Sovyetler Birliği’nin ilk halk eğitim komiseri Lunaçarski 1909 tarihli “Düşünen eylem adamları” başlıklı makalesinde Atinalı Glykon’un yaptığı Farnese Herkülü’ndeki (Yunan mitolojisinde Herakles) bir tuhaflıktan bahseder. Tuhaflık, heykelin kafasının küçüklüğüyle, heybetli gövdesinin oluşturduğu tezattır.
Herakles, Lunaçarski’ye göre “büyük eylemcilerin en büyüğü, ağır emeğin tanrılaşması” gibi bir şeydi. Bu yarı-tanrı, insanın doğaya karşı yenilmez saldırma ve dayanma gücünü simgeler.
Tanrılar düzenine başkaldırıp ilk insanı yaratan ve medeniyetin yolunu açan ateşi tanrılardan çalarak ona hediye eden, bu yüzden de zincire vurulan Prometheus’u esaretten kurtaran da odur.
Lunaçarski hayatı gelgitlerle dolu, tutkulu ama bunların aklını esir almasına izin verdiği ölçüde çelişkili, bir yarı tanrı olarak fazla çilekeş ve mücadeleci Herakles’in heykelinde bir başka hüzün görmektedir. “Acaba” diye sorar “Mutlu mudur?” Tüm kahramanlığına rağmen “bu ağır emekçilerin en büyüğü, yüce eylemin, yorulmak bilmez çabanın büyük simgesi hoşnut mudur?” Hayatından demek istiyor.
Heykelde tam da böyle bir anı görürüz çünkü, girdiği kavgadan zaferle çıkmış Herakles’in bir anlık duraksaması, yorgun ama düşünceli hali...
Zafer sonrası bir anında dahi tam olarak tatmin olamadığı görülen Herakles’i düşünen Lunaçarski onun nezdinde milyonlarca emekçiye soruyordu aslında soruyu. Bitmek tükenmek bilmeyen günlük “çok önemli” işlerden, kavgalardan, bunları başarmaktan ya da başaramamaktan ama en önemlisi de böyle geçen bir hayattan memnun musunuz?
Halbuki bir anlık durup düşünseniz, tabloya şöyle bir baksanız acaba başka neler görünecek gözünüze? Acaba başka türlü bir hayat mümkün müdür? Şimdi heykele tekrar bakınca o heybetli gövdede kafanın böylesine küçük görünmesi biraz daha trajik bir hal alıyor.
Doğayla mücadele içinde ve egemen sınıfların esareti altında emekçilerin düşünecek halleri yoktu, dolayısıyla kafaları küçük kalmak durumundaydı. Egemenler için tam tersi, “Köle sahipleri ekmek kaygusu çekmedikleri için felsefe yapıyorlardı, çünkü ekmeklerini köleler veriyordu onlara” diyor ya Melih Cevdet Defne Ormanı şiirinde. Ama devamında söyledikleri kapitalizme uygun değil, değişiklik de burada. Şiir şöyle devam ediyor “Köleler ekmek kaygusu çekmedikleri için felsefe yapmıyorlardı, çünkü ekmeklerini köle sahipleri veriyordu onlara.”
Bugünse tabloda bir değişiklik olduğunu söylemek durumundayız.
Kapitalizmin akla, bilime ve her türlü insani değere aykırılığıyla, yönetsel zorbalığı paralel büyüdü. Uzun süredir dünyayı gövdesi iri ama kafası küçükler yönetiyor. Herhangi bir ülkenin yönetici elitine bakarsanız rahatlıkla görülecektir.
Kapitalizmde, ücretli kölelikte de diyebiliriz, köleler gibi önüne hazır ekmek konulmayan emekçiler ekmek kaygısı çekiyorlar ve bu yüzden felsefe de yapmak zorundalar. Zaten yaptılar da, Marksizm de bu zorunluluktan doğdu. “Bugünün en büyük düşünürü basit bir işçinin kendisinden başka bir şey değildir” diye bitiriyor Lunaçarski’nin makalesi.
O yüzden patron sınıfı önce emekçilerin bedenine değil de aklına saldırıyor. Çünkü onlar bu dev sırtın kaslarının korkunç bükülüşlerinden değil de, “şu iki kaşın arasında alın kasının oluşturduğu küçücük bir çıkıntıdan korkarlar”. Bir düşünme ve sorgulama anından.
Sadece son iki güne bakalım.
Yerel seçimlerde Manisa’da eski bir AKP’li vekili, Ordu’da ülke tarihine adını kalitesizliğiyle yazdırmış bir AKP’li bakan eskisini destekleme kararı alan CHP ve İzmir’deki “sosyal demokratların” ipliğini pazara çıkaran İZBAN işçilerinin grevini yasaklayan AKP’li Cumhurbaşkanı... Ve solsuz bir seçim pusulasında parlayacak memleketin tek umudu, işçi sınıfının mührü.
Emekçilerin düşünceli bir şekilde kaşlarının çatılmaya başladığını hissedebiliyoruz. Umutsuz olmak kafası küçülenlerin işi olsun, kaşları çatılanlar nasılsa buluşur.
VOLKAN ALGAN / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder