4 Kasım 2020 Çarşamba

Macron ve Erdoğan’ın can simidi: Din ve milliyetçilik - Dr. Mine Yıldız - Vrije Universiteit Brussel (VUB) / BİRGÜN

 

Ülkelerinin toplumsal ve ekonomik krizlerle çalkalandığı dönemde liderlerin ihtiyacı ulusal, dini hassasiyet ve aidiyetleri devreye sokmak. Erdoğan ile Macron’un amacı da niyeti de ortak: Dikkati ekonomiden başka yöne çevirmek.

Türkiye’de 1937 yılında yapılan bir değişiklikle laiklik ilkesi 1924 Anayasası'nda anayasal bir hüküm haline gelmiş, sonrasında 1961 ve 1982 anayasalarında da laiklik ilkesi korunmuştur. Anayasa’da cumhuriyetin laik niteliğine atıfta bulunulmakta ve “laik cumhuriyetin”, Türkiye’nin önemli unsurlarından biri olduğunun altı çizilmektedir. Laiklik ilkesinin bir gereği olarak din duygularının, devlet işlerine ve politikaya karıştırılması yasaklanmıştır ancak din ve tarikatlar her daim politikayla iç içe olmuştur.

Gel gelelim Fransa'ya. 9 Aralık 1905 tarihinde Katolik Kilisesi laiklik ilkesinin kabul edilmesiyle büyük darbe almış ve kiliseye yönelik maddi yardımlar kesilmiştir. Kabul edilen laiklik yasası, devletin dinler karşısında tarafsızlığını öngörmektedir.

Fransa'ya 1. Dünya Savaşı öncesi başlayan göç, 1945’e kadar devam etti. Savaş dönemi boyunca Fransa, Cezayir, Tunus Fas gibi ülkelerden asker aldı. Savaş öncesi gelen yabancılar kalifiye olmayan işçi konumunda idiler. Bu işgücü ülkenin yeniden imar edilmesi ve işgücü açığını kapatmak için Cezayirliler ve İtalyanlar göçmen olarak çağrıldı. Göç dalgası 1945 sonrasında da devam etmiştir. Faslıların (Marocaines) göçü ise 1960’ların ortasında hızlanmıştır.
Zamanla Magripliler, Afrikalılar, Türkler, Komorlular gibi Müslüman toplumların çeşitliliği arttı. 1970’li yılların Müslüman ülkelerden gelen işçiler ülkelerine geri dönecek göçmenler olarak görülüyordu ancak zamanla kalıcı hale geldiler. Müslüman toplulukların talepleriyle ibadethaneler, helal kesim yerleri ve mezarlıklarda Müslüman mezarlığı bölümleri oluşturuldu. Böylece Müslüman toplumun varlığı ve kalıcılığı daha görünür ve belirgin hale geldi.

ENTEGRASYON, LAİKLİK VE YASAKLANAN DİNİ SEMBOLLER

Türkiye Dışişleri Bakanlığı verilerine göre Fransa’da 360 bini aşkın çifte vatandaş olmak üzere 700 bini aşkın Türkiyeli nüfus yaşıyor. Bugün Fransa Mağripli (Fas, Tunus, Cezayir) Sünni ve aile birleşimine dayalı bir Müslüman kitleye sahiptir. 1960-1970’li yıllarda göçmenler "farklılık" düşüncesiyle kültürlerini, geleneklerini, dillerini yaşatmaya teşvik edilirken, 1980’lerin hakim söylemi ise "entegrasyon" olmaya başladı. Fransa bugün Avrupa’nın en fazla Müslüman nüfusuna ev sahipliği yapan ülkesi.

Avrupa'da IŞİD’e en çok katılım Fransa'dan. Gettolara sıkışmış, sisteme entegre olamamış toplumların içinde büyüyen gençlerin intihar bombacısı olmaları ne yazık ki ortada çok önemli bir sorun olduğunu gösteriyor. 2005 yılında Paris banliyölerinde ortaya çıkan ve sonra Fransa'nın diğer kentlerine yayılan, Belçika, Hollanda ve Almanya'ya kadar sıçrayan şiddet eylemleri göçmen kitlenin entegrasyon problemini yeniden gündeme getirmişti.

Fransa'da 2004’te çıkarılan yasayla kamu okullarında dini sembollerin görünür olması (başörtüsü, Yahudilerin kippaları gibi), 2011’de burka kamusal alanda yasaklandı. Fransa'da devletin cemaatleri kontrol altına alamadığı, ülkedeki imamların dörtte üçünün Fransa vatandaşı olmadığı, üçte birinin Fransızca bile bilmediği ifade ediliyor.

EMMANUEL MACRON'UN “FRANSA İSLAMI” MODELİ

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, ülkede "İslamcı ayrılıkçılık" ile mücadele etmek üzere hazırladıkları yeni yasayı geçtiğimiz günlerde açıkladı. "Laiklik ve özgürlükler" yasası, 9 Aralık'ta hükümetin gündemine gelecek. Yasa ile okul kantinlerinde helal yemek, havuzlarda kızlara ve erkeklere ayrı saat uygulaması, ülke dışından finansal olarak desteklenen dernekler, ülkedeki yabancı imamlar gibi polemik yaratan pek çok konu ve tartışmaya somut yasal öneriler getiriliyor. Macron bu yasa ile "Cumhuriyet'e inanan samimi Müslümanlar’ı hedef almadıklarını, Cumhuriyet yasalarına karşı siyasal İslamcı akımlara karşı, 'Cumhuriyetçi bir uyanış' gerçekleştirmeyi hedeflediklerini" söylüyor.

Yasanın üç temel ayağı var: Kamu kurumları, okullar ve dernekler ile yabancı finansal kaynakların denetimi. Böylece tarikat benzeri yapılanmaların yasaya aykırı eylemleri cezalandırılabilecek.

Bazı okul kantinlerdeki "helal et", havuzlarda kadınlara ayrı saatler düzenleme talepleri karşısında “şok olduğunu” belirten Macron, yerel yöneticilerin bu tür talepler karşısında zorluk çektiğini, laiklik karşıtı bu tür taleplerin uygulanması ya da iptali kararını valilerin vereceğini, cami dernekleri aracılığıyla radikal İslam'ın Fransa'da yayıldığını, bu kuruluşların daha sert bir denetim ve yaptırımla karşılaşacağını dile getiriyor.

Elbette pek çok neden var. Bu gerilim, Doğu Akdeniz ve Libya konuları üzerinden zaten alevlenmiş durumdaydı. Mağrip bölgesiyle geçmişten bugüne tarihsel bağı olan Fransa, bölgedeki varlığını sürdürmeye devam etmek istiyor. Ancak diğer taraftan Türkiye de bölgedeki etkinliğini artırmaya çalışıyor. Bu gerilim geçtiğimiz günlerde öğrencilerine sınıfta ifade özgürlüğünden bahsederken, Muhammed Peygamber'in (Charli Hebdo dergisi tarafından çizilen) karikatürlerini gösteren öğretmen Samuel Paty'nin öldürülmesi, İslam dini ve siyasal İslam tartışmaları üzerinden özellikle tırmandırıldı. Saldırganın Moskova doğumlu bir Çeçen olduğu basına yansıdı.

Macron, Paty'nin öldürülmesi için "İslamcı bir terör saldırısı" dedi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan: "Bu Macron denilen zatın Müslümanlarla derdi nedir? Zihinsel noktada bir tedaviye ihtiyacı var” diyerek yanıtladı.
Macron devam etti: "Saldırıya uğrayan, açıkça Fransa'dır."

Birkaç gün önce de Nice kentinde Notre Dame Kilisesi yakınlarında üç kişi hayatını kaybetti. Saldırganın 18 yaşında bir Tunuslu olduğu açıklandı. Fransa’nın bir diğer şehri olan Avignon’da bıçakla insanları tehdit eden bir saldırganın etkisiz hale getirildiği medyadan duyuruldu. Bunun üzerine merkez sağ Cumhuriyetçiler Partisi (LR) Milletvekili Blin, ulusal mecliste yaptığı konuşmasında siyasal İslam’a karşı Yahudi-Hristiyan medeniyetinin savunulması gerektiğini söyledi.

HER İKİ SİYASİ LİDER DE ÜLKELERİNDE ZOR DURUMDA

2016 yılında, Macron’un ekonomi bakanı olduğu Valls hükümetinde çıkarılan çalışma yasası ve işçi sınıfının buna tepkisini hatırlayalım. Fransız burjuvazisine, sermaye sınıfına hizmet eden çalışma yasası, işçi sınıfının haklarına büyük saldırı paketi içermekteydi: Çalışma sürelerinin uzaması, mesai ücretleri, toplu iş sözleşmeleri, işten çıkarma gerekçeler sermaye sınıfına hizmet ediyordu. Macron'un ekonomi politikalarını protesto eden Sarı Yelekliler’i hatırlayın. 2008 krizinden bu yana kemer sıkma politikalarıyla, emekçi sınıf ve yoksullar için daha zor hale gelen yaşam koşullarını. Covid-19 salgını öncesi, sarı yeleklilerin protestoları, emeklilik reformu ve polis şiddetine karşı eylemlerin yapıldığı ülkede, Macron İslam karşıtlığının prim yaptığı sağcı seçmenin oylarına da ihtiyaç duyuyor.

Ülkesindeki siyasi ve ekonomik krizleri çözemeyen Macron 2020 Haziran’ındaki yerel seçimlerde büyük şehirleri kaybetti ve 2022’de düzenlenecek cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde büyük yara aldı. Sandığa gitmeyenlerin oranının yüzde 60 ile rekor seviyeye çıktığı seçimde Macron’un partisi LREM sadece 3 belediye kazanabildi. Paris, Marsilya ve Lyon’da kaybetti. Ülkesini Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yapılacağı 2022 yılına kadar nasıl yöneteceği tartışma konusu haline geldi. Cumhurbaşkanı seçildiği 2017 yılında halkın yüzde 66.6'sının oyunu alan Macron rekor bir düşüşle yüzde 35’lere kadar geriledi. Sol Birlik ve Yeşillerin karşısında hezimete uğrayan Macron’un, halk nezdindeki güvenirliği her geçen gün azaldı.

MACRON VE ERDOĞAN'IN ORTAK NOKTALARI: KAYBEDİYORLAR

Erdoğan ile Macron’un ortak noktalarından bir tanesi bu. Erdoğan ve partisi Türkiye'de yapılan son yerel seçimlerde büyük şehirleri kaybetti. Özellikle 23 Haziran’da yenilenen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı Seçimleri’ni Millet İttifakı adayı Ekrem İmamoğlu’nun kazanması bir dönüm noktası idi, böylece Erdoğan, siyasi kariyerinin en büyük mağlubiyetini almış oldu. İstanbul seçimleri Erdoğan’ın artık yenilmez olmadığını gösterdi. Üstelik muhalefetin zayıf kaldığı, sistematik olarak özgürlüklerin sınırlandırıldığı, kuvvetler ayrılığı ilkesinin hiçe sayıldığı, on binlerce insanın cezaevlerinde tutulduğu bir dönemde İstanbul yenilgisi, Türkiye'nin ekonomik sıkıntılar çektiği geçen yılın ortalarından bu yana Erdoğan ve partisine verilen halk desteğinin nasıl istikrarlı bir biçimde azaldığına dikkat çekti. İşsizliğin ve enflasyonun rekor seviyelere ulaştığı Türkiye’de iktidar partisi çözümü Ayasofya’nın ibadete açılmasında buldu.

Kimi kamuoyu anketlerine göre Ayasofya’nın ibadete açılması Erdoğan’a yüzde 0.2 oranında oy kazandırmış görünüyor. Kimi anketler ise seçmenin oy verme davranışına Erdoğan lehine olumlu bir etkisi olmadığı sonucuna ulaşıyor. Maalesef muhalefetin de Ayasofya kararını açıktan ya da sessizce onaylaması, laik (!) Türkiye’de dinin siyaseten ne kadar elverişli bir araç olduğunu bizlere hatırlatmış oldu. Ekonomik tablo ve seçmen tabanındaki kayış tehlike çanlarının çaldığını işaret ediyor. Oyları gittikçe düşen Erdoğan, bu kararıyla sadece kendi seçmenine değil aynı zamanda Ayasofya konusundaki geçmişten süregelen Erbakan yaklaşımına ve Saadet Partisi’nin seçmenine de bir mesaj göndermiş oldu.

Ülkelerinin toplumsal ve ekonomik krizlerle çalkalandığı dönemde liderlerin ihtiyacı ulusal, dini hassasiyet ve aidiyetleri devreye sokmak. Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Macron’un amacı da niyeti de ortak: Dikkati ekonomiden başka yöne çevirmek.

Son söz olarak; Siyasal İslamcı örgütler sadece Ortadoğu’nun bazı siyasi aktörleri, kendi iktidarları üzerinden hesaplaşmaları ve din-mezhep çatışmaları üzerinden beslenmekle kalmıyor, bölgede hiç bitmeyen çatışmalar küresel silah kartelleri ve savaş çığırtkanları tarafından besleniyor. Bunun için Ortadoğu’da süre giden etnik, dini, mezhep temelli çatışma ve savaşlarda kullanılan silahların hangi ülke menşeili olduklarına bakmak yeterli olsa gerek.

Dr. Mine Yıldız - Vrije Universiteit Brussel (VUB) / BİRGÜN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder