Tüm ülkede olduğu gibi şehirlerde de toplumsal güvenliğin sağlanması temelde bir kamusal yükümlülüktür. Diğer toplumsal meselelerde olduğu gibi güvenlik meselesinin de kamusal yarar, kamusal politika ve pratiklerle ele alınması gerekir.
Bu süreçte şiddet o kadar rutinleşti ki çok yeni olgu ve kavramlar dilimize girdi. Mesela yorgun mermi onlardan biri. Nereden geldiği belli olmayan bir merminin, herhangi bir kişiye isabet etmesi anlamına gelen bu durum artık hiç de istisnai değil. Bir de çoğunluğu cinayetlerle biten fasılalı şiddet olgusu var. Saldırı devam ediyorken, saldırganın, evine-işyerine gidip silahını alarak kaldığı yerden devam etmesi hali. Başka örnekler de var kuşkusuz. Mesela Düğün Magandaları. Ellerinde türlü silahlarla rastgele ateş açan kişileri anlatmak için kullanılıyor bu ifade. Ama eğer bu ateş sonunda birileri ölmüşse. Öteki türlü ‘düğün eğlencesi’ gibi bir anlam yüklenerek normalleştiriliyor. Keza mafya hesaplaşmaları da bu şiddet sarmalının bir örneğidir. 1960’lı ve 70’li yılların kabadayılık geleneğinden epeyce farklılaşmış olarak hem mafyatik grupların hem de dahil oldukları çatışmalarının sayısında adeta patlama yaşanıyor. Şu günlerde pandemi sebebiyle yasaklanmış olmakla birlikte yakın zamana kadar asker uğurlama törenleri de tıpkı düğünler gibi ateşli silahların eşlik ettiği gösterilere dönmeye başlamıştı.
Kadın cinayetleri bambaşka ve çok daha ürkütücü bir kategoriyi oluşturuyor. Son beş yıl içinde Türkiye’de (2015 yılından 2020 yılına kadar) 1.753’ü silahla olmak üzere 2.324 kadın cinayeti yaşanmıştır. Başka bir deyişle bu cinayetlerin yüzde 74’ünde de silahlar kullanılmıştır. Kameralara takılan kadın cinayetleri ve silahlı saldırılardan kurtulabilen kadın anlatıları dehşetin boyutlarını görmek açısından ürkütücü.
Özetle Türkiye şehirlerinin toplumsal manzarasında şiddet hareketleri ve özellikle keyfi silah kullanımının geldiği seviye çok önemli bir toplumsal bir soruna işaret ediyor. İstatistikler de bu sorunun fotoğrafı gibi adeta. Umut Vakfı’nın Türkiye’nin Silahlı Şiddet Haritası raporuna göre 2019 yılında Türkiye genelinde 3 bin 623 silahlı olay yaşanmıştır. Bunların 2 bin 867’sinde ateşli silahlar (1.402’si her tür tüfek, 1.465’i tabanca), 756’sında ise her türlü kesici, delici alet kullanılmıştır. Bu olaylarda 2.211 kişi ölmüş; 3.736 kişi yaralanmıştır. Veriler ve dolayısıyla toplumsal manzara oldukça dehşet verici. Üstelik bu veriler, sadece basına yansıyan haberleri kapsıyor. Oysa durum gerçekten çok vahimdir, çünkü basına yansımamış çok sayıda şiddet hareketi olduğunu tahmin etmek hiç de güç değil.
Bütün bu şiddet ortamı ve cinayetlerin, gözetleme-kontrol teknolojileri sayesinde izlenebiliyor olması ise kendi başına bir sosyolojik analizin konusu. Zira tüm toplum bu izleme/gözetleme teknolojileri sayesinde kentsel sahnedeki bütün bu şiddet sarmalını adeta canlı biçimde izliyor ve farkında olarak veya olmayarak kanıksıyor.
YAYGINLAŞAN ŞİDDETİN İNŞA ETTİĞİ DUYGU
Bugünkü kentsel-toplumsal manzaranın şiddete dair göstergelerini birkaç başlık altında tasnif edebiliriz ki en başta şunu söylemek mümkün: Bugün artık, esas olarak politik dinamiklerin belirlediği 1970’li yılların toplumsal gerilim manzarasından bambaşka bir dönemdeyiz. O yılların zaman zaman şiddeti de içeren kentsel-toplumsal hareketleri, sınıfsal-siyasal dinamikler ve gerilimlere dayanıyordu. Hem alttan gelen toplumsal hareketler hem de karşı girişimler genel olarak bu politik-toplumsal bağlama oturuyordu. Bunun dışına kaçan şiddet sarmalı; özellikle şimdi yıldönümünde bulunduğumuz 78 Maraş katliamı örneğindeki gibi müdahale edilmemiş katliamlar ise, sonradan bir ölçüde ortaya çıktığı gibi sistem politikaları içerisinden üretilen saiklerin neticeleriydi.
Bugün ise birbirlerine karşı şiddet kullanma eğilimindeki sosyal grupların sayısı çeşitlenmiş görünüyor. Hatta gruplardan bireylere yayılan çok geniş bir düzlem söz konusu. Bu yeni şiddet sarmalında iktisadi çıkarları çatışan gruplardan bireysel girişim ve eğilimlere; siyasal arka planı olanlardan, bundan azade olanlara kadar oldukça geniş toplumsal ilişki ve dinamiklerin etkili olduğunu görüyoruz.
Bunun sonucu olarak bugün artık sadece şehirlerdeki bazı mekânların değil, bir bütün olarak şehirlerin güvensiz mekânlara dönüştüğünü görüyoruz. Böyle bir kentsel-toplumsal ortamda bulunmanın kendisi bile şiddete muhatap olmak ya da maruz kalmak için yeterli neden olabiliyor. Başka bir deyişle bir şiddet hareketine maruz kalmanız için birilerinin bilinçli hedefi olmanız gerekmiyor. Tesadüfen yaşamak bu ortamda adeta olağanlaşmış görünüyor.
Bugüne özgü ilginç bir durum da, bütün şiddet hareketlerinin iletişim-kontrol teknolojilerinin çok geliştiği bir zamanda ve dolayısıyla kamunun gözleri önünde cereyan ediyor olmasıdır. Ancak bu durum, faillerin görece erken tespit edilmeleri dışında bir işe yaramamış görünüyor. Faillerin tespit edilmesi, fiillerin artışını engellemiyor. Hatta istatistikler, ikisi arasında pozitif korelasyon olduğunu gösteriyor.
GEÇMİŞ TECRÜBEYİ ARAMAK: GÜVENLİK İÇİN SOSYAL DEVLET
Bir toplumsal sorun olarak şehirlerde güvenlik elbette sadece bugüne özgü bir durum değildir. Sanayileşmeyle ortaya çıkan modern şehirlerin bir sorunu olarak hep vardı. Zira modernite, bireyin statüsünü köklü olarak değiştirip; geleneksel aidiyetlerinden koparmış ve güvensiz bir ortama bırakmıştı. Bu nedenle kollektif aidiyet, güvenliğin yegâne koşulu olarak görülmüştü. Max Weber gibi pek çok sosyal bilimci bu nedenle güvenlik için devleti referans göstermişlerdi.
Ne var ki modern insanın, demokrasi ve hukuk devletinde somutlaşan sivil güvenlik ve sosyal devlet ilkesinde somutlaşan sosyal güvenlik talebi hiçbir zaman tam olarak karşılanamamıştır. Modern devletin kurmayı denediği hukuki eşitlik hali ise gerçekte iktisadi ve sosyal eşitsizlikleri çözemediği için, her zaman bir güvenlik sorunu olmuştur.
Sosyal devlet deneyimi diğer alanlarda olduğu gibi yurttaşların güvenliği meselesini de bir kamusal iş ve ödev olarak tanımladığı için, öncesi ve sonrası ile mukayese edildiğinde, görece rahat bir dönem olmuştur. Hem sosyal güvenlik kurumlarının inşası hem de şiddet hallerinin kamusal mekanizmalar eliyle kontrol altına alınması anlamında güvenlik, sosyal devletin önemli bir mesai alanı olarak düzenlenmiştir. Dolayısıyla ve en azından teorik olarak, toplum güvenliğinin, sosyal devlet eliyle sağlandığı uygulamada silah bulundurmak ve kullanmak da ancak devlete ait bir iş olarak kabul edilmiştir. II. Dünya Savaşı’ndan sonraki dönem ya da Türkiye için söylersek 1960-1970’li yıllar bu anlamda bir sosyal devlet denemesi sayılabilir.
ŞİDDETİN YENİ DİNAMİKLERİ VE TOPLUMSAL ÇARESİZLİK
Ancak 1980’li yıllardan bu yana iktisadi, siyasal ve toplumsal koşullarda radikal değişiklikler gerçekleşmiştir. Bunların en önemlisi, devletin kamusal yükümlülükleri ile ilgili alanların hızla daralmasıdır. Buna paralel olarak devlet aracılığıyla sorun çözme kültürü ve imkânlarının da zayıflamasıdır. Şehirlerdeki kamusal hayat ve güvenlik alanı da bu değişimden etkilenmiştir hiç kuşkusuz. Castel’in dediği gibi sosyal devlet iyice zayıflamış; 1960-1970’li yıllarda bir ölçüde kurulabilen kollektif güvence sistemleri parçalanmıştır. Dolayısıyla yurttaşlar bunun neticesi olarak güvencesiz ortama sürüklenmişlerdir. Anthony Giddens, yerinden çıkmış birey ifadesini bu durumu anlatmak için kullanmıştı.
Bu dönemde sistemin, güvenlik alanından adım adım çekilmesine eşlik eden silahlanma edimi ise bu yeni toplumsal manzarayı iyice ürkütücü hale getirmiştir. Silahlanma eğilimindeki artışa bağlı olarak şehirlerde şiddet hareketleri ve onun bir parçası olarak cinayetler de artmış ve güvensiz ortam derinleşmiştir. Bu durumu en yalın anlatacak ifade toplumsal çaresizlik olabilir. Çünkü bu, bireylerin kendi başlarına üstesinden gelebilecekleri bir durum değildir.
Şehirlerde yaşayan nüfusun sadece yarınından değil, anlık durumundan da kaygı duyduğu bu dönemde, doğal olarak güvenliğe dair bir dizi yeni iktisadi sektör gelişmiştir. Kilit ve alarm sistemleri, parmaklıklar, çelik kapılar, bariyerler, tuzaklar, kamerayla kontrol ve özel güvenlik sistemleri, kentin hemen her yerinde güvenlik sistemleri satan yeni mağazalar vb. Bireyler; araçlarını, konutlarını, işyerlerini ve bizzat kendilerini korumak kaygısıyla, bu yeni sektörlerin müşteri portföyünün genişlemesine katkıda bulunmuşlardır ve bulunmaktadırlar.
GÜVENLİK KAMUSAL ZORUNLULUKTUR
Sonuç olarak şehirler, sistem ve güvenlik meselesinin üç temel noktada şekillenen sosyolojik bağlamını aktararak tamamlayalım.
Birincisi, tüm ülkede olduğu gibi şehirlerde de toplumsal güvenliğin sağlanması temelde bir kamusal yükümlülüktür. Başka bir deyişle yurttaşların güvenliğini, yine yurttaşların kendilerine bırakmak aslında kaotik ortama bir davetiyedir. Bu nedenle diğer toplumsal meselelerde olduğu gibi güvenlik meselesinin de kamusal yarar, kamusal politika ve pratiklerle ele alınması gerekir.
İkincisi, bugünkü güvenliksiz fiili durumu aşabilmek için, en başta kamusal yarara uygun dil ve politik söylem en önemli araçtır. Özellikle de şiddetin adeta normalleştirildiği bugün bu adım çok daha büyük ihtiyaçtır. Zira şiddetin, silahların ve öldürme edimlerinin adeta normal ve hatta bazen övünülecek haller gibi anlatıldığı bir dil, politika ve kültür hakim olduğu sürece, şiddetin önlenmesine dair tedbirlerin tümü işlevsiz kalır.
Üçüncüsü dil ve söylemden de öte pratik bir adım olarak bireysel silahlanmaya net bir kısıtlama getirilmelidir. Özellikle silahın bir statü-güç sembolü olarak algılandığı toplumsal kültürlerde, kısıtlayıcı koşulların olmaması, her zaman silahın kullanım kolaylığına alan açar ve zaten böyle olmuştur. Nitekim Umut Vakfı’nın özenle yapılmış çalışmalarında görüldüğü gibi şehirlerdeki bireysel-sosyal şiddet hareketlerinin çok büyük bir bölümünde ateşli silahlar kullanılmaktadır. O halde kamunun ilk ve acil olarak bu noktadan müdahalesi normal, toplumsal bir beklentidir. Unutmamak gerekir ki trafikte veya herhangi başka bir yerde insanlar yine münakaşa edebilir ama belinde birer silahları yoksa bu münakaşalar cinayetlere dönüşmeyebilir.
Son olarak özellikle pandemi sürecinin yarattığı toplumsal ve iktisadi sorunlar bağlamında çok sık konuşmaya başladığımız sosyal devlet vurgusu, güvenlik meselesinde de en önemli referans olarak karşımıza çıkıyor. Başka bir deyişle asli görevlerinden birisi de “can ve mal güvenliği”ni sağlamak olan kamunun, bu alana kamusal yarar ilkesiyle müdahalesi acil bir ihtiyaç olarak duruyor. Uzun bir süredir fiziksel mekânda ve fiili görev alanlarında yükümlülüklerini piyasaya bıraktığı için giderek işlevsizleşen ve fakat izleyici ve gözetleyici rolü sınırsız biçimde artan sistemin, asıl odaklanması gereken kamusal yarar alanına davet edilmesi bir yurttaşlık görevi haline geliyor. Zira sosyal devlet politikalarının ömrünü doldurduğunu iddia eden ve devletin küçültülmesi adına kamusal görevleri piyasaya havale eden günümüz liberal devlet söylemiyle şehirlerde güvenlik ortamı sağlanamaz.
Robert Castel’in dediği gibi yine de tüm tehlikelerden azade olma garantisini asla bulamayacağız. Ama kamucu yaklaşımla daha adil ve daha insani bir ortamda yaşama şansı elde edebiliriz.
Şükrü Aslan / BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder