”nin içeriği olsun, henüz zorunlu bir gelenek olmaktan çıkmamış olan Anıtkabir ziyareti olsun, yeni rejimin yeni dönemecinin hâlâ bir takiyeler (ikiyüzlülükler) zinciri üzerine inşa edilmek zorunda kalındığını, henüz herşeyi tamamen açık oynayabilecek aşamaya geçilemediğini göstermekteydi. (Herhalde 2023 vadesi bu eksikliklerin ikmali açısından kritik görülüyordur!). 

Nisan 2017 Referandumunda değiştirilmeyen (şimdilik değiştirilemeyen) hükümlerden olan Anayasanın 103. maddesi, “Cumhurbaşkanı, görevine başlarken TBMM önünde aşağıdaki şekilde andiçer” diyerek yemin metnini verir. Bu metinde, şimdiki rejim açısından iki önemli takiye varlığını korumaktadır. Birincisi, “Anayasaya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, Atatürk ilke ve inkılâplarına ve lâik Cumhuriyet ilkesine bağlı kalacağıma” bölümü, ikincisi ise “üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma” bölümüdür. (Aslında metnin diğer bölümleri açısından da, uygulamayla karşılaştırıldığında, ciddi sorunlar vardır: “Devletin bağımsızlığı”, “milletin bölünmez bütünlüğü” (…), “herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ayrılmamak” gibi…). Ben şu “tarafsızlık” üzerine “namusum ve şerefim üzerine andiçerim” tarafına daha çok takıntılıyım. Her ne kadar madde 101’in son fıkrasında yapılan değişiklikle “Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir” hükmü Nisan 2017’de kaldırılmışsa da, 103. Maddedeki bu yemin orada durdukça Cumhurbaşkanı Hazretlerinin AKP Genel başkanı olması mümkün değildir. 101’deki “varsa partisi ile ilişiği kesilir” ifadesini, “yoksa, partisi ile ilişiği kurulur” şekline dönüştüremezsiniz; hele de iktidar partisinin genel başkanlığı ile tarafsızlığı hiç bağdaştıramazsınız. Madde 103 varken, madde 101’in son fıkrasına zaten gerek yoktur. Dolayısıyla açık bir Anayasaya aykırılık durumu söz konusudur. Ama burada birinci takiyeye dönüyoruz: “Anayasaya bağlı kalmak” bir aldatmacadan başka bir şey değildir, hele ki AYM denetiminin içi boş bir kalıba dönüştüğü zamanlarda.

Yazıyı yazarken yeni rejimin Meclis’e hesap vermez ve kendilerinden hesap sorulamaz bakanları belli oldu. Çoğunluğu atanmışlardan oluşan bu bağımlı heyetin nitelikleriyle ilgilenmenin bir anlamı yoktur; ancak Cumhurbaşkanı Yardımcısı ile bakanlardan hesap sorulmasının niçin Cumhurbaşkanı için olduğu kadar zorlaştırılmış olduğu üzerine bir çift söz edilebilir: Bu zorlaştırma, aslında, bir Erdoğan Bayraktar düzenlemesidir. Çünkü Bayraktar, kendisini istifaya zorlayan Başbakan RTE’yi canlı yayında açıkça suçlayarak istifa ederken, aslında “zat-ı muhtereme” kendisi kadar bakanlarını da kollamak zorunda olduğunu uygulamalı biçimde öğretmişti.

                                                                 ***

Rejim değiştirmede yeni bir dönemeç alınırken, muhalefet ne yapıyor acaba? Rejim değişikliğini sıradanlaştırarak ona dolaylı bir katkı mı sunuyor yoksa bu değişikliğin gerçek içeriğine yönelik itirazlarını alçak perdeden yaparak edilgen bir tutum mu takınıyor? Bu sorular ayrı bir yazı konusu olabilir.

Bu arada rejim değişirken CHP içinde farklı toplum projelerine dayanmayan kişisel rekabetler hızlanıyor. CHP içinde her iki tarafın da sermayenin programı dışında özgün bir ekonomik programa sahip olmadığını bilerek ve herhangi bir tarafa yakın olmaksızın şunu saptayabiliriz: M. İnce, CHP kitlesini toparlayabildiği gibi onun dışına düşmüş bir kitleyi de çeşitli nedenlerle harekete geçirebildi. Bu, kendisinin becerileri kadar kitlelerin umuda olan susamışlığıyla da ilişkiliydi. Beş haftada partisinin oylarını 8 puan aşarak gerçekleştirdiği bu başarıyı, seçimden sonraki iki haftada çelişkili kurultay açıklamalarıyla ve zamansız kurultay çıkışıyla harcamış veya harcayacak gözüküyor. Anamuhalefette yerel seçimler öncesinde suların durulması mümkün olabilecek mi bilmiyoruz. Ama zaten buradan AKP/RTE’ye gerçek bir alternatif çıkmasını beklemenin ham hayal olduğunu düşünüyoruz.

Gene de olağanüstü kurultay restleşmesine ilişkin bir siyasi çıkarımda bulunalım: Siyasette haklılık veya haklı konumda kalabilmek önemli bir başlangıç konumudur. Bunu yitirmek, siyasi hedefleri de altüst edebilir. 

Oğuz Oyan / SOL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder