25 Nisan 2019 Perşembe

Gelecek için umut var kötümserliğe teslim olunmamalı - BİRGÜN

“AKP’nin geçmiş seçim deneyimleri ve sicili gösteriyor ki zafiyeti affetmez. Cumhurbaşkanı önceki oylamada “atı alan Üsküdar’ı geçti” diyerek bunu açıkça doğrulamıştır da. Bana göre kazanılan İstanbul seçimlerinin aynı akıbete düşmemesi örgütlü çalışmanın eseridir. Helal olsun ve ders olsun"

Seçimlerin ardından başlayan mazbata tartışması ve AKP’nin seçim yenilgisini bir türlü hazmedememesinin yankıları sürüyor. Öte yandan ekonomik kriz her alanda kendini daha fazla hissettiriyor. Bakan Berat Albayrak’ın Türk ekonomisine dair yaptığı sunum ise krizin yükünün emekçilerin sırtına yükleneceğini net biçimde gösterdi. BirGün Pazar ekibinin her ay Prof. Dr. Korkut Boratav’la gerçekleştirdiği söyleşinin bu ayki konuları bunlardı. Boratav, seçimlerde AKP’nin kaybetmesini halkın örgütlü duruşuyla açıklarken krize karşı hükümetin planını ise ‘emekçiden alıp burjuvaziye vermek’ diye özetliyor.

• Perşembe günü, Financial Times gazetesinde yayınlanan haberlerin birisi, “Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası rezervlerini yapay olarak şişiriyor” idi. Cumhurbaşkanı Erdoğan da aynı gün, bu habere tepki gösterdi. Financial Times’ın iddiasını siz nasıl yorumluyorsunuz?
Şöyle bir hesap vardır: Bankaların Merkez Bankası’na vermeleri gereken zorunlu karşılıkların, TCMB tarafından belirlenen bir oranı dövizlerden oluşur. Bankalara aidiyeti devam den bu dövizler Merkez Bankası brüt rezervlerini şişirir. Son verilere göre Merkez Bankası’nın brüt rezerv toplamı 75 milyar dolar. Bu miktara bankalara ait olan; ancak TCMB’de tutulan döviz karşılıklarını çıkarırsak net rezervleri elde ederiz. Bu hesaba göre muhtemelen 28 milyar civarında net rezerv görülüyor. Fakat Financial Times’ın eleştirisi şu: “Merkez bankası bankalardan zorunlu karşılıkların dışında kısa vadeli borç olarak rezervlerini şişiriyor. Bunlar indirilirse net rezervler, aslında, 16 milyar dolardır.” 
Financial Times, bu tespiti üzerine “yatırımcılar”dan görüş almış. Bunlar, aslında gerçek anlamda yatırımları, yani sermaye birikimini değil; “paradan para kazanma” peşinde olan Batılı rantiyelerin paralarını yöneten finansal şirketlerin danışmanları… Ve aslında kabili muhatap olmaması gereken insanlardır; finans kapitalin ayak takımıdır. Bunlar parazit rantiyelerin komisyonları yaşarlar. Mesela bunlardan birisi, kendisini “Türkiye uzmanı” olarak tanıtan Tim Ash isminde biridir. Bu son haberden sonra hemen “Perde arkasında olup bitenler rahatsızlık yaratıyor. Anlaşılıyor ki, ister net, ister brüt olsun Merkez Bankası’nın elinde TL’yi koruyabilecek döviz rezervi yoktur” diye ahkâm kesti. Türkiye’nin ve TCMB’nin bu gibi adamlara muhatap olması üzücüdür.
Bu konuda şunu söylemem lazım: Bizler Merkez Bankası istatistiklerine güvendik ve güvenmeye devam etmek istiyoruz. Merkez Bankası’nın da rezervlerde ve diğer konularda bu türden yorumlara söz bırakmaması; istatistiklerini olduğu gibi açıklaması lazım. 

ALBAYRAK CİDDİYE ALINMADI

• Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, 10 Nisan’da Türkiye’de ekonomik programa ilişkin bir sunum yaptı. Ardından da Washington’da çeşitli toplantılarda bu sunumunu paylaştı. Burada ortaya konulan programı nasıl değerlendiriyorsunuz.
Bu sunumlar, en azından Türkiye’nin borç krizinin eşiğinde olduğunun açık itirafıdır. Seçim kampanyası boyunca Cumhurbaşkanı ve bakan Nisan’da yeni bir reform programımızı sunacağız diye beklenti yarattılar. Niçin yeni bir program? Eylül’de ilan edilen Yeni Ekonomi Politikası nerede? Demek ki Eylül programını uygulayamadılar ki, yedi ay sonra yeni bir reform programı gerekiyor. 
Peki, ortaya ne çıkardılar? Albayrak 10 Nisan’da powerpoint sunumunu ekrandan gördükleriyle anlattı. Ekonomi basını, biraz önce “yatırım uzmanları” meraklı beklediler “yeni programı”. Eylül’deki Yeni Ekonomi Politikası da powerpoint grafikleriyle sunulmuştu; ama o program aynı zamanda 20-25 sayfalık bir belge olarak, tablolarla, ayrıntılı istatistiklerle yayımlandı. 10 Nisan’da ise çıka çıka 8-10 tane grafik ve damat Albayrak’ın sözlü sunumu çıktı. Programın belgesini aradığımızda sadece bakanın konuşmasının bant çözümü çıktı. Bu da Hazine ve Maliye bürokrasisinin bir ayıbıdır. Böyle bir program belgesi olamaz. Bant çözümünün Türkçesi bile düzeltilmemiş. Anlaşılmayan, meramı karışık ifadeler var. 
Nitekim, Türkiye’deki sunumu izleyen yabancı uzmanlar ne bakanın sözlü sunumunu, ne de bant çözümünü ciddiye almadı. Washington’daki sunum daha da ağır eleştirilere maruz kaldı. Üstelik o sunum daha JP Morgan’ın organize ettiği kapalı bir toplantıda yapılmış. JP Morgan kim? Yaklaşık bir ay önce BDDK ve SPK tarafından ağır bir suçlamayla hakkında soruşturma başlatılan yatırım bankası… Ne kadar hızla aklandı ki, bakan kendisini JPMorgan’ın konukseverliğine ve altyapısına teslim etmiş. 
Bakan, sunumunda “Türkiye bir borç krizine girmedi; ama eşiğindedir” demiş oluyor. Ve böyle bir krizi geçiştirmenin yöntemlerine kısaca, üstünkörü değiniyor. 

TÜRKİYE DIŞ BORÇ KRİZİNİN EŞİĞİNDE

• Ne öneriliyor çözüm olarak?
Bankalarla ilgili somu tek bir önlem var: Üç kamu bankasının sermayeleri 27 milyar liralık hazine kredisiyle (tahviliyle) desteklenecek. Niye? Burada da bir örtülü itiraf var. Kamu bankalarının yapay düşük faizli kredi pompalaması ile üstlendikleri seçim finansmanı, bilançolarını bozmuştur da ondan. 27 milyar lira yeterli midir? Ucu ne kadar açıktır bilemeyiz. Ne var ki böyle bir aktarım kamu dengelerini bozacaktır. 
Gelelim özel bankalara. Sunumda geçen ifadeyi aynen tekrarlıyorum: “Özel bankalarda kredi yapılandırmalarında 2018’de kârların dağıtılmaması ve buna benzer bir dizi adım ??? planlanıyor.” “Buna benzer bir dizi adım…” gibi gayri ciddi ifadeler bakanlık belgelerine yakışmaz. Ne demek “kârların dağıtılmaması?” 
Bakan, “sıkıntılı kredilerin kurtarılması zamana yayılması ve yapılandırılmasından” söz ediyor. Yani, batık kredilerin kurtarılması operasyonu… Kimler kurtarılacak? Adresini de veriyor: Bugünkü iktidarın ayrıcalıklı sektörleri: İnşaat ve enerji… Bu sektörlerdeki batık şirketleri kurtarma operasyonunun finansmanında iki tane de fon kurulacakmış. 
Ne yapılacak? Cevaben önce tuhaf ifadeler var: “Dünyanın en iyi ülke örnekleri taranıyor; dünyada en başarılı modeli ülkemize uyarlayacağız…” Hangi ülkeler? Nedir bu model? Sonunda şu ifadeler yer alıyor: “Enerji ve inşaat gibi batık kredilerin yoğunlaştığı iki sektörde sorunlu varlıkları borç hisse takası ile dışarı çıkarak bankalarımızın bilançolarını daha iyi hale getireceğiz”. Bu ne demek? Enerji ve inşaat sektörlerindeki batık krediler banka alacaklarından ayıklanacak. Peki, ne olacak? Bankaların bilançolarını iyileştirecek; ama batık kredilerin hesaptan çıkarılması için bunların bir şekilde temizlenmesi gerekir. “Enerji ve gayrimenkul sektörleri için iki tane fon kurulacak” deniliyor. Batık krediden fon kurulmaz; batık kredinin finansmanı için fon kurulur. Batı literatüründe bu tür borç temizleme düzenlemelerinde batık kredilerin yığıldığı “kötü banka” devreye girebilir. Belki de özel sektörün batık borcunu Hazine’nin üstlenmesi tasarlanmaktadır. 

EMEKTEN ALIP BURJUVAZİYE AKTARMA PLANI

• Emek cephesi açısından Kıdem Tazminatına ilişkin düzenleme gündeme geldi.
Krize çare olarak önerilen “yapısal uyum” terimi ile, aslında, krizin maliyetini emekçilere yükleme yöntemleri kastedilir. 10 Nisan’daki öneriler, Eylül’de ilan edilen Yeni Ekonomi Politikası (YEP) belgesinde vardı. Onlar da IMF’nin beş ay önceki Türkiye raporundan türetilmişti: Kıdem tazminatı fonu ve bireysel emeklilik sigortası (BES)… Bunlar tekrar gündeme geliyor. Bugün uygulanan kıdem tazminatı sistemi, Türkiye’nin sosyal refah devletinin son kalıntılarından biridir. Ve ücretlilere sağlanan kısmi bir istihdam güvencesidir. Fon kurulduğu andan itibaren bu güvence yok olur. Çünkü işveren için, ücretlileri işten çıkarmanın maliyeti ortadan kalkar. İlaveten BES de zorunlu hale getirilecek; birikimlerinin de katılacağı daha fon kıdem tazminatı fonuyla birleşecek. Emekçilere karşı yüz kızartıcı ikinci bir operasyon böylece oluşuyor. Aynen tekrarlayayım: “Sistemde biriken fonların sermaye piyasaları üzerinden reel sektöre ve ülkemizin sürdürebilir büyümesine kanalize edilmesini sağlayacağız”… Yani ücretlilerin katkılarıyla oluşan bu fon özel sektörün finansman kaynağını oluşturacak. Devam ediyor: “Artık şirketlerimiz çok daha kolay ucuz ve uzun vadeli bir biçimde yeni yatırımlarını finanse edebilecekler. Stratejik sektörlerdeki projeler için de ek kaynak oluşturmuş olacağız.” İşte krize çözüm yolları bu. 

DIŞ BORÇ KRİZİ TÜRKİYE’Yİ IMF ÇÖZÜMÜNE SÜRÜKLÜYOR

• Sizin IMF’siz IMF programı olarak tanımladığımız program, dış borç krizi ile birlikte nasıl bir yönde ilerleyecek? Türkiye özel sektörün borçlarını ödemek zorunda mı?
Türkiye’nin bugün 440 milyar dolarlık dış borcu var. Bunun yüzde 30’u devletin geri kalanı özel sektörün. Türkiye’nin dış borçları ağırlıklı olarak özel sektör sorunudur. Bu sorunun çözümü nasıl olmalı? Borçlu ve alacaklı arasındaki ilişkinin devleti ilgilendirmemesi gerekir. Zira, uluslararası bankalar Türkiye’de bir bankaya sendikasyon kredisi vermişlerse, Türkiye ekonomisinin ve kredi açılan bankanın özel koşullarına bakarak; ortalamayı aşan riskleri göze alarak geleneksel faizlere bir marj eklemişlerdir; ödeme koşullarını ona göre düzenlemişlerdir. Kredi ödenmezse özel mülkiyet sisteminin kurallarına göre zararı sineye çekerler. İflas noktasına gelirse iflas masasının kuyruğuna girerler. Devlet özel sektörün, bankaların batık kredilerini üstlenmez. Birincisi bu. 
İkincisi şu: Borç krizi stratejik sektörlerde iflaslara yol açarsa, müflis şirketin kamulaştırılarak işletilmesini gerekebilir. Ne var ki, damat Albayrak’ın ima ettiği inşaat sektöründe olası batık şirketler stratejik değildir; niçin devletleştirilsin? 
Üçüncü olarak gelelim devlet borçlarına. Kamu borçlarının Türkiye Cumhuriyeti tarafından ödenmesi savunulabilir. Devletin dövizli borçları esasen çok yüksek değildir. Bu borçların önemli bölümü ihraç edilen Türk Liralı devlet tahvil ve hazine bonolarının yabancı yatırımcılar tarafından satın alınmasından doğan borçlardır. Anaparaları ve faizleri TL ile ihraç edilen bu borçlar için Türkiye toplumunun bilinçli vatandaşları, bunların TL ile ödenmesini kabul edebilir. Ama bunların dış dünyaya transferi yabancı rantiyelere döviz tahsis yükümlülüğü yoktur. 
Bu şu anlama geliyor: Siyasi iktidar (veya Hazine) tarafından sermaye hareketlerinin (döviz transferlerinin) kontrolü… IMF dahi kalıcı olmamak koşuluyla kriz koşullarında döviz kontrollerine yeşil ışık yakmıştır. Türkiye krizi üzerine Ağustos’ta ilginç bir makale yazan Nobel ödüllü Krugman da bu öneriyi Türkiye’ye tavsiye etmiştir. “Dış borçların bir bölümü ödenmemeli…” demiştir. Batık dış borçların özel sektöre ait olan bölümünün ödenmemesi normaldir; devlete ait TL borçları ise sadece TL ile ödenebilir… 
Böyle bir uygulama Türkiye’ye girecek sıcak parayı durdurur. Demek ki o zaman Türkiye ekonomisinin spekülatif finans kapitale bağımlı olan zafiyetlerinin tedavisi de bu öneriyi yapan insanların sorumluluğuna girer. İktidar yapamıyorsa, “iktidarı hak etmiyorsun suçlaması” da bizim hakkımız olur. Ekonomi eğer varlığını ve normal gelişim temposunu sadece ve sadece spekülatif finans kapital akımlarıyla sürdürecek bir yapıda ise; bu bozukluğun onarılması iktidar olma iddiasında olan her siyasi akımın görevi olmalıdır. Her muhalefetin de görevi olmalıdır. 

SOSYALİST PARTİ VE AKIMLAR IMF’YE TESLİMİYETE KARŞI TAVIR ALMAK ZORUNDADIR

• Emekten yana muhalefetin bu eksende karşı duruşunun temelinde ne olmalı?
Ben bu teşhisten hareketle şunu söylüyorum: Bakan Albayrak’ın batık şirket ve banka borçlarını kurtaracak bir fon oluşturma önerisinin uzantısı, IMF’nin 2001’de Türkiye’ye uygulattığı operasyondur: Batık bankaların ve bankaların kredilerinin Hazine tarafından devralınması; IMF’nin devlete açtığı kredinin de bunun finansmanına tahsisi… Devlet bu krediyi IMF’ye sonraki yıllarda kemer sıkma politikaları ile oluşan bütçe fazlaları ile ödemiştir. 
İşte bu formül Türkiye’nin de gündemine gelecektir. Albayrak’ın sunumunda muğlak bırakılan o kurtarma fonları son tahlilde IMF’den gelecek bir büyük kaynak aktarımıyla tutarlı hale gelir. Veya bizim bilemediğimiz öngöremediğimiz istisnai kara para akımlarını gerektirir. Emekçileri ezen kriz koşullarını onlar için çok daha ağırlaştıracak olan IMF-türü seçeneklere karşı sadece iktidara hitap etmekle kalmamamız lazım. Türkiye’nin şu anda muhalefet sorumluluğunu üstlenmiş olanların IMF çözümüne karşı çıkması lazım. 
Bu nedenle sosyalistler IMF’ye teslimiyete karşı sistematik bir tavır almak zorundadır. Çok ağır koşullarda krizin bunalımını yaşayan Türkiye’nin emekçilerine bir de ilaveten dış borç finansmanın yükünü dahi yıkmak büyük bir insafsızlık olur. CHP’nin kafası karışıktır. Sorumluluk sosyalistlere düşüyor.
***

FAŞİZME GİDİŞE KARŞI FRENE BASILDI

• Seçimler öncesinde yaptığımız söyleşilerden birinde şöyle bir tespitiniz vardı. Özellikle CHP merkezine dönük eleştirilerimiz olsa bile yerel yönetimlerdeki CHP varlığının özgürlük alanlarının savunulması bakımından önemine dikkat çekip buraya çok önemsiz bir şeymiş gibi yaklaşmamak lazım gibi bir şey demiştiniz. Buradan hareketle seçim sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’nin en gelişmiş büyük kentlerinin, Bursa hariç, hemen hemen tümünde muhalefetin başarılı olması çok önemli bir kazanımdır. Faşizme gidiş sürecini frenleyen, belki durduran, belki de tersine döndürebilecek bir olumlu adım olarak görülmelidir. Özgürlük alanlarımız çok kısıtlanmıştı. Demokratik kitle örgütleri, mühendislerin, hekimlerin, avukatların, mali müşavirlerin vb.lerinin meslek örgütleri teslim olmamıştı ve özgürlük alanları olarak varlığını koruyorlardı. Bu alanlara yerel yönetimlerin de katılması çok önemli bir kazanım olacaktır. 
Millet ittifakı içinde seçimlere katlan muhalefetin parti sınırları dışındaki akımlara, sola açılmış olması, bu konuda iyimserlik getiriyor. Tunceli’de TKP’nin belediye başkanlığı da tarihsel bir kazanımdır. İstanbul seçimlerinde CHP örgütünün, tabanının çalışmaları, bu insanların cumhuriyet devrimcisi özelliklerini, dinamizmini doğrulamıştır. Gelecek için umut vermiştir; kötümserlik dalgasına teslim olmanın ne kadar yanlış olduğunu ortaya koymuştur. Hepsini, seçilenleri, militanları sevinç, takdir ve tebrikle karşılamamız lazım. İleride de birlikte çalışmamız; mümkün mertebe katkı sağlamamız lazım.
• İstanbul seçimleri daha iktidarın itiraz süreci ile birlikte daha özel bir anlam kazındı. Bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
AKP’nin geçmiş seçim deneyimleri ve sicili gösteriyor ki zafiyeti affetmez. Cumhurbaşkanı önceki oylamada “atı alan Üsküdar’ı geçti” diyerek bunu açıkça doğrulamıştır da. Bana göre küçük bir fakla kazanılan İstanbul seçimlerinin aynı akıbete düşmemesi örgütlü çalışmanın eseridir. Helal olsun ve ders olsun. Demek ki örgütlü dinamizm, faşizme baskın çıkıyor. Yurttaşların tutkulu, ödünsüz dinamizmi iktidar tarafından oluşturulmuş olan YSK’yı bile etkileyebilmiştir. AKP’nin İstanbul seçimlerinin yenilenmesine dair itirazı, bir anlamda devlet bürokrasisini tamamen teslim alamadıklarının itirafıdır. 
• Önümüzdeki dönemi iktidar ve toplumsal muhalefet açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
İktidar geçmiş sicilinden umulan baskıcı / faşizan tepkiyi mi gösterecek? Halk iradesinin sonucunu zorunlu olarak sineye mi çekecek? Yani, Turgut Özal ve Süleyman Demirel gibi mi davranacak? Bu iki siyasi şahsiyet Türkiye sağ siyasetinin zirve noktasını temsil eder. İktidardaki “günahlarını” silmemesine rağmen, siyasi hayatları boyunca halkın iradesine saygı göstermek olgunluğunu göstermişlerdir. En açık örnek Turgut Özal’dır. Ecevit ve Demirel için siyaset yasağı uygulanmasını referanduma taşıdı; yenilgiyi sineye çekti; iktidarı terk etmeyi de bildi. Süleyman Demirel de parlamenter demokrasiyi milli cephe sicili ile lekeledi; ama yenilgiye uğradığı her dönemde şapkasını alıp gitmeyi de bildi. Yerel seçimler iktidarı değiştirmez; ama yarın için bir sınama olarak önem taşıyor.
BİRGÜN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder