İslamcı iktidarın İstanbul’u yitirmemek için umutsuzca çırpınması boşuna değildi. Her şeyini ortaya koyması, üç ay içinde olmadık ittifaklara/dışlamalara yönelmesi, hata üstüne hata yapmayı göze alması, son bir simgesel zafere şiddetle ihtiyaç duymasındandı. Çünkü yönetememe sorunları giderek büyümekteydi. AKP siyaseti okuma becerilerini tüketmişti; iddiası/ufku kalmamıştı ve yönetemiyordu. Daha önemlisi, otokratın her derde deva olacağını sandığı monolitik yönetim biçimi beklenenin tersine partisi içinde dahi sindirilememiş, örtük eleştirilerin odak noktasına yerleşmiş, partide ahenksiz sesler artmıştı.
Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi (CYS) denilen ucube yönetim yapısının eleştirilerin odağına yerleşmesi yalnızca AKP-içi siyaset yapma teamüllerine uyum sağlayamaması, tek kişide aşırı güç yoğunlaşmasının karar alma sürecinde hatalara/aşılamayan sorunlara yol açması (geçen yılın faiz inatlaşmasının yol açtığı döviz krizini hatırlamak yeterlidir), atanmışları (ki bunların parti aidiyetleri sorunluydu) seçilmişler aleyhine öne çıkarması, yasamanın AKP kanadını yürütmeden iyice uzaklaştırması değildi. Bunlar kuşkusuz önemliydi. Ama iki maddi neden daha vardı.
Birincisi, sistemin yönetici sınıfının, sermayenin, beklenebileceği gibi bu sisteme uyum sağlaması mümkün olamadı. İktidarın eteklerinden hiç ayrılmayan sermaye gruplarını saymazsanız, büyük (egemen) sermaye çevresi bu çok kişiselleşmiş yönetim yapısını benimsemedi/benimseyemezdi. İktidara ulaşım kanallarının bu denli sınırlandırılması, sistemin rant dağıtma düzeneklerinin bu denli monolitik bir yapıya bağlanması, hukuk normlarının bu denli CYS odaklı olarak dönüştürülmesi/esnetilmesi, Türkiye’nin tarihsel gelişmişlik düzeyinin çok gerisine düşmekteydi. Korkut Hoca’nın da vurguladığı gibi (Sol Haber Portalı, 28 Haziran 2019), “kurumsallaşamayan bu tuhaf rejim, Türkiye’nin gelişkinlik düzeyindeki bir kapitalist toplumu yönetemez” idi.
İkincisi, AKP içinde siyaset yapanların önemli bir grubunu oluşturan küçük-orta boy girişimciler de yeni yönetim sisteminden hoşnut değillerdi. CYS etrafında yeniden oluşan patronaj ilişkileri, eş-dost kayırma sistemi kapsayıcılıktan çok dışlama etkileri üzerinden algılanıyordu. Gerek merkezi gerekse yerel yönetimler, iktidar partisinin içinde kümelenen çıkar gruplarının taleplerini giderek ya ikinci plana atmakta ya da karşılayamamaktaydılar. Bütçe olanaklarının daralması, iktidar partisinin yönetimindeki yerel yönetimlerin aşırı borçlandırılması, bunlara ekonomik krizin olumsuz etkilerinin de eklenmesi sonucunda iktidar partisinin içi bir süredir karışmaktaydı zaten. AKP’nin “borçlan-tüket”, “borçlan-yatırım yap” tarzı ekonomik büyüme modelinin sonuna gelinmişti ve yerine yeni bir model konulacağı yoktu.
Şimdi İstanbul, Ankara, Adana, Mersin, Antalya gibi güçlü büyükşehirlerin kaybedilmesiyle AKP’nin yönetim krizi büyüyecektir. İstanbul’un simgesel öneminin böyle bir maddi temeli de bulunmaktaydı. Bu kaybın telafisi yoktu. ‘İstanbul’u yöneten Türkiye’yi yönetir’ sözünün sahibi bizzat bugünkü iktidar mensuplarıydı. O halde İstanbul’un yönetimini bırakmamaları şarttı.
Bu nedenle İstanbul’a ve diğer kayıp büyükşehirlere el atmaktan vazgeçmek istemeyeceklerdir. Bunun için üç yoldan ilerlemek niyetinde oldukları anlaşılıyor:
(i) 2972 sayılı Mahalli İdareler (…) Hakkında Kanun’un büyükşehir belediye meclislerinin oluşumunda temsilde adalet ilkesini hiç gözetmemiş olmasından sonuna kadar yararlanmak. (Bkz: 30 Haziran tarihli Birgün Pazar’daki yazım). Yani düşük nüfuslu/kırsal nitelikli çevre ilçeler üzerinden orantısız bir biçimde belediye meclisine taşınan “partili” üyeler üzerinden büyükşehir belediye başkanını dizginlemek, çalıştırmamak, ödüne zorlamak, başarısız kılmak stratejisini uygulamak. (İstanbul ve Ankara belediyelerinin buradan sıkıştırılmasına dair çok sayıda örnek şimdiden oluşmuştur).
(ii) Belediyelerin/büyükşehirlerin imar ve kentsel dönüşüm alanlarındaki birçok yetkisini Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na devretmek (bu süreç başlamıştır).
(iii) Daha da ileri giderek, belediyelerin yürütme organı olan ve doğal olarak başkan lehine bir yasal bileşimi olan belediye encümeninde çoğunluğu meclisten gelen üyelere veren bir yasal düzenlemeye giderek belediye başkanını iyice kötürümleştirmek.
Şu encümen konusuna biraz daha yakından bakalım. 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 33.maddesine göre, “Belediye encümeni, belediye başkanının başkanlığında;
a) İl belediyelerinde ve nüfusu 100.000'in üzerindeki belediyelerde, belediye meclisinin her yıl kendi üyeleri arasından bir yıl için gizli oyla seçeceği üç üye, malî hizmetler birim amiri ve belediye başkanının birim amirleri arasından bir yıl için seçeceği iki üye olmak üzere yedi kişiden,
b) Diğer belediyelerde, belediye meclisinin her yıl kendi üyeleri arasından bir yıl için gizli oyla seçeceği iki üye, malî hizmetler birim amiri ve belediye başkanının birim amirleri arasından bir yıl için seçeceği bir üye olmak üzere beş kişiden, oluşur”.
Kuşkusuz belediye başkanı ile meclis arasında siyasi uyum olursa belediye encümeni çok daha verimli çalışabilecektir. Ama düzenlemede görüldüğü gibi, belediye meclisinin karşıt partilerden oluşma olasılığına karşı belediye başkanının encümendeki çoğunluğu sürekli olarak elinde tutması gözetilmiştir. Gözetilmiştir, çünkü belediye encümeni belediye başkanının bakanlar kurulu gibidir; onu başkandan alırsanız, başkan belediyeyi yönetemez.
5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu madde 16’ya göre de durum benzerdir: “Büyükşehir belediye encümeni, belediye başkanının başkanlığında, belediye meclisinin kendi üyeleri arasından bir yıl için gizli oyla seçeceği beş üye ile biri genel sekreter, biri malî hizmetler birim amiri olmak üzere belediye başkanının her yıl birim amirleri arasından seçeceği beş üyeden oluşur.
Belediye başkanının katılamadığı toplantılarda, encümen toplantılarına genel sekreter başkanlık eder”.
Görüldüğü gibi, yasa yapıcı yönetim ilkelerinin asgari normlarını gözetmiş ve belediye başkanına, başarısından sorumlu olduğu yerel yönetim biriminin icrai organında tereddüde yer bırakmayan bir çoğunluk hakkı tanımıştır. Büyükşehir belediyelerde bu oran BB lehine asgari 6’ya 5’tir. Meclis ile BB arasında uyum varsa kuşkusuz bu oran başkan lehine daha fazla bükülecektir.
Şimdi “tarafsızlığı” üzerine ant içmiş olan Cumhurbaşkanı üzerinden yürütülen kampanya, belediye encümeninde üyelerin çoğunluğunun meclis tarafından belirlenmesi gerektiği üzerinedir! (CYS’de tam tersinin yapılıp TBMM’nin yetkilerinin CB’na aktarıldığına bakıldığında, nalıncı keseri tarzı “düşünce tutarlılığı” insanı etkiliyor!). Milli iradenin tecellisine karşı açılan bu savaştan (veya kamu yönetimi ilkelerine karşı işlenecek bu cinayetten) en olumsuz etkilenecek belediyeler arasında CHP yönetimindekiler başı çekecektir kuşkusuz. Peki, bu gözü dönmüşlük prim yapar mı?
Bu “el mi yaman bey mi yaman” inatlaşmalarının, sokak dövüşçüsü tarzındaki kural tanımaz yöntemlerin, yenilgiyi hazmedememe görüntüsünün AKP/RTE siyasetinin artık çok bezdirici bir veçhesini oluşturduğunu 23 Haziran seçimi bütün açıklığıyla göstermişti. Ama anlamak istemedikleri görülüyor. Sorun şu ki, yitirilmiş belediyeleri çalıştırmamaya ve arkadan dolanarak yönetmeye dair hamleler AKP’yi daha da aşağıya çekecektir. Adil siyaset/yönetim normlarını çürüttükçe, faullü dövüşmeye meylettikçe iktidar kendi seçmeninin gözünde bile hızlı bir meşruiyet aşınmasından kurtulamayacaktır.
Bu yokuş aşağı inişin “kaçış rampaları” geride kalmıştır. İnişin sonunda bir düzlük olduğu bile artık şüphelidir.
Oğuz Oyan / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder