13 Ağustos 2020 Perşembe

Kozakiewicz ve Ağaoğlu: Kapitalizmin 'iğrenç' kolu - İSMAİL SARP AYKURT / SOL

 Kozakiewicz ile Ağaoğlu, hiç tanışmamış olsalar da yaptıkları ve öne çıkardıkları ‘misyon ve hareketler’ ile aynı düzeni temsil ediyorlar. Gericilik ve anti-komünizmde fazlasıyla birleştikleri; farklı momentlerde benzer sınıfsal refleksler gösterdikleri kesin.

1980’nin yaz aylarında emperyalist kampın boykot ettiği Moskova Olimpiyatları tüm görkemiyle sürerken, Polonyalı sporcu Wladislaw Kozakiewicz, anti-komünist ve anti-sovyetik sporcular geleneğine çok yakışan bir kimlikle öne çıktı. Eksiksiz organize edilmiş bir olimpiyatta yalan söylemenin ve kara propagandaya malzeme olmanın onun için en büyük görev olduğu aşikârdı. Keza söylemleri de bu şekilde oldu:

Olimpiyat köyüne ulaştığımızda şöyle bir etrafa baktım. Her taraf tel örgüyle kaplıydı ve askerler ortalıkta kol geziyordu. Havaalanındaymışız gibi herkesi kontrol ediyor ve arıyorlardı. Olimpiyat köyüne zaten sadece atletler girebiliyordu. ‘Bizi kimden koruyorlar?’, diye düşünmeden edemedim.”

Kozakiewicz’in sporcu olarak değil, ajan olarak geldiği anlaşılıyordu.

Hakemler problemliydi, Sovyet sporcular kayırılıyordu ve ‘diğer, tertemiz’ sporculardan biri olan kendisinin muhakkak ki hakkı yeniyordu! Kozakiewicz, “Hile yapıldığını, açıkça aldatıldıklarını ve Sovyetlerin kazanmasını sağlamak için her şeyi yaptıklarını biliyorduk” diye ilave ediyordu. Bu iddia hep dile getirildi.

Anti-komünist histeri bilindik yollara başvurmakta hiç beis görmedi. Dopingse doping, hile ise hile pekâlâ iş kılıfına uydurulabilirdi.

Ancak olimpiyatlardaki son olay spor tarihine damgasını vurdu. Kozakiewicz’in 1980’de uzun atlama branşında en önemli rakibi Sovyet sporcu Konstantin Volkov’du. Volkov yarışı kaybetti ve Kozakiewicz altın madalyaya uzandı.  Şampiyon olacağından emin olduktan sonra ise emperyalist medya ve ülkeler tarafından ‘onur kolu’ (Bras d’honneur) olarak ilan edilen ve hakaret içeren kol hareketini yaptı.

Sovyet sporseverlerin önemli bir bölümü, Lenin Stadyumu’nda o dönemde var olmayan ekranlar nedeniyle kendilerine yapılan bu kol hareketini göremediler. Ancak Batı medyasının etki alanındaki her televizyon, bu hareketi selamladı ve gerçek yüzlerini göstermiş oldu.

Sonrası malum. Her ne kadar kapitalizm tarafından ‘ikonik ve tarihi’ olarak selamlanan bu hareket var olsa da, önce bunun ‘eline mukayyet olamayanın’ sevinç gösterisi olduğu söylendi, sonra da ‘koluna giren spazm’ benzeri şeyler uyduruldu.

Oysaki bu kol hareketi, ülkesindeki anti-komünist güruh için bir sembol haline geliyordu. Ülkesindeki işler de zaten bu çizgide yürüyordu. Yine 1980’nin Eylül’ünde Gdansk’taki Lenin Tersanesi’nde kurulan ‘Dayanışma Sendikası’ (Solidarność) anti-komünist lider Lech Walesa’nın Polonya devlet başkanı olmasının yolunu açıyor ve Katolik kilisesi destekli anti-sovyetik bir sol yaratılıyordu. CIA ve NATO tarafından da desteklenen ve yönlendirilen karşı-devrimci oluşum, ‘sol’ dayanışmanın kapitalist restorasyon ile noktalanmasını sağladı. Sonrasında Batı Almanya’ya iltica eden Kozakiewicz, 1986’da Batı Almanya vatandaşı oldu ve kapitalist Almanya adına yarışmaya başladı.

Ana akım spor medyasının sevgilisi Kozakiewicz, kapitalist sporun ajan Orwell’ı oluverdi.

Yıl 2020. Türkiye Kupası finalinde Trabzonspor ile Alanyaspor arasındaki maçın son anlarında bu kez Trabzonspor’un şampiyonluğu kesinleşince ‘başkan’ Ağaoğlu tribündeki yerinden kalktı ve 1980’de Kozakiewcz’in yaptığı hareketin bir benzerini Alanyasporlulara karşı yaptı. Hareket çirkindi ama içinde yaşadığımız düzenin yarattığı çirkinliklerin yanında esamisi okunmuyordu.

Çok geçmeden de gündemden düşürüldü. Peki, Ağaoğlu kimdi, yoksa ‘imitasyon bir direniş’in mi timsaliydi, çağdaşı anti-komünist Kozakiewicz gibi? Birkaç seçenek öne çıktı. Kısa zaman önce yine bir Alanyaspor maçında sahaya dalmakta ve kavga etmekte beis görmeyen Ağaoğlu, Alanyaspor yönetimine rövanşist bir hamle mi yapmıştı? Yoksa Ağaoğlu, İstanbul takımlarına bir göndermede mi bulunmak istedi ve bu bir başkaldırı ilanı mı sayılmalıydı?

Ya Başakşehir? AKP içi fraksiyon savaşlarının neticesinde kaybedilen şampiyonluğun bir ter boşalması da olabilirdi bu kol hareketi.

Ya da hepsi…

Sorular çok ama her şeyden öte Ahmet Ağaoğlu neyi temsil ediyordu? Sahaya dalmasından ve ceza almasından 15 gün sonra bu hareketi yapabilecek kadar ‘cesaret sahibi’ bir kişi için azmettiren ne idi?

Ancak Ağaoğlu her şeyden önce bir patrondu ve düzen o ve onun gibilerinin düzeniydi. O yüzden ‘başkana yakışmadı’ ifadelerinin bir karşılığı yoktu. Rahattı ve kendisine ceza verilmeyeceğini ya da göstermelik bir uygulama ile konunun hasıraltı edileceğini tahmin ediyordu. Kapitalist düzene ve onun aktörlerine yakışan buydu zaten, ‘başkana’ yakışmaması için bir gerekçe yoktu.

Dedik ya, düzen onun düzeniydi, hem bize ne oluyordu?

Anlaşılan o ki, ‘Kozakiewicz ruhu’ bu kez tribünlerdeydi.

Sonu ne mi oldu? İğrenç hareketin cezasının içeriği ve akıbeti bir süre gizliliğini korudu ve ardından Ağaoğlu’na 75 gün hak mahrumiyeti ile 63 bin TL para cezası verildi. Ancak görülüyor ki, 15 gün içerisinde iki benzer hareket yapan Ağaoğlu’nun yeni futbol sezonunda hareketlerini yenilemesi kaçınılmaz olacak. Çünkü tıpkı 1980’de binlerce sporseverin önünde Sovyet insanına yapılan aynı iğrençlikteki kol hareketi gibi, düzenin ‘kol hareketi üretimi’ de, patroncu düzen de, anti-komünizm de ortalık yerde durmaya devam ediyor.

Birisi göklere çıkarılmıştı, diğeri kendini tekrarlıyor.

Kozakiewicz ile Ağaoğlu doğrudan tanışmasalar da aynı düzeni hem benzer hem de farklı saiklerle temsil ediyor ve ortaklaşıyor.

Sorunun cevabı belli ama yine de sormak gerekiyor.

Peki, tam 40 sene sonra anti-komünist Kozakiewicz ile gerici patron Ağaoğlu’nu ne birleştiriyor?

Kapitalizmin tarihsel bir referansla ‘onur kolu’ diye adlandırdığı hareket ve bu iğrenç düzen, yıllardır onurumuzu kırıyor.

İSMAİL SARP AYKURT / SOL


CHP’nin Selin Sayek Böke operasyonu ne anlama geliyor? - ADİLE KAYA / SOL

 Doğrudan Kılıçdaroğlu inisiyatifinin sonucu olan görevlendirilmesinin, öncelikle Babacan ve Davutoğlu’nun partilerini de kapsayan 'geniş ittifaka' yönelik özel bir misyon taşıdığı görülüyor.

Selin Sayek Böke, CHP Kurultayı’nın ardından hem MYK’ya girdi hem de CHP Genel Sekreteri oldu. 25-26 Temmuz’da yapılan CHP Kurultayı’nda Parti Meclisi’ne 794 oyla seçilmesi MYK’da da yer alacağına işaret ediyordu. Kılıçdaroğlu ve ekibi son Kurultay’da hemen tüm muhalifleri Parti Meclisi dışında bırakırken Sayek Böke’nin çok tepeden bir operasyonla Parti Yönetimi’ne girmesi hayli dikkat çekici bir gelişme oldu.

Sayek Böke, 16 Nisan 2017 referandumunun ardından Kemal Kılıçdaroğlu’na ve parti merkezine sert eleştiriler yönelterek CHP Genel Başkan Yardımcılığı ve Parti Sözcülüğü görevlerinden istifa etmişti. 2018 yılında yapılan CHP Kurultayı’nda da muhalif bir çıkışın başını çekenler arasında yer almış, Parti Meclisi’ne Kılıçdaroğlu’nun listesini delerek girmişti. Üç yıllık büyük gerilimin nasıl aşıldığı, Sayek Böke’nin her şeyin çok kontrollü olduğu bir kurultayda, doğrudan genel başkanının kuvvetli referansını gösteren düzeyde bir oy alarak seçilmesinin arka planı bir muamma. Ancak Selin Sayek Böke’nin hem CHP MYK’sına girmesi hem de Genel Sekreter olarak atanması, parti merkezinin Babacan ve Davutoğlu’nu da kapsayan “geniş ittifak” politikasıyla doğrudan bağlantılı bir gelişme olarak yorumlanıyor. 

Babacan’ın geniş ittifakın “ekonomi politikalardan sorumlu” misyonunu dengelemeye, CHP’yi ekonomi politikaları “taşere etmiş” bir görüntüye düşmekten korumaya yönelik bir hamle yapıldığı açık. Sayek Böke’nin yurtdışında ve yurtiçindeki akademik repütasyonu, sermaye çevrelerinde kabul gören bir ekolün parçası olması en önemli unsur olmakla birlikte modern kadın temsiliyle de vitrine yerleştirildiği konuşuluyor. Sadece Sayek Böke’nin aldığı oy değil, Kurultay sonuçları bir bütün olarak delege yapısı başta olmak üzere tüm sürecin milim milim planlandığını, hiçbir sürprize izin verilmediğini gösteriyor. 

Sayek Böke’nin hem akademik kariyeri hem de siyasete girdiğinden bu yana söyledikleri ve yazdıklarıyla açık bir biçimde ortaya koyduğu formasyonuyla CHP’de yerleştiği yeni pozisyon arasında herhangi bir tutarsızlık bulunmuyor. Ancak özellikle son üç yılda yan yana geldiği isimler, kendine alan açılan mecralar düşünüldüğünde formasyonunu misliyle aşan bir şekilde, üstelik çok büyük krediler verilerek “solculuk”la taltif edildiğini söylemek mümkün. Ne akademik geçmişinde ne de siyasete girdikten sonraki değerlendirmelerinde “ana akım iktisat” çizgisinden ayrılmadığını, sınıf, sosyal devlet gibi kavramları kullanıp altı boş bir “halkçı” söylem inşa etmeye çalışsa da sermaye sınıfını hedefe yerleştirmekten büyük bir özenle kaçındığını, sığ bir neoliberalizm eleştirisinin ötesine geçmeme konusunda titizlik gösterdiğini saptamak mümkün. 2008 krizi sonrasında Batı akademisinde “neoliberalizm” ile sınırlı kalmayan, “neoklasik iktisat” ekolüyle belli ölçülerde sert olarak nitelenebilecek bir hesaplaşmaya giren çizginin bile gerisinde kaldığı söylenebilir. 

Nitekim 2020’nin ilk aylarından bu yana kaleme aldığı gazete yazıları incelendiğinde Türkiye kapitalizminin yarattığı bütün sorunları “Saray rejimi”ne, “Saray’ın Parti Devleti”ne yüklediği, karikatür denebilecek bir rant ekonomisi-“üretici güçler” karşıtlığı kurduğu, finans sermayesi ya da büyük sermayeyi eleştirir gibi olduğu her durumun akabinde büyük bir titizlikle dengelediği bir müktesebat söz konusu.(1) Özellikle 2018 krizi sonrasında siyasi iktidar-sermaye sınıfı arasındaki “mecburi” uyumun, borç yeniden yapılandırmaları başta olmak üzere kurulan sermayeyi kurtarmak üzere kurulan mekanizmaların üzerinden atlayan, olan biteni ekonomi yönetiminin beceriksizliği ve Saray’ın keyfiyetine bağlayan düzen içi muhalefetin önemli temsilcilerinden biri olduğu görülüyor.

Sayek Böke, kendi formasyonu açısından tutarlı. Ancak ondan bir solcu çıkarmaya çalışan, bu doğrultuda siyasi ittifak hayalleri kuran, alan açanların düştükleri durum ne yazık ki düşündürücü.

ADİLE KAYA / SOL 

(1) “Borç, borç, daha çok borç…” https://www.birgun.net/haber/borc-borc-daha-cok-borc-303983

______________________________________________________________

Dünya Bankası, IMF tedrisatından “doğrudan yabancı sermayeyi” güzelleyerek kazanılan ödüllere…

Sayek Böke, “neoklasik enstrümanlar”la eleştirel iktisatçılık yapma tuhaflığına imza atan Bilkent “ekolü”nün önde gelen temsilcilerinden biri.


2003 yılından itibaren Bilkent Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapan Sayek Böke, lisans derecesini ODTÜ’den almış, ardından ABD’de Duke Üniversitesi’nde yüksek lisans ve doktora yapmış. Dünya Bankası ve IMF’de çalışmış, ABD’de Bentley Üniversitesi’nde akademisyenlik yapmış.


Dünya Bankası ve IMF deneyimi, çalışma alanlarıyla birlikte bir bütünlük oluşturuyor. Uluslararası iktisat çalışan Sayek Böke’nin, doğrudan yabancı yatırımların ekonomik büyümeye etkilerine yönelik araştırmaları nedeniyle kazandığı ödüller bulunuyor. TÜBİTAK ödülünün dışında, küreselleşme ya da daha doğru bir ifadeyle sermayenin uluslararasılaşmasına yönelik destekleyici, önemli kurumlardan Alman Kiel Enstitüsü’nden “Küresel Ekonomide Mükemmeliyet Ödülü” bulunuyor. 


Bu ödüllere konu çalışmaları özet olarak doğrudan yabancı yatırımların, gelişmiş finansal piyasalara sahip bir ekonomide büyümeye katkı sağladığı tezine dayanıyor. “How does foreign direct investment promote economic growth? Exploring the effects of financial markets on linkages” https://www.nber.org/papers/w12522.pdf Türkiye ekonomisi söz konusu olduğunda bu tezin büyük bir ironi olduğu açık. Doğrudan yabancı yatırımların rekor kırdığı ve finansal piyasaların hızlı bir gelişim sergilediği 2000’ler bugünkü büyük enkazın hiç kuşkusuz en önemli açıklayıcısı. 


Bir söyleşisinde “Bugünkü kapitalist düzen tekil üretim merkezleri ortaya çıkardı. Elimizdeki cep telefonu ve üç boyutlu yazıcıyla her birimiz birer fabrikaya dönüşme imkânına sahibiz. Sermayeyi tabana yaymak için yeni fırsatlar var. Sermaye artık bilgi ve o bilgiyi kullanacak insanın becerilerine indirgenebilecek kadar sosyal demokrat bir doğa kazandı. 


Sosyal demokrat bir siyasete de müthiş bir zemin açılmış durumda”Selin Sayek Böke: Yeni bir hikâye yazmamız lazım https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2017/03/24/selin-sayek-boke-yen…  diyen Sayek Böke, “reforme edilmiş” bir kapitalizmin mümkün olduğunu anlatmaya çalışan bir “yeni hikaye” anlatıcısı. 


Devlet aklı bu noktaya nasıl geldi? - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet


 Yalnız istifa mıydı? Biz öyle saydık. Nâzım’ın “En fazla bir yıl sürer yirminci asırlarda ölüm acısı” dediğini biliyorduk. Cihat Yaycı’nın tasfiyesinin ardından istifanın ömrünün daha kısa olduğunu gördük.

Hatırlayın, “Libya’da ne işimiz var” denilince o fotoğraflara günlerce bakmıştık. Mustafa Kemal, Trablus’taydı. Üzerinde her zamanki kıyafetleri yoktu. Cumhuriyet Kitapları’ndan çıkan “Mustafa Kemal’in Savaşları”nı açıyorum. Yazarı Hüner Tuncer, Atatürk’ün 1911-1912 yıllarında girdiği harbi anlatıyor.

Osmanlı hükümeti, işgalci İtalya’ya karşı savaştan uzak duruyordu. Ancak stratejiyi kitaptan aktaralım: “İtalya ile resmen bir savaşa girilmeyecek; ancak bir vatan parçası hiçbir karşıt hareket olmadan da düşmana teslim edilmeyecekti.” Haliyle harp gayri nizami idi. 15 Ekim 1911’de Teşkilatı Mahsusa’nın üyeleri ile Mustafa Kemal’in yolculuğu başladı: “İngilizlerin elinde olan Mısır, tarafsız olması nedeniyle, Trablusgarp Savaşı’na katılmaya giden Osmanlı subay ve erlerinin Mısır topraklarından geçmesine izin vermiyordu. Bu nedenle, Osmanlı subaylarının tanınmamak için çok dikkatli davranmaları gerekiyordu.

Çöken Osmanlı düzeninden yeni bir hareket yaratmak isteyen Genç Osmanlıların iki adım attığını görüyoruz. Bir, birlikte savaşacak yerel kuvvetler bulmak. İki, savaşta düşmanı yalnızlaştıracak ittifaklar yaratmak.

Yunanistan krizinden sonra Mavi Vatan tartışmalarına bir daha baktım. Görüntüde herkes aynı şeyi anlatıyor gibiydi. Ama Yunanistan’la yaşadığımız gelgit açıkça iki ayrı stratejiyi gösteriyordu.

Türkiye, 21 Temmuz’dan 2 Ağustos’a kadar sürecek bir NAVTEX, yani “biz buradayız ona göre” duyurusu yayımladı. Yunanistan, Meis Adası’nın yakınında olduğu iddiasıyla Türkiye’nin burada sismik arama faaliyeti yapmasına karşı çıktı. Gerginlik büyüyünce Almanya arabulucu olarak devreye girdi. Erdoğan, Merkel’e “peki” dedi ve karar ertelendi. İşte Türkiye geri çekilince Yunanistan karşı hamle yaptı.

Türkiye neye hazır?

Türkiye ile Yunanistan arasında arabulucu görevi üstlenen ülkelerin girişimiyle masa kurulmaya çalışılırken Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, 28 Temmuz’da Almanya’nın Doğu Akdeniz’deki gerilimin azaltılması için diyalog sürecinin işletilmesini teşvik ettiğini belirtti ve Türkiye’nin önkoşulsuz bir şekilde, Yunanistan’la Ege, kıta sahanlığı, adalar, hava sahası, Doğu Akdeniz ve diğer tüm konuları konuşmaya hazır olduğunu duyurdu.

Kalın’ın açık çeki karşısında Yunanistan Dışişleri Bakanı Dendias kendileri açısından masaya yatırılacak tek konuyu açıkladı:

“Türkiye ile tek sorunumuz, kıta sahanlığı ve deniz yetki alanlarının belirlenmesidir.”

Ortada bir uyuşmazlık olduğu kesin. Öyle ki 31 Temmuz’da bayram namazı çıkışı açıklama yapan Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, “Önümüzdeki günlerde Ankara’da Yunan komşularımızla bir toplantı yapmayı bekliyoruz” derken, Yunan basınında Türkiye ile görüşmelerin ağustosun sonunda başlayacağı yazıyordu.

Açıklamalardan anlaşılıyor ki Yunanistan’la masaya oturmak başka bir bahara kalmıştı. Erdoğan, 7 Ağustos’ta Ayasofya’da kıldığı cuma namazı sonrası mesajını verdi. Yunanistan’ın sözünde durmadığını söyledi ve “Biz hemen sondaj çalışmalarına yeniden başladık ve bu noktada Barbaros Hayrettin’i de yine görevine gönderdik” dedi. Erdoğan, sondaj çalışmalarının yeniden başladığını duyuruyordu, ancak açıklamasının üzerine düşününce büyük bir fark göze çarpıyordu. Yunanistan ile Türkiye arasında çıkan ve Merkel’in araya girdiği gerginliğin nedeni Oruç Reis gemisiydi ve görev alanı Meis Adası yakınıydı. Erdoğan ise Barbaros Hayrettin’in göreve gönderildiğini söyledi. Barbaros Hayrettin’in görev alanı Kıbrıs’ın doğusu ile Lübnan arasında KKTC’nin Türkiye Petrolleri’ne ruhsat verdiği alandı. Yani, Meis Adası’na epey uzak bir bölge.

Türkiye’nin Oruç Reis gerginliğinde geri adım atması Yunanistan’ı cesaretlendirdi. Akdeniz’de Türkiye’nin elini zorlaştıracak olan Mısır’la antlaşmayı imzaladılar.

Yaycı’nın doktrini

Tüm bunlar olupbiterken, Erdoğan’ın kürsüden övgüyle bahsettiği, Türkiye-Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti arasındaki deniz yetki alanları anlaşmasının mimarı olarak nitelendirilen Cihat Yaycı ne düşünüyordu?

İstifasının ardından akademik çalışmalarını Bahçeşehir Üniversitesi Denizcilik ve Global Stratejiler Merkezi Başkanı olarak sürdüren Yaycı, Doğu Akdeniz’de yaşananlara ilişkin bir yazı kaleme aldı. Yaycı’ya göre NAVTEX’in ertelenmesi vahim sonuçlar doğurdu:

“Öncelikle Libya-Türkiye hattının 300 km. doğusunu dahi maalesef tartışmalı ya da müzakere edilebilir alan haline dönüştürmüştür.”

Amiral Yaycı, Oruç Reis’in çalışmalarının durdurulması sonucunda Libya-Türkiye antlaşmasını kendi elimizle ortadan kaldırma, Doğu Akdeniz ve Libya politikasını da kadük etme durumu ile karşı karşıya kaldığımızı vurguladı. Büyük bir diplomasi hamlesi, verilen tavizle işlevsiz hale getiriliyordu.

Peki, Yunanistan’la müzakere çabalarına Yaycı nasıl bakıyor?

Yaycı’ya göre; Yunanistan ile Doğu Akdeniz’de müzakere etmeyi kabul etmemiz ihtimali geri dönülemez zararlar verecek bir tutum. Zira Yunanistan bizim Doğu Akdeniz’de muhatabımız değil. Sadece Yunanistan’ın bizim hakkımız olan deniz alanından talebi var. Yunanistan’la müzakere etmek demek hakkımız olandan ne kadarını onlara vereceğimizi görüşmek anlamına geliyor.

Çözüm için bir yola da işaret ediyor Yaycı: “Hiç vakit kaybetmeden İsrail ve Lübnan ile de anlaşma yapmışçasına Doğu Akdeniz’de ivedilikle MEB ilan edilmelidir.”

Başlangıçta strateji neydi?

Cihat Yaycı’nın yazısını bitirdikten sonra elime “Doğu Akdeniz’in paylaşım mücadelesi ve Türkiye” kitabını alıyorum. Amiral Yaycı kitabında, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de hak kaybetmemek için yapması gerekenleri sıralıyor. Türkiye’nin Mısır, İsrail, Libya, Lübnan ve Suriye ile deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına dair antlaşmalar imzalamasının gerekli olduğunu savunan Yaycı, bu antlaşmaların Türkiye’nin olduğu kadar diğer ülkelerin de menfaatına olduğunu söylüyor. Türkiye için en kötü senaryo ise Yunanistan-Mısır ve Yunanistan-GKRY arasında deniz yetki alanlarının paylaşımına dair antlaşmaların imzalanması...

Ortaya çıkan tabloya baktığımızda, ülkeyi yönetenlerle, Doğu Akdeniz’deki Türkiye’nin siyasetini şekillendiren Libya antlaşmasının mimarı arasında büyük bir farklılık var. Türkiye’nin karşısında iki farklı doktrin mevcut: Saray’daki akıl Yunanistan’la masaya oturmaya çalışırken, Cihat Yaycı Yunanistan’ın muhatap alınmaması gerektiğini Mısır, İsrail, Lübnan gibi ülkelerle antlaşma yapılması gerektiğini söylüyor.

Bize ittifak lazımdı

Akdeniz’de kurulan satranç tahtasında arka arkaya hamleler yapılıyor. Geldiğimiz noktada, Yaycı’nın “en kötü senaryo” dediği Mısır ile Yunanistan arasında antlaşma imzalandı. Hem de Mısır, Türkiye’yle masaya otursa daha fazla hak kazanacağı alanlardan taviz vererek...

İsrail ise Yunanistan’ın yanında olduğunu, antlaşma imzalayacaklarını duyurdu.

Yeniden, birlikte savaşmak için yerel güçler arayan ittifaklar kurmaya çalışan Mustafa Kemal’in Trablus’taki fotoğrafına bakıyorum.

Libya’daki varlığımıza dair Mustafa Kemal’in fotoğrafını gösterenler, yerel kuvvet buldular ancak dış politikada yürüttükleri sıkışmış İhvancı politika nedeniyle, Türkiye’yi derin bir yalnızlığın karanlığına sürüklediler. Çıkarlarımız için antlaşma imzalamamız gereken ülkeler, zarar edecek olsalar dahi bizim yerimize Yunanistan’la masaya oturuyor. Biz ise Merkel’in ricasıyla, gemilerimizi arama yaptığımız bölgeden çekiyoruz. Sonra bir kez faka bastırılıyoruz.

Evet, savaş politikanın başka araçlarla devamıdır. Öyleyse savaşı, istifayı, ölümü değil önce politikayı arayacağız.

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

Can Baba’dan UKKSA’ya - Nazım Alpman / BİRGÜN


Datça denildiğinde “Akla ilk gelen kimdir?” sorusu yöneltilen on kişiden sekizi aynı yanıtı verebilir:

-Can Yücel!

Bu yanıtların en içten karşılığı Can Yücel’i sevenler bakımından her 12 Ağustos’ta onun mezarı başında bir araya gelmek de Can Baba sevgisinin bir gereğidir.

Can Yücel son şiirlerinden birinde “Kuzum Datça’ya gömün” demişti. Bir anlamda vasiyetiydi bu şiiri. 1999’da da “Ebedi Datçalı” mertebesine terfi etti.

Bu yıl 21. kez mezarı başında toplandık. Diğerlerinden farklı olarak Can Baba tek başına değildi. Koynunda Güler Yücel de vardı. Bu yıl 19 Mart 2020’de Güler Ablamızı sessizce onun yanında kalbimize gömdük.

Can Yücel Anmaları için her yıl Datça’nın içinden ve dışından çok sayıda kişi kentin özenli, temiz ve güzel mezarlığına gelir.

Bu yıl gelenler arasında Şair Namık Kuyumcu, Ayşe Sönmez, Datça Belediye Başkanı Gürsel Uçar, ressam Umur Türker, gazeteci Vecdi Sayar, iş adamı Ömer Akat, görsel yönetmen İbrahim Yurttaş ve UKKSA Art Direktörü Emine Özkarslıoğlu vardı.

Bir de özel bir konuk dikkati çekiyordu. Yazar Nedim Gürsel Paris’ten gelmişti anma toplantısı için… Bu yılki konuşmacı Gürsel idi. Mezarı başında yaptığı konuşmada “Can Yücel ile 20’li yaşlarımda tanıştım. Babamın kitaplığında Can Yücel’in şiir çevirileri vardı” dedi:

-Can Yücel’in çevirileri de onun üslubuylaydı… Mesela aklımda kalan Shakespeare’in bir şiirini şöyle çevirmişti:

‘Seni koyup gitmek var ya esas o koyuyor adama!’

Şimdi Can Yücel bizi koyup gitti, onun yokluğunu derinden hissediyoruz.

Nedim Gürsel 1993 yılının haziran ayında Can Yücel ve Asım Bezirci ile birlikte Nazım Hikmet Anma Toplantıları için Paris, Londra, Köln ve Berlin’e seyahat etmişti. O yolculuklar ve toplantılar sırasında lezzeti damaklarda kalan anılar biriktirmişti. Onların tebessümlü bir bölümünü de Can Baba dostlarıyla paylaştı.

Her yıl Can Yücel anmalarını düzenleyen, Uluslararası Knidos Kültür Sanat Akademisi (UKKSA) Başkanı Nevzat Metin, mezar başında toplananlara “Geldiğiniz için teşekkür ederim” dedi:

-Biz burada Can Yücel ile yıkanıp paklanıyoruz. Mezar taşında yazan şu sözleri bizim rotamızı oluşturuyor: Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyidir!

Yalanların sarmalında dönüp duran talihsiz bir ülkede Can Yücel gibi bir dehanın yokluğunu her yıl daha derinden hissediyoruz.

Nevzat Metin 2010’da Datça’ya büyük bir zenginlik katan Uluslararası Knidos Kültür Sanat Akademisi’ni açtı.

UKKSA’yı da Türkiye’nin ve dünyanın değişik ülkelerinden davet ettiği ressamlar, heykeltıraşlar, seramik sanatçılarına açtı. Bir sanat vahası oluşturdu. Artık ağustos ayında Datça’nın Yakaköy’deki UKKSA kutsal bir ziyaret noktası oldu.

2020, UKKSA’nın 10. yılı idi. Bu yılın teması “Kadına Yönelik Şiddet” olarak belirlenmişti. Geleneksel UKKSA Ödülü de Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu Başkanı Canan Güllü’ye verildi.

Büyük bir salgın hastalığın pençesinde kıvranan dünyada ve Türkiye’de sanatın ve sanatçının etki gücü Datça’da bir kez daha kendini göstermiş oldu:

-Can Baba’dan UKKSA’ya…


Nazım Alpman / BİRGÜN 

12 Ağustos 2020 Çarşamba

Kenan Evren’in ruhunun şad olduğu bir Türkiye-Fatih Yaşlı /SOL

 Tarih 17 Nisan 1980. CHP Adana İl Başkanı Avukat Ahmet Albay ülkücü Selahattin Büyüköztekin’e MHP il binasında verilen talimatla silahlı saldırıya uğradı.


Albay, Maraş Katliamının müdahil avukatlarından biriydi ve diğer müdahil avukatlardan Ceyhun Can 10 Eylül 1979’da, Halil Sıtkı Güllüoğlu ise 3 Şubat 1980’de katledilmişti. Ahmet Albay aynı zamanda 28 Eylül 1979’da yine ülkücüler tarafından katledilen Cevat Yurdakul’un ailesinin de avukatıydı.

Albay, yaklaşık iki haftalık bir yaşam savaşının ardından hastanede yaşamını yitirdi, öldüğünde 33 yaşındaydı.

Albay cinayetini, Mustafa Kulkuloğlu ve Zeki Tekiner cinayetleri izledi. 7 Haziran’da katledilen Kulkuloğlu CHP Kayseri İl Başkanı, 17 Haziran’da katledilen Tekiner ise CHP Nevşehir İl Başkanı’ydı. 

Kayseri-Adana-Nevşehir hattında işlenen bu cinayetler elbette ki bir tesadüf değildi. Sıkıyönetim’in Ülkücü Gençlik Derneği’ni kapatma ihtimaline karşı 9 Mart 1980’de Ülkü Yolu Derneği kurulmuş, Genel Başkanlığa Muhsin Yazıcıoğlu, 2. Başkanlığa ise Abdullah Çatlı seçilmişti ve Çatlı Nevşehirliydi. 

Zeki Tekiner’e yönelik ilk suikast girişimi 11 Şubat 1980’de vuku buldu. Tekiner evinin kapısının önünde üç kişi tarafından silahlı saldırıya uğradı ama aldığı iki kurşun yarasıyla kurtuldu. İkinci suikast ise 17 Haziran günü gerçekleşti. Tekiner, CHP üyesi Yavuz Yükselbaba’nın bakkal dükkânında saldırıya uğradı ve yaralı olarak hastaneye ulaşmasına rağmen yaşamını yitirdi. Yükselbaba ise olay yerinde hayatını kaybetti. 

Mehmet Onur Miman ve Uğur Coşkun adlı katiller dört gün boyunca Nevşehir’de saklandılar ve Ülkü Yolu Derneği İç Anadolu sorumlusu Ömer Ay tarafından Kayseri’ye kaçırıldılar. Ömer Ay ve katiller 1 Haziran’da Çatlı’dan aldıkları bir arabayla evin etrafında keşif yapmışlar, Ay kendilerine “Gün Sazak cinayetine misilleme olarak solcuların avukatlığını yapan ve Nevşehir’de tüm solu örgütlediği düşünülen Avukat Mehmet Zeki Tekiner’in öldürülmesi kararının alındığı”nı söylemişti.  

Ömer Ay 12 Eylül sonrasında bu cinayetten suçlu bulundu ve hüküm giydi. Ay’a idam cezası verilmişti ama 1986 yılında cezası gerekçesiz şekilde kaldırıldı. Suçları sabit olduğu halde 80’lerin ikinci yarısından itibaren bir şekilde tahliye edilen ülkücüler kervanına katılanlardan biri de Ay’dı.  

Tekiner’in sorusu 

Zeki Tekiner ismi ve Tekiner cinayeti, özellikle çocuklarının ve yakınları siyasi cinayetlere kurban gidenler tarafından kurulan Toplumsal Bellek Platformu’nun çabalarıyla birlikte son yıllarda daha çok duyulur hale geldi. 

Tekiner’in kızı Aylin Tekiner’in iki gün önce yazdığı “Bir politik aymazlık öyküsü: Celladını taltif, takdir ve terfi” adlı yazı ve Toplumsal Bellek Platformu’nun basın açıklaması sayesinde ise Tekiner’in katillerinden Ömer Ay’ın İYİP Nevşehir İl Başkanı yapıldığını ve 5 Ağustos’ta Nevşehir’i ziyaret eden Akşener’in Ömer Ay için “o benim ağabeyimdir” dediğini öğrenmiş olduk.

Tekiner aynı yazıda önce CHP yönetimine “celladıyla siyaset yapmakta beis görmeyen bir siyasi yapının üreteceği siyasete dair ne söylenebilir?” diye soruyor, ardından da Kemal Kılıçdaroğlu’na aile olarak gönderdikleri ve babalarının isminin unutturulmaya çalışılmasına isyan eden, şimdiye kadar herhangi bir cevap alamadıkları mektuptan şu satırları paylaşıyordu: 

“Geçmişe ait değerleri ve kendi partisinin il düzeyindeki yakın tarihini yapılan onca anma etkinliklerine rağmen unutmanın ya da görmezden gelmenin ve çok temel insani, siyasi ve ahlaki bir hassasiyeti yitirmiş olmanın geri dönüşü̈ olmayan bir çürümenin işareti olduğu düşüncesindeyiz. Tarihsel kıymeti olan, sembol değeri taşıyan bu türden hadiselere dair takınılacak etik ve etkin tavrın kendi yağıyla kavrulan il örgütlerinin inisiyatifiyle sınırlanmamasından yanayız.’’

Kenan Evren’in ruhu 

Ömer Ay’ın Nevşehir İl Başkanı seçilmesi de, CHP yönetiminin buna dair sessizliği de, Aylin Tekiner’in isyanı da yaşadığımız günlere dair çok şey söylüyor bize. 

12 Eylül darbesinin üzerinden 40 yıl geçmiş ve darbenin ideolojisi olan Türk-İslam sentezi “Cumhur ittifakı” adıyla iktidarda, “Millet İttifakı” adıyla da muhalefette. 

Bir tarafta Milli Görüş geleneğinin “yenilikçileri” ile ülkücü hareketin ana gövdesi olan MHP var, diğer yanda ise ANAP’laşmış bir CHP, Milli Görüş’ün çekirdeğini oluşturan Saadet Partisi, ülkücü hareketin fraksiyonlarından biri olan İYİP. 

Bir süre sonra muhtemelen “Millet İttifakı”na AKP’nin içinden çıkan DEVA ve Gelecek Partisi de katılacak ve tablo tamamlanmış olacak.

Durum böyleyken, Kenan Evren’in ruhu şad olmasın da ne yapsın? 

12 Eylül’ün üzerinden geçen 40 yılın 18 yılında piyasacı İslamcılar iktidar olmuş, sonra bunlara ülkücüler eklenmiş, muhalefete ise yine darbecilerin pek sevdiği ANAP’a öykünen, 12 Eylül öncesi kimliğiyle bütün bağlarını koparmış bir CHP ve Türk sağından “dostları” yerleşmiş, iki ittifak birbiriyle sağcılık, dincilik, piyasacılık yarıştırır hale gelmiş, siyaset kimin daha iyi sağcılık yapacağı iddiası üzerine kurulu bir veçheye bürünmüş. 

Kenan Evren ve darbeci arkadaşlarının hayalindeki ülke, dinciliğin ve piyasacılığın kıskacına alınmış, sağcılık tarafından esir edilmiş, eli kolu bağlanmış bir Türkiye, tam olarak burası değilse başka neresi olabilir ki?  

Karahanasoğlu’nun işlevi 

Dün Akit gazetesi yazarlarından Ali Karahasanoğlu köşesinde şöyle diyordu: 

“Affedersiniz beyler.. Çeyrek altın nedir? Yenilir mi, içilir mi? Kahvaltıya oturduğunuz zaman, yiyeceğiniz peynir, içeceğiniz çay, katığınız ekmeğin yerine geçer mi? Altın ile mi doyuyoruz, yoksa ekmek-peynir-çay ile mi? Öyle bir algı oluşturuluyor ki.. Zannedersiniz ki.. Toplum, sabahtan akşama kadar altın alıp, altın satıyor. Dolar alıp, dolar satıyor. Bize ne kardeşim, altının fiyatı artmış ise."

Karahasanoğlu, dincinin önde gideni olsa da, altının, doların fiyatı ile yoksullaşma arasındaki bağlantıyı, “çeyrek altın”ın dindar alt sınıflar açısından taşıdığı sembolizmi bilmeyecek kadar cahil ya da aptal mıdır? 

Elbette ki değildir ama dinciliğin işlevi tam olarak budur, siyasal İslam Türkiye’de sermaye düzeninin bekası, sömürü düzeninin çıkarları adına vardır: Yoksullar isyan etmesin, başkaldırmasın, tevekkül içinde yaşamaya devam etsin, bu kapkara yoksulluğa, bu bezirgan saltanatına sesini çıkarmasın, hep sussun, hep sussun diye…

Tam da bu nedenle, kendisi de özel okul sahibi bir sermayedar olan Milli Eğitim Bakanı’nın, kendi çocuklarını asla yollamayacağını bildiğimiz İmam-Hatiplerle ilgili olarak sosyal medyada iftihar eder bir şekilde “Anadolu İmam Hatip Liselerinin %99,8’si doldu ve yerleşen öğrencilerimizin %87’si ilk üç tercihlerinde yer alan bir Anadolu İmam Hatip lisesine yerleştiler” demesi tesadüf değildir.

Dinselleşme ve imam-hatipleştirme, bir aptallaştırma makinesi gibi işlemekte, yoksul halk çocuklarını işsizliğe, yoksulluğa, sefalet ücretine razı robotlar, zombiler haline getirmeye çalışmaktadır.

Dinselleşme ve imam-hatipleştirme, Dardanel fabrikasında daha önce işaretini MÜSİAD’ın verdiği şekilde ve “kapalı devre çalışma” adı altında toplama kampı misali bir sistem uygulansın, Vestel’de işçiler virüsten ölmeye devam etsin, tarihin en yüksek işsizlik seviyelerindeki bir Türkiye’de milyonlar, değil yoksulluk, açlık sınırının altında ücretlerle çalışmaya devam etsin diye vardır. 

Kırk katır mı kırk satır mı?

Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu ekonomik, siyasal ve toplumsal çöküş tablosunun sorumlusu on yıllardır izlenen ve bugünkü iktidarın da öncesine uzanan sağ politikalardır. Ömer Ay’ın Nevşehir İl Başkanı olmasıyla Ziya Selçuk’un Milli Eğitim Bakanı olması arasında doğrudan bir bağlantı vardır. Güler Sabancı’nın damadı alkışlayan açıklamalarıyla MÜSİAD’ın izole üretim tesisleri aynı sınıfa mensup olmalarından kaynaklanmaktadır. Başımıza gelen her şeyin baş sorumlusu Türkiye sermaye sınıfıdır. Cumhur İttifakı ile Millet İttifakı sağcılığın ve sermaye düzeninin “kırk katır mı kırk satır mı” sorusudur. 

Çöküşün nedeni sağcılıksa çıkış da soldadır, Türkiye’yi içinde bulunduğu durumdan çıkarabilecek tek gerçekçi alternatif de sol siyasettir. Asıl ütopik olan, sağcılıktan başka bir sağcılıkla kurtulmanın mümkün olduğuna dair o boş inançtır.      

Fatih Yaşlı / SOL

11 Ağustos 2020 Salı

Yolun sonu mu? - Oğuz Oyan / SOL

 İktidar şimdi dövizi kurtaramadık bari damat Bakanı kurtaralım derdine düşmüş gözüküyor. Babacan'ın DEVA partisinin önceki gün açıkladığı 10 maddelik 'deva reçetesi', IMF'yi aratmayacak bir neoliberal sıkılık öneriyor. Peki ana muhalefet partisinin Babacan reçetesinden çok farklı bir ekonomik programı olacak mıdır? Sanmıyoruz ve esas sorun da zaten buradadır.


Son bir haftada döviz kurlarında ipin ucu kaçtı. Türkiye'de ekonomik kriz algılamasının en görünür göstergesi döviz kurlarında kontrol dışı yükselişlerdir. Haziran-Temmuz ayları boyunca dolar kurunu 6,85 TL düzeyine adeta tutkallayan, bunun için türlü zorlamalara başvuran ekonomi yönetimi, cephaneyi tüketince kaderine razı bir geri çekiliş içine girdi. İktidar şimdi dövizi kurtaramadık bari damat Bakanı kurtaralım derdine düşmüş gözüküyor.

Açık ekonomi koşullarında yerli parayı koruyabilmek için elindeki tek silah olan faiz aracını kullanmayınca, mevcut ekonomik sistemin işleyiş mantığı uyarınca, TL'nin önünde sonunda değer yitirmesine seyirci kalmak kaçınılmazdı. Yerli paranın savunmasız kaldığı böyle ortamlarda ortalık doğal olarak spekülatörlere de sonuna kadar açılırdı. Tıpkı 1994 krizinde olduğu gibi. Bakmayın bizimkilerin "Libya", "Ayasofya" hamlelerimize dış güçler TL'ye saldırarak yanıt veriyorlar diye topu taca atma taktiklerine; içinde debelendikleri ekonomik sistemin bazı kurallarını es geçmenin ve nihayetinde zor yoldan öğrenmenin sonuçlarını yaşamaktalar.

"Piyasa" dedikleri görünmez şey, şimdiden yapacağını yaptı. Piyasada faizler (gösterge tahvillerin yani en çok işlem gören 2 yıllık tahvillerin ortalama faizi) yüzde 9'lar bandından yüzde 13'ler bandına yükseliverdi, ki yüzde 40'tan fazla bir artış anlamına gelir. Başka hesapla, enflasyonun altındaki bir düzeyden üstündeki bir düzeye çıkıverdi; önü de açıktır. TCMB gerçi politika faizlerini yükseltmedi bu aralıkta; ama sabit tutarak sipere çekildikten sonra dolaylı yöntemlerle fonlama maliyetlerini artırmaya başladı. Saray yola getirildiğinde politika faizleri de ayarlanacaktır. Peki hangi düzeye çıkması beklenebilir?

Sol Gazete'ye yazdığımdan daha fazla ekonomi üzerine görüş açıklıyorum. Geçen cuma günü telefon demeciyle bana ekonomideki hal ve gidiş sorulduğunda şöyle demiştim: "Eğer neoliberal sistemin mantığıyla hareket edilirse iktidar faizleri yükseltmek zorunda kalacak. Nereye yükseltecek? Enflasyon haddinin üzerine yükseltecek. Şu an yüzde 8'lerden hemen yüzde 12'lerin üzerine çıkması gerekecek. Ama bu sadece kurun yatışması açısından zaman kazandırır;  yüzde 15'leri, belki 18 ve 20'leri görmesi gerekecek ki kuru yatıştırsın. Böyle bir faiz hamlesi biraz da iktidarın paniğe kapıldığı izlenimi vereceği için hem dövizi frenleyici etkisi olur hem de yeniden döviz talebini artırıcı yan etkisi olabilir. (...) Kurun bu kadar yükselmesi enflasyonu olumsuz etkileyecektir. İthalat ve büyüyen dış borç faturası da halka yansıyor olacak. Dolayısıyla yeni bir yoksullaşmanın kapısı ardına kadar açılacaktır. Faizlerin yükselmesi de yatırımlara önemli ölçüde sekte vuracak; işsizliği bir kez daha sıçratacaktır. (...) Sistem dışı çözüm asıl kalıcı çözümdür. Sermaye hareketlerinin kontrol edilmesi, dolarizasyona gidişin mutlaka durdurulması gerekiyor. Ama bugün gerek iktidar gerekse konvansiyonel muhalefet için sanki başka bir araç yok." (Evrensel, 8 Ağustos 2020).

***

Aslında AKP iktidarı bazı yan yollardan kısmi sermaye kontrolleri yapmaya mecbur kalmıyor değil; ama bunlar 1989'da girilen kontrolsüz sermaye hareketleri rejimini değiştirecek nitelikte değil. 

Palyatif önlemler aranmaya da devam ediliyor. Ama hep el yordamıyla, sınama yanılma yöntemleriyle. Örneğin Nisan 2020'de özel bankaların kaynaklarını daha fazla krediye, daha fazla menkul kıymetlere (büyük bölümü devlet iç borçlanma senetlerine), daha fazla swap işlemlerine (yani TCMB ile döviz-TL takası yapmaya) ayırmasını sağlamak üzere "aktif rasyosu" diye bir sistem icat ediyorsunuz. Buna göre payında bu sayılan aktif unsurların yer aldığı denklemin paydasına bankanın pasifini yani esas olarak mevduatı yazarsanız ve 100 ile çarparsanız bir rasyo (oran) elde edersiniz. İşte bu oranın dört haftalık ortalamasının konvansiyonel bankalarda asgari 100, katılım bankalarında ise 80 olmasını kurala bağlayıp buna uymayanlara ceza keserseniz, özel bankaları da kamu bankalarına benzetme adımını atmış olursunuz.

Amaç nedir? Bankalar mevduatlarının en azından tamamını (hatta sağladıkları dış borçları da buna eklerseniz fazlasını) kredilere, menkul kıymetlere ve swap işlemlerine tahsis ederek a) ekonomiyi kredilerle hareketlendirmeli; b) devlete borç verme kanallarını açık tutmalı; c) TCMB ile döviz swapları yaparak (topladıkları DTH'lar üzerinden döviz verip karşılığında TL alarak) hem Merkez Bankası'nın nakit döviz ihtiyacını karşılamalı hem de TL kredi kaynaklarını büyütmelidirler (DTH yani döviz tevdiat hesaplarının TL mevduatları aştığı bir dolarizasyon cenderesinde, sisteme boyun eğmiş çaresiz bir iktidarın çırpınışlarıdır bunlar).

BDDK 15 Mayıs ve 9 Temmuz duyurularında "aktif rasyosu" kuralına uymayanlara 326 milyon TL'lik; Ağustos başında ise HSBC'ye 180 milyon, Albaraka'ya 20,6 milyonluk cezalar kesildiği açıklamalarını yapmıştı. Çok güzel ama, Türkiye'deki özel bankalardaki yabancı sermaye payının yüksekliğini dikkate almazsanız, bindiğiniz dalı kesme olasılığınız oldukça yüksektir. Nitekim gelen tepkiler üzerine olmalı, kurların patladığı bir evrede, dün açıklanan yeni BDDK kararına göre konvansiyonel bankalarda aktif rasyosu 95'e, katılım bankalarında 75'e indirilmiş durumda. Üstelik, menkul kıymetler tanımı genişletilerek bankaların biraz rahatlatılması da sağlanmış görünüyor. Bakalım devamı nasıl gelecek.

Ama 58,9 milyar dolarlık iç ve dış, döviz ve altın swap işlemleriyle (bunun 44,9 milyar dolarlık bölümü yurtiçi bankalarladır) TCMB brüt döviz varlıklarını arttırırken, ve tam da bu nedenle, TCMB'nin swap hariç net dış varlıklarının (döviz ve altın rezervlerinin) Mart ayından itibaren eksi bakiye vermeye başlamasına ve Haziran 2020'de -36,3 milyar dolara kadar gerilemesine yol açarken, yolun sonuna gelindiğinin işaretleri ve Ağustos ayındaki döviz şokunun hazırlayıcı öğeleri de oluşmaya başlayacaktır. Şişirilmiş kredi hacminin ve iç talebin, er ya da geç ithalatı kışkırtacağı bunun da döviz talebini artıracağı, TCMB'nin döviz rezervleri gerilerken bunun döviz kurlarına baskı yapacağı bilinen (bilinmesi gereken) bir gerçekti. Ama bu oyun sonuna kadar oynandı; çünkü bu iktidarın dağarcığında ânı kurtarmaktan ötesi yoktu.

***

Şimdilerde IMF'nin 2000 sonrasındaki istikrar ve yapısal uyum programının 2003-2008 (ve kısmen 2010-2012) arasındaki uygun iç ve dış koşullarda "başarılıymış" gibi sonuçlar vermesini kendi eserleriymiş gibi sahiplenen eski AKP'li siyaset esnafı, tekrar bu sözde "altın çağ"a dönmenin şartlarını sıralamakta. Babacan'ın DEVA partisinin önceki gün açıkladığı 10 maddelik "deva reçetesi", IMF'yi aratmayacak bir neoliberal sıkılık öneriyor. Sadece iki başlığı vermek yeterlidir: Enflasyon hedeflemesinin ve serbest sermaye hareketlerinin etkin bir biçimde kullanılması; "mali kural" denilen ve bizim "ekonomik anayasa" olarak adlandırabileceğimiz modele geçilmesi yani kamucu politikaların peşinen reddedilmesi... Bu arada, bugünkü konumuzu ilgilendirmesi bakımından, bankaları ucuz ve kolay kredi vermeye zorlamaktan vazgeçilmesi ve bu doğrultuda aktif rasyosu uygulamasına son verilmesinin de ayrı bir madde olarak düzenlendiğini ekleyelim. Ama bu son madde veya makul gözüken kimi maddeleri esas alamayız; yukarıda verdiğimiz iki başlık, reçetenin özüdür. 

Peki ana muhalefet partisinin Babacan reçetesinden çok farklı bir ekonomik programı olacak mıdır? Sanmıyoruz ve esas sorun da zaten buradadır.

Oğuz Oyan / SOL

10 Ağustos 2020 Pazartesi

Bir politik aymazlık öyküsü: Celladını taltif, takdir ve terfi - Aylin Tekiner / SOL


'CHP Nevşehir İl Başkanı Av. Zeki Tekiner’in katillerini cinayete azmettiren ve bu suçtan hüküm giyen aynı Ömer Ay, 40 yıl sonra, CHP’nin ittifak ortağı İyi Parti’nin Nevşehir İl Başkanı seçildi. Siyasi bir cinayetin faillerinden olan bu şahsın bugünün siyaset arenasına fütursuzca kabulünde devlet mekanizmasının yanı sıra CHP’nin takındığı tutum da sorgulanmaya muhtaçtır.' 

1980 yılında Nevşehir'de öldürülen CHP Nevşehir İl Başkanı Avukat Zeki Tekiner’in kızı Aylin Tekiner'in yazısıdır. Yaygınlaştırılmak üzere basın kuruluşlarıyla paylaşılan yazıyı soL okurlarının ilgisine sunuyoruz.

12 Eylül arifesinde Türkiye ardı ardına pek çok siyasi cinayete tanık oldu. Ya toplumda infial yaratacak aydın cinayetleri işleniyor ya da Anadolu’daki sol örgütlenme için önemli sendikacılar, avukatlar, işçi liderleri organize bir biçimde öldürülüyordu. Bu sistematik cinayetlere 1970’lerin sonuna doğru yeni bir halka daha eklendi. Şiddet Cumhuriyet Halk Partisi’nin il ve ilçe örgütlerine yöneldi. Memleketi “komünizm tehlikesi’’nden koruma şiarıyla güdülüp yönetilen ülkücülerce işlenen ve sonrasında faili meçhul bırakılan bu siyasi cinayetler, yeni dünya düzeninin yerleşmesinde ve neoliberal çarkın dönmesinde önemli işlev gördü. Aydın ve solcu avına çıkarak bilim, kültür ve sanat coğrafyasını çoraklaştıran ve her şehirde ölüm listeleri oluşturan paramiliter güçlerin arkasındaki gerçek failler ise hiç açığa çıkmadı. Çünkü devlet kendine muhalif saydığını, tehdit gördüğünü sindirmenin ya da yok etmenin yollarını hep bildi ve hakikatin açığa çıkmaması için tüm aygıtlarını devreye soktu. Tıpkı bugün olduğu gibi 40 yıl önce de failler cezasızlıkla ödüllendirilirken işlenen suçlarda sorumluluğu bulunan bürokratlar, işkenceciler, siyasetçiler taltif edildiler, terfi ettiler ve takdir gördüler. Adaletin tecelli etmediği ülkede mücadele veren mağdur ailelerinin önüne ise hep aynı duvarlar örüldü. Devlet sırrı gerekçesiyle emri verenler müphem bırakıldı, dosyalar ve belgeler imha edildi ve günün sonunda davalar zaman aşımına uğradı.

Devlet mekanizması geride kalanların böylesine canını yakarken katliamlara ve cinayetlere tanık olup kayıtsız kalan toplum kesimi de bu çarkın dönmesinde azımsanmayacak bir işlev gördü. Bu sessiz yığın, suç makinasının önemli bir dişlisi olduğunu bilmeden tıpkı seçilmiş, görevlendirilmiş failler gibi “sıradan ve sayısız kahramanlar’’ olarak bu köklü düzeni daim kıldı. Toplumdaki sessizlik travmayı perçinlerken yakınlarını siyasi bir cinayette kaybeden aileler giderek yalnızlaştılar. Kimi hayatlar sorumlulardan hesap sormaya, yitirdiklerini unutturmamaya adandı, kimi hayatlar ise yaşanan infial ve travmanın ardında oluşan boşlukta asılı kaldı. 

1980’de öldürülen CHP Nevşehir İl Başkanı Av. Zeki Tekiner’in ailesi olarak biz faili meçhul cinayetlerde yaşamını yitiren 28 aydın ailesinden oluşan Toplumsal Bellek Platformu’na 2009 yılında katıldık ve bu büyük ailenin içinde olmaktan güç aldık. Platform aileleri olarak kendi adalet arayışlarımızın yanı sıra faili “meçhul”cinayetlerdeki hakikatin ortaya çıkarılması, nefret söyleminin bu topraklardan silinmesi ve gelecek nesillerin daha fazla bedel ödememesi için bir aradayız. 

Kırk yıl önceye gidelim.

17 Haziran 1980’de Nevşehir’de bir bakkal dükkanında iki cinayet işlendi. Mehmet Onur Miman ve Uğur Coşkun isimli iki ülkücü, CHP Nevşehir İl Başkanı Av. Zeki Tekiner’i ve bakkal dükkânı sahibi Yavuz Yükselbaba’yı öldürdüler. Babamı öldürmeleri için ülkücü Ömer Ay tarafından işe koşulan bu iki tetikçinin işlediği cinayetler, Yükselbaba’nın biri 9 diğeri 15 yaşındaki iki yeğeninin gözleri önünde işlendi ve iki aileden 7 çocuğu babasız bıraktı. Katiller, cinayeti seyreden insan güruhunun duymazdan geldiği bu iki çocuğun feryadı arasında cadde boyu salınarak cinayet mahallinden uzaklaştılar. Dükkânın içinde duyduğu mermi seslerini balon patlaması sanacak kadar küçük olan 9 yaşındaki Mustafa, sıkıyönetim mahkemelerinde yıllar sürecek bir tanıklık görevini üstlenerek erken büyüdü.

1980’de genel merkezi Nevşehir’de kurulan, genel başkanı Muhsin Yazıcıoğlu ve ikinci başkanı Abdullah Çatlı olan Ülkü Yolu Derneği’nin İç Anadolu Eğitim Sorumlusu Ömer Ay, bizzat azmettirdiği Tekiner cinayetinin tetikçilerini, cinayetten sonra şehir merkezinde kaldıkları evde koruyup kolladı (polis katillerin yaşadığı bu eve hiç uğramadı), cinayet için kendi temin ettiği silahları imha etti, 4 günün ardından katilleri önce Hacıbektaş’ın bir köyüne oradan da Kayseri’ye kaçırdı. 

Aradan 40 yıl geçti. 

CHP Nevşehir İl Başkanı Av. Zeki Tekiner’in katillerini cinayete azmettiren ve bu suçtan hüküm giyen aynı Ömer Ay, 40 yıl sonra, 5 Temmuz 2020 tarihinde CHP’nin ittifak ortağı İyi Parti’nin Nevşehir İl Başkanı seçildi.

İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener pandemi nedeniyle ara verdiği il gezilerinin başlangıç startını 5 Ağustos 2020’de Nevşehir’den verdi. İyi Parti’nin siyasi tabanı için sembol değeri taşıyan Abdullah Çatlı, Ömer Ay gibi ülkücülerin memleketi olan Nevşehir’de partililerine seslendiği konuşmasını sonlandırırken yeni il başkanını “O benim Ömer ağabeyimdir” diyerek selamladı ve geçmişe dair ülkü birliklerini ve gönüldaşlıklarını bir kez de kameralar önünde somutlaştırmış oldu.

Siyasi bir cinayetin faillerinden olan bu şahsın bugünün siyaset arenasına fütursuzca kabulünde devlet mekanizmasının ve kolektif sessizliğin yanı sıra CHP’nin takındığı tutum da politik, etik ve vicdani bakımdan sorgulanmaya muhtaçtır. Bu nedenle ailem adına cevaplanmasını elzem bulduğum birkaç soruyu sormak isterim. 

1951 yılında CHP’ye kaydolmuş, Kurucu Meclis Nevşehir İl Temsilcisi bir hukukçu olarak 1961 Anayasası’nın hazırlanmasına katkı sunmuş, 15. Dönem CHP Nevşehir milletvekilliği yapmış, ülkücülerin ölüm listelerindeki ilk isim olmasına ve önceki tarihli bir suikast girişiminden şans eseri sağ kurtulmasına rağmen ideallerinden ve partisinden vazgeçmemiş ve katledildiği güne kadar CHP Nevşehir İl Başkanlığı görevine devam etmiş bir parti sevdalısının siyasi kimliği bugün CHP için ne ifade etmektedir?  

CHP Nevşehir Eski İl Başkanı’nın katillerini cinayete azmettiren ve bu suçtan hüküm giyen Ömer Ay’ın, ittifakta olduğu İyi Parti’nin Nevşehir İl Başkanı seçilmesine CHP neden kayıtsız kaldı? 

Ömer Ay’ın İyi Parti İl Başkanlığı adaylığına ve akabinde de seçilmesine CHP’den herhangi bir tepki gelmediği gibi, seçildiği kongreye CHP Nevşehir İl Örgütü yüksek katılımla iştirak etti ve en ön sıradan basına fotoğraf verdi. Celladıyla siyaset yapmakta beis görmeyen bir siyasi yapının üreteceği siyasete dair ne söylenebilir?

“Siyasi nezaket’’i harfiyen uygulayan CHP İl Örgütü kuvvetle muhtemeldir ki ilerleyen günlerde Ömer Ay’ın makamına yüksek katılımlı bir tebrik ziyaretinde de bulunacaktır. Ömer Ay da İyi Parti Nevşehir İl Başkanı titriyle iade-i ziyarette bulunduğu taktirde 40 yıl önce katledilen İl Başkanı’nın duvarda asılı resmi önünde de basına fotoğraf verecek kadar ileri gidilecek midir?

İttifak ortaklığına zeval gelmesin diyen genel merkez siyasetine kurnazca yaslanmak öyle görünüyor ki yerel siyasetçileri görevlerine memur etmiş ve onları mensubu oldukları partinin yakın tarihine yabancılaştırmıştır. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na aile olarak yazdığımız ve bugüne kadar cevapsız bırakılan mektupta da belirttiğimiz gibi “Geçmişe ait değerleri ve kendi partisinin il düzeyindeki yakın tarihini yapılan onca anma etkinliklerine rağmen unutmanın ya da görmezden gelmenin ve çok temel insani, siyasi ve ahlaki bir hassasiyeti yitirmiş olmanın geri dönüşü olmayan bir çürümenin işareti olduğu düşüncesindeyiz. Tarihsel kıymeti olan, sembol değeri taşıyan bu türden hadiselere dair takınılacak etik ve etkin tavrın kendi yağıyla kavrulan il örgütlerinin inisiyatifiyle sınırlanmamasından yanayız.’’ Geçen onca haftanın ardından Nevşehir’deki bu yanlış denklemden haberdar olup da sessizliğini koruyan Genel Merkez yönetimini ciddiyete davet ediyoruz. Aile olarak sormakta kendimizde hak gördüğümüz “İttifak ortaklığında her yol mubah mıdır?’’ sorusuna yanıt aramada da Cumhuriyet Halk Partisi’ni genel merkez düzeyinde özeleştiriye çağırıyoruz.

12 Eylül’e giden süreci besleyen bu sistemli cinayetler insanlığa karşı işlenmiş suçtur. Bu suçların failleri hakikati eksiksiz bir şekilde anlatana, adil bir yargılama sonucu fiillerinin cezasını olması gerektiği gibi çekene, mağdurlar ve toplum ile yüzleşene, onlardan özür dileyene ve pişmanlıklarını dile getirene kadar toplumsal ve siyasal düzen içinde normalleşemezler (ki tüm bu adımlar izlense dahi yaşam hakkının kutsallığına istinaden yüzleşme süreci tam anlamıyla tamamlanamaz). 

Bu yıl babam ve Yavuz Yükselbaba için düzenlediğimiz 40. Yıl Anma programında sevgili Arat Dink’in de dediği gibi “Bizler unutmak için hatırlıyoruz ve ancak herkes hatırlarsa biz unutacağız”. Bu ülkenin bellek taşları olan canlarımızın isimlerini yaşatmak ve bu cinayetlerin arkasındaki hakikati ortaya çıkarana kadar da katillerin ve faillerin isimlerini unutturmamak gelecek kuşaklara bizden aktarılacak mirastır. Siz de unutmayın.

Aylin Tekiner / SOL

Uzmanlar ekonomiyi değerlendirdi: Daralma-iflas-işsizlik - Mustafa Çakır / CUMHURİYET

 

Prof. Dr. Korkut Boratav, döviz krizi nedeniyle zincirleme fiyat artışları yaşanacağına dikkat çekerken Prof. Dr. Bilsay Kuruç, bu krizin çözümü için sermaye sınıfına, varlıklarını dövizle satma önerisi yaptı.


İktisadın iki duayen ismi Prof. Dr. Korkut Boratav ile Prof. Dr. Bilsay Kuruç, hükümetin ekonomi politika ve uygulamalarını Cumhuriyet’e değerlendirdi. Ekonomi yönetiminin arka kapıdan sermaye hareketlerini kontrole çalıştığına dikkat çeken Prof. Dr. Korkut Boratav, yabancıların TL döviz işlemlerinin kısıtlanmaya çalışıldığını, bankalara aktif rasyosu aracılığıyla kredi zorlaması yapıldığını belirtti.

Bunlar “yarım yamalak” yapıldığı için sonuç alınamayacağını, tam yapılması için de dolarlaşmaya son verilmesi gerektiğini vurgulayan Boratav, hükümetin ise bunu göze alamayacağını, çünkü dış borcun döndürülmesi gerektiğini kaydetti.

Bu nedenle bankalara fonlama maliyetini yükselterek politika faizinin geciktirildiğini dile getiren Boratav, fonlama ve kredi maliyetlerini yükseltme işlemlerinin de büyük olasılıkla kamu bankalarına direktif verilerek gerçekleştirildiğini bildirdi. Boratav, aylık faizlerin yükselmeye başladığına atıf yaptı.

BABACAN’IN SÖZLERİ

Çözüm için klasik reçeteyi DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan’ın açıkladığına işaret eden Boratav, şöyle devam etti: “Babacan’ın açıklaması çok basit: Faizleri enflasyonun üzerine çekeceksin. Bu, en azından politika faizinde yüzde 12 ve daha üstü anlamına geliyor. Bu kredi faizlerine yansıyacak ve aşırı bollaşma frenlenecek. Döviz krizi ise dalgalanmaya bırakılacak. Piyasa koşulları ekonomiyi bir krize sürüklemeye gitmeden önce bir denge oluşturulacak. Ancak Babacan’ın görmediği ya da söylemek istemediği şu: O nokta anormal bir işsizlik ve daralan ekonomi anlamına gelir. 2015’ten beri sürekli bir seçim ortamında ekonomiyi zorlayan iktidar, bunun bedelini ödeyecek, ödüyor. Kurdaki artış ufak tefek önlemlerle bir yerde dursa bile, artık 6.85’te tutma çabası iflas etti. Son motorin zammı bu zincirleme fiyat artışlarının ilk işareti.”

‘YAVRU KAPİTALİZM’

Prof. Dr. Bilsay Kuruç ise ekonominin bugünkü duruma gelmesinin merkezinde şirketlerin bulunduğuna işaret etti. “Bugün şirketlerin aşağı yukarı 250 milyar dolar döviz borcu var. 20 yıl önce 25 milyar dolardı. Demek ki 250 milyar dolara çıkmadan iş yapamıyorlar! Dolarizasyonla çalışan bir ekonomi. Son 20 yılda küreselleşme içinde yavru kapitalizm olma hevesi... Ama bu modelle sorun çözülmez. Bugünkü durumun merkezinde bu var” diyen Kuruç, bu durumun sürekli kriz yaratacağını, iktidarın ise “kriz yok” diyeceğini ancak daima kriz olacağını vurguladı. Bunların, sermayenin krizleri olduğunu dile getiren Kuruç, “Bugünün krizi, para otoritesi yani Merkez Bankası’nın bu sorunla başa çıkamaz hale gelmesi. Çünkü döviz rezervi bitti. Borç alıyor. Döviz borcu almak zorunda, rezerv diye bunu göstermek zorunda. Böyle bir noktaya geldi” dedi.

‘ÇIKMAZ ÇEMBERE GİRDİLER’

Türkiye’de siyaset yapısının dolarizasyonla işlediğini hatırlatan Bilsay Kuruç, bunun, yeni sermaye katmanları ve yandaşlar yarattığını söyledi. Ancak iktidarın artık bununla başa çıkamadığını, sürekli kredi pompalamak zorunda olduğunu dile getiren Kuruç, şöyle devam etti: “Kredi için Merkez Bankası’nın rezervleri kullanıldı ama bitti. O zaman özel bankalara yükleniyor. ‘Merkez Bankası’na döviz verin’ diyor. Merkez’e verilen döviz kamu bankalarına aktarılıyor. Onlar bu dövizden yeni krediler yaratıyor. Krediyi alanlar ise dolara dönüyor ve yeniden Merkez’e gidiyor. Çıkmaz çember şeklinde kapalı devreye girdi. Bu gittikçe artan borçlulukla işliyor. Bu ekonomik modelde, bu siyasetle çözüm gelmez.” Kuruç, bundan sonrası için de şu değerlendirmeyi yaptı: “Büyük olasılıkla daha çok işsizlik ve enflasyon göreceğiz. Çözüm için ise aklıma tek alternatif geliyor: Şirketler, sermaye sınıfı varlıklarını dövizle satsın. Böylece döviz sorunu halledilsin. Bir çatala geldik. Eğer satmazlarsa, onlar döviz yaratma noktasına gitmezse, bankalar daha fazla döviz yaratamazlar. Çünkü onlar dışarıdan borçlanarak Merkez Bankası’na döviz aktarıyorlar. Bugün öyle dönüyor. Ekonomide kaynak, dövizli tasarruf sahiplerinde. Bu da vatandaşlar değil, şirketler. Sahip oldukları döviz varlıklarını zaten vaktiyle özelleştirmeyle aldılar. Kamu varlıkları satıldı, döviz yaratıldı. Şimdi özel varlıkları satılsın döviz yaratılsın.”

 Mustafa Çakır / CUMHURİYET