BirGün’de de gördüm Cumhuriyet’te de. Basın İlan Kurumu’nun kısıtlamasına karşı yayımlanmıştı. Kimi ilanların altında eski harp okulu öğrencilerinin numaraları vardı. Arkadaşlarım gösterince “Bazılarını tanıyorum” dedim.
Anlatayım...
Jandarma baskına hazırlandı. Metris Cezaevi’nde ansızın girecekleri koğuşun bir farkı vardı. İçeride yatanların çoğu eski silah arkadaşlarıydı. 14 Ocak 1984’te, topluca girdikleri odada, yasaklı madde aramıyorlardı. 3 gün sonra mahkemeye çıkacak tutukluların kıyafetlerinin peşindeydiler. Pantolon, gömlek, ceket hepsine el kondu.
Neden mi?
Çünkü “Mustafa Kemal’in askerine tek tip giydiremezsiniz” diyen THKP/C Üçüncü Yol davası sanıkları, tek tip kıyafeti reddediyordu. Düşünüldü, taşınıldı. Sıkıyönetim komutanları bir formül buldu. “Giyecek başka elbiseleri olmazsa...” denildi.
17 Ocak 1984: Sıkıyönetim Komutanlığı 2 No’lu Askeri Mahkemesi’ndeki duruşmanın günü.
3 gün koğuşta don-atlet gezen askerler kararlıydı. Bu kez döve döve giymeye zorlandılar. Onların da bir B planı vardı. Tek tipler giyildi. 123 sanık salona girdi. Kelepçeler çözüldü. Basın içeri alındı. Hesap belliydi. Ertesi gün gazeteleri açanlar, üniforması çıkarılan askerleri tulum içinde görecekti.
Ama kimsenin beklemediği bir şey oldu. Saniyeler içinde hepsi tek tipleri parçaladı. Çıplak kalmışlardı. O anın fotoğrafını Cumhuriyet muhabiri Deniz Teztel çekti.
Askerler salondan çıkarıldı. Tarihi fotoğrafa da o gün yayın yasağı geldi. 31 Ocak’ta görülen bir sonraki duruşmada, salon yine atlet-külotlu adamlarla dolunca, mahkeme karar aldı: “Duruşma inzibatını bozdukları gerekçesiyle yargılamanın sanıkların yokluğunda yapılmasına...”
Bir zamanların hikâyesi
Yalan söylemeyeyim.
“Darbe mağduruyuz” dediklerinde aklıma başkaları gelmişti. Buluştuğumuzda anladım. 12 Eylül’ün ve 12 Mart’ın ardından tutuklanan, yargılanan, işkence gören ve nihayetinde üniformaları üzerlerinden sökülen askerlerdi.
Masaya oturduğumuzda ilk sorum şuydu: “Yetmez Ama Evetçi” misiniz?
“Nereden çıktı” demeyin. Çok değil, 10 yıl önceki 12 Eylül referandumunda, onlar konuşulmuştu. Asıl niyet; yargıyı, AKP desteğiyle FETÖ’ye teslim etmekti. Mezardakiler kalkıp oy kullanacaktı. Vitrine ise 12 Eylül-12 Mart mağdurları konmuştu. Karşı çıkanlara “darbeci” deniliyor, “darbelerle hesaplaşıyoruz” masalı anlatılıyordu.
Öyle ya, FETÖ’cü savcılar bu sırada yurtsever askerleri Silivri’ye tıkmıştı. Sanki Türkiye’nin tüm günahlarının kefaretini onlara ödeteceklerdi. İşte o referandumda, darbe mağduru askerlerin de gündeme geldiğini, içlerinden bazılarının ekranlara, gazetelere çıkarıldığını hatırlıyordum.
Üstelik...
Buluşmamızda bana 50 yıllık mağduriyet hikâyelerini ve mücadelelerini anlatan “Kışlada Sol Kırım” başlıklı bir kitap verdiler. Arka kapağında, bugün Sabah gazetesinde yazan iki gazetecinin satırlarının olması dikkatimi çekmişti.
Bu bir çifte standart
12 Mart’ın ve 12 Eylül’ün ardından yapılan yargılamaları konuştuk. Darbecilerin kendi hukuklarıyla yarattıkları sıkıyönetim mahkemelerinde yaşadıklarını sıraladılar. İşkenceleri yeniden yaşar gibi anlattılar. Kurtulmak için bileklerini kesenlerden, camdan atlamaya çalışanlardan bahsettiler. 11981-18 sicil numaralı Harbiyeli Ahmet Reşit Erdoğdu’nun kayıtlara “intihar” diye geçen hikâyesini de konuştuk.
Peki, bugün? Bugün neden yaşadıklarını yeniden gündeme getiriyorlardı? İmza kampanyası başlatmış, milletvekillerine mektuplar göndermişlerdi? Gazetecileri teker teker dolaşıp ne istiyorlardı?
Sebebi; geçen haziranda Meclis’ten geçen, 1 Temmuz 2020’de Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren, 7248 sayılı yasayla ilgiliydi. Yasa, Adnan Menderes ve arkadaşlarını idam cezasına çarptıran Yüksek Adalet Divanı kararlarını hükümsüz hale getirmişti. Doğan zararları da devletin tazmin etmesine karar vermişti.
Karşılar sanmayın! Tam tersine, destekliyorlar.
Ama basit bir şey söylüyorlar: 27 Mayıs’ın ardından kurulan “özel mahkeme” kararlarını gayri meşru ilan ediyorsunuz da 12 Mart’ın ve 12 Eylül’ün sıkıyönetim mahkemeleri için neden aynısını yapmıyorsunuz?
Üstelik sadece mağdur askerler için bunu söylüyorlar sanmayın!
Örneğin Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam kararını veren General Ali Elverdi, sonrasında Adalet Partisi’ne katılmıştı. “Sadece askeri görevi yerine getirmedim, üzerime düşen politik görevi de yerine getirdim” demişti. Yani niyeti adaletten başka bir şeydi!
16 Mart 1971 tarihinde yakalanan Gezmiş’i yargılayan sıkıyönetim mahkemesi, 2 ay sonra, 13 Mayıs 1971 tarihinde çıkarılan Sıkıyönetim Kanunu ile kurulmuştu. Yani sıkıyönetim mahkemeleri; Yassıada yargılamalarında olduğu gibi, yargılamaya konu eylemlerin gerçekleştiği tarihten sonra kurulmuştu. Doğal mahkeme ilkesine aykırıydı. Darbecilerin isteğiyle kurulmuş, bağımsız olmayan, üyeleri kimi zaman hâkim bile olmayan askerlerdi.
Kenan Evren’in “Asmayalım da besleyelim mi?”, “Adalet yerini bulsun diye bir sağdan bir soldan asıyorduk. Eğer sağdan 2 asmışsak ertesi gün 2 de soldan asıyorduk” gibi sözleri de mahkemelerin çalışma ilkelerini yeterince anlatıyordu.
Kandırılanlar da kandırdı
Peki, 27 Mayıs’tan sonraki mahkeme kararlarını tanımayanlar, bu mahkemelerin kararlarını neden hâlâ tanımaya devam ediyorlardı?
Konuştuğum mağdurlar, “Bu, darbeler arasında ayrımcılıktır” dediler. “Darbeler ve mağdurlar arasında ayrımcılık da darbe virüsü kadar tehlikeli ve zararlıdır” diye tamamladılar.
Gerçekten de anlattıklarına göre muhafazakâr iktidarlar, 27 Mayıs’a “darbe” değerlendirmesi yaparken, 12 Mart’a ve 12 Eylül’e geldik mi ayak sürüyordu. Bunun en büyük delili, “27 Mayıs mağdurları”na özel 4 ayrı yasa yapılmasıydı. Örneğin 12 Aralık 1992 tarihli 3854 sayılı yasa, 27 Mayıs’ta emekli edilenlerin “göreve devam etmiş olsalardı elde edecekleri mali hakları”nı tanıyordu. Geçen haziranda Meclis’ten geçen ise 27 Mayıs ile yüzleşme defterini tamamen kapatıyordu.
Görüştüğüm eski askerler, 12 Mart ve 12 Eylül’den sonra sıkıyönetim mahkemelerinin verdiği kararların da ilgasını, mağdurların haklarının iadesini, bütün idam kararlarının iptalini istiyorlar.
Bunların hepsi 10 yıl önce olacak sanıyorduk. Meğer olmamış. Belli ki sürekli kandırılanlar, kandırmayı da öğrenmiş!
Beyaz, mavi ya da yeşil. Hürriyet belki de mahkemelerde ya da yasalarda değil, içimizdeki dondadır!
Barış Terkoğlu / Cumhuriyet
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder