Şu 31 Mart gelse de hep birlikte ne olacağını bir görsek. Çünkü fevkalade sıkıldım. Yalanlardan, dolanlardan sıkıldım. Bangır bangır bağıran ama sözleri anlaşılmayan seçim şarkılarını duymaktan sıkıldım. Abuk sabuk afişlerin her an karşıma çıkmasından sıkıldım. Üstüne bir de yapmayın, etmeyin denildiği halde Gebze-Halkalı tren hattının fütursuzca devreye sokulmasından sıkıldım. Yolum Bostancı istasyonuna düştü ve insanların yarım yamalak işletilen trene güle oynaya bindiğini gördüm. Canım sıkıldı, ben de kişisel tarihimin bir parçası olan benim trenlerimi yazmaya karar verdim. Pek çoğumuzun çocukluk trenlerini yazdım.
Çocukluğumun kenti Antep’te yaz tatili geldi mi, evde bir heyecan olurdu, tamam
İstanbul’daki akrabalara gidilecek. Denize girilecek, müzeler, saraylar gezilecek ama en çok trene binilecek. Antep’ten İstanbul’a en az bir buçuk gün sürecek tren yolculuğu, sadece benim değil, ailenin tümünün en keyif aldığı zamanlardı. Kara tren tek kişinin inip binmediği küçücük istasyonlarda bile dururdu. Kimi istasyonlarda giyimleri bize hiç benzemeyen, ayakkabıları her an ayaklarından fırlayan çocuklar, “hey gazete, hey gazete!” diye usulca yoluna devam eden trenin peşinden koşarlardı.
Trenin durduğu bazı istasyonlar o kadar ıssız olurdu ki, trene yol veren makasçıdan başkası görünmezdi. Çocukken bile bu ıssızlık beni korkuturdu. Yıllar geçmiş olmasına rağmen hâlâ istasyonların ıssızlığı beni korkutur. Zaman durmuş gibidir. Yaşama dair hiçbir ipucuna rastlanmaz. Nâzım Hikmet çok sevdiğim oyunu “Yolcu”da, böyle bir ıssız istasyonda, zorunlu olarak birbirlerine bağlı bir kadın ve iki erkeğin macerasını anlatır. Issızlık ve uzaklık oyunun dördüncü kişisi gibidir. Ama tren şen şakrak istasyonlarda da durur. Tren tekerlekleri raylara sürünüp kıvılcımlar çıkararak durmaya çalışırken, telaşla sevdiklerini karşılamaya koşanların yüzlerindeki sevinç, tren durduğunda mutlu seslenmeler, sıcacık kucaklamalar insanın aklını başından alır.
Tren yolculuğu, her an değişen bir coğrafyada maceraya, heyecana yol almaktan başka bir şey değildir. Ama benim çocukluk trenlerimde, en sevdiğim zamanlar, annemin özenle hazırladığı kumanyalarımızı yediğimiz o nefis “anne köfteleri”ni yediğimiz zamanlardır. Bugün bile zaman zaman o “anneköfteleri”nin lezzetini damağımda hissederim, kara trenin isli kokusuyla birlikte gelir beni kuşatır.
Yazarlığımın tıfıl zamanlarında, o zamanlar bizim için hayal kentleri olan Doğu kentlerine gitmek, bende dayanılmaz bir hal alıyordu. Bunun için, gene yanımda “anne köfteleri”, Haydarpaşa’dan Doğu Exspresi’ne biniyorum. Önümde kaç günlük bir zaman var bilmiyorum. Kompartımanımda yemenisi nedeniyle yüzünü tam seçemediğim gebe bir kadın, onunla birlikte seyahat eden üç erkek, öğretmen olduğunu düşündüğüm genç bir adam ve ben varız. Yol uzun, ilk kez bu yolculukta bilmediğim bir dille karşılaşıyorum benim ülkemde çok geniş bir coğrafyada konuşulan, benim yabancı olduğum bir dille, Kürtçeyle.
O yolculukta ilk kez, kadınların suskunluğunun ne olduğunu anlamıştım. Bütün yol boyunca, yüzü yemeniyle örtülü kadınla konuşmaya çalışmış ama kadının yanındaki erkeklerin “o konuşamaz” sözleriyle öylece kalakalmıştım. Bütün bu yolculuğun sonunda sadece onun adını öğrenebilmiştim, o da öğretmen olduğunu en başta tahmin ettiğim genç adamın yardımıyla, adı Keçe’ydi, 12 yaşındaydı ve gebeydi.
Trenlerimi anlatmaya saatlerce devam edebilirim ama artık benim trenlerim yok.
Şimdilerde tren denince insanların ve benim aklıma, nedeni çok belli kazalar ve ölümler geliyor. Bir de geliyorum diyen tehlikeye karşı şaşılacak duyarsızlığımız. Neden çok değil, yirmi yirmi beş kişi rayların üstüne yatıp, trenlerimizin ölüm treni olmaması için bir protesto eylemi yapamıyoruz? Ben en çok buna yanıyorum, bu işteki sorumluluğumu yerine getiremedim.
Gerisi boş.
Işıl Özgentürk / CUMHURİYET
Not: 2000’li yılların başında İsveç’te büyük bir protesto eylemi yapıldı. Ülkede her cumartesipazar charter uçakları, iyi aile babalarını özellikle çocuk seksi için Tayland’a götürüyordu. O gün yüzlerce insan kendilerini piste kenetlediler. Uçaklar kalkamadı ve olay büyüdü. O günden sonra cumartesi- pazar Tayland’a giden uçak kalmadı.
Çocukluğumun kenti Antep’te yaz tatili geldi mi, evde bir heyecan olurdu, tamam
İstanbul’daki akrabalara gidilecek. Denize girilecek, müzeler, saraylar gezilecek ama en çok trene binilecek. Antep’ten İstanbul’a en az bir buçuk gün sürecek tren yolculuğu, sadece benim değil, ailenin tümünün en keyif aldığı zamanlardı. Kara tren tek kişinin inip binmediği küçücük istasyonlarda bile dururdu. Kimi istasyonlarda giyimleri bize hiç benzemeyen, ayakkabıları her an ayaklarından fırlayan çocuklar, “hey gazete, hey gazete!” diye usulca yoluna devam eden trenin peşinden koşarlardı.
Trenin durduğu bazı istasyonlar o kadar ıssız olurdu ki, trene yol veren makasçıdan başkası görünmezdi. Çocukken bile bu ıssızlık beni korkuturdu. Yıllar geçmiş olmasına rağmen hâlâ istasyonların ıssızlığı beni korkutur. Zaman durmuş gibidir. Yaşama dair hiçbir ipucuna rastlanmaz. Nâzım Hikmet çok sevdiğim oyunu “Yolcu”da, böyle bir ıssız istasyonda, zorunlu olarak birbirlerine bağlı bir kadın ve iki erkeğin macerasını anlatır. Issızlık ve uzaklık oyunun dördüncü kişisi gibidir. Ama tren şen şakrak istasyonlarda da durur. Tren tekerlekleri raylara sürünüp kıvılcımlar çıkararak durmaya çalışırken, telaşla sevdiklerini karşılamaya koşanların yüzlerindeki sevinç, tren durduğunda mutlu seslenmeler, sıcacık kucaklamalar insanın aklını başından alır.
Tren yolculuğu, her an değişen bir coğrafyada maceraya, heyecana yol almaktan başka bir şey değildir. Ama benim çocukluk trenlerimde, en sevdiğim zamanlar, annemin özenle hazırladığı kumanyalarımızı yediğimiz o nefis “anne köfteleri”ni yediğimiz zamanlardır. Bugün bile zaman zaman o “anneköfteleri”nin lezzetini damağımda hissederim, kara trenin isli kokusuyla birlikte gelir beni kuşatır.
Yazarlığımın tıfıl zamanlarında, o zamanlar bizim için hayal kentleri olan Doğu kentlerine gitmek, bende dayanılmaz bir hal alıyordu. Bunun için, gene yanımda “anne köfteleri”, Haydarpaşa’dan Doğu Exspresi’ne biniyorum. Önümde kaç günlük bir zaman var bilmiyorum. Kompartımanımda yemenisi nedeniyle yüzünü tam seçemediğim gebe bir kadın, onunla birlikte seyahat eden üç erkek, öğretmen olduğunu düşündüğüm genç bir adam ve ben varız. Yol uzun, ilk kez bu yolculukta bilmediğim bir dille karşılaşıyorum benim ülkemde çok geniş bir coğrafyada konuşulan, benim yabancı olduğum bir dille, Kürtçeyle.
O yolculukta ilk kez, kadınların suskunluğunun ne olduğunu anlamıştım. Bütün yol boyunca, yüzü yemeniyle örtülü kadınla konuşmaya çalışmış ama kadının yanındaki erkeklerin “o konuşamaz” sözleriyle öylece kalakalmıştım. Bütün bu yolculuğun sonunda sadece onun adını öğrenebilmiştim, o da öğretmen olduğunu en başta tahmin ettiğim genç adamın yardımıyla, adı Keçe’ydi, 12 yaşındaydı ve gebeydi.
Trenlerimi anlatmaya saatlerce devam edebilirim ama artık benim trenlerim yok.
Şimdilerde tren denince insanların ve benim aklıma, nedeni çok belli kazalar ve ölümler geliyor. Bir de geliyorum diyen tehlikeye karşı şaşılacak duyarsızlığımız. Neden çok değil, yirmi yirmi beş kişi rayların üstüne yatıp, trenlerimizin ölüm treni olmaması için bir protesto eylemi yapamıyoruz? Ben en çok buna yanıyorum, bu işteki sorumluluğumu yerine getiremedim.
Gerisi boş.
Işıl Özgentürk / CUMHURİYET
Not: 2000’li yılların başında İsveç’te büyük bir protesto eylemi yapıldı. Ülkede her cumartesipazar charter uçakları, iyi aile babalarını özellikle çocuk seksi için Tayland’a götürüyordu. O gün yüzlerce insan kendilerini piste kenetlediler. Uçaklar kalkamadı ve olay büyüdü. O günden sonra cumartesi- pazar Tayland’a giden uçak kalmadı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder