Sarah el Deeb’in, Kaşıkçı’nın dostlarından öğrendiğine göre, Suudi gazeteci İstanbul’u Arap muhaliflerin bir üssü haline getirmek istiyordu. Türkiye, ecdadının anavatanı idi ve “İstanbul’un zengin ve çok kültürlü bir merkez olduğu günlerdeki Osmanlı İmparatorluğu’nu yansıtıyordu”. Bu haliyle de Kaşıkçı’nın projesine son derece uygundu.
Bir söyleşisinde, John le Carré, “İstihbarat dünyasının en büyüleyici taraflarından biri”, diyordu, “Hizmet ettiği toplumun aynası olmasıdır. Eğer gerçekten ulusal psikolojiyi incelemek istiyorsanız, onu gizli dünyada arayın!”. Neredeyse iki ay oluyor, bu ülkede de herkes seferber olmuş, Kaşıkçı cinayetinin esrarını çözmeye çalışıyor: “Gizli dünya”da!
Suudi gazeteci, 2 Ekim 2018’de, İstanbul’da, ülkesinden gelen bir ekip tarafından vahşice öldürüldü. Oysa ortada ceset yoktu, aramalar başladı. Önce Konsolosluk binası araştırıldı; orada bir şey bulunamadı. Sonra Belgrad Ormanı tarandı; orada da bir şey yok! Bir ara Sultangazi’de bir otoparka terk edilmiş araca umutla koşuldu; yine düş kırıklığı! Suudi rezidansındaki su kuyusu, yeni boyanmış duvarlar, derken her şey incelendi; yok, yok, yok!
Oysa asıl aranması gereken, Kaşıkçı’nın kalıntılarından çok, bu cinayetin hangi gizli ilişkilere ışık tuttuğu değil miydi?
•••
“Gizli dünya”yı aydınlatmak bir romancı hayal gücünden çok, nesnel bir yaklaşım gerektiriyor. O halde biz de olayı tartışmaya iki nesnel tespitle başlayalım: 1) Cemal Kaşıkçı Suudi Arabistan vatandaşı idi; ABD’de gazetecilik yapıyordu ve Türkiye’de öldürüldü. Bu demektir ki olay, ilk planda, bu üç devleti ilgilendiriyor ve karşımıza uluslararası bir sorun olarak çıkıyor. 2) Kaşıkçı, siyasal bir cinayetin kurbanı oldu. Bu da bizi bir yandan Kaşıkçı’nın davasını, öte yandan da ilgili ülkelerin siyasal hesaplarını sorgulamaya götürüyor.
Önce Kaşıkçı’dan başlayalım. Gerçekten Cemal Kaşıkçı’nın davası neydi?
•••
Kaşıkçı’yı yakından tanıyanlar, onun başlangıçta radikal bir İslamcı olduğunu, fakat zamanla ılımlı bir İslam anlayışına yöneldiğini yazıyorlar. Yazarı olduğu Washington Post gazetesi de, Kaşıkçı’nın ölümünden sonra bu tezi destekler nitelikte bir yazı yayınladı. Yazı, bu yıl Nisan ayında, Denver Üniversitesi ile Washington’daki İslam ve Demokrasi Araştırma Merkezi’nin birlikte düzenledikleri toplantıda, Kaşıkçı’nın “baş-konuşmacı” olarak yaptığı sunuş idi.
Kaşıkçı, konuşmasına “Arap Baharı”yla başlıyor ve İslam’la demokrasinin bağdaşıp bağdaşmayacağını tartışıyordu. Ona göre, bu tartışma, Arap Baharı’nda “halkın, özellikle de bir kısmı selefîlerden oluşan gençlerin siyasi ve demokratik protestoları desteklemeleri ile” son bulmuştu. (WPost, 22 Ekim 2018). Arkadan gelen Mısır ve Tunus seçimleri de “Araplar demokrasiye hazır değiller” iddiasını çürütmüştü.
Oysa Suudi Arabistan yöneticileri bu kanıda değillerdi ve “mutlak monarşi”yi savunuyorlardı. Onlara göre, aslında Arap dünyasında demokratik bir özlem yoktu; bu nedenle de “Arap Baharı, İslamcılar ve Müslüman Kardeşler tarafından gasp edilmişti”. Mutlak monarşi yanlılarının bir kısmı da, Abdülhamid döneminde Arapları ayaklandırmaya çalışan reformist düşünür Abdurrahman Kavakibi’den esinlenerek, “müstebit’ül adl” (adil müstebit) tezini savunuyordu. Kaşıkçı ise bunlara katılmıyor ve Tunus örneğini veriyordu. Ona göre “Arap Baharı”, Arap dünyasını ikiye bölmüştü. Tunus, bazı Arap ülkelerine örnek olmalıyken, Suriye, Libya ve Yemen gibi ülkelerde, “demokrasi”, Afganistan tipi iç kavgalara yol açacaktı. Bu üç ülkede “acil ihtiyaç, iyi yönetimden çok, ölümlere son verecek bir mekanizma bulmaktı”.
•••
Kaşıkçı, konuşmasında ayrıntılı bir demokrasi tanımı vermiyor ve “demokrasi derken, bunu, özgürlük, denge, hesap verme, saydamlık gibi değerlerle örtüşen genel anlamda kullanıyorum” diyordu. “Arap Baharı”nın başarısızlığı, umutları zayıflatmıştı; bu konuda Batı yardımını gerekli gören yazar, Trump’ın demokrasiye hiç ilgi duymadığını, hatta Macron’un bile “Mısır ve Suudi Arabistan gibi ülkelerde büyük bir siyasal değişiklik olacağına inanmadığını” söylüyordu. Belki biraz da bu nedenle, Kaşıkçı, konuşmasında ülkesiyle bağları koparmıyor, “Prens Salman’ın Suudi Arabistan’da ciddi reformlara öncülük ettiğini” söylüyordu.“Bazı Suudi meslektaşlarım bana bunların desteklenmesi gerektiğini söylüyorlar; ben de destekliyorum” diyordu. Ayrıca makalelerinde siyasal İslam’ı övüyor ve son yazılarından birinde de (WPost, 28 Ağustos 2018) “eğer Müslüman ülkelerde bir çeşit demokrasi uygulanırsa, diyordu, vatandaşların önemli bir kısmı siyasal İslam partilerine oy verir”.
•••
Kaşıkçı’nın Arap dünyası ve demokrasi toplantısında sunduğu görüşler bunlardı. Oysa ölümünden sonra, AP Haber Ajansının Ortadoğu muhabiri Sarah el Deeb, yazar hakkında biraz farklı bir tablo çizdi. (21 Ekim 2018).
Sarah el Deeb’in, Kaşıkçı’nın dostlarından öğrendiğine göre, Suudi gazeteci İstanbul’u Arap muhaliflerin bir üssü haline getirmek istiyordu. Türkiye, ecdadının anavatanı idi ve “İstanbul’un zengin ve çok kültürlü bir merkez olduğu günlerdeki Osmanlı İmparatorluğu’nu yansıtıyordu”. Bu haliyle de Kaşıkçı’nın projesine son derece uygundu. Ülkede milyonlarca Arap göçmen vardı; Mısır askeri darbesinden kaçan binlerce Müslüman Kardeşler militanı İstanbul’a yerleşmişti. Bir sürü muhalif TV kanalı Türkiye’den yayın yapıyordu ve üye sayısı 800’ü bulan Arap Medya Derneği de İstanbul’u merkez seçmişti. Dernek üyelerinden biri, muhabire Kaşıkçı’nın derneğin danışmanları arasında olduğunu söylemişti.
Suudi infaz ekibi cinayeti biraz da sırtını ABD’ye dayayarak işlemişti. Suudi Arabistan petrol politikasıyla dünya ekonomisini sarsacak konumdaydı. Şimdi de “üstüme fazla gelmeyin; petrol fiyatlarını, 100, 200 dolara, hatta daha fazlasına çıkarırım” tehdidiyle piyasaları ürpertiyordu. Öte yandan da Salman’ın, ABD McKinsey şirketinin danışmanlığını yaptığı,
4 trilyon dolar erişimli “2030 Vizyonu” tüm emperyal metropollerin ağzını sulandırıyordu.
Bu tabloya göre Kaşıkçı sadece bir yazar değil, aynı zamanda bir siyaset adamıydı. Bu sıfatla da Suudi iktidarı’nın hedefi haline gelmiş ve Prens Salman onu karalamak için bir “troll ordusu” kurmuştu. O da boş durmuyor, “Elektronik Arılar” adını verdiği kendi troll grubunu oluşturuyordu. N.Y. Times’in (20 Ekim 2018) yazdığına göre son tweetlerinden birinde de “Arılar geliyor!” demişti. Öyle anlaşılıyor ki hunharca öldürülmesine Washington Post’taki yazılarından çok siyasal kavgası neden olmuştu. Sarah el Deeb, bu cinayetin “Türkiye’ye sığınmış muhaliflere yollanan soğuk bir mesaj” olduğunu yazıyor.
•••
İlginçtir ki Türkiye’de de benzer yorumlar yapılmış ve cinayetin Türkiye’ye gözdağı vermek için işlendiği ileri sürülmüştür. Örneğin, “Arap dünyasının aydınları bir süredir toplantılarını Türkiye’de yapıyorlar” diyordu A. Selvi; böylece muhaliflere “Bakın, çok güvendiğiniz Türkiye de sizin için güvenli değil. İstanbul’a gelir, sizi ortadan kaldırırız mesajı verilmişti”. (Hürriyet, 6 Kasım 2018).
Muhalifler, esas itibariyle, İhvan (Müslüman Kardeşler) militanlarıydı ve bu akımın Türkiyeli İslamcılarla hayli eskilere giden ilişkileri vardı. 1970’lerde İhvan düşünürü Seyyid Kutup İslamcıların çok etkilendikleri yazarlardan biri olmuş ve daha geçen yıl da Kaşıkçı’nın dostu Yasin Aktay “Seyyid Kutup” başlıklı (Pınar Yayınları, 2017) kolektif bir eser yayınlamıştı. Aktay “giriş” yazısında 20. yüzyıla damga vuran düşünürler arasında gördüğü Kutup’un “İslam’ı bireysel, toplumsal, ekonomik ve siyasal boyutlarıyla hayatı bütünüyle kuşatan bir din olarak” tanımladığını yazıyordu.
Aslında Mısır ve Suriye’deki ayaklanmalar Müslüman Kardeşlerin ikinci baharı olmuştu. O tarihlerde A. Dilipak, Yeni Akit sütunlarında (5 Aralık 2011) İhvan’ın kısa bir tarihçesini yapıyor ve “Arap dünyasının yeni liderliği belli olmuştur; dünya siyasetine yeni bir aktör çıkmaktadır” diyordu. 2012’de Mısır’da seçimleri kazanan Mursi, Devlet Başkanı olarak ilk ziyaretini Türkiye’ye yaptı ve AKP Kongresi’nde Erdoğan’ı övgülere boğdu. İzleyen dönemde de Rabia işareti Türkiye’de önemli bir siyasi mesaj haline geldi.
•••
Aslında AKP iktidarının İhvan’la ilişkileri siyasal hayatımızın gizli bahçesidir ve ilerde mutlaka bu konuda birçok araştırma yapılacaktır. Şimdilik şu söylenebilir ki, bu ilişkiler Erdoğan açısından, doktriner olmaktan çok, çevresinin de telkiniyle bir “liderlik” tutkusu içinde kotarılmıştır. Bu yüzden Kaşıkçı cinayetinden sonra izlenen siyaset, olay örtbas edilmedi diye Batı’da alkışlansa bile, bir noktadan sonra sorgulanmaya da başlamıştır. Örneğin Amerika’da N.Y. Times gazetesi (23 Ekim 2018) “Türkiye’nin oyunu ne?” diye soruyor; Almanya’da Süddeutsche Zeitung (24 Ekim 2018) “Erdoğan, Kaşıkçı olayını kendi için kullanmaya çalışıyor” diyor; İngiltere’de de The Guardian (26 Ekim 2018) siyasi hakların hiçe sayıldığı bir ülkede bu seferberliğin nedenlerini sorguluyordu. Birleştikleri nokta şuydu: Türkiye’de iktidarın asıl davası Sünni İslam’ın liderliği idi. On yıl önce Müslüman dünyaya “laik cumhuriyet” modeli olarak sundukları bu ülke, şimdi karşılarına bir çeşit “İslami cumhuriyet” bayrağı altında çıkıyordu. Kaşıkçı cinayeti de bu kavganın bir parçası yapılmıştı. Oysa bu husus, yine de işin az çok gizli yönüydü; reel politikada ise Kaşıkçı cinayeti farklı şekilde ele alınmıştı.
•••
AKP iktidarı bu cinayet karşısında aslında iki yönlü bir politika izledi. Erdoğan ve bakanlar başlangıçtan itibaren ihtiyatlı bir dil benimserken, AKP medyası her gün dünyaya yeni bir haber sunuyor, Batı medyasının “damla damla sızıntı stratejisi” dediği bir tutumla olayı aydınlatıyordu. Bu yöntem başarılı da oldu ve sonunda Suudi yetkililer cinayetin planlı olduğunu ve cesedin parçalara ayrılarak yok edildiğini kabul etmek zorunda kaldılar. Yine de siyasal açıdan en önemli nokta hala karanlıktaydı. Cinayet emrini kim vermişti?
Kamuoyuna sunulan bilgilere göre bu konuda kuşkuya yer yoktu; emir Salman’dan gelmişti; bu ülkede diktatör Prens’in bilgisi dışında hiçbir şey yapılamazdı. Oysa Erdoğan isim vermiyor ve bu arada da Suud Kralı ile görüşmeler yapıyordu. Hatta bir kez Prens Salman’la da -içeriği açıklanmayan- bir konuşma yaptı. Taktik belliydi: Dost Suudi Arabistan ve saygın Kral ayrılıyor, oklar Prens Salman’a çevriliyordu.
Uygulanan politika bu oldu ve bu da, göründüğü kadarıyla, Türkiye-Katar ittifakı ile Arap dünyası arasındaki kamplaşmayı daha da keskinleştirmekten başka bir şeye yaramadı. Bu ayrışmada Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas bile Prens’in yanında yer almış ve “Kral Salman’a ve Veliaht Prens Muhammed bin Salman’a tam güven duyuyoruz” demişti.
•••
Peki, bu arada ABD’nin tutumu ne oldu?
Trump, Başkan seçildikten sonra ilk seyahatini Suudi Arabistan’a yapmış ve iktidarla sıkı bağlar kurmuştu. Suudi Arabistan, İran politikasında da anahtar ülke konumundaydı ve bu da, en az oradan akacak milyarlarca dolar kadar önemliydi. Kaldı ki Trump, kamuoyu baskısı altında olayı kınasa da, “cinayet ABD’de işlenmedi; yazar da bizim vatandaşımız değil” diyor ve herhalde Kaşıkçı’nın, “5000’den fazla yalanını” ortaya koyan bir gazetenin yazarı olduğunu da unutmuyordu. Zaten Suudi infaz ekibi cinayeti biraz da sırtını ABD’ye dayayarak işlemişti. Suudi Arabistan petrol politikasıyla dünya ekonomisini sarsacak konumdaydı. Şimdi de “üstüme fazla gelmeyin; petrol fiyatlarını, 100, 200 dolara, hatta daha fazlasına çıkarırım” tehdidiyle piyasaları ürpertiyordu. Öte yandan da Salman’ın, ABD McKinsey şirketinin danışmanlığını yaptığı, 4 trilyon dolar erişimli “2030 Vizyonu” tüm emperyal metropollerin ağzını sulandırıyordu.
•••
Yine de Kaşıkçı cinayeti Suudi Arabistan’ın hiç de parlak olmayan imajını daha da kararttı ve Salman’ın iktidarını iyice sarstı. Hanedan ailesinde zaten bir sürü düşmanı olan Salman, ülkeye özgü saray darbeleri içinde bir süre sonra iktidardan da kovulabilir.
Oysa böyle bir olasılığın gerçekleşmesi bile AKP politikasının zaferi olacak mıdır?
Suudi Arabistan’dan gelen sesler olamayacağını gösteriyor. Kral’ın 19 Kasımda yaptığı konuşmada tamamen Salman’ın yanında yer alması ve “infaz ekibi”ne karşı iddianameyi hazırlayan savcıya övgüler yağdırması, ülkenin her şeye rağmen Türkiye’ye karşı birliğinin işaretleridir. Öyle görünüyor ki Erdoğan iktidarının, bağımsızlık kavgalarında Osmanlılara karşı Hıristiyan dünyayı imdada çağırmış ülkelere bugün lider olmaya çalışması, içerde dayanak bulamayacağı gibi, Arap dünyasında da Türkiye’yi daha fazla tecrit etmekten başka bir işe yaramayacaktır.
Taner Timur / BİRGÜN
Bir söyleşisinde, John le Carré, “İstihbarat dünyasının en büyüleyici taraflarından biri”, diyordu, “Hizmet ettiği toplumun aynası olmasıdır. Eğer gerçekten ulusal psikolojiyi incelemek istiyorsanız, onu gizli dünyada arayın!”. Neredeyse iki ay oluyor, bu ülkede de herkes seferber olmuş, Kaşıkçı cinayetinin esrarını çözmeye çalışıyor: “Gizli dünya”da!
Suudi gazeteci, 2 Ekim 2018’de, İstanbul’da, ülkesinden gelen bir ekip tarafından vahşice öldürüldü. Oysa ortada ceset yoktu, aramalar başladı. Önce Konsolosluk binası araştırıldı; orada bir şey bulunamadı. Sonra Belgrad Ormanı tarandı; orada da bir şey yok! Bir ara Sultangazi’de bir otoparka terk edilmiş araca umutla koşuldu; yine düş kırıklığı! Suudi rezidansındaki su kuyusu, yeni boyanmış duvarlar, derken her şey incelendi; yok, yok, yok!
Oysa asıl aranması gereken, Kaşıkçı’nın kalıntılarından çok, bu cinayetin hangi gizli ilişkilere ışık tuttuğu değil miydi?
•••
“Gizli dünya”yı aydınlatmak bir romancı hayal gücünden çok, nesnel bir yaklaşım gerektiriyor. O halde biz de olayı tartışmaya iki nesnel tespitle başlayalım: 1) Cemal Kaşıkçı Suudi Arabistan vatandaşı idi; ABD’de gazetecilik yapıyordu ve Türkiye’de öldürüldü. Bu demektir ki olay, ilk planda, bu üç devleti ilgilendiriyor ve karşımıza uluslararası bir sorun olarak çıkıyor. 2) Kaşıkçı, siyasal bir cinayetin kurbanı oldu. Bu da bizi bir yandan Kaşıkçı’nın davasını, öte yandan da ilgili ülkelerin siyasal hesaplarını sorgulamaya götürüyor.
Önce Kaşıkçı’dan başlayalım. Gerçekten Cemal Kaşıkçı’nın davası neydi?
•••
Kaşıkçı’yı yakından tanıyanlar, onun başlangıçta radikal bir İslamcı olduğunu, fakat zamanla ılımlı bir İslam anlayışına yöneldiğini yazıyorlar. Yazarı olduğu Washington Post gazetesi de, Kaşıkçı’nın ölümünden sonra bu tezi destekler nitelikte bir yazı yayınladı. Yazı, bu yıl Nisan ayında, Denver Üniversitesi ile Washington’daki İslam ve Demokrasi Araştırma Merkezi’nin birlikte düzenledikleri toplantıda, Kaşıkçı’nın “baş-konuşmacı” olarak yaptığı sunuş idi.
Kaşıkçı, konuşmasına “Arap Baharı”yla başlıyor ve İslam’la demokrasinin bağdaşıp bağdaşmayacağını tartışıyordu. Ona göre, bu tartışma, Arap Baharı’nda “halkın, özellikle de bir kısmı selefîlerden oluşan gençlerin siyasi ve demokratik protestoları desteklemeleri ile” son bulmuştu. (WPost, 22 Ekim 2018). Arkadan gelen Mısır ve Tunus seçimleri de “Araplar demokrasiye hazır değiller” iddiasını çürütmüştü.
Oysa Suudi Arabistan yöneticileri bu kanıda değillerdi ve “mutlak monarşi”yi savunuyorlardı. Onlara göre, aslında Arap dünyasında demokratik bir özlem yoktu; bu nedenle de “Arap Baharı, İslamcılar ve Müslüman Kardeşler tarafından gasp edilmişti”. Mutlak monarşi yanlılarının bir kısmı da, Abdülhamid döneminde Arapları ayaklandırmaya çalışan reformist düşünür Abdurrahman Kavakibi’den esinlenerek, “müstebit’ül adl” (adil müstebit) tezini savunuyordu. Kaşıkçı ise bunlara katılmıyor ve Tunus örneğini veriyordu. Ona göre “Arap Baharı”, Arap dünyasını ikiye bölmüştü. Tunus, bazı Arap ülkelerine örnek olmalıyken, Suriye, Libya ve Yemen gibi ülkelerde, “demokrasi”, Afganistan tipi iç kavgalara yol açacaktı. Bu üç ülkede “acil ihtiyaç, iyi yönetimden çok, ölümlere son verecek bir mekanizma bulmaktı”.
•••
Kaşıkçı, konuşmasında ayrıntılı bir demokrasi tanımı vermiyor ve “demokrasi derken, bunu, özgürlük, denge, hesap verme, saydamlık gibi değerlerle örtüşen genel anlamda kullanıyorum” diyordu. “Arap Baharı”nın başarısızlığı, umutları zayıflatmıştı; bu konuda Batı yardımını gerekli gören yazar, Trump’ın demokrasiye hiç ilgi duymadığını, hatta Macron’un bile “Mısır ve Suudi Arabistan gibi ülkelerde büyük bir siyasal değişiklik olacağına inanmadığını” söylüyordu. Belki biraz da bu nedenle, Kaşıkçı, konuşmasında ülkesiyle bağları koparmıyor, “Prens Salman’ın Suudi Arabistan’da ciddi reformlara öncülük ettiğini” söylüyordu.“Bazı Suudi meslektaşlarım bana bunların desteklenmesi gerektiğini söylüyorlar; ben de destekliyorum” diyordu. Ayrıca makalelerinde siyasal İslam’ı övüyor ve son yazılarından birinde de (WPost, 28 Ağustos 2018) “eğer Müslüman ülkelerde bir çeşit demokrasi uygulanırsa, diyordu, vatandaşların önemli bir kısmı siyasal İslam partilerine oy verir”.
•••
Kaşıkçı’nın Arap dünyası ve demokrasi toplantısında sunduğu görüşler bunlardı. Oysa ölümünden sonra, AP Haber Ajansının Ortadoğu muhabiri Sarah el Deeb, yazar hakkında biraz farklı bir tablo çizdi. (21 Ekim 2018).
Sarah el Deeb’in, Kaşıkçı’nın dostlarından öğrendiğine göre, Suudi gazeteci İstanbul’u Arap muhaliflerin bir üssü haline getirmek istiyordu. Türkiye, ecdadının anavatanı idi ve “İstanbul’un zengin ve çok kültürlü bir merkez olduğu günlerdeki Osmanlı İmparatorluğu’nu yansıtıyordu”. Bu haliyle de Kaşıkçı’nın projesine son derece uygundu. Ülkede milyonlarca Arap göçmen vardı; Mısır askeri darbesinden kaçan binlerce Müslüman Kardeşler militanı İstanbul’a yerleşmişti. Bir sürü muhalif TV kanalı Türkiye’den yayın yapıyordu ve üye sayısı 800’ü bulan Arap Medya Derneği de İstanbul’u merkez seçmişti. Dernek üyelerinden biri, muhabire Kaşıkçı’nın derneğin danışmanları arasında olduğunu söylemişti.
Suudi infaz ekibi cinayeti biraz da sırtını ABD’ye dayayarak işlemişti. Suudi Arabistan petrol politikasıyla dünya ekonomisini sarsacak konumdaydı. Şimdi de “üstüme fazla gelmeyin; petrol fiyatlarını, 100, 200 dolara, hatta daha fazlasına çıkarırım” tehdidiyle piyasaları ürpertiyordu. Öte yandan da Salman’ın, ABD McKinsey şirketinin danışmanlığını yaptığı,
4 trilyon dolar erişimli “2030 Vizyonu” tüm emperyal metropollerin ağzını sulandırıyordu.
Bu tabloya göre Kaşıkçı sadece bir yazar değil, aynı zamanda bir siyaset adamıydı. Bu sıfatla da Suudi iktidarı’nın hedefi haline gelmiş ve Prens Salman onu karalamak için bir “troll ordusu” kurmuştu. O da boş durmuyor, “Elektronik Arılar” adını verdiği kendi troll grubunu oluşturuyordu. N.Y. Times’in (20 Ekim 2018) yazdığına göre son tweetlerinden birinde de “Arılar geliyor!” demişti. Öyle anlaşılıyor ki hunharca öldürülmesine Washington Post’taki yazılarından çok siyasal kavgası neden olmuştu. Sarah el Deeb, bu cinayetin “Türkiye’ye sığınmış muhaliflere yollanan soğuk bir mesaj” olduğunu yazıyor.
•••
İlginçtir ki Türkiye’de de benzer yorumlar yapılmış ve cinayetin Türkiye’ye gözdağı vermek için işlendiği ileri sürülmüştür. Örneğin, “Arap dünyasının aydınları bir süredir toplantılarını Türkiye’de yapıyorlar” diyordu A. Selvi; böylece muhaliflere “Bakın, çok güvendiğiniz Türkiye de sizin için güvenli değil. İstanbul’a gelir, sizi ortadan kaldırırız mesajı verilmişti”. (Hürriyet, 6 Kasım 2018).
Muhalifler, esas itibariyle, İhvan (Müslüman Kardeşler) militanlarıydı ve bu akımın Türkiyeli İslamcılarla hayli eskilere giden ilişkileri vardı. 1970’lerde İhvan düşünürü Seyyid Kutup İslamcıların çok etkilendikleri yazarlardan biri olmuş ve daha geçen yıl da Kaşıkçı’nın dostu Yasin Aktay “Seyyid Kutup” başlıklı (Pınar Yayınları, 2017) kolektif bir eser yayınlamıştı. Aktay “giriş” yazısında 20. yüzyıla damga vuran düşünürler arasında gördüğü Kutup’un “İslam’ı bireysel, toplumsal, ekonomik ve siyasal boyutlarıyla hayatı bütünüyle kuşatan bir din olarak” tanımladığını yazıyordu.
Aslında Mısır ve Suriye’deki ayaklanmalar Müslüman Kardeşlerin ikinci baharı olmuştu. O tarihlerde A. Dilipak, Yeni Akit sütunlarında (5 Aralık 2011) İhvan’ın kısa bir tarihçesini yapıyor ve “Arap dünyasının yeni liderliği belli olmuştur; dünya siyasetine yeni bir aktör çıkmaktadır” diyordu. 2012’de Mısır’da seçimleri kazanan Mursi, Devlet Başkanı olarak ilk ziyaretini Türkiye’ye yaptı ve AKP Kongresi’nde Erdoğan’ı övgülere boğdu. İzleyen dönemde de Rabia işareti Türkiye’de önemli bir siyasi mesaj haline geldi.
•••
Aslında AKP iktidarının İhvan’la ilişkileri siyasal hayatımızın gizli bahçesidir ve ilerde mutlaka bu konuda birçok araştırma yapılacaktır. Şimdilik şu söylenebilir ki, bu ilişkiler Erdoğan açısından, doktriner olmaktan çok, çevresinin de telkiniyle bir “liderlik” tutkusu içinde kotarılmıştır. Bu yüzden Kaşıkçı cinayetinden sonra izlenen siyaset, olay örtbas edilmedi diye Batı’da alkışlansa bile, bir noktadan sonra sorgulanmaya da başlamıştır. Örneğin Amerika’da N.Y. Times gazetesi (23 Ekim 2018) “Türkiye’nin oyunu ne?” diye soruyor; Almanya’da Süddeutsche Zeitung (24 Ekim 2018) “Erdoğan, Kaşıkçı olayını kendi için kullanmaya çalışıyor” diyor; İngiltere’de de The Guardian (26 Ekim 2018) siyasi hakların hiçe sayıldığı bir ülkede bu seferberliğin nedenlerini sorguluyordu. Birleştikleri nokta şuydu: Türkiye’de iktidarın asıl davası Sünni İslam’ın liderliği idi. On yıl önce Müslüman dünyaya “laik cumhuriyet” modeli olarak sundukları bu ülke, şimdi karşılarına bir çeşit “İslami cumhuriyet” bayrağı altında çıkıyordu. Kaşıkçı cinayeti de bu kavganın bir parçası yapılmıştı. Oysa bu husus, yine de işin az çok gizli yönüydü; reel politikada ise Kaşıkçı cinayeti farklı şekilde ele alınmıştı.
•••
AKP iktidarı bu cinayet karşısında aslında iki yönlü bir politika izledi. Erdoğan ve bakanlar başlangıçtan itibaren ihtiyatlı bir dil benimserken, AKP medyası her gün dünyaya yeni bir haber sunuyor, Batı medyasının “damla damla sızıntı stratejisi” dediği bir tutumla olayı aydınlatıyordu. Bu yöntem başarılı da oldu ve sonunda Suudi yetkililer cinayetin planlı olduğunu ve cesedin parçalara ayrılarak yok edildiğini kabul etmek zorunda kaldılar. Yine de siyasal açıdan en önemli nokta hala karanlıktaydı. Cinayet emrini kim vermişti?
Kamuoyuna sunulan bilgilere göre bu konuda kuşkuya yer yoktu; emir Salman’dan gelmişti; bu ülkede diktatör Prens’in bilgisi dışında hiçbir şey yapılamazdı. Oysa Erdoğan isim vermiyor ve bu arada da Suud Kralı ile görüşmeler yapıyordu. Hatta bir kez Prens Salman’la da -içeriği açıklanmayan- bir konuşma yaptı. Taktik belliydi: Dost Suudi Arabistan ve saygın Kral ayrılıyor, oklar Prens Salman’a çevriliyordu.
Uygulanan politika bu oldu ve bu da, göründüğü kadarıyla, Türkiye-Katar ittifakı ile Arap dünyası arasındaki kamplaşmayı daha da keskinleştirmekten başka bir şeye yaramadı. Bu ayrışmada Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas bile Prens’in yanında yer almış ve “Kral Salman’a ve Veliaht Prens Muhammed bin Salman’a tam güven duyuyoruz” demişti.
•••
Peki, bu arada ABD’nin tutumu ne oldu?
Trump, Başkan seçildikten sonra ilk seyahatini Suudi Arabistan’a yapmış ve iktidarla sıkı bağlar kurmuştu. Suudi Arabistan, İran politikasında da anahtar ülke konumundaydı ve bu da, en az oradan akacak milyarlarca dolar kadar önemliydi. Kaldı ki Trump, kamuoyu baskısı altında olayı kınasa da, “cinayet ABD’de işlenmedi; yazar da bizim vatandaşımız değil” diyor ve herhalde Kaşıkçı’nın, “5000’den fazla yalanını” ortaya koyan bir gazetenin yazarı olduğunu da unutmuyordu. Zaten Suudi infaz ekibi cinayeti biraz da sırtını ABD’ye dayayarak işlemişti. Suudi Arabistan petrol politikasıyla dünya ekonomisini sarsacak konumdaydı. Şimdi de “üstüme fazla gelmeyin; petrol fiyatlarını, 100, 200 dolara, hatta daha fazlasına çıkarırım” tehdidiyle piyasaları ürpertiyordu. Öte yandan da Salman’ın, ABD McKinsey şirketinin danışmanlığını yaptığı, 4 trilyon dolar erişimli “2030 Vizyonu” tüm emperyal metropollerin ağzını sulandırıyordu.
•••
Yine de Kaşıkçı cinayeti Suudi Arabistan’ın hiç de parlak olmayan imajını daha da kararttı ve Salman’ın iktidarını iyice sarstı. Hanedan ailesinde zaten bir sürü düşmanı olan Salman, ülkeye özgü saray darbeleri içinde bir süre sonra iktidardan da kovulabilir.
Oysa böyle bir olasılığın gerçekleşmesi bile AKP politikasının zaferi olacak mıdır?
Suudi Arabistan’dan gelen sesler olamayacağını gösteriyor. Kral’ın 19 Kasımda yaptığı konuşmada tamamen Salman’ın yanında yer alması ve “infaz ekibi”ne karşı iddianameyi hazırlayan savcıya övgüler yağdırması, ülkenin her şeye rağmen Türkiye’ye karşı birliğinin işaretleridir. Öyle görünüyor ki Erdoğan iktidarının, bağımsızlık kavgalarında Osmanlılara karşı Hıristiyan dünyayı imdada çağırmış ülkelere bugün lider olmaya çalışması, içerde dayanak bulamayacağı gibi, Arap dünyasında da Türkiye’yi daha fazla tecrit etmekten başka bir işe yaramayacaktır.
Taner Timur / BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder