8 Nisan 2019 Pazartesi

Prof. Dr. Taner Timur ile 31 Mart seçimlerini ve olası gelişmeleri konuştuk: Kimliğini koru ama faşizmi de unutma! - BERKANT GÜLTEKİN

Bir demokrat, sosyalist ya da Marksist, karşısındaki faşizan tehlikeye göre tutum almalı. Geniş demokrasi cephesine katılmalı ama elbette kimliğini de kaybetmemeli. Bu çok klasik ve tüm tarihin ortaya koyduğu bir gerçektir.

BirGün’ün sayfalarından ‘politik muhabbetler’ eksik olmaz. Hatta okuyucularımız, gazetede kimi zaman politik haber dışında içerik bulamamaktan şikâyet eder. Bu eleştirilere hak vermemek elde değil.


Ancak yine de politika konuşmaya doyamıyoruz! Çünkü memleketin sürekli değişen hızlı gündemi içinde, biraz soluklanıp, sakin kafayla düşünülmesi ve hakkında anlık reflekslerden ziyade, esaslı şekilde fikir üretilmesi gereken bazı yakıcı meseleler var. İşte bu gayeyle, bugünden itibaren ‘Politik Muhabbetler’ faslını açıyoruz. Umarız mevcut gürültünün içinde anlamlı notalar basabilir, toplumsal düşünceye iğne ucu kadar da olsa katkıda bulunabiliriz. Politik Muhabbetler’in ilk konuğu, son dönem yazılarını BirGün Pazar’dan da takip ettiğiniz, uzun yıllardır Türkiye’nin sosyal bilimler literatürüne eşsiz eserler kazandıran Prof. Dr. Taner Timur oldu. Ülkemizin en nitelikli entelektüellerinden olan Taner Hoca’nın karşısına gazetemizin yazarlarından Güven Gürkan Öztan ile birlikte oturduk ve 31 Mart yerel seçimleri ekseninde enine boyuna memleket siyasetini konuştuk.

REJİM, İSTİKRARSIZ ŞEKİLDE YOL ALACAK

• Yeni rejimin kurumsallaşması tartışması bir süredir yapılıyor. 31 Mart sonuçları tartışmaya yeni bir boyut ekledi. Ortaya çıkan manzaranın, rejimin kırılganlığını gösterdiği ifade edilmeye başlandı. Siz de Haziran (2018) seçiminden önce, bir yazınızda, “Bu anormal durum ne kadar sürebilir? 24 Haziran seçimleri köklü ve kalıcı bir değişikliğin başlangıcı olabilir mi?” diye sormuştunuz. Nisan 2019’da buna nasıl bir yanıt verirsiniz?
Bence de sonuçlar rejimin kırılganlığını gösteriyor. Çünkü bu seçimlerde koalisyon (Cumhur İttifakı) genel olarak yüzde 50’nin üzerinde alsa bile, ekonomik, siyasi ve kültürel bakımdan ülkenin en önemli üç şehrini, yani can damarlarını kaybetti. Bunu kaybetmemek için ellerinden geleni de yaptılar. Özellikle Cumhurbaşkanı, daha çok da İstanbul’da, devlet başkanı sıfatını değil de, parti başkanı sıfatını sonuna kadar kullanarak, zaman zaman da bir il-ilçe başkanı gibi konuşarak seçime müdahale etti. Bütün bunlar bir araya gelince, otoriter tek adam rejiminin, daha istikrarsız bir şekilde yol alacağını tahmin edebiliriz. 
• Erdoğan seçim akşamı yaptığı konuşmasında, kaybettikleri yerler için, “Gönüllere giremedik” dedi. Siz ne dersiniz; AKP’nin bu yenilgisi gönüllere girememekle mi, yoksa ekonomiden siyasete uzanan bir dizi yapısal problemle mi ilgili?
“Gönüllere ve mutfaklara giremedik” deseydi bence daha doğru bir ifade olurdu! Çünkü bütün anketler gösteriyor ki, her ülkede seçmen davranışını en çok etkileyen şey genelde iktisadi faktörler oluyor. Bill Clinton bir seçim zaferini sorgulayanlara “İş ekonomide, şaşkın” demişti. Ayrıca Türkiye’de ne yazık ki insan hakları faktörü çok daha az önemseniyor. Yanlış hatırlamıyorsam anket verilerine göre, insan hakları konusu, Türkiye’de seçmenlerin oy tercihinde ilk sıralara ancak yüzde 5 gibi bir oranda giriyor. 
Gönüllere girememek konusuna geri dönersek, bana göre gönüller son yıllarda zaten soğumaya başlamıştı. Yüzde 50’nin üzerinde oy aldığı durumda bile, seçmenlerinin belirli bir kısmının daha çok çıkar hesaplarıyla davrandığı kanısındayım. Ya da bu seçimde yoğun bir şekilde yapıldığı gibi “beka sorunu” ve yaratılan korku etkili oluyordu. 2015’den beri AKP seçimlere hep “ya biz, ya kaos” ikilemi ile giriyor. Özellikle iş çevrelerine büyük bir “kriz” korkusu salıyor.

YÜZDELERİN ÖTESİNDE BİR ANLAM VAR…

• Güven Gürkan Öztan: Cumhur İttifakı taşrada oylarını büyük oranda muhafaza etse de büyükşehirleri kaybetti. Üç büyükşehrin dışında, Adana, Antalya ve Mersin… Büyük kentlerdeki huzursuzluğun kaynağı nedir? Öte yandan bunun muhalefet açısından anlamı ne olabilir?
Burada bir şeyi hatırlatayım. Siz teorik olarak bilirsiniz ama ben o dönemleri yaşadım. Yetmiş yıl önce Demokrat Parti (DP) iktidara gelirken, zafere kıyı illerinden başlamıştı. İzmir mesela o zaman Demokrat Parti’nin kalesiydi. Çünkü DP, başlangıçta daha özgürlükçü ve demokrat bir rejim vaat ediyordu. Daha ilk yıllarında maskesi düştü, o ayrı mesele. Dikkat ederseniz, AKP kıyıları tamamen kaybetmiş durumda; en çok da Anadolu’nun dünyadaki gelişmelerden pek az haberdar, muhafazakâr kesimleri üzerinde etkili. Bu neyi gösteriyor? Uygarlık tarihi hep deniz kıyılarının önemini göstermiştir. Özgür düşünce, ticaret, iletişim en önce deniz kıyılarında gelişmiştir. Kıyı kesimleri bugün de dünyayı daha iyi okuyan, daha dinamik ve uyanık kesimlerdir. Elbette bunlar kıyılarla sınırlı değil; tüm dünya dillerinde, toplumsal sınıfların yanı sıra, “ülkenin sağlam kuvvetleri”, “zinde kuvvetleri” gibi sözcükler de var. Henüz ‘aydın/entelektüel’ kavramı icat edilmeden, bu gibi kavramlar mevcuttu. Habermas, Almanya’da “aydın” kavramının tarihçesini anlatırken “Geist”la (ruh, akıl) başlayan birçok kavram sayar. Marx’da 18 Brümer’de III. Napolyon rejimini anlatırken “zihni yetenekler”i (die geistigen Kapazitäten) temsil eden kategorilerden söz ediyordu. Şunu söylemek istiyorum. Bu seçim sonuçlarının ortaya koyduğu tablo, yüzdelerin ötesinde, bir de bilinç düzeyi açısından değerlendirilmelidir ki, burada muhalefetin büyük bir avantajının olduğu açık. Zaten seçmenlerin eğitim düzeyiyle ilgili anketler de bunu açıkça gösteriyor.
• GGÖ: Özgürlükçü taleplerle birlikte, büyükşehirler ekonomik krizin etkisini hissetme bakımından, daha fazla tepki vermiş olabilir mi?
Elbette, bunu mutlaka dikkate almak lazım. Özellikle İstanbul’da, küçük şehirlerdeki daha az masraflı yaşam ve aracıların çok daha küçük kâr marjlarıyla çalışması gibi bir durum yok. İstanbul gibi, insanlarının çoğu orta sınıf ve emekçi olan, geçim derdinin de çok daha büyük olduğu kentlerde iktidara daha fazla tepki verilmiş olması doğal. Hatta beka algısı, korku şantajı, yapay tanzim satışları gibi geçici faktörler olmasa, İstanbul’u çok daha büyük farkla kaybedebilirdi. Kısa vadeli ve yapay metotlar olmasaydı, gördüğüm kadarıyla, iktisadi güçlükler, enflasyon, yokluk daha fazla etki edebilirdi. Cumhurbaşkanı ‘terör’ korkusunu ‘biber ve domates’ terörüne kadar yaydı…

AYRIŞMA ‘SUNİ’ DEYİP DIŞARIDA KALINMAMALI

• 31 Mart seçimleri öncesinde bazı çevreler, Türkiye’deki mevcut siyasi kamplaşmanın suni; Cumhur ile Millet ittifaklarının birbirlerinden farksız olduğunu savunarak, kendi mantıklarına göre ‘denklemin dışında kalmayı’ tercih ettiler. Solun böyle bir durumda, “Bu mücadele bizi ilgilendirmez” ne kadar doğru?
Şimdi burada “suni” diye dışarıda kalırsanız, istatistiklere bile pek girmeyecek marjinal oylar alıp seçim sürecini tamamlarsınız. Veya seçmen sandığına bile gitmezsiniz. Bence bu ikisi de doğru bir karar değil. Bir demokrat, sosyalist ya da Marksist, karşısındaki faşizan tehlikeye göre tutum almalı. Geniş demokrasi cephesine katılmalı ama elbette kimliğini de kaybetmemeli. Bu çok klasik ve tüm tarihin ortaya koyduğu bir gerçektir. Hatta Beyoğlu’nda Alper Taş’ın yaptığı gibi iddialı bir aday da olunmalıdır. Burada önemli olan karakterini kaybetmemektir. 
• GGÖ: Mesela, kimilerince, “Mansur Yavaş’ın siyasi geçmişine, İmamoğlu’nun söylemlerine bakın” gibi çok basit argümanlar kullanıldı bu süreçte. “Aslında bunların AKP’den farkı yok, ehven-i şere mahkûm olmak doğru değil” gibi bir akılla hareket etti kimi çevreler…
E biri “ehven-i şer” olsa bile, öbür türlü hepten yok olacaksın. Yaşam alanında faşizan güçler yükselirken ona cephe almıyorsan, sonunda sen de yok olur gidersin. Siyasetle ilgisi olmayan insanlar bile bunu düşünmeli. Şu an Türkiye’nin tam bir diktatörlüğe döndüğü söylenemez, ama gidişat bu yönde. Tayyip Bey’in siyasette önde gelen referansı Abdülhamit, siyasal İslamcılıkta ise Necip Fazıl ve Büyük Doğu ideolojisi… AKP içerisinde tam bir dikta var ve AKP iktidarda olduğu için, bu, ülkede de son derece etkili oluyor. Buna karşı tavır almayanlar, “ikisi de kötü” şeklinde bir mazeretle kaçamaz. Tüm otoriter rejimlerin kanunudur: Sıra bir gün susanlara da gelir.
***

FARKLI BİR DÜNYADAYIZ FARKLI ANALİZLER GEREKLİ

• Alper Taş’ın Beyoğlu adaylığından da bahsetmekte yarar var. Beyoğlu’nda çok olumlu ve uzun yıllar sonra solun halkla bütünleştiği bir kampanya süreci yaratıldı. Taş bunu, “Sokakta kazandık” diye tanımladı. Beyoğlu deneyiminin, Türkiye solunun hafızasında uzun yıllar yer edeceğini tahmin etmek güç değil. Gelecekte de böyle örnekler yaratmak için, sizce çağımızdaki sol hareketler nasıl bir rota izlemeli ve hangi özelliklere sahip olmalı?
Yorumuna katılıyorum. Soruya gelince bu son derece önemli ve yanıtı da bu söyleşinin boyutlarını çok aşar. Aslında Türkiye’de gündemin ilk maddesini bu sorunun oluşturması gerekirdi. Oysa çağdaş emperyalizmin teknolojik olanakları ve beyin yıkama mekanizmaları bu tartışmayı sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada da çok kısıtlıyor. Bugün 1910’lardan çok farklı bir dünyada yaşıyoruz ve klişelerle değil, tarihi maddeci kuramdan hareket ederek, önce somut durumların somut analizini yapmaya çalışmalıyız. Şahsen bu konuyla ilgili bazı düşüncelerimi ayrı bir makalede sunmak istiyorum.
 BERKANT GÜLTEKİN / BİRGÜN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder