“Allah mücahitlerimize zaferi bahşetti. Onlar da bana, halifelik vazifesini verdiler. Ancak ben sizden daha iyi ya da üstün değilim. Doğruyu yaptığımı görüyorsanız destekleyin. Yanlış yaptığımı görüyorsanız, uyarın ve beni düzeltin. Bana, ben Allah’a itaat ettiğim sürece itaat edin.”
Hilafet ilan eden IŞİD lideri Ebubekir el Bağdadi, kendisini destekleyen kalabalığa kılıç eşliğinde böyle sesleniyordu. Musul’da, tarihi El Nuri Camii’nin minberinde, 6 yıl önce, yine bir temmuz ayında, yüzü ilk kez açık görülmüştü. “Dinin temelinin, insanları hidayete erdiren Kuranıkerim ve zafere götüren kılıç” olduğunu söylediği sözleri amacını da açık etmişti.
Tesadüf mü, bilinçli seçim mi bilinmez.
12. yüzyıl mimarisi olan eğik minareli El Nuri Camii, adını haçlı ordularına karşı zaferler elde eden Selçuklu atabeyi Nureddin Mahmud Zengi’den alıyordu. Sözde Halife Bağdadi de “yeni haçlı” olarak tarif ettiği Batı’ya karşı cihada çağırıyordu. Ancak verdiği savaş çoğunlukla Müslüman kanı akmasına, İslam coğrafyasının yerle bir olmasına sebep oldu.
Batı dünyasına yönelik saldırıları da masum insanlara yönelik terörden ibaretti. Ayasofya’yı ziyarete gelen Alman turistlere 12 Ocak 2016 tarihinde yapılan intihar saldırısı sembolik bir örnekti. Sultanahmet Meydanı’ndaki terör eyleminde 12 Alman hayatını kaybetti. IŞİD, hilafet ilanından bir buçuk yıl sonra, Osmanlı’nın başkentinde, Ayasofya’nın önünde, Batı’yı tehdit ediyordu.
Adil Öksüz’ün jürisinde
Ali Erbaş’ın verdiği hutbedeki sözlerini tartışmaktan sol elinde tuttuğu kılıcı pek konuşamadık. Erbaş, “Vakıf malı dokunulmazdır, dokunanı yakar! Vakfedenin şartını çiğneyen lanete uğrar” dedi. Sözleri, Ayasofya’yı müzeye çeviren kararın altındaki imzanın sahibi olan Atatürk’e gönderme olarak yorumlandı. Tepkiler büyüyünce, dün ikinci bir açıklama yaptı. Erbaş, “Sadece Ayasofya’yı değil tüm vakıf mallarını kastettim”, “Geçmişi değil, bundan sonrasını kastettim” ifadelerini kullanıyordu.
Okuyunca, “Acaba Ali Erbaş’ın günahını mı alıyoruz” dedim. Gerçekten de “dünü değil bugünü”, “Ayasofya’yı değil tüm vakıfları” kastediyor olabilir miydi? Yoksa mesaj Atatürk’e değil de başka birine miydi?
Öyle ya, şimdi hapiste olan Barış Pehlivan’la yazdığımız Metastaz kitabında, Ali Erbaş’ın FETÖ’cülerle ilişkilerini anlatmıştık. Erbaş, 15 Temmuz’un kritik ismi Adil Öksüz ile Sakarya İlahiyat’ta çalışma arkadaşıydı. Öksüz’ün “Ceza Hükümleri Açısından Tevrat ve Kuran” başlıklı Dinlerarası Diyalog Projesi’yle örtüşen tezine “uygun” imzası atarak ona doktor unvanı veren jürideydi.
Diyaloğun görevlisiydi
Elbette Erbaş’ın Öksüz’le kesişmesi tesadüf değil. Bunun tek sebebi Sakarya İlahiyat da değil.
Önümde Michel Lelong’un “İslam’la yüzleşen Batı” isimli kitabı duruyor. Ali Erbaş Türkçeye çevirmiş. Tipik bir Dinlerarası Diyalog eseri olan kitapta, çevirenin bir de önsözü var. Şöyle bitiyor:
“Bu çeviriyle dinler arası diyaloğa bir nebze olsun katkıda bulunmuşsak kendimizi bahtiyar hissedeceğiz.”
Sahiden Erbaş, kendisini “Dinlerarası Diyalog Projesi”ne adamıştı. Bir kitap sitesine girip eserlerine baktığınızda, çalışmalarının neredeyse tamamının bu konuda olduğunu göreceksiniz. Arama motoruna adını yazdığınızda, FETÖ’nün Dinlerarası Diyalog Projesi’ni teorileştiren Prof. Suat Yıldırım’la birlikte çalıştığını okuyacaksınız. Firardaki Yıldırım ile birlikte Vatikan’da papazlarla yaptıkları Dinlerarası Diyalog faaliyetlerine, kilisede İsa ikonu önünde Yıldırım ile omuz omuza pozlarına bakıp şaşıracaksınız.
Ama bir ayrıntı daha var…
O da şu ki, Ayasofya’da minbere kılıçla çıkan Erbaş, diyalog projesinin yalnız gönüllüsü değil aynı zamanda görevlisiydi. Örgütün imamı Suat Yıldırım, FETÖ’nün kurduğu KADİP’in (Kültürlerarası Diyalog Platformu) yönetim kurulu başkanıyken, Ali Erbaş da yönetim kurulu üyesiydi.
Erbaş’ın vakfına el konuldu
KADİP’i Erbaş’ın sözlerinden sonra daha da ilginç hale getiren bir ayrıntı var. Zira KADİP, FETÖ’nün Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın (GYV) projesiydi. Nitekim kendisini de broşürlerinde “Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın desteklediği bir çalışma grubu” olarak tanıtıyordu.
“Akıbeti ne oldu” diyeceksiniz…
Onursal Başkanlığını Fethullah Gülen’in yaptığı vakıf, darbe girişiminin ardından elbette kapatıldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın imzasıyla yayımlanan 23 Temmuz 2016 tarihli ve 667 karar sayılı Kanun Hükmünde Kararnameyle vakfın tüm platformlarının faaliyetlerine de son verildi. Abant Platformu, Diyalog Avrasya Platformu, Medialog Platformu gibi KADİP de bu şekilde son buldu.
Peki, malvarlığı?
Vakfın yönetimi çeşitli operasyonlarla gözaltına alınırken ya da firar ederken mal varlığı da tartışma konusu oldu. Savcılığın hazırladığı fezlekede GYV’nin hem örgüt tarafından fonlandığı hem de mal varlığını örgüt için kullandığı anlatıldı. FETÖ’nün tüm vakıfları gibi GYV’nin mal varlığı da devletin tasarrufuna geçmiş oldu.
Ne ılımlı ne radikal İslamcılık
İşte bu yüzden “Erbaş’ı yanlış mı yorumladık” diye sormadan edemiyorum. Sonuçta, “Geçmişi değil bugünü, Ayasofya’yı değil tüm vakıfları kastettim” diyen Erbaş’ın çalıştığı FETÖ Vakfı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın imzasıyla kapatılmıştı. Haliyle sözlerin muhatabı belki de Atatürk değil Erdoğan’dı.
Bir zamanlar Diyalogculuğun yüz metresini en hızlı koşan Ali Erbaş, sol elinde de olsa kılıçla minbere çıkacak noktaya nasıl geldi bilmiyorum. “Barışı simgeler” dense de dünya, Ayasofya’daki fotoğrafı, bir tür “dinler savaşı sembolü” olarak okudu. İslamcı kesimde başlayan hilafet tartışması da bu fotoğrafın eksik renklerini tamamladı.
El Nuri Camii, eğik minaresiyle 8 buçuk asır ayakta kalabilmişti. Ancak Bağdadi’nin başlattığı dinler savaşı nedeniyle, insanlığın bu güzel mirası, 3 yıl sonra yerle bir oldu. IŞİD, caminin yıkılmasından ABD’yi sorumlu tuttu. ABD ve Irak yönetimi ise yenilen örgütün çekilirken camiyi patlattığını söyledi.
Hangisi doğru bilmiyoruz. Ancak FETÖ’nün “ılımlı maskeli” İslamcılığının da öbürlerinin “radikal görünümlü” İslamcılığının da en büyük zararı yine Müslümanlara verdiğini görüyoruz.
İnançları medeni bir şekilde yaşamanın, onu kılıçların da çıkarların da gölgesinden kurtarmaktan başka bir yolu var mı?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder