Türkiye’nin bugünkü ortamı, bence, faşizme gidiş (veya “sürükleniş”) özellikleri taşıyor. Bu bozulma, bugüne özgü değildir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ve Demokrat Parti (DP) iktidarı yıllarında benzer, karanlık dönemlerden geçtik. Bunlar, 12 Mart ve 12 Eylül darbe (“askerî faşizm”) yıllarından farklı olduğu için de bugünü andırmaktadır.
Geçen hafta bu köşede 1940’lı yıllara baktım. Bugün de 1950’li yılların ikinci yarısında yaşanan faşizme gidiş sürecini hatırlatmak istiyorum. Dönemin ayrıntılı, önemli incelemeleri Cem Eroğul’un (Demokrat Parti: Tarihi ve İdeolojisi, İmge) ve Şevket Çizmeli’nin (Menderes: Demokrasi Yıldızı?, Arkadaş) kitaplarında var.
* * *
Tek parti (CHP) iktidarının son yılları: Düşün ve siyaset alanlarında çokseslilik ortadan kaldırılmış yoğun bir anti-komünist söylem topluma egemen olmuş… Mayıs 1950’de DP iktidarı bu ortamı devraldı ve sürdürdü.
İktidara gelişinin ikinci ayında Menderes hükümeti, Kore savaşına asker yollamayı kararlaştırdı ardından NATO üyeliği için başvurdu. Bir buçuk yıl sonra Türkiye’nin NATO’ya katılması kesinleşti.
1950-1951’de, ABD siyasetini, Senatör McCarthy’nin başlattığı anti-komünist kampanya biçimlendirmekteydi. Emperyalizmle askerî ve siyasî bütünleşmenin Türkiye’yi de aynı raya oturtması kaçınılmazdı. Barışseverler Cemiyeti, hükümetin Meclis kararı olmaksızın Kore’ye asker göndermesini protesto edince Başkan Behice Boran ve arkadaşları tutuklandı yargılandı hüküm yedi.
Esasen DP’nin çok katı bir anti-komünist çekirdeği de vardı. Bir örnek Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri’dir. Köy Enstitüleri’ni tamamen tarihe karıştıracak kampanyayı, büyük ölçüde “bu okullardaki komünist sızmalar” savına dayandırdı. Başbakan Menderes de işine geldiğinde “milli bünyemizi tehdit eden memleketin aleyhine ajanlık yapan solcular” söyleminden yararlanacaktı.
1951’de Ceza Kanunu değiştirildi. Ünlü 141-142. maddeler, komünist liderler için idam komünizm propagandası için ağır cezalar içererek ağırlaştırıldı. Sonraki on yıl boyunca eğitim, sanat, edebiyat, basın dünyaları saçma-sapan “komünist avları” ile renklenecekti. 6-7 Eylül olaylarının bir “komünist tertibi” olduğu Fuat Köprülü tarafından Meclis’te ileri sürüldü çok sayıda sicilli komünist (örneğin Aziz Nesin, Kemal Tahir) derdest edildi aylarca yargılanmadan gözaltında tutuldu.
* * *
Anti-komünizm elbette tek başına faşizm değildir. DP iktidarının temsilî demokrasinin asgarî kurallarını adım adım çiğnemesi, “faşizme gidiş” sürecini de başlatmış oldu.
Bu bozulmanın ardında, 1950’li yılların ikinci yarısında bir hayli etkili bir aydın muhalefetinin gelişmesi adım adım CHP ile dirsek temasına geçmesi yattı.
1950 ve 1954’te yüzde 53 ve 57’lik iki ezici seçim zaferi, Menderes ve çevresi için bu muhalefeti tasfiye etme rejim-dışına atma yetkisi olarak yorumlandı. Ana öğeleri sıralamakla yetinelim:
Memurların, yargıçların, üniversite öğretim üyelerinin yasal güvenceleri kaldırıldı “aykırı” gidenler görevden alındı emekliye sevk edildi. Ünlü ve muhalif çok sayıda öğretim üyesi üniversitelerinden uzaklaştırıldı. Basın kanunu değişti cezaevlerini tanıyan gazetecilerin sayısı hızla arttı.
Parlamenter muhalefetin hareket alanı giderek daraltıldı. Millet Partisi mahkeme kararıyla kapatıldı dokunulmazlıkları kaldırılan muhalif milletvekilleri, CHP Genel Sekreteri tutuklandı yargılandı kimileri hüküm yedi. Muhalefete, başta İnönü’ye dönük sokak saldırıları yaygınlaştı. Parlamenter siyasetin dışında “Vatan Cephesi örgütlemeleri” iktidar tarafından başlatıldı.
Son adım, 28 Nisan 1960’ta Tahkikat Komisyonu’nun yasalaşması ile atıldı. Milletvekillerinden oluşan bu Komisyon, hemen hemen sınırsız yargı yetkileriyle donanmaktaydı. İtiraz, temyiz yolları kapalı kılınmıştı. Yaygınlaşan görüşe göre, Komisyon önce CHP’yi kapatacak sonra da çok parti rejimine son verecekti.
Birkaç yıldan beri muhalif hocalar ile öğrenciler arasında yakın ilişkiler dayanışmalar oluşmaktaydı. Tahkikat Komisyonu’na ortaklaşa tepki, yaygın öğrenci protestolarına, çatışmalara dönüştü. 27 Mayıs 1960 darbesi bu ortamda gerçekleşti ve Türkiye’nin “faşizme geçiş” sürecini durdurdu.
* * *
Bu yazı, 27 Mayıs’ın elli dördüncü yıldönümüne yayımlanacak. Önceki kuşakların sosyalistleri, devrimcileri 27 Mayıs’ı istisnasız olumlu karşıladılar desteklediler.
Örnek olarak Nazım’ın 28 Nisan’da öldürülen Vedat Demircioğlu’nu anan “Beyazıt Meydanındaki Ölü” şiirini Vedat Türkali’nin “Bir Gün Tek Başına” romanını hatırlatayım.
Haklıydılar. Nitekim, 27 Mayıs’la birlikte Türkiye’yi bir kez daha çoksesliliğe taşıyan sol ve sosyalist düşüncelerin yaygınlaşmasını mümkün kılan yirmi yıllık, sancılı, ama aydınlık bir dönüşüm de başlamış oldu. Her aşamada Türkiye’nin tutucu, gerici güçlerinin engelleriyle karşılaştı onlara rağmen ilerledi. Zira, faşizme geçiş sürecinin tamamlanması önlenmişti.
Korkut Boratav / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder