Kendisi üzerinden harekete zarar verebilecek saldırılara karşı hep önlem aldı Engels, ama harekete yararı olacağını bildiği her durumda kendi hayatını, adını, namını önemsiz görmekten kaçınmadı.
Hakkında sayısız şey söylenebilir, ki söylendi.
Hakkında ciltlerce kitap yazılabilir, ki yazıldı.
O yüzden, ve kaçınılmaz olarak, insanlık tarihine damga vurmuş, dolu dolu bir yaşam sürmüş her büyük kişiliğe dair birşeyler yazmak isteyen herkesin karşı karşıya kaldığı soruyla biz de muhatabız:
Hangi yönünü anlatmalı? Neresinden tutmalı?
Yanıtımın kişisel, ve biraz da duygusal olduğunu itiraf etmeliyim. Üzerinde durmak istediğim, evet Engels’e, ama aynı zamanda, ve belki daha fazla, bize dair bir nokta: Engels, bizim ilk yoldaşımızdı.
Sadece aynı yolda yürüyüp aynı uğurda mücadele ettiğimizi belirten o sevecen fakat vakur hitap anlamında değil… Elbette o da, ama, daha fazlası. O en sıkıştığımız anda sığınabileceğimizi, en zor zamanda sırtımızı dayayabileceğimizi, en mahremimizi açıp akıl danışabileceğimizi, en büyük arzularımıza birlikte heyecanlanabileceğimizi, yüzümüze söylemekten çekinmeyeceği en tehlikeli zaaflarımızı kapatmakta birlikte kafa yorabileceğimizi, en uğursuz şartlarda dahi birlikte kavgaya girebileceğimizi bildiğimiz dost anlamında… Engels, komünist hareketimizdeki, evrensel partimizdeki ilk yoldaşımızdı.
* * * * *
Şehre girmek üzere Haspeler Köprüsü’nden geçiyorsunuz. İlk dikkatinizi çekecek olan, köprünün başına konulmuş, Nuremberg yapımı dört küçük hava topu. Köprünün öte yanındaki ev, barikata dönüştürülmüş. Barikatın yanından, omuzlarında tüfekleri, düzgün bir askeri üniformayı hiç andırmayan kıyafetleriyle birkaç işçi çıkıp yolunuzu kesiyor. “Kimsiniz”, soruyorlar.
Biraz ötede Elberfeld Vali Konağı var. Vali Konağı’nın önü ve yanındaki caddelerde de kocaman bir barikat. Barikatın üzerinde bir kızıl bayrak sallanıyor—biraz dikkatli bakınca fark ediyorsunuz ki, bayrak değil aslında, kızıl renkli bir perde, yırtılmış, bayrağa dönüştürülmüş. Etrafta başka silahlı gençler var, yine üniformasız, ama hepsinin tarafını belli eden bir ayrıntı dikkatinizi çekiyor: Bellerindeki kızıl kuşaklar ve omuzlarındaki kızıl pazu bantları, evet, yine aynı perde kumaşından koparılmışlar. Oysa kentin tüm girişleri benzer barikatlarla kapalı, fakat hiçbirinde bu alelacele uydurulmuş kızıl bayraklar, kuşaklar, pazu bantları yok.
Kimliğinizi açıklıyor, merakla soruyorsunuz: “Kumanda kimde?”. En öndeki ufak evi işaret ediyor Alman işçiler, “Kumandan orada, Engels”.
* * * * *
Mayıs 1849’da o zamanki adıyla Elberfeld, şimdiki adıyla Wuppertal olan Alman şehrine girmek isteseydiniz, karşılaşacağınız tablo bu olacaktı. 1848 Devrimleri’nin ilk dalgası geri çekilmişti. Fakat sular durulmuyordu. Elberfeld’li işçiler şehrin birahanesinde toplanmış, direniş kararı almışlardı. Hemen bir devrimci milis gücü oluşturuldu.
Düsseldorf’tan ordu geldi, isyancılara silah bıraktırmak için. Talep reddedildi, silahlı isyan resmileşti. Elberfeld’in dört bir yanında barikatlar yükselmeye başladı. Bir “Kamu Sıhhati Komitesi” oluşturuldu, direnişi yönetmek için. Komite, kentin burjuvalarının egemenliğindeydi. Milislerin çoğunluğunu oluşturan işçilerin aksine, hükümetten bekledikleri basit kimi tavizlerdi.
Tam bu sırada, bir kişinin kente gelişi çalkantı yarattı. Uzun yıllardır uğramadığı memleketine dönmüş, ama kendisi uğramasa da namı herkesçe bilinen komünist: Muteber ve dindar tekstil patronunun oğlu, Engels.
Komitenin huzuruna çıktı, yanında iki sandık fişek getirmişti. “Solingenli işçilerin Elberfeld’e hediyesi” diye takdim etti cephaneleri, Gräfrath baskınında ele geçirilmişlerdi. Komite, direnişin başında olsa da siyasi ılımlılığından taviz vermek istemiyor, bu bozguncunun varlığından mutlak tereddüt duyuyordu. “Prusya illa ki saldıracak, askeri destek sağlamak için geldim, siyasi pozisyonumu dert etmeyin, yalnızca askeri meselelerle ilgileneceğim” dedi Engels komiteye, “ayrıca, kendi doğduğum topraklarda hemşerilerimin ilk silahlı isyanının parçası olmak benim için onur meselesidir.” İkna oldu komite, gönülsüz de olsa.
Görevi barikatları denetlemek, top yerleşimlerini gözden geçirmek ve tahkimatı tamamlamaktı. Engels hızla işe koyuldu, kente girişleri tahkim etti, bu arada kentin radikal işçilerini bir araya getirmeye başladı. Kendisi Haspeler Köprüsü’ndeki barikata yerleşti. Kızıl bayraklar asıldı hemen. Engels’in barikatı, üç renkli Alman bayrağının dalgalandığı, kentin burjuvalarının barikatlarından biri değildi: Cumhuriyet’in kızıl bayrağı dalgalanıyordu burada. Komite, Engels’i kabul etme kararından derhal pişman oldu. O gece toplandılar, ertesi sabah Engels’e kentten ayrılması için ültimatom verdiler. İşçilerin öfkesini çekmemek için, kararın gerekçesi pek politik bir dille yazılmıştı: “Kendisinin varlığı, hareketin karakterine dair yanlış anlamalara yol açabilir.”
Henüz 1849 yılında, 29 yaşındaki bu genç Alman devrimcisi, yalnızca varlığıyla bir kentin tüm burjuvalarının işçi devrimi kabusları görmesine yol açacak kadar tehlikeli görülen bir komünistti.
Engels kentten ayrıldı. Bir hafta sonra Prusya ordusu kente saldırmaya geldiğinde, bırakın kızıl bayrakları, barikatlar bile kaldırılmıştı. Tek bir gencin yaydığı işçi iktidarı korkusu, burjuvazinin kendi isyanını sonlandırmasına yol açacak kadar büyüktü.
* * * * *
Friedrich Engels, nam-ı diğer, General. İnsanlık tarihinin son 150 yılının en etkili düşünce akımının, en temel mücadelesinin, iki fikir babasından biri…
Sonradan, “İnsanlar”, dediler, “kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama keyiflerine göre değil, kendi seçtikleri koşullar içinde değil, doğrudan karşı karşıya kaldıkları, belirlenmiş olan ve geçmişten gelen koşullar içinde yaparlar”. Kendi ileri sürdükleri bu tezin sınırlarını en fazla zorlayanlardan biri, şüphesiz Engels’ti.
İçine doğduğu koşullar mı? Püriten dindarlığın damga vurduğu, sofuluğun, kişisel iffete bağlılığın, kaderciliğin insanların amentüsü olduğu Barmen’de geldi dünyaya. Kentte hayatın özü, protestan ahlakında gizliydi: En ufak aşırılık günahtı, yapılması gereken varsa yoksa çalışmak ve kendini tanrıya adamaktı. Öyle ki, kente tiyatro kurulacak olmuş, kent yönetimi, “Sahnenin baştan çıkarıcılığı Wupper Vadisi’nin üretkenliğini yaralar” diye izin vermemişti. Dahası, ailesi, bu kentin yalnızca en dindar ailelerinden biri değildi, aynı zamanda en zengin, fabrika sahibi ailelerinden biriydi.
Marksizm, en kapsamlı modernizm eleştirisi, üstelik kapitalizmi alaşağı etmenin yoluna da işaret eden sistematik bir siyaset teorisi olarak kendini kanıtladıktan sonra, burjuvazinin sosyoloji alanında karşısına model olarak çıkardığı—ve doğrusu çaresizliğini açık edecek kadar teorik yönden zayıf—Max Weber’in “protestan ahlakı” tezinin işaret ettiği, kapitalizmin gelişiminde kültürel kodların öneminin altını çizen o püriten, protestan, müsriflikten uzak, çalışkan topluluğu hatırlar mısınız? Engels tam olarak onun içine doğmuştu işte. “Örnek bir kapitalist” olması için tüm koşullar uygundu.
Fakat o, “tarihte bireyin rolü”nü kanıtlarcasına, “kendi tarihini kendi yaptı”. Lise çağında sorgulaya sorgulaya dinsel düşünceden koptu. Tüm evreni içip sarhoş olmak istercesine meraklı, enerjik, kılıç ustası ve düello düşkünü bu muzip genç, babasının arkadaşlarının ticaret şirketlerinde masa başı işler yapmaktan sıkılınca, Berlin’e askeri okula gitti. Sonuç? Gerçek savaşın ordularla yürütülmediğini daha o zamandan hissediyordu: “Berlin’de istediğin kişiyi çevir” diye yazıyordu 1841’de, “Alman kamuoyu üzerinde hakimiyet savaşı bugün hangi cephede yürüyor diye sor. Eğer aklın dünya üzerindeki gücüne dair en ufak fikri varsa, savaş meydanının Üniversite, özellikle de Schelling’in felsefe dersleri verdiği 6 No’lu Amfi olduğu yanıtını verecektir.” Askeri okuldan kaçıp kaçıp, 6 no’lu amfiye atıyordu kendisini Engels.
Engels’in dışarıdan bir öğrenci olarak en öne oturup harıl harıl not aldığı sınıf, takip eden yarım asır boyunca Avrupa tarihine damgasını vuracak başka isimlere de ev sahipliği yapıyordu. Schelling, Alman muktedirlerinin gözünden düşmüş olan Hegel’in felsefesini itibarsızlaştırmak için elinden geleni yaptığı sırada sınıfta, sanat tarihi alanının en önemli teorisyenlerinden biri haline gelecek olan Jacob Burckhardt, geleceğin anarşisti (ve ilk Enternasyonal örgütünde Marx ve Engels’in rakibi) Mihail Bakunin ve Schelling’in anlattıklarının “dayanılmaz saçmalıklar” olduğunu düşünen, hocanın en büyük akademik suçunun ders saati bitmesine rağmen dersi bitirmemesi olduğunu belirten filozof Søren Kierkegaard da vardı.
Sonra? Sonra ders çıkışında Berlin barlarında, yeni edindiği “genç Hegelci” arkadaş grubuyla sabahlara kadar tartışma, sürekli okuma ve felsefeyi tanıma. Sonra ilk kez bir komünisti, kendisinin “partinin ilk komünisti” diye nitelediği Moses Hess’i tanıma. Sonra, bir de, yine o Berlin barlarında ömürlük yoldaşını, Karl’ı tanıma.
Sonra? Yine babasının ortağının fabrikasında çalışmak üzere İngiltere’ye, Manchester’a doğru yola koyulma, düşünsel boyutu üzerine yeterince kafa yorduğu hayatın asıl gerçekliğini tanıma.
* * * * *
Friedrich Engels, nam-ı diğer, General. İnsanlık tarihinin son 150 yılının en etkili düşünce akımının, en temel mücadelesinin iki fikir babasından biri… Şimdiye kadar yazılan hemen her portresi, portreyi kaleme alanın ideolojik niyetleri sebebiyle kişiliğinin belli bir yönüne çubuğun fazla büküldüğü, hak ettiğine kıyasla gördüğü takdir arasında sık sık uçurum ortaya çıkan, marksizmin babası.
Aslına bakılırsa, onu değerlendirenlerin ideolojik niyetlerini bir yana bırakalım,karakterinin her bakımdan hakkını veren, bütünlüklü bir portresini yazmak neredeyse imkansız, Engels’in. Zira hayatı ve karakteri o denli çok yönlü ki, kısa bir yazıda onun büyüklüğünü ve bir insan olarak değerini tümüyle ortaya koymak imkansız.
Fakat Engels’in karakterinin bu kadar çarpıtılmasının asıl nedeni, marksizme yönelik kimi iyi niyetli fakat yanlış, kimiyse düpedüz art niyetli yaklaşımlar oldu hep. Özellikle Soğuk Savaş yıllarında Avrupa’da batı marksizminin etkisi giderek artarken iş o kadar tatsız bir hal almıştı ki, ortodoks marksist olmayan birçok düşünür bile isyan ediyordu. Marksizmi—sanki değilmiş gibi—aklınca daha “insani” sunmak isteyenler Marx’ı bir büyük ahlak abidesi olarak göklere çıkarırken, anlatıya uymayan tüm unsurların suçunu “mekanik, aşırı bilimsel” Engels’e atıyorlardı. Ekonominin son tahlilde belirleyici rolünden kurtulup sınıf kimliğini önemsizleştirmek, “yeni toplumsal hareketler”e daha meyyal bir siyasi çizgi izlemek mi istiyorsunuz? O halde Marx’tan işinize gelecek pasajları alırken, “determinist” Engels’i yerin dibine sokmak icap eder. Ve tam da bunu yaptılar. 1970’lerin ortasında E. P. Thompson, “yaşlı Engels’i şamar oğlanına çevirip marksizme dil uzatmak için seçilen her türlü günahı ona atfetmek” eğilimine dikkat çekiyor, “Her seferinde Marx ve Lenin’i masum bulup Engels’i tek başına ayrıştıran bu itirazları kabullenemiyorum” diyordu. Richard N. Hunt, “Son zamanlarda kimi çevrelerde Engels’e klasik marksizmin çöp kutusu muamelesi yapmak moda oldu” diyerek, tüm bu çarpıtmalardan ne kadar öfkelendiğini belirtiyordu.
Belki de Engels’in karakterine en fazla ışık tutan noktayı, tam da burada vurgulayabiliriz: Engels yaşıyor ve tüm bu saçmalıkları okuyor olsaydı, kişisel olan kısmı umrunda olmazdı. Çünkü bu kadar renkli, çok yönlü, dolu dolu bir karakteri anlatırken tüm bu birbirinden farklı boyutlarını birbirine bağlayan, Engels’in “özünü” yansıtan nedir derseniz, bana kalırsa budur: En başa mücadeleyi yazmak, kendini tahayyül edilebilecek en kötü bakımlardan bile feda etmek konusunda asla gözünü kırpmamak.
Geçen asırdan bugünlere miras kalan, marksizmi çarpıtma girişimlerinde en fazla görülen eğilimlerden biri, Marx ve Engels’i birer mücadele insanı, siyasal birer figür olarak değil, yalnızca birer filozof, düşünür olarak resmetmek oldu. Buna hep yanıt verildi, çünkü yanıt belliydi: Marx ve Engels, siyasal insanlardı. David Fernbach’ın Türkçe’ye de çevrilen “Siyasal Marx” kitabının temel meselesi buydu örneğin.
Ancak, ilginç biçimde, iş tek başına Engels’i ele almak olduğunda, Engels’in “bağlılığı”, “fedakarlığı”, sık sık “Marx’la olan dostluğuna” atfedildi. Bu iki büyük ismin, tarihte eşi zor görülen bir dostluğa sahip oldukları doğru, fakat ikilinin siyasal mücadele tarihleri pek az okunduğundan, Marx ve Engels’in düpedüz birer mücadele lideri, parti önderi oldukları es geçiliyor.
Engels’in büyük bağlılığı harekete, partiyeydi.
* * * * *
İlk kez yakınlaştıkları 1844 Fransası’nda parti, ikisiydi. O dönemin önde gelen mücadele lideri Proudhon’la kurdukları ilişkide, iki kişilik bir parti gibi davranıyorlardı. Örgütlenmeye başladılar. Ardından Brüksel’e geçip, kendilerinden yaşça büyük, (“partinin ilk komünisti”) Moses Hess gibi isimlerle birlikte çalışmaya başladıklarında, hem fikri ayrım noktalarında gösterdikleri refleksler hem de bunlara taraftar kazanma çabaları, bir parti tavrıydı. İngiltere’de Komünist Birlik örgütü içinde bir hizip olduklarında genel kurulda çoğunluğu kazanmalarında, Komünist Manifesto’yu yazma yetkisini üzerlerine almalarında yine parti tavrı devreye giriyordu.
Komünist hareketimizin yalnızca teorik tarihi değil, parti tarihi de Marx ve Engels’le başlar. Genellikle yaşamlarının bu boyutuna bakmaya pek sıra gelmediğinden bugün kimilerine şaşırtıcı görülebilir, ancak “Marx ve Engels partisi”nin daha en baştan itibaren karşılaştığı sorunlar da, hareketimizin tarihi boyunca yakasını bırakmayacak, “tanıdık” sorunlardır. 1845-1848 aralığında ikili, diğer devrimcilerin aksine, tarihin mantığı ve sınıf mücadelesi temelinde geliştirdikleri teorik çerçeve sebebiyle “Almanya’da önce burjuva devrimi yaşanmalı, ardından koşullar proletaryanın iktidarı alması için olgunlaşacaktır” diyorlar ve kıyasıya “pasiflikle”, “teorik kalmakla”, “mücadele kaçkınlığıyla” suçlanıyorlardı. Anarşist lider Bakunin, bir arkadaşına Marx ve Engels’i tarif ederken, “Gösteriş, fesat, ağız dalaşı, teoride tahammülsüzlük pratikte korkalık… Ağızlarına dolamışlar burjuva lafını, oysa kendileri tepeden tırnağa burjuva” diyordu. (En azından, “cumhuriyetçi olmak”la suçlanmıyorlardı. O tarihte geçin Marx ve Engels’i, herhangi bir devrimciye gidip “hem devrimci hem cumhuriyetçi olunmaz” deseniz, yüzünüze bön bön bakardı. Cumhuriyetçilik, devrimciliğin ayrılmaz parçasıydı.)
Marx ve Engels bir yandan teorik temelleri güçlendirirken, diğer yandan partiyi büyütmeye devam etti. 1880’lere gelindiğinde parti, Enternasyonal’di. Onlarca ülkede bağlı hareketleri olan, nefesini giderek tüm Avrupa burjuvazisinin ensesinde daha fazla hissettiren, milyonları etkileyen bir uluslararası hareket. Marx’ın ölümünün ardından Engels’in partinin lideri olarak rolü, artık çok sayıda parlak kadrosu olan ve somut siyasal mücadelenin çok daha fazla içinde yer alan hareketin akıl hocalığını yapmaktı.
Nesnel olarak bakıldığında, komünist parti, Engels’in önderliğinde tüm kıtayı etkisi alan, onlarca ülkede on binlerce üyesi bulunan bir harekete dönüştü. Buradan Marx’la Engels arasında bir kıyaslamaya gidilmesine mahal vermemek gerek. Marx yaşamını daha erken kaybetti, somut durum Engels’in pozisyonuna yol açtı. Amaç, ilk büyük kitleselleşme atılımında Engels’in etkisine işaret etmekten çok, kitleselleşmenin Engels’e etkisine işaret etmek, ki bunlar, ustaların “diyalektik biçimde” diyeceği şekilde birbirini besledi: 1870’li yıllardan itibaren Engels’in yazdığı yazı ve kitaplarda kullandığı dil, net olarak daha didaktiktir ve sebebi yine mücadelenin somut ihtiyacıdır.
O yıllara işaret edip, Engels’i biraz tatsız, kuru, fazla bilimci, determinist resmetme girişimlerinde bulunuldu epey… Sanıyorum, karakterine en zıt itham budur. Engels gençliğinden itibaren muzip, hayat dolu, enerjik, dost meclislerinde herkesin yüzünü güldüren, Marx’ın aksine çok nadir psikolojik olarak bitap düşen bir eylem adamıdır. Gençken sahiplendiği—ve pek sevdiği kelime oyunlarından birini yaparak “Namenloser”, yani “İsimsiz” adını verdiği—spanyel cinsi köpeğine öğrettiği tek numara, “İsimsiz, bak bir aristokrat!” diye birini işaret ettiğinde köpeğin kendinden geçercesine havlamaya başlaması olan bir insanı kuru göstermek, ya cehaletin ya art niyetin ürünü olabilir.
Suçlamaların üslup kısmını sonra ele almak üzere, içerik kısmına bakalım. Engels’in o yıllarda ürettiği eserler, tüm külliyat içerisinde komünist hareketin kitleselleşmesine en fazla katkıda bulunan eserlerin büyük kısmını oluşturur. Alman işçi sınıfının önderi haline gelecek olan Kautsky, “[Engels’in yazdığı] Anti-Dühring’in üzerimdeki etkisini değerlendirecek olursam, başka hiçbir kitap benim marksizmi kavrayışıma bu kadar katkıda bulunmamıştır” diyecekti, “Marx’ın Kapital’i şüphesiz daha güçlü bir eserdir. Ama bizim Kapital’i düzgünce okuyup anlayabilmemiz, Anti-Dühring sayesinde olmuştur.”
Döneminin temel bilimler alanındaki gelişmelerini marksist açıdan yorumladığı, hem bilimi hem marksizmi popülerleştirmeye çalıştığı çalışmaları kaleme alırken Engels, bilimsel ilerlemenin, o an söylenenleri geride bırakacağını, ortaya konulacak yeni verilerin şimdi dile getirilenleri eksik, hatta belki hatalı kılacağını bilmiyor muydu? Bildiği, kendi satırlarından da anlaşılıyor. Ancak Engels’in öne koyduğu, “imzası”nın pürüpaklığı, yazdığı her satırın sağlamlığı değil, işçi sınıfının tarihsel mücadelesinin, partinin öncelikleriydi. “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”ndeki kimi antropolojik gözlemler sonradan yanlışlanmış mı? İyi de, mesele hiçbir zaman bu olmadı ki! O kitabın tüm dünyada kadın hakları mücadelesi başta olmak üzere ezilenlerin kavgasına katkısıydı önemli olan. Engels’in tavrı, tarihsel olarak doğrulandı, çünkü parti, tüm kararlarından büyük fayda sağladı.
* * * * *
Gelelim suçlamaların ikinci kısmına, “kuru üslup” boyutuna. Marx’ın yazı dilinin derin bir edebi kabiliyet ve keskin bir zeka içerdiği malumdur, fakat bazen, Engels bu açıdan da Marx’ın çok gerisindeymiş gibi resmedilir. “Oswald” bile, aksinin kanıtıdır.
Engels henüz 19 yaşında bir gençken, Telegraph für Deutschland gazetesine muhabirlik yapar. Gazete, sansür koşullarından dolayı doğrudan siyasi makaleler yayımlamaktan ziyade, ilerici siyasi fikirleri din kültürü, mitoloji, seyahat yazıları, şiir gibi formlara yediren bir yayın çizgisine sahiptir. Engels o sırada henüz sosyalizm fikrine ulaşmak bir yana, Hegel’le bile tanışmamıştır, dinden dahi kopmuş değildir, ancak keskin zekası, toplumsal sorunlara yaklaşımında kendini hissettirir.
1830’larda Engels’in memleketi, tekstil üretimine dayalı bir ekonomiye sahip olan Ren Bölgesi, giderek sanayileştiği için üretkenliğini artıran İngiltere’yle rekabeti sürdüremediğinden perişan haldedir. Tüm gazetelerin esas konusu, yeni yeni kullanılan kelimeyle “proletarya”nın sefalet koşulları ve bu durumdan nasıl çıkılacağıdır.
Bu ortamda, 1839’da Telegraph gazetesinde yeni bir köşe belirir: Wuppertal’den Mektuplar—evet, on yıl sonra Engels’in sokaklarına barikatlar kurduğu şehir, Wuppertal. Friedrich Oswald imzalı makaleler, tüm bölge basınında en çok konuşulan konulardan biri halini alır, çünkü Engels, herkesten farklı bir gazetecilik yapmıştır: halkın arasına karışmıştır.
Diğer tüm makaleler, kimi istatistikleri verdikten sonra, mevcut krize ve bunun yarattığı sefalete dair teorik iddialar ortaya atmak ve hükümete politika önerilerinde bulunmaktan ibarettir. Engels’in makaleleriyse, “kapkara dumanlar salan fabrika binaları ve her yanını ot bürümüş soluk avlular”la dolu bir kentte, “nefes aldıklarında oksijenden çok kömür tozu çeken, alçak tavanlı odalarda” bitkin hale gelene dek çalışan işçilerin canlı ve etkileyici portreleriyle doludur. Engels, kentin düşkünlerinin arasına karışır. Henüz o kelimeyi kullanmasa dahi, “lümpen proletarya”ya dair çizdiği tablo, onların hayatını bizzat deneyimlediğini ortaya koyar: “Ahlakı tamamen bir kenara bırakmış, ne sabit bir meskeni ne de kalıcı bir işi olan, şafak söktüğünde, eğer geceyi bir gübre yığınının üzerine veya bir merdivenin köşesine yığılarak geçirmediyse samanlıklardan, ahırlardan dışarı sürünen” bu insan topluluğunu anlatımı çok çarpıcıdır. Bugünden geriye dönüp baktığımızda, Anglo-Sakson geleneğinde Hunter S. Thompson’la özdeşleşen “gonzo gazetecilik” akımını anımsatan, hayatın en karanlık noktalarını tüm çıplaklığı ve şiddetiyle açığa çıkaran cesur bir yaklaşım ve etkileyici bir edebi yetkinlik damga vurur, “Oswald”ın makalelerine.
* * * * *
Kaldı ki, sonradan Engels’in diline bu yakıştırma yapılsa da, aksini gösteren daha güçlü bir kanıt var elimizde: O dönemde temel işleri Marx’ın makalelerinin diliyle uğraşmak olan editörler dahi bu iki büyük zekanın üslupları arasında belirgin bir fark görmezler. Niye mi? Çünkü Marx imzalı makalelerin bir kısmını Engels yazıyordu…
1848 Devrimleri geri çekilip, kıta Avrupası’nın hemen tüm ülkelerinde “istenmeyen adam” ilan edilen iki devrimci İngiltere’ye geçtiklerinde, partinin teorik temeline dair kafalarında net bir fikir vardı, partinin örgütsel ayağı da pratik mücadele sırasında daha somut hale gelmişti. Ancak temel dertlerden biri, geçim sıkıntısıydı.
Marx, 1851 yılı başlarında ABD’de yayımlanan ilerici New York Daily Tribune gazetesine İngiltere ve kıta Avrupası politikası alanında muhabirlik yapmaya başladı. Makale başı aldığı 2 pound, o dönem için gayet iyi ücretti. Fakat Engels, ısrarla, mücadelenin en acil ihtiyacının, Marx’ın yeni bir teorik kitapla, ortak yaklaşımlarını daha fazla derinleştirmesi olduğunu söylüyordu. Marx’ı Kapital’i yazmaya başlamaya ikna etti Engels. Bu çok yoğun bir çalışma demekti. Engels’in kendisiyse, mücadeleyi finanse etmek için kendi vaktinin çok büyük kısmını feda ederek, Manchester’da babasının ortak olduğu tekstil fabrikasında çalışmaya gitti.
Bu dönem ikilinin arasındaki ilişkinin “parlak olanı finanse eden fedakâr destekçi” olduğu sanılmamalı. Marx’ın Amerikan gazetesine yolladığı makalelerin tümü Engels’in elinden geçiyordu, zira Marx’ın İngilizcesi pek iyi değildi. Marx Almanca yazıyor, çoğu zaman da taslak halinde yazıyor, Engels bunları İngilizce baştan yazıyordu.
Kimi zamanlardaysa makalelerin tamamını Engels kaleme alıyordu. “Cuma sabahına kadar bana Almanya’daki durum üzerine bir makale yollayabilirsen” diyordu örneğin Marx bir mektubunda. Engels’in yanıtı kısa ve netti: “Nasıl bir şey istediğini yaz—tek yazılık bir makale mi olsun yoksa bir seri mi?” Marx, ABD’li arkadaşı Adolf Cluss’a, “Engels’in çok fazla işi var” diyor, ardından ekliyordu: “... ama [Engels] gerçek bir ayaklı ansiklopedi, ister gündüz ister gece olsun, ister sarhoş ister ayık olsun, çok hızlı yazıyor ve şeytani bir kavrayış hızı var.”
Marx’ın, dostunun ardından yaptığı bu övgülerin “basit birer vefa borcu” olduğu sanılmasın. Makalelerin bazıları o kadar parlaktı ki, Marx’ın eşi Jenny, Engels’e yolladığı bir mektupta, “Kocamın senin makalen sayesinde batı, doğu ve güney Amerika’da ortalığı ayağa kaldırmış olmasına ne diyorsun” diye takılıyordu. Söz konusu makalede, 1848 devrimlerinin Almanya’daki tarihi ele alınıyordu. Engels, devrimde savaşmıştı.
* * * * *
Marx ve Engels’i bir partinin önderleri değil, “iki parlak düşünür/siyasetçi” olarak görmek, gerçekten zor. Engels o dönemde gece 10’lara kadar fabrika işleriyle uğraşıyor, kalan vaktinde Marx’ın yetişemediği gazete makalelerini yazmak dahil birçok işle uğraşıyor, ve tüm bu koşuşturmacaya rağmen örgütleniyordu. “Hareketin çok ihtiyaç duyduğu büyük eser”, Kapital bile, belli açılardan parti kolektifinin izini taşıyordu. Örneğin, Kapital’in musahhihi, yani Marx’ın metinlerini düzeltme işini üstlenen kişi, Engels’in bu dönemde Manchester’da örgütlediği Carl Schorlemmer’di.
* * * * *
Hem Marx’ın hem de Engels’in tüm hayatları mücadeleye adanmıştı. Marx’ın on yıllar boyu açlık sınırında bir yoksulluk yaşadığı bilinir, fakat zorluk yalnızca maddi değildi. Engels, para bulmak için Manchester’da babasının fabrikasında çalışmayı kabul ettiğinde kendisi de çok parlak bir teorisyen olmasına rağmen yalnızca çok değerli saatlerini feda etmiyordu, kişiliğinden de taviz vermek zorunda kalıyordu. Gençliğinden beri hor gördüğü ailesinin karşısında girmek zorunda kaldığı yeni pozisyon zaten yeterince canını yakıyordu, ama, Engels aynı zamanda nefret ettiği bir “işadamı kimliği” yaratmak zorunda kaldı.
Partiye para lazımdı, ve bu görevi üstlenirken Engels’in kafasında, bu kararın ne anlama geleceğine dair en ufak bir yanılsama yoktu. Marx’a yazdığı satırlarda “Bekle ve gör” diyor, ekliyordu: “O hödüklerin hepsi ‘Bu Engels neyin peşinde, nasıl bizim adımıza konuşup bize ne yapacağımızı söyleyebilir, adam Manchester’da işçileri sömürüyor bilmem ne’ diyecekler. Ha, emin ol, şu an bu umrumda bile değil, ama olacak.”
Oldu. On yıllar boyunca Engels’in “işadamlığı”, düşmanlarının ve rakiplerinin elinde bir karalama kampanyası konusu haline geldi. Kautsky’nin “Çok şey öğrendik” dediği Anti-Dühring kitabı çok bilinir ama, kitabın polemik yaptığı Dühring pek bilinmez. Dühring—başka tezlerin yanı sıra—partiye nasıl saldırıyordu? Marx’ı “işte eğlenceli bir bilimci tipi” diye aşağılayıp geçiyor, asıl kozunu Engels üzerinden oynuyordu: “Sermayede zengin ama sermayeyi kavrayışta yoksul. Bir zamanlar Kudüs’te ortaya atılan o kadim söyleyişte olduğu gibi, hendeği atlayamayacak bir deveyle kıyaslanacak tiplerden biri.”
Engels, uzun yıllar boyunca açıkça çift kimlikli bir hayat sürdü. Bir yanda saygıdeğer bir işadamı vardı—akşam yemekleri, resepsiyonlar, iş görüşmeleri, dans partileri, burjuva kulüplerine üyelikler… Diğer yandaysa, yalnızca devrimci mücadele yoktu, Engels’in “gerçek kişisel hayatı” da vardı. Ve, denebilir ki, yoldaşımız en büyük fedakarlığını asıl bu alanda yaptı.
* * * * *
Engels’in kişisel hayatının belkemikleri, Marx ailesi bir kenara konulursa, iki kız kardeşti: Mary ve Lizzie Burns. Engels 1842’de 22 yaşındayken ilk kez Manchester’a gelmiş, İrlandalı bir işçi olan Mary’yle tanışmışlardı. Tıpkı Wuppertal’de sefalet içindeki işçilerin içinde yaşayan “Oswald” gibi, Engels burada da tüm boş vaktini Mary’yle birlikte işçi sınıfının takıldığı ucuz publarda geçirmişti. Bir kez daha, mesele yalnızca “ilginç bir deneyim”den ibaret değildi. O güne kadar düşünceleri büyük oranda felsefe ve sanat alanlarında şekillenmiş olan, henüz pek samimi olmadığı Marx’a ekonominin önemini en fazla öğreten yapıtlardan biri olan, ayrıntıcılığı, betimlemeleri, edebi üslubuyla dönemin işçi sınıfını en iyi anlatan kitabı, “İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu”nu Engels bu dönemde yazdı.
1850’lerde Engels bu defa uzun süreli olarak Manchester’daki fabrikada çalışmaya başladığında, Mary ve kız kardeşi Lizzy’yle birlikte yaşamaya karar verdiler. Ancak hareketin iki önderinden biri olan Engels’in fabrika yöneticisi olarak açıkça patron sınıfına çalışması zaten düşmanlarının dilindeydi, ama daha kötüsü, o dönemin muhafazakar ortamında en tutulan siyasi saldırı, özel hayatla ilgili skandallardı.
Engels, çift kişilikli hayatının gerçek kısmını epey iyi saklamayı başardı. Dönemin ikamet kayıtları, Chorlton-on-Medlock mahallesindeki mütevazı bir evde “Frederick Mann Burns” isimli bir kişinin kaldığını gösteriyor—tam da Engels’e uygun bir kelime oyunu.
Mary ve Engels, tanıştıkları 1843’ten Mary’nin öldüğü 1863’e kadar, 20 yıl boyunca sevgililerdi. Hiç evlenmediler, ikisi de evlilik kurumuna karşılardı. Ancak çiftin ilişkilerini uzun süre gizleme tercihi, mücadelenin çıkarlarını kendi çıkarlarının önüne koymayı tercihti. Aşk, aile, cinsellik gibi konulardaki muhafazakar görüşleri kişisel hayatlarında umursamıyorlardı, ama bunun toplumsal boyutu, özellikle de partiyi koruma refleksi hep varlığını sürdürdü. Ne zaman ki Engels’in kişisel hayatına dair saldırılar harekete zarar veremeyecek hale geldi, “çift kişilikli yaşam” da adım adım sona erdi. Mary’nin ölümünün ardından Engels, zaten uzunca zamandır hep birlikte yaşadıkları, Mary’nin kız kardeşiyle Lizzie’yle çift oldu. Lizzie, okuma yazma dahi bilmiyordu, ama İrlanda bağımsızlık mücadelesinin en aktif militanlarından biriydi, kendisi bir işçi olarak o doğal sınıf bilincine doğallık ve yalınlıkla sahipti.
İlk yoldaşımız, bir komünist kadronun insani yanını göstermek açısından da örnek oldu. Katolik Lizzie ölüm döşeğindeyken Engels kişisel inançlarını bir kenara bıraktı, hayat arkadaşının mutluluğu için bir papaz çağırıp Lizzie’yle nikahlandı. Birliktelerken insanların ne diyeceğini umursamıyordu, ayrılırlarken de umursamadı.
* * * * *
Düşmanların dillerine dolayacakları asıl “özel hayatla ilgili skandalsa”, Engels’ten değil, Marx’tan kaynaklandı.
Karl ve Jenny Marx ailesinin daimi parçalarından biri, bakıcıları Helene “Lenchen” Demuth’tu, veya sevdikleri hitapla, Nim. 1851’de Jenny uzun süreli evden uzakta olduğu dönemde Marx ve Nim birlikte oldular ve 23 Haziran 1851’de Nim, bir oğlan çocuğu dünyaya getirdi. Mary’yle birlikte olmasına rağmen “resmi olarak” bekar olan Engels, dışarıya karşı çocuğu sahiplendi, kendi adını, Frederick’i verdi. Freddy’nin doğum belgesine baba hanesi boştu, fakat gayriresmi olarak çocuk Engels’ten bilindi.
Freddy, bir üvey aileye verilmişti. Dolayısıyla Engels yalnızca 1851 yazında değil, o andan ölümüne dek üzerine yapışacak yaftaları göğüsledi. Engels’e hayatı boyunca çok yakından bağlı olan, Marx’ın kızlarından Eleanor “Tussy” Marx bile zaman zaman “oğluna sahip çıkmadığı” için Engels’i eleştirmekten geri durmuyordu. Engels kendisi ölüm döşeğindeyken Freddy’nin gerçek babasının Marx olduğunu açıkladıktan sonra, Tussy hemen Freddy’yle iletişime geçip ömrünün sonuna kadar yakın bir dostu oldu.
* * * * *
Kendisi üzerinden harekete zarar verebilecek saldırılara karşı hep önlem aldı Engels, ama harekete yararı olacağını bildiği her durumda kendi hayatını, adını, namını önemsiz görmekten kaçınmadı.
İlk yoldaşımız hâlâ buralarda olsa, kendisiyle ilgili yazılanlara karşı marksizmi savunur, kendiniyse savunmaz, umursamazdı.
Zaten gerek de yok. Engels’in hayatı, yakından bakan herkesin gıpta edeceği bir devrimcinin hayatı.
Yakından bakmayanların suçlamaları mı? Onlara yanıt verecek kadar çokuz, Engels’in gözü arkada kalmaz.
Yiğit Günay / SOL-Gelenek
Bu yazı, Engels’in ölüm yıldönümünde, 5 Ağustos 2020’de soL Haber Portalı’nda yayımlanan “Bir büyük kavga insanı: Friedrich Engels” başlıklı yazının genişletilmiş versiyonudur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder